Siz Hiç Dininizin Gasp Edildiğini Hissettiniz mi?

Birkaç ay evvel şehrin göbeğinde bir grup genç kızın bir stand arkasında broşür dağıttığına şâhit oldum. Masanın üzerinde ‘Gelin, dinimi tanıyın; gelin, bizi tanıyın’ diyen bir dâvet reklâmı gözüme ilişti. İçimden “neler oluyor acaba?” diye geçirdim… İsviçre’de böyle bir manzara ile daha evvel hiç karşılaşmamıştım.

 

Öğle yemeği vakti, genel rutinimde olmasa da, bir sandviç almak üzere şehir merkezine yürüdüm. Maksadım, hava alırken bir yandan da genç kızların kurmuş olduğu standa uğrayıp ne yaptıklarını öğrenmekti. Almanca’yı akıcı şekilde konuşamadığım için gruba yaklaşıp “aranızda İngilizce veya Fransızca bile var mı?” diye sordum. Hepsi her iki dili de biliyorlardı. Biri öne doğru adım atıp “size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sorunca, “anladığım kadarı ile Müslümansınız, ben de öyleyim, ne yaptığınızı merak ettim” dedim.

 

Genç arkadaşım önce nereli olduğumu sordu. Cevabı alır almaz da “anlayacağınızı tahmin ediyorum, şöyle sorayım: Siz hiç dininiz çalınmış gibi hissediyor musunuz? Biz epeydir böyle hissediyoruz” dedi. Ayaküstü biraz sohbet ettik. Doğru anladıysam standlarına uğrayan kimselere İslâm hakkında bilgi, müslümanların ortak değerleri hakkında örnekler içeren bir broşür veriyor, dünyada yaşanan olaylara karşı hissettiklerini, şahsî görüşlerini paylaşıyorlardı. İnandıkları dini ve kendi kültürlerini tanıtmak adına çok güzel, naif bir girişimdi bu. Veyâhut ben böyle değerlendirdim, cesaretleri hoşuma gitti.

 

Ne var ki o kızın sorduğu soru benim peşimi bırakmadı. Akşam yemeği esnasında eşim ile konuşarak ve gece uykumda aynı soruyu düşündüm. Ne kadar anlam dolu bir sualdi bu böyle. Ben hiç dinimin çalındığını düşünmemiştim ama soruyu değerlendirdikten sonra bu bakış açısı bana bir açı kazandırmıştı. Hakikaten de dünyada olan birtakım olayları değerlendirirken insan dininin çalındığını hissedebiliyordu.

 

Benim dinim, hoşgörü ve sevgi diniydi. Oysa son zamanlarda İslâm ülkelerinde yaşanan çeşitli olaylar öfke ve nefret püskürüyordu.

 

Bu konuştuğum genç arkadaşlar ve belki onlar gibi binlerce insan, kendi ülkelerinden uzakta yaşarken, dinlerini, dillerini, örf ve âdetlerini en iyi şekilde bu yabancı ülkelerin insanlarına tanıtmaya ve dahî bu yabancı oldukları kültürler içinde bir uyum yakalayıp tutunmaya çalışırken, şeklen kendilerine benzeyen başka birileri, bu ülkeden kilometrelerce uzakta bir yerlerde yaptıkları hareketler, şiddet yönlü eylemler ile bu güzelliklerin karalanmasına sebep oluyorlardı.

 

Kulağa tuhaf geliyor ama değil…

 

Hangi özgürlükçü ve insan haklarının gelişmiş olduğu ülke söz konusu olursa olsun, insanlar tanımadıkları ve dahî ‘zarar’ gördüklerine inandıkları her şeyden korkuyorlardı. Korku ise pozitif bilincin, hoşgörü ve anlayışın en büyük düşmanıydı. Korkan insan, öğrenmeyi durduruyor, hoşgörülü olma yeteneği ve algısı kısıtlanıyordu. Bu yüzden korktuğu şeylerden uzak durmaya çalışıyor, kimseler ile ortaklık kurmak istemiyordu.

 

Nitekim her şeyin başı eğitim değil mi?

 

Bizlere öğretilen en önemli görev, insanlığa hizmet edebilmek değil mi?

 

Sokakta insanlara felsefelerini ve niyetlerini açık etmeye çalışan arkadaşların da yapmaya çalıştıkları barış amaçlı değil miydi?

 

İçimden keşke bu cesareti daha fazla insan gösterebilse diye düşünürken… Bir anda mânevî okulların ve mânevî enstitülerin var olduğunu hatırladım.

 

Mâneviyat üzerine kurulan eğitim merkezleri, sadece bir din hakkında insanlara bilgi vermekle, tevhid inancını yaymakla kalmamakta, birlik ve beraberliğin önemini anlatırken, aynı zamanda ülkeler, kültürler arasında köprüler kurulmasına aracı olmaktadır. Ve belki de hepsinden en önemlisi, insanları kendileri ve bu dünya ile barışık olmaya dâvet etmektedir.

 

Bu sebeple âcizâne ben Cemâlnur Sargut öğretmenimin ve dostlarımın bütün yaptıkları arasında sadece kürsü ve vakıflar ile cennetin yolunu açtıklarına iman ediyorum.

 

Rabbim bu yolda çalışan herkesin yolunu açık etsin inşaallah.

 

Efendim

Ken’an Rifâî  ismini ilk duyduğumda 29 yaşında idim. Günlük hayatın içinde pek çoğumuzun takip ettiği eğitim silsilesini tamamlamış, yaşamımı idâme ettirmek için çalışmaya başlamış,  iş, ev, aile, arkadaşlar, yıllık tatiller arasında geçen bir hayat sürmekteydim. Hayatımdaki önceliğim iş hayatım, sonra da kendi rahatım idi. Belli ahlâk kuralları çerçevesinde yaşamaya çalışırken her gece uyumadan önce kelime-i şehâdet getirmek dışında pek de dinî aktivitesi olmayan biriydim.

 

Dinî kaidelere uygun yaşam, benim için daha çok toplumdan uzaklaşmak ve bulunduğum çevreden çok farklı bir hayat tarzı içine girmek anlamına geliyordu. Din, doğrusunu söylemek gerekirse, pek de üstünde durmadığım, biraz da bana uzak olduğunu düşündüğüm bir konu idi.

 

Sonra bir gün Kendilerinin ismini duydum, O’nu seven insanlarla tanıştım. Bana ve kılmadığım namaza, bilmediğim dinî konulara hiç değinmeyen bu insanların arasında konuşmaları dinlemeye başladım. Ken’an Rifâî Hazretleri’nin yaşamına ait kıssaları huşû içinde dinlerken, O’nun ve çevresinin resimlerini hayranlıkla incelerdim. Ne kadar şık giyindiğini, ne güzel ve özenle hazırlanmış sofralarda yemekler yediğini, O’nu kuşatan çevrenin ne kadar aydınlık, ne kadar nezih olduğunu uzun uzun inceler ve sergiledikleri sükûnetli duruşu düşünürdüm. Ken’an Rifâî Hazretleri, zihnimde oluşmuş dindar insan imgesinden çok farklı bir görüntü sergiliyordu. Zannederim O’nun görüntüsü idi beni ilk önce O’na çeken, söylediklerini aktaranları can kulağı ile dinlememe ön ayak olan ve kendimi yakın hissetmemi sağlayan… Temiz, şık, çağın getirdikleri ile uyumlu.

 

Bu çekiliş döneminde kendimi alamadığım başka bir konu ise bakışları idi. Bir resmini görmüştüm; gözlerinde heybet, yumuşaklık, bir yandan çok tanıdık bir ifâde, bir yandan ise hiç erişemeyeceğim birinin vakarı vardı. Bu resmin önüne geçip gözlerinin içine bakardım. Ne olduğunu anlayamadığım bir çekim yaşardım bu vesikalık resme bakarken.

 

Bir de başka bir resmi vardı, üzerinde takım elbisesi, yeşillik bir alanda seccâde yaptığı pardesüsü üzerinde namazını bitirmiş, duâsını ederken çekilmiş. Zannederim, din hakkındaki önyargılarımı neyin yıktığını sorsanız “bu resim” derdim. Namaz, hayatın içinden bir sahne idi, gayet olağan olan. Çok defalar kendimi o piknik alanında O’nun yanında hayal etmişimdir. “Ne gariptir, bir insanın bir fotoğrafa kendini bu kadar yakın hissetmesi” demiştim kendime pek çok kez. Benim için rasyonel dünya içinde alışılmamış hislerdi bunlar…

 

Bu anlattığım günlerin üzerinden şimdi yıllar geçmiş durumda. Bunca yıl sonra, bana Kendisini anlatmamı isteseniz:

 

Çok ama çok affedicidir, derim. Bir baba müşfikliği ile bize defalarca iyiyi ve doğruyu anlatan, hatâ yaptığımız zaman hatâmızla bizi yüzleştirmeyecek kadar asil, yüce gönüllü. Aynı hatâyı tekrar işlemememiz için yol gösterici, bizim dâimâ iyiliğimizi isteyen, kendi istek ve arzusu olmayan…

 

Allah’ın Kur’an’daki âyetlerini günlük olaylar içinde şerh eden, zoru kolaylayan, uzağı yakınlaştıran, bilinmeyeni âşinâ eden…

 

Durmaksızın Allah’tan, Allah aşkından dem vuran, Allah’ı sevmenin kulu sevmek olduğunu, halka hizmet olmadan Hakk’a hizmetin olamayacağını söyleyen, önce kendimi sonra başkalarını sevmemi, pek sevemediklerime de hürmet etmem gerektiğini öğreten …

 

Bana Ken’an Rifâî Hazretleri’ni sorsanız:

 

Mavi kocaman bir deniz gibi olduğunu söylerim size. İçinde nice âlemler barındıran, oysa dışarıdan sâkin ve olağan görünen…

 

Sonra O’nun toprağa benzediğini söylerim. Hakkında ne derseniz deyin, toprak gibi sükûnetli, muhkem, emin ve kucaklayıcı.

 

Toprak ya da deniz yetmez, gökyüzü olduğunu söylerim. Ne olursa olsun bizi kuşatan, kuşatmaktan ve sarıp sarmalamaktan vazgeçmeyen…

 

Bana O’nu sorsanız, bakışlarını bir kez hissedenin bir daha unutamayacağını söylerim. Vefâtından yıllar sonra bile nice gönüllerde aşk ateşi yakmaya devam eden, Allah diyen, Allah dedirten vücudunu o güzel Yaradan’ın aşkında yakmış, yok olmuş bir sultan olduğunu söylerim size… Bana Allah’ı öğreten, İslâm’ı anlatan, içime huzur, aklıma sükûnet, hayatıma düzen getiren… Dinî vecibeleri görev duygu ile değil de coşku ile yapmamı temin eden.

 

Bana O’nu sorarsanız, bir an durup gülümserim. Size dilim döndüğünce O’nu anlatırım, ve bilirim ki benim âciz kelimelerim kuru, O’nun kelimeleri diri.

 

Öylesine diri ki bugün bile pek çoklarının kalbine Allah aşkını nakşeden, kalpleri Allah aşkı, iman ve zevkle dolduran… Varlığı için şükrettiren…

 

Gayret Okulu

Bugün, çalışmakta olan dününe ve yarınına sahip çıkmaktadır.

Şu anda çalışmayan, dün çalışmış ve yarın çalışacak sayılamaz.

İnsanın her dâim gayretini sürdürmesi, okyanus içinde vücud teknesi ile gönül dümenini O’nun istikametine doğru çevirip kulaç atarak süzülmesi gibidir.

Sabah uyandığı ilk andan itibâren her nefeste kulaç atmak durumundadır.

Aksi takdirde verdiği o nefesin ziyan olması olağandır.

Yüzdükçe güneş ışığının aydınlığına da yaklaşır.

Güneşin okyanusa vuran nurlu yansımaları arasında yol alır.

Akşama doğru evinde hissedeceği yorgunluk onu huzura ulaştırır.

Gün içerisinde lûtfedilen her bir nefese lâyık olup ziyân etmeyen, gece gözünü kapattığı an uykusuna dalıverir.

O uyku da ona ertesi günün diriliğini armağan eder.

O gün gözünü açanın da kulaçlarını O’nun için atmaya niyetlenmesi ne güzeldir.

O da dilerse o kulaçları kendisine çeker.

Yeter ki bizler iyilikler ve güzellikler için gayret edelim.

Her nefesimizde okuyalım ve okutalım.

Dinleyelim ve dinletelim.

Öğrenelim ve öğretelim.

Yaşayalım ve yaşatalım.

Âmin.

 

 

Tekkelerden Üniversitelere

Eskiden tasavvuf tekkelerde öğretilirmiş. Tekkeler kapatıldıktan sonra, sohbet meclisleri çeşitli yerlerde sürdürülmüş. Mürşid, her olanı Allah’dan bilen kişidir. Buna istinâden kâmiller, tekkelerin kapatılmasını da Allah’dan bilip irşada sohbet ve kitapları ile devam etmişler. Bu mürşidlerden biri de, Ken’an Rifâî Hazretleri’dir.

***

Allah her an yeni bir şanla dirilir ve bize düşen de değişen koşullara ayak uydurmaktır. Bugün iyi dediğimiz ve çok güvendiğimiz kişi bile bir anda değişip hiç ummadığımız kötülükleri yapabilir. Ya da tam tersi, bugün kötü dediğimiz biri bize çok  büyük bir iyilik yapabilir. Bu tarz olayları hayatlarımızın çeşitli dönemlerinde hepimiz yaşamışızdır. Bizim kâmil insandan farkımız, biz takılırız, üzülürüz, bu benim başıma gelmemeliydi gibi serzenişlerle hayatımızı cehenneme çeviririz. Oysa mürşid üzülür belki, ama acının içinde Allah’la beraber olmanın zevkini yaşar ve yoluna devam eder. Tıpkı tekkelerin kapatılmasından sonra yollarına kitap ve konferanslarla devam eden büyükler gibi…

Tasavvuf, dün tekkelerde, bugün ise Ken’an Rifâî Hazretleri’nin de söylediği gibi akademilerde öğretilecek inşaallah. Bu gelişmenin ilk tohumlarını 2009 yılında North Carolina Üniversitesi’nde, 2011 yılında da Pekin  Üniversitesi’nde açılan Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları kürsüleri attı. Bu yıl ise  Üsküdar Üniversitesi bünyesinde Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü açılıyor.

Peki bu kurumlar ne katacak hayatımıza? Bunlar tekkelerde olduğu gibi musıkî, edep ve Peygamber ahlâkını görüp öğrenebileceğimiz yerler olacaklar. Bu akademiler, hayatımızı edep üzerine tekrar inşâ etmemize yardımcı olacaklar.

Tasavvuf dinin yaşayan hâlidir der büyüklerimiz. Biz bu hâli mürşidimize bakarak hâl etmeye gayret ederiz. Bu kurumlar bunu daha da derinleştirip tıp, mühendislik, mimarlık, öğretmenlik gibi her meslek dalından kişilerin tasavvuf konusunda araştırma yapacağı, araştırırken de kendilerinin de öğrenip değişeceği bir platform olmuş olacaklar.

“Neyle uğraşırsak biz de ona benzeriz sözünden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki, ilim ve ilâhî aşkla uğraşanın içinde de güzellik ve aşk çoğalır. İçi güzel olan insan, çevresine de örnek olur ve etrafını etkiler. Tıpkı bir mumun diğer mumları da tek tek yakması gibi, ilim ve aşk artık akademilerden gönüllerimize akmaya başlıyor.

Geçmişe ve nedenlere takılıp ah vah etmeyelim. Allah’ın yeni bir şanla dirilmesini seyredelim.

 

 

 

Bir Tohum

Bu ülke insanı inanarak, isteyerek ve çalışarak neler yapmış, yapabilir yaşayarak gördüm,  görüyorum. Çok şükür. İşte tam da bu nokta “Biz bir şey yapamayız” algısının yıkıldığı nokta. Eğer biz gönülden inanırsak, istersek ve çalışırsak istediğimiz her şeyi diğer ülkelerden çok daha da güzel yaparız. Ecdâdımız yapmış, tarihimiz bunları gösteren, inanılması güç örneklerle dolu. Sadece dünyaya karşı verilen Kurtuluş savaşı bile örnek olmaya yeter.

 

Size kendi bilim dalımdan mütevâzı bir örneği anlatmak istiyorum. Biz bilimciler çok şey yapıyoruz ama sanırım bunları yeteri kadar anlatamıyoruz. Ülkemizde artık 20 yıllık, 50 yıllık bilim politikalarından bahsediyoruz. Bunlar arasında en vazgeçilmez konulardan olan, sağlığımız ve yaşamımız var. Yaşamak için -kaba tâbirle- ekmek ve suya ihtiyacımız var. Suyumuz, doğanın bize bir lûtfu olarak şimdilik var çok şükür. Elbette var olan suyumuzu ve su kaynaklarımızı çocuklarımıza kalsın istiyorsak dikkatli kullanmalıyız. Ekmeğe, yani yemeğe, yiyecek kaynaklarına gelince, orada da karşımıza günümüzde sık karşılaşılan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) çıkıyor. Burada da “GDO’lu tohum” yine tanıdık, güncel bir kelime yer alıyor.  Korktuğumuz, her şeyin genetiği değiştiriliyor diye düşündüğümüz noktada, ülkemizde gerçekleşen önemli bir gelişmeden bahsetmek istiyorum.

 

İşte sizin dikkatinizi çekmek ve paylaşmak istediğim konu “Tohum Gen Bankası”. “Böyle bir banka ne iş yapar?”. İşi genel olarak ülkemizin tohum kaynaklarını koruyup güvence altına almak. Mart 2010’da devrin Başbakanı tarafından açılan bu banka, 250 bin tohum örneği saklamayı hedef alan dünyanın Amerika ve Çin’den sonra en büyük 3. tohum bankasıdır. Ankara’da kuruldu. İzmir’de 1974’te kurulan ve yetersiz kalan küçük tohum saklama merkezinin çok ötesinde, dünya standartlarında organize edilmiş bir kurum. Tarım Bakanlığı’na bağlı ve 10 bin tohum örneği ile hayatına başladı (1 – 3). Önemine gelince, var olan bitki kaynaklarımızı koruyup patentlendirmesi, sertifikalandırması ve en önemlisi geleceğe koruyarak taşımaya çalışmasıdır.

 

Burada bir diğer önemli nokta da endemik bitkilerin korunması. Endemik nedir derseniz? Endemik, bulunduğu bölgenin ekolojik şartları yüzünden yalnızca belirli bölgede yaşayan/yetişen, dünyanın başka yerinde yaşama/yetişme ihtimali olmayan, yöreye özgü hayvan/bitki türüdür (4). Sayısal verilere göre dünyadaki yaklaşık 11000 endemik türden, yaklaşık 4000 tanesinin Anadolu topraklarında yer aldığını biliyoruz (2, 3). 2012 yılına gelindiğinde hem bu gen bankasının sakladığı tohum sayısı 30 bini geçti, hem de tohum saklama kapasitesi 300 bin tohumu koruyacak şekilde geliştirildi (3). Pek çok yabancı, çok uluslu kuruluş, örneğin Milenyum Tohum bankası sorumlusu, Kanada ve Zambiya gibi ülkelerin temsilcileri bu bankayı görmeye ve incelemeye geldi (2).

 

Şimdi sıkı durun! 2014 yılına gelindiğinde burada saklanan ve koruma altına alınan tohum sayımız 107 bini buldu (1). Böylece tohum bankasının varlığı, hem yabancı tohum ithalini azaltmaya çalışırken, çeşitli yerli bitki tohumlarının binden fazlasının canlandırılmasına ve belgelendirilmesine destek oldu. Ülkemiz hububat ve bakliyatta %100 yerli ve sertifikalı tohuma geçti. Devletin tohumla ilgili etkili bir uygulaması var. Buna göre tohumların geliştirilmesi için TÜBİTAK ve üniversitelerden destek alıyor, geliştirilen ürünlerin patenti devlette, kullanım hakkı çiftçide oluyor. Ayrıca devlet sertifikalı yerli tohum kullanan çiftçiye mâlî destek de veriyor. Bu sayede yerli tohum kullanımını da arttırmaya çalışmış (1-3). Rakamsal verilere göre bu epey de işe yaramış. Buna göre tarım ve ziraatte 2002’de – 145 bin ton yerli tohum üretimi varken ve kullanılırken, 2014’te 650 bin ton sertifikalı yerli tohum kullanılıyormuş (1). Bunlar ziraat mühendisi, biyolog, kimyager ve botanikçilerden oluşan 15 kişilik bir ekiple çalışan ve 4 yıllık bir tohum bankası için oldukça iyi sonuçlar. Belki önümüzdeki senelerde yerli tohum kullanımının artması, bizim ve çocuklarımızın hayatında daha doğal (organik demek istemiyorum), sağlıklı ve en önemlisi bize ait, genetiği değiştirilmemiş ürünlere ulaşmamızı sağlar. Bu da inanmak, istemek ve çalışmak ve hizmetle oluyor. Bu durum bize, ülkemize maddî ve mânevî pek çok şey kazandırıyor, kazandıracaktır.

 

Bir arkadaşım “Tüketmek zorundayız” demişti. Doğru; tüketiciyiz, yine onun dediği gibi “Eğer üretemezsek, başkasının ürettiğini tüketmemiz gerekiyor.” O zaman KENDİMİZ ÜRETELİM, ÜRETTİĞİMİZİ TÜKETELİM. Hem sağlıklı olsun, hem para ülkemizde kalsın ve yeni gelişmelere, bilimsel çalışmalara vesile olsun.

 

Dünyanın Amerika ve Çin’den sonra 3. büyük tohum bankasına sahip olan ülkesi olarak, maddî ve mânevî bereketimiz için tohumlar atılıyor. Bize de bu tohumları koruyup gözetmek kalıyor. Ne dersiniz inanmaya, istemeye, çalışmaya ve hizmete değmez mi?

 

 

  1. http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/25823731.asp   18.02.2014
  2. http://www.tarim.gov.tr/
  3. http://www.tmo.gov.tr/Main.aspx?ID=602
  4. http://tr.wikipedia.org/wiki/Endemik_(biyoloji)
  5. http://www.zaman.com.tr/ekonomi_dunyanin-en-buyuk-3-tohum-gen-bankasi-acildi_957260.html
  6. http://www.milliyet.com.tr/tohum-gen-bankasi-acildi/ekonomi/ekonomidetay/02.03.2010/1206058/default.htm

 

Ne Haber? Açık Denize Yolculuk

Tasavvuf bir deryâdır.

Kulların o deryadan alabilecekleri, kendi kapları kadardır.

Herkes o deryaya ulaşacaktır; ancak, ismi kadar…

Ama Allah’ın cemâlini görme ve bütün isimlerini idrak etme zevkine ancak mürşitle ulaşılır.

 

Mutasavvıf yazar Cemâlnur Sargut’un Allah’ıma Sefere Çıktım, Kur’an ile Var Olmak isimli kitaplarının ardından serinin üçüncü kitabı olan Açık Denize Yolculuk, Temmuz ayında raflardaki yerini aldı.

 

Kitap, 2009, 2011 ve 2012 yıllarında Sadık Yalsızuçanlar’ın Cemâlnur Sargut ile “Açık Deniz” programındaki konuşmalarından oluşuyor ve Cemâlnur Sargut yalın, sohbet havasındaki üslûbuyla bizi tasavvuf denizine doğru bir yolculuğa çıkarıyor.

 

Bu yolculukta, “Yüksüğünü benim deryama boşalt, bana katıl. Sen de derya ol…” diyen Muhammedî hakîkatin yüzyılımızdaki büyük temsilcisi Ken’an Rifâî Hazretleri’ni ve O’nun irfan sofrasından beslenerek nicelerini besleyen Sâmiha Ayverdi’yi, Meşkûre Sargut’u, sohbet halkasındaki diğer münevverleri tanıma imkânı buluyoruz.

 

Cemâlnur Sargut’un rehberliğindeki bu yolculuğumuz bununla da bitmiyor ve başta Peygamber Efendimiz (s.a.s) olmak üzere, Hz. Mevlânâ’dan Muhyiddin İbn-i Arabî’ye, Niyâzî-i Mısrî’den Harakânî Hazretleri’ne, Şâbân-ı Velî’den Ehli Beyt’e aşkla devam ediyor.

 

17 bölümden oluşan eserde “Tasavvuf bir gün akademilerde öğretilecektir” buyuran Ken’an Rifâî’nin bu vizyonunun hayata geçirilmesi yolunda atılan adımlar, yani İslâm Araştırmaları Kürsüleri ve bu gaye ile yazılan kitaplar anlatılırken Kur’ân-ı Kerîm, tasavvuf, insân-ı kâmil, aşk, şükür, miraç gibi pek çok konu da bu sayfalarda yer alıyor.

 

Zulümle Mücadele

Oruç tutalım tutmayalım, bal kavanozuna batmışcasına bir neşe ile geçirdik Ramazan’ı. Yılın en sıcak aylarına denk gelen bu uzun günlerde özellikle susuzluğumuzu ayrı bir zevkle yaşadık. Akşam üzerlerine doğru donuklaşan bakışlarımızı ve ofisteki toplantılarda tutuklaşmalarımızı bile neşeyle kabul ettik. Çocukça bir muziplikle -normalde yemek yemediğimiz saatlerde yaptığımız- iftar sonrası karpuzlu, dondurmalı kaçamakları da çok sevdik. Tüm mahalleli toplanıp Fenerbahçe sahilinde yaptığımız piknik iftarları da… Az uyuduk, az yedik. Kısaca Ramazan’da tüm alışkanlıklarımızı terk ettik, etmeyi de sevdik. Orucun lûtfunu idrak ettik; Allah’ın bize “seni seviyorum kulum” hitabı gibi aldık kabul ettik bu lûtfu. Şükrü ile erdik bayrama.

 

Çocukca neşenin yaldızlı kağıdını sıyırsam bu mübârek aydan, bana gerçekten geriye kalanlar nelerdir bilemem elbet. Yeteri kadar tefekkür edememiş, duâ ve niyâza yeterli vakti ayırmamış olmak, Allah’la daha fazla râbıta kurmak için çok fırsatı kullanamadığımı bilmek, neşemi bir anda kaçırıverirdi muhakkak. Ama bu satırları yazdığım bayram hafifliği içinde erteleyiveriyorum yine tefekkürü bir daha… Sarmal oldu, kaçıyor benim tefekkür fırsatları…

 

Bütün ay boyunca sokaklarda sanki Ramazan diye bir gerçek yokmuşcasına nispet yaparak yiyip içmeye devam eden, hatta kamusal alanda yasak olmasına rağmen sahilde biraları deviren insanlara ne de içerlemiştim oysa. İçerlediğim onların inançları ve tecihleri değil, tövbe; yalnızca başkasının inancına gösteremedikleri saygıya. Ne zaman kaybettik Budistin bile inancına hürmet eden lâtif yanımızı?

 

Neşeli bir yazı olsun istiyorum bu sefer ama belime sarılmış lastiklerle bağlıyım karamsarlığa. Ne kadar uzanmaya çalışsam da iyimserliğe doğru, ancak bir parça koparıp lastiğin esnekliği bittiğinde şak diye yapışıveriyorum karamsarlık duvarına geri. Bak yine döndüm meşrebimin terkisine.

 

Peygamber ahlâkını hâl edemediğimiz için letâfet ve zarâfetten uzak, özür dileyemeyen, teşekkür edemeyen, kendinden farklı olana içten bir selâm dahî veremeyen, farklılıkları hoş göremeyen ve bu nedenle günbegün ayrışan bir toplumun çırpınışları var benim duvarımda.

 

Bir tek kendi milletim mi? Bütün Peygamber ümmetinin çırpınışları oynaşmıyor mu bu duvarda?

 

Dünyanın çeşitli yerlerinde zulüm altında ölen din kardeşlerimin aksi yansıyor bu duvara. Bir başka tarafta mezhepçilik kavgasında birbirine kırıldığı için kendi yurdundan kopmuş, sokağıma kadar gelmiş, yaşamak için bana el açan ama hiçbir şey yapamadığım sayısız masumun gözleri yansıyor. Hele bir diğerinde ise kendilerince Allah’ı memnun etmek için şeriat devleti kurmaya çalışan ama Allah’ın mânâsını Peygamber’de ve onun her devirdeki vârislerinde seyretme zevki ellerinden alındığı için, bulandıkları cehâletin cesaretiyle mübârek insân-ı kâmillerin makamlarını yerle bir edenlerin, insanlara eziyet edenlerin tozları yapışıyor. Kalabalık benim karamsarlık duvarı…

 

Ben bu duvardaki akislere üzülüp ağzım dolu dolu zalimle uğraşadurayım. “Lâ fâile illâ Allah” (“Yapan yaptıran yalnız Allah’tır”) deyip zulümle mücâdele eden ama zâlime bile dünya sahnesindeki rolünü iyi oynadığı için hürmete devam eden sultânım Cemâlnur Sargut çıkmış, dünyanın her yerinde tasavvuf kürsüleri kuruyor. Orada her meslek erbabı gelip yüksek lisans ve doktora yapsın da Peygamber ahlâkını hâl etsin, sonra mesleğinde bu ahlâk üzere olsun diye. İnsan duygusundan daha iyi anlayan, daha anlayışlı, daha sevecen daha çok doktorumuz olsun diye. Hakkıyla çalışan, hizmet aşkıyla yüzümüze bakan daha çok memurumuz olsun diye. Yalan söylememeyi, farklılığı sevmeyi, insana, hayvana ve nebata sevgiyle yaklaşmayı çocuklarımıza öğreten öğretmenlerimiz olsun diye. Üreticiden, çiftçiden alıp da boğazımıza attığımız lokmalara güvenebilelim diye. Bu dinin lânet dini değil sevgi dini olduğunu herkes anlasın ve hâl etsin diye okullar kuruyor sultânım. Ahlâk-ı Muhammedî’yi anlatıyor. Şekli kaybetmeden özün güzelliğini gösteriyor. Dini tek bir kurumun konusu yapmaktan herkesin konusu olmaya doğru götürüyor. Güzel ahlâkın birleştiriciliği etrafında topluyor insanları. Farklılıktaki birliği anlatıyor. Ayrışıp kendi değerlerini dinin değeri gibi gösteren ve bunun üzerinden insanları kıranlara inat çırpınıyor “din güzel ahlâktır” diye.

 

Ben karamsarlık duvarıma yansıyanlara yalnızca üzüledurayım; mücâdele için şimdi sultânım çıkmış bir devrim yaratıyor.

 

Nokta-i Şems-i Hakîkat

İleride biz onlara hem dış âlemde hem de kendi içlerinde delillerimizi öyle göstereceğiz ki sonunda onun gerçek olduğu kendilerine açık seçik belli olacak. Rabbinin her şeye şâhit olması yeterli değil mi? (Fussilet, 53)

Parçanın bütüne olan karşı konulmaz çekilişi gibi, ilmin de kemâline ermesinin kaçınılmazlığının idrâkinde bir bilincin şehâdeti olan, Ken’an Rifâî Hazretleri’nin “Bir gün gelecek, tasavvuf akademilerde okutulacak” sözünün, Kuzey Carolina ve Pekin’den sonra şimdi de İstanbul’da bir tasavvuf enstitüsü olarak dirilişine tanıklık ediyoruz.

İlmi, kendini ve Allah’ı bilmek olarak tarif eden Ken’an Rifâî Hazretleri, bütün ilimlerin gayesinin ise tevhid olduğunu belirterek bir kişinin tüm dünyevî ilimleri bilse de ona insan denebilmesi için kendini ve Allah’ı bilme ilmine vâkıf olması gerektiğini vurgular.

Çokluk gibi görünen varlıktan murâd olan birliği, tüm şekillerin ve ilimlerin aslı olan noktayı müşâhede ve idrâk edebilen kişiye insan denebileceğini belirten Sâmiha Ayverdi, bunu “Batmayan Gün” adlı eserinde şu muazzam örnekle anlatır:

“Birlik bu dünya patırdısı içinde nasıl görülür, deme. Bir dalı alıp ucunu ateşle yaktıktan sonra süratle çevirirsen, onu yuvarlak görürsün. Çubuğun çabuk hareketinden, şeklin nokta olduğunu, göz fark edemeyerek aldanır. Binaenaleyh biri iki gören şaşı da, yaratılmış olan sûret dâiresinde çeşit çeşit görünüşlerle tezâhür eden birlik noktasının ayrı ayrı vücutlar olduğunu zanneder. Hâlbuki bütün görülen çokluk, doğru görücü göz için mevhum ateş dairesi gibidir. Gördüğünüz sûretler ise hakîkatte itîbârîdir, hayâlidir.”

Ayverdi, yine “Batmayan Gün”de aklî bilgi ile aşkî bilişin farklarına şu şekilde değinir:

“Feylesofun akıldan başka meş’alesi yoktur. Hâlbuki akıl, kendinin fevkinde olan şeyler için kıymetsizdir, zîra ne olsa mahlûkiyet derecesini geçemez ve kendinden üst kademeleri sezemez. Hâlbuki bilgilerine aşk zevki katmış, yâhut bilgilerini aşktan almış kimselerin sözlerinde nihâyetsiz bir kemâl vardır. Zira aşk, insanı aslî safvetine ulaştırır.”

Hz. Mevlâna bu bağlamda “Benim vücûdum kabından hakîkat denizine yol vardır; benim o deryâ ile alış verişim vardır. Gerçi bir katreyim; fakat bende umman gizlidir. Bir zerreyim; fakat bende güneşler gizlidir” der.

İşte maddî ve mânevî âlemleri birbirine bağlayan bu kâmil bilinç ve Allah aşkıyla farklı ilimleri İslâm kubbesi altında toplayacak olan bu enstitü ile umulur ki Fâtiha Sûresi’nin hakîkati İstanbul’da âşikar olur ve maddî olarak fethedilen İstanbul’un mânevî fethi de tez vakitte gerçekleşmiş olur.

Âmin.

 

Editörden (Ağustos 2014)

Merhaba Her Nefes dostlarımız,

Ağustos 2014 sayımız biraz geç elinize ulaşıyor. Öncelikle gecikme için hoşgörünüze sığınıyoruz. Geç çıkma sebebimize gelince… Aslında Ağustos sayımız için planladığımız konumuz “Tasavvuf ve Eğitim”di; fakat dünyada ve özellikle Gazze’de yaşananlar bizi derinden sarstı. Ülkemizin elinden gelen ilgiyi ve desteği Gazze’ye ve Gazzeli kardeşlerimize gösterdiği bu zor günlerde bizler de bu destek ve ilgiye kendi çapımızda destek vermek istedik. Konumuzu değiştirdik ve çok kısa bir süre içinde, şu an karşınızda bulunan “Gazze” sayımızı hazırlamaya çalıştık.

Burada amacımız, ancak ülkelerarası ilişkiler ile çözülebilecek bu konu üzerinde kesinlikle siyâsî yorumlar ve eleştiriler yapmak değildir. Sadece yaşananları “ne yazık ki” seyrederken, bizim gönüllerimizdeki yansımaları ve yangınları becerebildiğimiz kadar dile getirmeye çalışmaktır. Hissettiklerimizi dilimizin döndüğünce anlatmaya çalıştık. Kendi çapımızda maddî-mânevî her türlü desteği vermeye çalıştığımız Gazzeli kardeşlerimizin yaşadığı bu zor günlerde, cân-ı gönülden, samimiyetle elimizden geleni yapmaya inşaallah devam edeceğiz. Elbette hâdiseler için derinden üzüntü duyuyoruz.

Tepki göstermek bir yöntem olsa da gerek muhteşem güzellikteki dinimiz, gerek almakta olduğumuz tasavvuf eğitimimiz bizi “edeb”e davet ediyor. Mesnevî hikâyesini bilirsiniz. Hz. İsa’ya sorarlar: “Allah’ın en çok neyinden korkarsınız?” Hz. İsa “gazabından” diye buyururlar. “Allah’ın gazabından nasıl korunuruz?” diye sorulduğunda, Hz. İsa “Kendi gazabınızı yenerek” diye cevap verirler. Özetle, zâlimin zulmüne eşlik etmemek için gönlümüzden geçenleri paylaşmak istedik. Elbette lisân-ı münâsiple ve inşaallah bizlere yakışan edebimizle… Yine de bir eksiğimiz, kusurumuz, haddi aşmamız olduysa hoşgörünüze sığınıyoruz. Kusurları elbette bizlere, güzellikleri âlemlerin Rabbine aittir.
Cân-ı gönülden dualarımızla…

 

Sohbetler (Ağustos 2014)

-Etrâfımıza nasıl hizmet eylemeliyiz?
– “Allah rızâsı için mü’min kardeşine hizmet eden kimse, Allâh’ın himâyesindedir. Kulun kusurlu olduğunu bile bile hizmet ve yardımı esirgememelidir. Onun için kardeşlerinize dâimâ yardım etmelisiniz. Bizim aramızda fakirlik zenginlik yoktur. Hepiniz bir vücutsunuz.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 643)

****
Sâmiha Hanım:
– Hadîs-i şerifte ‘İnsanlar arasında en şiddetli belâya duçar olan¬lar nebilerdir. Sonra
onlara yakın olanlar, sonra da bu yakınlara yakın olanlar gelir’ buyruluyor. Hamların tahammülü olmadığı için mi bu böyledir?
– “Tabiî… Pek çok kimse vardır ki en küçük sıkıntı karşısında şikâyet ve feryada başlar. Çünkü ıztırâba tahammül edecek olgunluğa sahip olmamıştır. Onun için en büyük belâ en üst derecede olanlara verilir.”
Sâmiha Hanım:
– Dağına göre kış…
– “Evet, dağına göre kış. Bilmiyor musunuz, Resûlullah Efendimiz ‘Hiçbir peygamber benim kadar ezâ çekmemiştir!’ diyor.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 109)

****

– “Bir müridin ayağını yılan sokmuş. Ayağı şişen mürit şeyhine gelerek: Siz bana her şeyin Hak olduğunu söylediniz. Halbuki yılan be¬ni soktu! demiş.
Şeyhi de ona “Cenâb-ı Hakk’ı celâl sıfatında görürsen kaç! Yılan da Cenâb-ı Hakk’ın celâl sıfatında görünüşüdür, diye cevap vermiş!”

((Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 319)

****

– Tevekkül, sebebi terketmek ve Allâh’a güvenmektir ve kaderden kaçmaya uğraşmak ise kendinden kaçmaya uğraşmak gibidir deniyor:
– “Kader demek, senin vücûdunun yuğurulmuş toprağıdır. Her ne olup ne bitecekse toprağınla berâber yuğurulmuştur. Zamânı geldikçe vukūa gelir. Fakat bütün bunlar sebeplere bağlanmıştır. Ancak, sen se¬bepleri görme.. Hep Allah’tandır. Evvel de odur, âhir de odur. Zâhir de odur, bâtın da odur.
Şimdi bir el resmi çizsem bu, elin ancak sûretidir ve şeklidir. O be¬nim elim gibi tutamaz. İşte sebep de bir şekildir.”

((Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 600)