Siz Hiç Dininizin Gasp Edildiğini Hissettiniz mi?
Birkaç ay evvel şehrin göbeğinde bir grup genç kızın bir stand arkasında broşür dağıttığına şâhit oldum. Masanın üzerinde ‘Gelin, dinimi tanıyın; gelin, bizi tanıyın’ diyen bir dâvet reklâmı gözüme ilişti. İçimden “neler oluyor acaba?” diye geçirdim… İsviçre’de böyle bir manzara ile daha evvel hiç karşılaşmamıştım.
Öğle yemeği vakti, genel rutinimde olmasa da, bir sandviç almak üzere şehir merkezine yürüdüm. Maksadım, hava alırken bir yandan da genç kızların kurmuş olduğu standa uğrayıp ne yaptıklarını öğrenmekti. Almanca’yı akıcı şekilde konuşamadığım için gruba yaklaşıp “aranızda İngilizce veya Fransızca bile var mı?” diye sordum. Hepsi her iki dili de biliyorlardı. Biri öne doğru adım atıp “size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sorunca, “anladığım kadarı ile Müslümansınız, ben de öyleyim, ne yaptığınızı merak ettim” dedim.
Genç arkadaşım önce nereli olduğumu sordu. Cevabı alır almaz da “anlayacağınızı tahmin ediyorum, şöyle sorayım: Siz hiç dininiz çalınmış gibi hissediyor musunuz? Biz epeydir böyle hissediyoruz” dedi. Ayaküstü biraz sohbet ettik. Doğru anladıysam standlarına uğrayan kimselere İslâm hakkında bilgi, müslümanların ortak değerleri hakkında örnekler içeren bir broşür veriyor, dünyada yaşanan olaylara karşı hissettiklerini, şahsî görüşlerini paylaşıyorlardı. İnandıkları dini ve kendi kültürlerini tanıtmak adına çok güzel, naif bir girişimdi bu. Veyâhut ben böyle değerlendirdim, cesaretleri hoşuma gitti.
Ne var ki o kızın sorduğu soru benim peşimi bırakmadı. Akşam yemeği esnasında eşim ile konuşarak ve gece uykumda aynı soruyu düşündüm. Ne kadar anlam dolu bir sualdi bu böyle. Ben hiç dinimin çalındığını düşünmemiştim ama soruyu değerlendirdikten sonra bu bakış açısı bana bir açı kazandırmıştı. Hakikaten de dünyada olan birtakım olayları değerlendirirken insan dininin çalındığını hissedebiliyordu.
Benim dinim, hoşgörü ve sevgi diniydi. Oysa son zamanlarda İslâm ülkelerinde yaşanan çeşitli olaylar öfke ve nefret püskürüyordu.
Bu konuştuğum genç arkadaşlar ve belki onlar gibi binlerce insan, kendi ülkelerinden uzakta yaşarken, dinlerini, dillerini, örf ve âdetlerini en iyi şekilde bu yabancı ülkelerin insanlarına tanıtmaya ve dahî bu yabancı oldukları kültürler içinde bir uyum yakalayıp tutunmaya çalışırken, şeklen kendilerine benzeyen başka birileri, bu ülkeden kilometrelerce uzakta bir yerlerde yaptıkları hareketler, şiddet yönlü eylemler ile bu güzelliklerin karalanmasına sebep oluyorlardı.
Kulağa tuhaf geliyor ama değil…
Hangi özgürlükçü ve insan haklarının gelişmiş olduğu ülke söz konusu olursa olsun, insanlar tanımadıkları ve dahî ‘zarar’ gördüklerine inandıkları her şeyden korkuyorlardı. Korku ise pozitif bilincin, hoşgörü ve anlayışın en büyük düşmanıydı. Korkan insan, öğrenmeyi durduruyor, hoşgörülü olma yeteneği ve algısı kısıtlanıyordu. Bu yüzden korktuğu şeylerden uzak durmaya çalışıyor, kimseler ile ortaklık kurmak istemiyordu.
Nitekim her şeyin başı eğitim değil mi?
Bizlere öğretilen en önemli görev, insanlığa hizmet edebilmek değil mi?
Sokakta insanlara felsefelerini ve niyetlerini açık etmeye çalışan arkadaşların da yapmaya çalıştıkları barış amaçlı değil miydi?
İçimden keşke bu cesareti daha fazla insan gösterebilse diye düşünürken… Bir anda mânevî okulların ve mânevî enstitülerin var olduğunu hatırladım.
Mâneviyat üzerine kurulan eğitim merkezleri, sadece bir din hakkında insanlara bilgi vermekle, tevhid inancını yaymakla kalmamakta, birlik ve beraberliğin önemini anlatırken, aynı zamanda ülkeler, kültürler arasında köprüler kurulmasına aracı olmaktadır. Ve belki de hepsinden en önemlisi, insanları kendileri ve bu dünya ile barışık olmaya dâvet etmektedir.
Bu sebeple âcizâne ben Cemâlnur Sargut öğretmenimin ve dostlarımın bütün yaptıkları arasında sadece kürsü ve vakıflar ile cennetin yolunu açtıklarına iman ediyorum.
Rabbim bu yolda çalışan herkesin yolunu açık etsin inşaallah.