Editörden (Ocak 2014)

Efendim hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz…

 

Bu ay dergimizin konusu her zamanki gibi, Allah aşkı, Allah âşığı bir koca sultan, âlemlere rahmet bir öğretmen, bir mürşid, hepimize örnek bir öğrenci, bir mürid…

 

En çok “Her ilmi, her şeyi bildiğini sandığında” bilmediğini hocasından öğrenen… O’nun söylediğine iman eden… O’nun söylediği ile amel eden… O’na verdiği sözden bir nefes, elbette yine O’nun himmetiyle dönmeyen ve döndürmeyen bir koca sultan…

 

Ahde vefâsı ile, edebi ile, samimiyeti ve giyindiği hâli ile evlâtlarına, öğrencilerine dâima örnek olan… Kanından gelmekle değil, yolundan gelmekle ancak O’na evlât olunabileceğini anlatan, yaşayan, yaşatan bir rahmet sultânı…

 

O öyle münbit (bereketli) bir toprak ki gördüğü her türlü muâmeleye, ezâya, cefâya, vefâsızlığa, yalancılığa aldırmadan, her türlü isimde ve meşrepte tohumu bağrına alan, gördüğü ağır muâmelelere karşısında bile, içine aldığı tohumdan vazgeçmeyen… Öyle ki tohum ondan vazgeçse de “Biz içimize aldığımızdan vazgeçmeyiz” diyebilecek kadar karşılıksız veren, tevâzu ile yoğrulmuş bir toprak… Bununla beraber koynundaki her tohuma, aynı vericilikte, aynı yakınlıkta olan… Birleştirici, Allah’ın ona lûtfettiği su gibi vazgeçilemez olan… O’ndan aldığı ilmi dağıtmakta çok çömert olan… Bunun yanında tohumdan sadece birazcık gayret isteyen, bu sâyede onun filizlenmesi için elinden geleni yapan. Tohumu her türlü dünya şartlarından koruyan… Yetiştirdiği tohum filizlendiğinde, güneş gibi sonsuz diriltici ışıkları ile onu kuşatan… Göğsünde ana sütü besleyiciliği ve  âdeta anne şefkati ile onu sarıp sarmalayarak büyüten… Serpilmesini aynı mütebbesim ışıkları ile ihyâ eden…

 

Sadece bir ay, bir gün, bir nefes değil, dâimâ, her nefes O’nunla olan, gayrette, hizmette, ümit etmekte, öğretmekte ve öğrenmekte sırât-ı müstakimde olan… Bir ayağı şeriatte, diğer ayağı ile yetmiş iki millet dolaşan… Yetmiş iki dili bilen, dolayısıyla Hz. Süleyman gibi her meşrebin dilini konuşup, anlayan… Ney gibi kendinden geçmiş… Hak’lıyı yani Hak ile olanı bilen, bildiren… Hak ile bir olup O’nun sesini veren… Yegâne şahsiyet sahibine kul olan…

 

Yolundan gelenleri her türlü tehlikelere, benlik çukurlarına karşı uyaran, koruyan… Rabbinin O’na verdiği görevden bir nefes vazgeçmeyen ve kendi canını bu yolda düşünmeden veren… Meşreplerin her türlü günahı, hatâsı ve kusuruna rağmen dâimâ “Ne olursan ol gel!” diyen. Denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa yazılamayan, anlatılamayan, bir kul, bir öğrenci, bir öğretmen…

 

O, Cemâl’in nûru, vefânın, aşkın, teslimiyetin, samimiyetin, imanın, ilmin kıblesi ve tecellisi olan… Hz. Allah’ın “benim sevdiğim” diye tanımladıklarından bir büyük Rahmet: “Hz. Mevlânâ”…

 

Bu sayımızda gönlümüz yettiğince, dilimiz döndüğünce, kısıtlı akıllarımız ve kaplarımız ölçüsünde O’nu anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Kusurları bizlere ve elbette güzellikleri derginin sahibine ait olarak huzûrunuzdayız.

 

Hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

 

Sohbetler (Ocak 2014)

Mevlânâ Hazretleri, kendisini ziyarete gelen bir papazı kapıya ka­dar teşyî ettikleri zaman, bunun sebebini soranlara ‘Ben onun sıfatı ve mevkiine değil, ona bu vazifeyi veren Hakk’a hürmeten bu muâmeleyi gösteriyorum’ diye cevap verir.

Siz de, neden herkesin mutlaka kendi meşrebinizde olmasını isti­yorsunuz ve istediğinizi bulamayınca da ayıplıyorsunuz? Siz onu ayıp­ladığınız gibi, onun da sizin hâlinizi beğenmeyeceği tabiîdir. Meselâ bâzı kimseye iyilik yapmak, tokat vurmak gibi gelir. İyilikten hoşlanan kimseye fenâlık etmek, ne türlü tesir ederse, kötülükten hoşlanan kim­seye de iyilik aynı tesiri yapar, çünkü istîdat ve anlayışı ona elverişli­dir.
Buna karşılık ‘Mâdem ki herkes bir vazife ile mükellef ve memur­dur diyorsunuz, o hâlde fenâlık yapanlar neden cezâ görüyor?’ diyecek olursanız, işte bu suâliniz ile ortaya nâzik ve ince bir mesele çıkmış olur. Şöyle ki Cenâb-ı Hakk’ın birbirine zıt isimleri vardır. Meselâ Muiz olduğu gibi Müzil de vardır. Hâdî olduğu gibi Mûdil de vardır. Afüv olduğu gibi Müntakim de vardır. Bu isimler, isimlerin küllü olan Cenâb-ı Hak’tan ‘yâ Rabbî, bize bu isimlerin gereğini yerine getirebil­mek için bir zuhur yeri ihsan et!’ diye niyazda bulunarak birer vücut is­tediler. Cenâb-ı Hak da bu taleplerini yerine getirdi ve her bir isim bir mazhara, bir vücûda büründü.

O halde, kahır yaptığın vakit, karşında Müntakim isminin zuhû­runu bekle… Evet, bir kimseye fenâlık yaparsan intikam alıcı isim hemen karşına gelir. Onun için ‘zulüm yapan neden cezasını bulur?’ diyemezsin. Çünkü zâlime karşı âdil ismi vardır.

Eğer bu kaideyi bilirsen, ‘niçin, neden böyle oluyor? Filân kimse neden böyle yapıyor?’ diyemezsin. İşte bu noktadan lâ faile illallah, lâ mevcûde illallah, yâni Allah’tan başka fâil ve mevcut yoktur, mânâsı çı­kar.
‘Neden bu kimse böyle hareket ediyor, ben olsam böyle yapmaz­dım…’ demek abestir. Yapamazsın, çünkü sen o isme mazhar değilsin. Meselâ Allah seni Muiz yâni İzzet ismine lâyık etmiş, Müzil ismine de­ğil…

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 135-136)

*****

Sâmiha Hanım:
–   Hak’tan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş, sözüyle ifâde olunan gizlilik Hakk’ın kıskançlığı değil midir?
–  “Evet… Allah’ın gizli sırlarını yine Allah’ın gayreti yâni kıskanç­lığı gizler. Bir erkeğin karısını nâmahrem bir erkekten kıskanıp sakla­ması gibi… Mürşidin de hakîkati meydandadır, aşikârdır. Fakat kendini her­kese bildirmez. Nitekim Hazreti Mevlânâ da ‘Ben bir pergerim. Bir ayağım şeriatta durmakta; diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşırım’ buyurur ve yine ‘Bende olanı gizlemek için onlar ile beraber görünü­rüm. Papazla papaz, hoca ile hoca, çocukla çocuk olurum. Fakat bun­ların hiçbiri değilim. Hem de hepsiyim, der. Bu, adetâ, mavi boncuk kimde ise benim gönlüm ondadır. Yâni herkes kendi zanmnca benim yârim oldu, meselesi gibidir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 217)

*****

Allah gizli değildir. Ondan başka bir şey yoktur ki gizli olsun. Her şey o, her gördüğün Hak… Gizlilik yok… Gizlilik sende, görmemezlik de sende… Eğer sana Allah’ı göstermeyen vücûdunu, yâni mevhum varlığını ortadan kaldırırsan, Hakk’ın gizli olmadığını anlarsın. Hak’tan ayan bir nesne yok /Gözsüzlere pinhan imiş.

Sen gözsüz olduğun, kör olduğun için Hakk’ı göremiyorsun. Ayıp­lanmaz. Bir köre, ‘niçin güneşi görmüyorsun?’ denemez. Çünkü kördür. Allah, görünen herşeyle kendini göstermiş, gizlememiş ayan et­miştir. Fakat bunu herkes göremez. Zîrâ görmek için istîdat sahibi de­ğildir. Şu da var ki, bir kimsede zamanla o istîdat ve kabiliyet imkânı ge­lişebilir ve evvelce anlayamadığını duyamadığını anlayıp hissedebilir.

Meselâ Mesnevî okuyorsunuz. Bazen birinci defa okuduğunuzda anlayamadığınız bir mânâ, ikinci veya üçüncü okuyuşta sizin için ger­çek mânâsını gösterebiliyor. Ve meselâ ortadan, hakikate müteallik bir söz söylüyorum. Açık, Türkçe, rumuzlu falan değil… Yüz kişi içinde ya üç ya dört kişi anlıyor. Üst tarafı ise dinlediği halde, bütün işittikleri kulaklarına girmeden dökülüp gidiyor.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 394-395)

Editörden (Eylül 2014)

Merhaba Her Nefes dostlarımız,

 

Eylül 2014 sayımıza hoşgeldiniz. Bu sayımızı okuduğunuzda sizler de farkedeceksiniz ki, kıymetli ve vazgeçilmez bir konuyu, kendimize göre değerlendirmeye çalıştık. Konumuz aslında “Tasavvuf ve Eğitim.” Bu başlık altında çok farklı sorular ve cevapları irdelemek mümkün. Buna göre “Tasavvuf ilmi ne kadar hayata uygulanabilir?”, “Tasavvuf ilmi nasıl öğrenilir?”, “Bu ilmi öğreten bir yer, bir okul var mı?” gibi soruları sorabiliriz. Artık bu sorulara tek ve kolay bir cevabımız var: “Evet!” Bu cevaba 10-15 senelik fikirler, emekler ve hizmetler ile ulaştık.

 

Kişisel olarak bir tasavvuf âlimi değilim, üniversite eğitimimi de bu konuda almadım. Bununla beraber bir tasavvuf ilmi âşığı olarak, tasavvuf ilminin tarihçesini okuduğumda, yol gösteren öğretmenler, mürşitler ve şeyhler vesilesiyle dergâhlarda, medreselerde öğretilmiş olduğunu öğrendim. Bu eğitimleri alan öğrencilere, dervişlere bakıldığında her çeşit meslekten ve kesimden insanların olduğunu, eğitime tâlip olanların, bu eğitimi hayatları boyunca seve seve aldıklarını ve bu yola baş koyduklarını öğrendim. Bu eğitimin sonucunda çok daha hürmetkâr, sabırlı, huzurlu, hoşgörülü ve mutlu insanlar hâline dönüştüklerini gördüm. Günümüze geldiğimizde durum biraz daha farklı görünüyor. Öğrenciler “tasavvuf eğitimi”ni genellikle üniversitelerin İlâhiyat fakültelerinde ve çoğunlukla dört yıllık eğitimin son 1-2 senesine sıkıştırılmış seçmeli dersler olarak alıyorlar. Dolayısıyla bu eğitimi günümüzde alan öğrencilerin tek derdi bu dersi geçmek oluyor. Kişisel gelişimlerine ne faydası olduğunu ise hiç bilemiyorum. Dolayısıyla bana göre burada en önemli nokta “tasavvuf eğitimi” almanın özünde yatıyor. Biz bu ilimle kendimizi ve insanlığımızı dönüştürmeye, en önemlisi egolarımızı aşmaya, değiştirmeye çalışmalıyız.

Bu sayımızda Türk Kadınları Kültür Derneği’nin (TÜRKKAD) öncülüğü ile biri Amerika Birleşik Devletleri – North Carolina Üniversitesi’nde ve diğeri Çin – Pekin Üniversitesi’nde kurulmuş olan iki Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları kürsüsünden ve Kerim Vakfı ile Üsküdar Üniversitesi’nın kuruluşunu ortaklaşa gerçekleştirdikleri ve kuruluşu Temmuz ayında resmîleşmiş olan Üsküdar Üniversitesi bünyesindeki Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nden bahsetmek istiyoruz.

 

İnşaallah bu gelişmelerle birlikte artık, her meslek ve kesimden, kendini geliştirmek isteyen ya da bu ilme âşık herkes tasavvuf ilmi ile hemhâl olabilecek. Belki böylece herkes birbirine ve kendine daha fazla hoşgörü göstermeyi öğrenebilir ümidi içerisindeyiz. İşte biz de sizlerle bu ümidimizi paylaşmak istedik. Biz bu sayımızı çok beğendik. Dileriz sizler de beğenirsiniz. Kusurları bize, taltifleri herşeyin sahibine ait olarak, Eylül 2014 sayısına tekrar hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

Sohbetler (Eylül 2014)

“Dünyâya gelmekten maksat, rûhu kemâle erdirmek, kâmil insanı bulmaktır. İlmi burada bulamadınsa Çin’e kadar gideceksin. Bu hususta mâzeret makbul değildir. Çünkü dünyâya gelmekten maksat budur. Benim evlâdım, âilem var, onlar ile meşgul olmam, onlar için çalışmam lâzımdır, da desen yine mâzeretin makbul olamaz. Evlâdın ve âilen olduğu için yemek yemiyor musun? Şu halde rûhunun gıdâsı için de çalışman, onu aç bırakmaman lâzım.
Taşı toprağı arayacağına insanı ara… İlmullâhı, kâmil insanı ara… Seyâhatler edip hacca gidiyorsun. Git. Fakat yalnız taşı toprağıziyârette kalma… İnsanı bulup onu tavaf et!”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 549)

 

***
“Hazret-i Ali buyuruyor ki: Kalbin hayâtı ilimledir, elde ediniz; ölümü ise cehil iledir, kaçınınız.
Nazlı Hanımefendi:
–    İlimden maksat kâmili bulmak değil midir?
– “Evet asıl ilim odur. Fakat halkı uyandırmaya, irşada memur olanlar için yalnız manevî ilim kâfî değildir. Zâhir ilmi de lâzımdır. Hazret-i Ali’nin, zâhir ilmi cihetiyle de üstüne çıkacak kimse yoktu. Bir mürşidin, behemehal zâhirî bilgilere de sahip olması şarttır. Seni inandırması için, seni kazanması, senin fikrî ve hissî sermâyenle karşına çıkabilmesi için mutlaka sende olan mâlûmata sahip bulunma­sı îcap eder. Faraza ben mûsıkî bilirim, dediğin vakit, o da, ‘ben senden iyi bilirim’, lisan bilirim dediğin vakit, ‘ben senden fazlasına âşinâ­yım’ diyebilmeli ki, onu görüp sen de ‘Bu da bendenmiş!’ diyebilesin.”
Semîha Hanım:
–   Avcının, ormanda kuşları avlamak için kuş taklidi yapması gi­bi… Kuşu tutabilmek için onun lisânından anlamak lâzım geliyor…
–  “Evet ama her kuşun lisânı da başka başkadır ve mürşit olanın, bunların hepsine âşinâ olması lâzımdır. Tâ ki mürîdini terbiye ve mu­habbeti halkasına aldıktan sonra, mürit, kendi bildiklerinin, Hakk’ın ilmi yanında ne kadar basit olduğunu görüp anlasın. Fakat bunu idrâk edebilmesi için halkaya dâhil olması lâzımdır.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 241)

***

–  “Bugün Güzîde Hanım Vâlideniz ile bir hadîs-i şeriften bahsedi­yorduk. Resûlullâh’a sormuşlar. Bize, bizi Allâh’a yaklaştıracak amel­lerden bahset, demişler. Efendimiz de ‘İlmullah, yâni Allah ilmi…’ cevâbında bulunmuş. Ashap, ‘Yâ Resûlallah, biz amel dedik, sen ilim di­yorsun…’ diye itiraz edince ‘İlimsiz amel işe yaramaz. Bin rekât namaz kılmaktan, bir dem kâmil insanla sohbet hayırlıdır’ cevâbını vermiş. Ashap yine ‘Kur’an okumaktan da mı hayırlıdır?’ diye sorunca ‘Evet, çünkü Kur’ân’ı da size tefsir edecek ilimdir, buyurmuş.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 414)

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Dileğimiz, her üniversitede bir tasavvuf enstitüsünün açılması…”

“Dileğimiz, her üniversitede bir tasavvuf enstitüsünün açılması…”

 

Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi (TÜRKKAD İstanbul), Cemâlnur Sargut Hocamızın önderliğinde son yıllarda tasavvuf ve eğitim alanında ciddi faaliyetler yürütüyor, önemli girişimlerde bulunuyor. Bu sayımızda Cemâlnur Hocamızla bu gelişmelere dâir sohbet ettik.

 

Müge Doğan: Hocam, bu sayımızda kurmuş olduğunuz tasavvuf ve İslâm kürsülerinden bahsetmek istiyoruz. Bu düşünce ilk ne zaman ve nasıl şekillendi?

Cemâlnur Sargut: 2006 senesinde, Amerika’da North Carolina’da öğrencim Cangüzel’in evinde otururken bir anda Sâmiha Anne’nin “kendi üniversitemizi kuralım” sözü ve Efendim Ken’an Rifâî Hazretleri’nin “tasavvuf, bir gün akademilerde okutulacaktır” sözü birleşti kafamın içinde. Ben tabiî akademisyen olmadığım için o güne kadar hiçbir şekilde bunlara yeltenmiyordum ama bu iki mânâ içimde bir istek oluşturdu ve Cangüzel ile konuştum. Cangüzel o sırada North Carolina’da üniversitede ders veriyordu. Ben de Kur’an derslerine ve Mesnevi derslerine giriyordum. Dolayısıyla Cangüzel, rektörle görüşmemizi ve yaptığımız işleri ona anlatmamızı teklif etti.

Çok hasta olduğum bir gündü, hiç unutmuyorum.  Üniversitede o gün sunum yapıyorken tam Peygamber’in adı geçince iki saat elektrikler söndü. Bu beni çok etkilemişti. Üniversite de sunumdan çok etkilendi. Yapılan işlere şaşırıp şaşırıp kaldılar. Rektörle konuşmaya gittim. Rektör bana üniversitede bir kürsü açabileceğimi ve bunun North Carolina Üniversitesi için çok büyük bir lûtuf olduğunu, çünkü bunun o üniversite içindeki üçüncü İslâm kürsüsü olacağını ve o zaman da bu üniversitenin İslâm konusunda Amerika’nın en iyi üniversitesi olacağını söyledi. Rektör çok heyecanlıydı. Aslında yapı olarak da çok heyecanlı bir adam olmamasına rağmen çok heyecanlıydı ve bunun için ciddi olarak bir an önce karar verilmesi gerektiğini söyledi. Ben ise sadece parayı sormak için gitmiştim ve böyle bir şey olabilir mi ve bizi kabul ederler mi diye… Çünkü duyuyordum, birçok kuruluş gidip müracaat ediyor fakat kabul görmüyordu.

“Tasavvufî bir İslâm kürsüsü kurulması, Amerika için Vahabiliği önlemek açısından da çok büyük bir gelişim”

Sonunda ben oradan çıkmak üzereyken Carl Ernst’ün, Omid Safi’nin ve rektörün konuşmalarından o kadar etkilenmiştim ki kendimi 667 bin doların altına imza atarken buldum ve bu şekilde kürsünün ilk adımları atılmış oldu.  Orada tasavvufî bir İslâm kürsüsü kurulmasının Amerika için Vahabiliği önlemek açısından da çok büyük bir gelişim olacağını düşünerek paranın altına imzayı attım. Enteresan olan, beş kuruşumuz yoktu.

Daha sonra Amerika’daki zengin bir öğrencim bana yaptığım işin çok büyük bir iş olduğunu, bunu kesinlikle Amerika’daki iş adamlarının destekleyeceklerini söyledi. Ben de bu inançla Türkiye’ye döndüm. Elhamdülillah, ilk parayı o öğrencimin vermesine rağmen biz 6 ay içinde 300 bin küsur doları toparladık. Beş senelik bir vaktimiz vardı parayı ödemek için, fakat biz 6 ayda parayı toparladık. Herkes kendi cebinden üç beş kuruş katarak toparladı. Kalan parayı da çok zengin bir öğrencim yaptığı büyük bir işin zekâtı olarak ödedi. Dolayısıyla da biz bir sene dolmadan 667 bin doları tamamlayıp oraya teslim ettik.

Bu, Amerika’da o kadar şaşkınlık yarattı ki, onlara gidip “biz hazırız, ne yapacağız?” dediğimizde “ama biz hazır değiliz, sizin beş seneden önce bitirebileceğinizi düşünmüyorduk” dediler. Sonra önüme anlaşmaları koydular. Buraya bir kişinin hoca olarak tayin olması için vermesi gereken eser sayısı, çalışmaları bakımından çok ağır bir anlaşma istiyorlardı. Benim ise istediklerim vardı tabiî.  Meselâ “mutlaka tasavvufu yaşayan bir âile olacak, Müslüman olacak, kadın olması tercih sebebidir” gibi şartlar koyduk ve sonunda kürsü açıldı. Yani paranın tamamlanışından iki sene sonra Juliane Hammer kürsünün başına geçti.

Bu büyük bir lûtuftur bizim için, çünkü kendisi gerçekten bütün aradığımız özelliklere sahip. Gerek yaşantı itibâriyle, gerek ahlâk itibâriyle, aile yapısı, çocuklarına anneliği, sıkı bir Müslüman oluşu ve verdiği çok sayıda eserle kabul gördü North Carolina Üniversitesi’nden. Güzel olan tarafı da Türk olan eşi de Harvard’dan mezun. Türk olan eşi de tarih profesörü olarak aynı üniversiteye girdi. Birlikte göreve başladılar ve göreve başladığı günden beri Juliane Hammer İslamofobi ile mücadele ediyor ve İslâm’ın kadına verdiği değer üzerine uzun uzun çalışmalar yapıyor. Enteresan olan, doktoradan mezun olan ilk öğrencimiz de Amerika’nın meşhur Müslüman yazarlarından birisi oldu. Yani çok meşhur birini de bizim üniversitenin, bizim bölümü mezun etmiş oldu doktoradan. Ben gözlemlediğim, derslerine girmeye gittiğim zamanda şu andaki çalışmaların çok verimli olduğu. Bunu Prof. Carl Ernst, Prof. Omid Safi, Prof. Bruce Lawrence da tekrar tekrar bize hatırlatıyorlar.

MD: Biraz açılışı anlatır mısınız hocam?

CS: Açılışa annem 85 yaşında gitti ve ilk konuşmayı yaptı. Çok güzel bir açılış oldu. Rektör, rektör yardımcısı, dekan ne kadar memnun olduklarını anlattılar. Çok şükür de o günden bugüne çok güzel çalışıyor. İnşaallah sonsuza kadar bu çalışma devam eder.

MD: Peki diğer kürsü fikri nasıl oluştu?

CS: Çok enteresan şekilde orada açılışta yaptığım konuşmada hayalimin bundan sonra Çin’de bir kürsü açmak olduğunu söyledim. Ken’an Rifâî adıyla söylemiştim. Tabiî ki bu birazcık şaşırttı insanları, çünkü kimse Çin’de, değil üniversitede bir bölüm açmak, ilkokul bile açamıyordu. Dolayısıyla çok şaşırdı insanlar ve bana güldüler. Komünist idare devam ediyordu Çin’de hâlâ. Dolayısıyla da meselâ bir yuva açamaya kalkan bir Türk grup, haklarında soruşturma açılarak yurtları da kapatılmıştı. Bunları bilmeme rağmen ben iki sebepten Çin’de kürsü açmayı düşündüm. Bir tanesi Peygamber Efendimiz’e dayandığı, hadisi olduğu söylenen, “İlmi Çin’de bile olsa ara.” İkincisi, İbn-i Arabî Hazretleri’nin Fusûsu’l Hikem’inin Şit bölümünün son cümlelerinde geçen “son insân-ı kâmil Çin’den gelecektir” sözü… Bu ikisine uyarak düşünüyordum.

“Bir gün dünyanın en iyi Konfiçyüs uzmanlarından birinden bir mektup aldım.”

Sonra New York’a gitmek nasip oldu. New York’ta kilisedeki İbn-i Arabî Sempozyumu’nda Sachiko Murata’ya açtım derdimi ve o çok heyecanlandı. Kendisi Japon olduğu için çok heyecanlandı ve hemen eşi William Chittick’i çağırdı. Bu iki profesörü okurlarımız tanırlar; bizim sempozyumlarımıza da katılan, dünyanın en iyi iki İslâm tasavvuf profesörü olarak değerlendiriliyorlar, Seyyid Hüseyin Nasr’dan sonra… Dolayısıyla Chittick çok heyecanlandı ve bana memleketime dönmemi ve kendilerinin bana yardım edeceklerini söylediler.

Hakikaten de bir ay sonra bana Harvard Üniversitesi’nden bir mektup geldi. Prof. Tu Weiming’den geliyordu mektup… Bir tevâfuk olarak o hafta Harvard Üniversitesi’nden Pekin Üniversitesi’nin sosyal bilimler bölümünün başına getirildiğini, oraya geçeceğini, Chittick’lerin çok yakın dostu olduğunu ve kendisinin dünyanın en iyi Konfiçyüs uzmanlarından biri olduğu yazılıydı. Çok uzun süre beraber İslâm çalıştıklarını ve dolayısıyla Çin’e bir din gelirse bunun yalnız İslâm olabileceğini bana uzun uzun anlatan bir mektuptu bu. Ve de kürsüyü açmaya hazır olduğunu, kendi inisiyatifini kullanacağını yazmıştı. Ben de cevaben, henüz paramızın olmadığını ancak Amerika’daki kürsüyü destekleyebildiğimizi söyleyince, “Çin’de para ikinci plandadır, gelin konuşalım” dedi. Hakikaten ilk konuşma için gittiğimde, bir öğrencimin çok büyük çabalarıyla ve oradaki geniş araştırmalarıyla 1,5 milyon dolardan 500 bin dolara indirdiler kürsüyü. Ve o öğrencimin de maddî durumu çok iyi olduğu için senede 100 bin dolar göndererek bu kürsünün tamamını ödemeyi kabullendi. Dolayısıyla biz cebimizden çok az bir parayla -yani herkes beş yüz ya da bin lira çıkararak- bu parayı toparladık. Böylelikle ikinci kürsüyü de kurmuş olduk. Bir sene sonra tamamlanan kürsü, bir bayram günü Ken’an Rifai İslam Araştırmaları adı ile Kasım 2011’de açıldı. Ne kadar enteresandır ki, kendilerinden randevu almanın bile çok zor olduğu Chittick ve Sachiko Murata, kürsünün ilk senesinde orada eğitim vermek için Çin’e geçtiler, açılışı yaptılar ve eğitime devam ettiler. Tabiî ki bizim için çok büyük bir lûtuf olduğu gibi, aynı zamanda Uygur Türklerinden de “asıl bayramımız bugün oldu bizim” diye bir haber geldi.

“İslâm ve Çin Medeniyeti konulu bir sempozyum düzenleyeceğiz.”

MD: Şu anda kim var hocam kürsünün başında?

CS: Şu anda başında Profesör Avani var. Kendisi İranlı.  Aynı zamanda Tahran Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyeliği görevini sürdürüyor. İran’ın önde gelen hocalarından eğitim almış. Avânî, Toshihiko İzutsu ve Henry Corbin ile ortak çalışmalarda bulunmuş.

Önümüzdeki sene Çin’de çok önemli bir şey yapmaya hazırlanıyoruz. İlk defa bir İslâm ve Çin Medeniyeti konulu bir sempozyumu düzenleyeceğiz. İlk defa İslâm adı göklere yazılacak ama burada hocam Ken’an Rifâî’nin adı Pekin Üniversitesi’nin üstüne yazılmış durumda.

MD: Peki Türkiye’de ne yapmak istiyorsunuz hocam?

CS: Şimdi bütün gayem, aslında Türkiye’de bir tasavvuf üniversitesi ya da enstitüsü kurmaktı. Tabiî o zamanlar anlayış çok farklı olduğu için Türkiye’de bunun lâfı bile edilmiyordu. Tasavvuf müziğinin bile yeni yeni kabul gördüğü bir ülkede yaşıyorduk. Fakat sonra Türkiye’de anlayış daha değişmeye başlayıp dinî inançlar daha kuvvetlenince bu enstitü için harekete geçtik. Bu arada Oxford’dan bize 4 sayfa bir mektup geldi. Ben İbn-i Arabî Sempozyumu için Oxford’a gitmiştim. Orada uzun konuşmalar olmuştu. Bizden istedikleri, orada bir enstitü kurmamızdı. Hatta bu kürsü üstü yani doktora üstü bir özel çalışma enstitüsü olacaktı. Oxford kaldığı sürece devam edecek bir enstitü kurmamızı istiyorlardı. 1.5 milyon dolar istediler. Bu da Vahabiliğe karşı kurulacak bir yapılanmaydı. İşte o sırada biz Oxford’u düşünürken, acaba Türkiye’de olur mu diye düşünmeye başladık ve Türkiye’de harekete geçtik. Bir program hazırladık kendimize. Yer istedik fakat yer alamadık.

Çok şükür devlete çok destek olduk maddî konularda, ama devletten hiçbir maddî destek görmedik -sempozyumlarda belediyelerin yaptığı yardımlar hariç. Bundan dolayı da içim çok rahat çünkü kendi yağımızla kavrulmayı çok güzel öğrendik. Dolayısıyla Oxford için toplanan paraları da Türkiye’ye aktararak – Allah razı olsun, Nevzat Tarhan Bey’in yardımıyla- Üsküdar Üniversitesi içinde doktora ve master seviyesinde bir enstitü kuruldu.

MD: Bu Türkiye’de bir ilk mi?

CS: Bu enstitü, bir devrim niteliğinde.  Türkiye’de ilk defa bütün branşlardan mezun olanlar gelip burada tasavvuf okuyabilecekler.

MD: Yani hekim de gelip master yapabilir.

CS: Doktor, mühendis, mimar, sosyolog, psikolog, herkes master ve doktora yapabilir.

Şimdiki dileğimiz, bunun sadece bir tek üniversite içinde kalmaması, bunun geliştirilerek Anadolu’ya da yayılması. Her üniversitede bir tasavvuf bölümünün, bir enstitüsünün açılması ve dolayısıyla bu enstitülerin çalışmasıyla da ahlâkî değerlerin Türkiye’ye daha geniş çapta yerleşmesi.

MD: İnşaallah. Anladığım kadarıyla bir ilk olan bu Enstitünün yapılanmasına yönelik çalışmalarınız devam ediyor. Önümüzdeki günlerde bizleri bu konuda daha fazla bilgilendireceğinizi düşünüyoruz. Çok teşekkür ediyoruz efendim.

North Carolina Üniversitesi Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün Çalışmaları (Carl Ernst)

Yıl 2009…

Amerika Birleşik Devletleri’nde North Carolina Üniversitesi bünyesinde Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü kuruluyor…

Yıl 2011…

Çin’de Pekin Üniversitesi çatısı altında Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün açılışı yapılıyor…

Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nin girişimleri ile Cemâlnur Sargut Hocamızın önderliğinde kurulan her iki kürsü de hâlen çalışmalarını hızla sürdürüyor ve insanlık için ortak, kuşatıcı ve birleştirici bir dil oluşturan tasavvufu, kaynağı olduğu İslâm’ın güler yüzü ile birlikte akademi bünyesi içerisinde öğretiyor.

Aşağıda North Carolina Üniversitesi ile Pekin Üniversitesi’ndeki bu girişimlere dair, üç yetkili ismin kaleme aldığı değerlendirmeler bulunuyor. Doğu’dan ve Batı’dan yükselen bu sesler, ümit veriyor, şükrettiriyor, gayrete getiriyor.

Carl Ernst’un bu kürsülere dair değerlendirmeleri ile sizleri başbaşa bırakıyoruz.

——————————-

North Carolina Üniversitesi Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün Çalışmaları

 

Prof. Carl Ernst

 

Ken’an Rifâî kürsüsü North Carolina Üniversitesi’nde Dinî Çalışmalar Bölümü’nün İslâmî Çalışmalar programı bünyesinde kurulmuştur. Doç. Dr. Juliane Hammer kürsüde üç yıldır hizmet vermektedir. Hammer şimdiye kadar İslâmî konularda bazı genel dersler, ayrıca Amerika’da İslâm, İslâm ve Kadın, İslâm ve Irk gibi özel konulu dersler vermiştir.  Programa bu sene açılmak üzere ‘Tasavvuf‘ dersi konulmuştur. Hammer aynı zamanda lisansüstü master ve doktora öğrencilerinin danışmanlığını yapmaktadır. Kürsüde yürütülmekte olan tüm bu çalışmalar, derslerin mahiyeti ve çeşitliliği sebebiyle programa önemli katkılar sağlamaktadır. Bunlara ek olarak, ilgili konularda kitaplar yayınlamaktadır. Hammer İslâmî Çalışmalarda ulusal ve uluslararası sahada önemi gittikçe artan ve tanınan bir bilim insanıdır.

 

Ken’an Rifâî Kürsüsü Üniversitemizdeki İslâmî Çalışmalar programına çok önemli bir güç ve genişleme getirmiştir.

 

***

 

North Carolina Üniversitesi’nin uluslararası bağlantılar kurmak konusunda güçlü bir taahhüdü var ve Türkiye öncelikle ilişki içinde bulunmak istediğimiz önemli ülkelerden biri. Bu işbirliği sürecinde İslâmî Çalışmalar alanı en önemli yeri almaktadır. İşbirliği yapmak istediğimiz konular arasında beşerî ve sosyal bilimler, tıp ve fen bilimleri gibi dallar da var.  Ken’an Rifâî Kürsüsü’nün kuruluşu, gayretlerimize güç ve kuvvet katmıştır ve bizim Türkiye’deki farklı üniversitelerle görüşmelerimizde muhtemel bağlantılar için de önemli bir çekicilik getirmektedir. Ben son yıllarda Türkiye’yi sıkça ziyaret ettim, Juliane Hammer ve Omid Safi de aynı şekilde çok ziyaret ediyorlar. Kanımca iki ülke arasında daha üst düzeyde bir anlayışın gelişmesinde bizler kesinlikle etkili olacağız ve Ken’an Rifai Kürsüsü bu sürece çok önemli bir katkı sağlamaktadır.

 

Ken’an Rifâî Kürsülerinin, Amerika’da North Carolina Üniversitesi’nde, Çin’de Pekin Üniversitesi’nde ve ileride başka üniversitelerde de kurulması, uzak görüşlü hayırseverlik, eğitim sorumluluğu, eğitime destek taahhüdü ve kültürler arasında bağlar oluşturmanın fevkalâde örnekleridir. Bu kürsülerin kuruluş tarihçesini ve Türk Kadınları Kültür Derneği ile Cemâlnur Sargut’un bundaki rollerini ne zaman anlatsam, dinleyenler, bu kadar uzaklardaki insanların geleceğe kalacak böylesine güçlü entellektüel bir miras oluşturmak üzere bir araya gelebilmesine çok şaşırmakta ve hayran olmaktadırlar. Dolayısıyla ben bunun mâneviyat ile eğitim felsefesini bir araya getiren ve uluslararası bir etki yaratacak çok önemli bir vizyon örneği olduğuna inanıyorum.

 

 

 

 

North Carolina Üniversitesi Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün Çalışmaları (Omid Safi)

Yıl 2009…

Amerika Birleşik Devletleri’nde North Carolina Üniversitesi bünyesinde Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü kuruluyor…

Yıl 2011…

Çin’de Pekin Üniversitesi çatısı altında Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün açılışı yapılıyor…

Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nin girişimleri ile Cemâlnur Sargut Hocamızın önderliğinde kurulan her iki kürsü de hâlen çalışmalarını hızla sürdürüyor ve insanlık için ortak, kuşatıcı ve birleştirici bir dil oluşturan tasavvufu, kaynağı olduğu İslâm’ın güler yüzü ile birlikte akademi bünyesi içerisinde öğretiyor.

Aşağıda North Carolina Üniversitesi ile Pekin Üniversitesi’ndeki bu girişimlere dair, üç yetkili ismin kaleme aldığı değerlendirmeler bulunuyor. Doğu’dan ve Batı’dan yükselen bu sesler, ümit veriyor, şükrettiriyor, gayrete getiriyor.

Omid Safi’nin bu kürsülere dair değerlendirmeleri ile sizleri başbaşa bırakıyoruz.

——————————–

North Carolina Üniversitesi Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün Çalışmaları

Prof. Omid Safi

Cemâlnur Sargut tarafından dünyanın çeşitli yerlerinde ve burada North Carolina’da  kurulan Ken’an Rifâî kürsülerinin önemine ait gözlemlerimi paylaşma fırsatı bulduğum için çok memnunum.

 

North Carolina Üniversitesi’ndeki Ken’an Rifâî Kürsüsü’nün sağladığı imkânlarla  bizler burada İslâm ve İslâm Tasavvufunu tanıtma imkânına sahip olduk. Yüzlerce öğrenciyi İslâm’ın hakiki yüzü ile tanıştırmak, onları İslâm mâneviyâtının ve edebiyatının derinliğine daldırmak  bizi son derece memnun etmektedir.

 

Benim ve bizim burada ümidimiz odur ki, 1900’lü yıllarda “Tasavvuf bir gün akademilerde öğretilecektir”  demiş olan Ken’an Rifâî’nin başlattığı misyonunun bir parçası olmaya devam edebilelim. Bu misyon, insanlığa, hakiki insan olmayı öğretmenin yerinin artık tekkelerden üniversiteye taşınması gerekliliğini anlatmaktır. Üniversite, gerçek insanın, insân-ı kâmilin öğretileceği ve eğitileceği yerdir. Bütün yapmaya çalıştığımız budur.

 

Doğu ile Batı’yı birleştiren bu güzel girişimler, Pekin’den İstanbul’a, Oxford’a, North Carolina’ya bu bağların kurulması, bana Kur’ân-ı Kerîm’deki “Yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin, doğuya ve batıya, Allah’ın vechi ordadır” âyetini hatırlatıyor.

 

Ümid ederim ki, Ken’an Rifâî kürsülerinden istifade edilen her yerde bu kürsü, insanlığı bir araya getiren, bizi birleştiren ve bir anlayış noktasına doğru ilerleten  bir vasıta olarak hizmet eder.

 

Uluslararası Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları programlarına küçük de olsa bir hizmette bulunabilme fırsatına sahip olmaktan dolayı derin şükranlarımı sunuyorum.

 

Minnet duygularıyla teşekkür ediyorum.

 

Pekin Üniversitesi Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün Çalışmaları (Weiming Tu)

Yıl 2009…

Amerika Birleşik Devletleri’nde North Carolina Üniversitesi bünyesinde Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü kuruluyor…

Yıl 2011…

Çin’de Pekin Üniversitesi çatısı altında Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün açılışı yapılıyor…

Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nin girişimleri ile Cemâlnur Sargut Hocamızın önderliğinde kurulan her iki kürsü de hâlen çalışmalarını hızla sürdürüyor ve insanlık için ortak, kuşatıcı ve birleştirici bir dil oluşturan tasavvufu, kaynağı olduğu İslâm’ın güler yüzü ile birlikte akademi bünyesi içerisinde öğretiyor.

Aşağıda North Carolina Üniversitesi ile Pekin Üniversitesi’ndeki bu girişimlere dair, üç yetkili ismin kaleme aldığı değerlendirmeler bulunuyor. Doğu’dan ve Batı’dan yükselen bu sesler, ümit veriyor, şükrettiriyor, gayrete getiriyor.

Weiming Tu’nun bu kürsülere dair değerlendirmeleri ile sizleri başbaşa bırakıyoruz.

——————————–

Pekin Üniversitesi Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün Çalışmaları

Prof. Weiming Tu

 

Türk Kadınları Kültür Derneği’nin yüce gönüllülüğü, fedakârlığı sayesinde Pekin Üniversitesi’nde kurulan Ken’an Rifâî Kürsüsü, Pekin Üniversitesi tarihinde ilk defa tasavvuf ağırlıklı bir İslâm Felsefesi dersi tesis edilmesine olanak sağlamıştır ve bunun fark edilmesi çok önemlidir.

 

Ken’an Rifâî Kürsüsü, hem benzer kürsüler açmak açısından hem de Yahudilik, Budizm, Hristiyanlık, Hinduizm gibi birçok manevi geleneği içine alacak şekilde mânevî ilgiyi genişletmesi açısından üniversite için bir ilham kaynağıdır.

 

Ayrıca Çin’in önde gelen diğer üniversitelerinin benzer şeyleri yapması için de bir ilham kaynağıdır. Türk Kadınları Kültür Derneği, bu kürsü ile çok çok önemli bir alan açmış ve gerçekten anlamlı ve kayda değer bir uluslararası ortak girişimi başlatmış bulunmaktadır.

 

***

Üç sene önce kürsünün kuruluşundan itibaren, William Chittick ve Sachiko Murata hem Pekin Üniversitesi’nde hem de Milliyetler Merkezi Üniversitesi’nde bir seri ders verdiler. Bu sene de İran Felsefe Enstitüsü Profesörü Ghulem Reza Aavani,  İslâm Felsefesi konusunda önemli dersler vermekle kalmayıp, bir seri genel derse ilâveten İran kaynakları üzerinde durulan İran Çalışmaları seminerlerini sunmuştur.  Yapılan bütün bu çalışmalar Pekin Üniversitesi camiasının kültürel ve özellikle de ahlâki değerlerinin dönüşümüne sebep olmuştur. Dolayısıyla katkı, sadece dersler sunma kabiliyeti değil,  Çin’in halihazırdaki kendi içine bakma ve kendini anlamasına yönelik İslâm’ın ahlâkî bakışını ve dinî soruları ortaya çıkarma kabiliyetidir. Benim hissiyatım şudur ki, Pekin Üniversitesi’nin akademik ve mânevî manzarasında, sunulan derslerin çok derin etkileri olmaktadır.

 

***

Türkiye sadece yükselen bir ekonomi değil, aynı zamanda  21. yüzyılda çok canlı, entellüktüel  bir devdir. Çin, hepimizin bildiği gibi  ekonomik alanda çok başarılı olmuştur. Fakat Çin, kültürel bir kimlik oluşturabilmek için kültürel kaynaklarını yeniden canlandırmakla ciddi bir şekilde meşguldür. Ümit ederim ki bunun sonucunda açık, çoğulcu ve özeleştiri yapabilen bir kültürel kimlik oluşacaktır. Dolayısıyla, Türk Kadınları Kültür Derneği ve Pekin Üniversitesi’nin  İslâmî Çalışmalar bölümünde  kürsü kurma konusunda yaptığı işbirliği sadece Pekin Üniversitesi için değil, Çin Halk Cumhuriyeti’nin değerler sistemi ve  özellikle de Çin kültürü için de geniş kapsamlı etkileri  vardır.

 

Bunu üç alanda görüyorum:

Birincisi; Bugün Çin, ciddi bir şekilde ekonomik gelişme, politik gelişme ve sosyal gelişmeye ilâveten kültürel gelişme ve ekolojik gelişmeye de ihtiyacı olduğunu düşünmektedir. Bir başka ifâdeyle, Çin bugün, bütün milletlerin uygarlıklarının mânevî değerlerini anlamaya çok hazırdır.

 

İkinci olarak; Çin’in bilhassa ekonomik anlamda tanımlanan Çin modernleşmesini anlamaya yönelik derin çalışmaları bulunmaktadır. Ve şimdi Çin, modernleşme dürtülerine farklı alternatif arayışları içindedir. Çin’e referans olabilecek ülkeler arasında ABD ve Batı ülkeleri olduğu gibi, İslâm dünyası, Hindistan ve hatta Afrika da vardır. Ve böylece bu çok geniş evrensel bağlam içerisinde, Pekin Üniversitesi’nde yapılan bu girişim, Musevilik, Hristiyanlık ve Hinduizm gibi alanlarda da program geliştirme ile ilgili bize ilham kaynağı olmuştur.

 

Son olarak da bu hâdisenin en can alıcı noktası İslâmiyet’in Çin kültürünün ayrılmaz bir parçası olmasının yanı sıra Hui-Konfüçyüs diyalogu diye adlandırdığımız muhteşem bir Çin geleneğinin de Çin tarafından anlaşılıyor olmasıdır. Burada Çinli Müslümanlar, meselâ Uygurlar vardır ve bunun ötesinde geniş bir İslâm dünyası bulunmaktadır. Geleceğe baktığımızda ise Çin, entellektüel ve mânevî hassasiyetini İslâm dünyasına kanalize edecektir.

 

Türk Kadınları Kültür Derneği’ne çok minnettarız fakat özellikle de Cemâlnur Sargut’a… Şunun da çok ciddi olarak farkındayız ki daimi bir kürsü kurabilmek için sadece entellektüel olarak değil aynı zamanda eğitim ve müfredat konularında da uzun vadeli çalışmalar gerçekleştirmek gerekir. Umuyoruz ki 2-3 yıl içinde İslâm Araştırmaları alanında dâimi bir kürsü tesis edilir. Ve Cemalnur Sargut’un Pekin Üniversitesi’nde kurduğu kürsü, nesiller boyu Çin öğrencilerinin tasavvuf ağırlıklı İslâmî Araştırmalar dalında çalışmalarda bulunmasını sağlayacaktır.

 

Burada sadece Cemâlnur Sargut’a değil bu değerler oryantasyonundaki ahlâkî düşünce eğitiminde onu takip eden öğrencilerine de müteşekkirim. İslâm mâneviyatının yayılmasıyla Çin âlimlerine nesiller boyu ilham kaynağı olacaklar.

 

Kendini Bilme Okulu

“BAYRAM özünü bildi / Bileni anda buldu / Bulan ol kendi oldu / Sen seni bil, sen seni”

Hacı Bayrâm-ı Velî

 

Özgüven sizce nedir? Özgüvenimizi başkalarına olan üstünlük derecemize göre mi hesaplıyoruz acaba? İyi bir eğitim görmek, zengin olmak, akıllı olmak gibi şeyler; özgüven sebebi midir? Kendimize güvenimiz, aslında sâhip olduğumuz imkân ve şartlara olan güvenimize bağlı bir hâlde. Bu imkân ve şartlar değiştiği zaman, herhangi bir şeyimize değil, sâdece “kendimize” güvenebiliyor muyuz? Bence önemli olan soru bu. Başkalarıyla kıyaslamaksızın, bir insan, “kendine” neden ve nasıl güvenebilir?

 

İnsanın kendine güvenebilmesi için, “kendisini bilmesi”, tanıması gerekir. En üstün okullarda, en iyi eğitimleri almak; en üstün performansla en iyi mevkîlere gelmek dahî, ne yazık ki “kendini bilmek ve tanımak” için geçer akçe vermiyor. “Sen bunu başarırsın, sen herkesi geçersin, en yukarıda olmalısın, sen en iyisisin!” diye başı göğe erdirilmek üzere yetiştirilen, “özgüvenli” o muhteşem insan, en ufak derecede aczini idrâk edecek olsa, egosuna bir çizik gelecek olsa, bir anda kendini cehennemlerin içinde buluveriyor. Bu şekilde hayâtını maddî dünyâya ve menfaatlerine adayarak hebâ eden insanların oluşturduğu manzaralar artık geride kalmalı, bu çağda, önce asıl bu bakış açıları değişmelidir.

 

Sâmiha Ayverdi,  “Batmayan Gün” romanındaki şu cümlelerle, şimdi bize Ken’ân Rîfâî Hazretleri’nin sesini ne de güzel duyurmaktadır: “Münevver geçinen kimseler içinde, zaaflarına söz geçirecek tam irâdeli bir kimse bulmak hemen muhâldir. İhtirâsının, keşfinin, eserlerinin, hâsılı bin türlü ihtirâsın esiri olan bu bilgili câhillerin hâli ne hazindir. Her şeyi bilip öğrenmiş olan kimsenin kendini öğrenememesi ne kadar acıklıdır. İlim odur ki insana kendini öğretir, tanıtır…”

 

Kendini bilmek, insana özgüven-emniyet kazandıracak yegâne temeldir. Esâsına bakarsanız, insan kendini tanıdıkça görür, bilir ki, aslında insan kendine güvenemez, yalnız kendindeki Hakk’a güvenip dayanabilir. Çünkü kendinde bir güç yoktur, kudret yalnızca Allâh’ındır. Böylece insanın kendine güveninin ve duruşunun sağlamlığı, Allah’ı tanıdığı, güvendiği ve O’na teslim olduğu kadardır. Başına gelen hâdiselerde ne kadar güçlü olacağı, Hakk için gösterdiği gayret ve Allah’tan râzı oluşu ölçüsünce şekillenir.

 

Çağımızın “eğitimli” insanı, öz’de her şeyin bir olduğunu, vâroluşa sebebin “Hakk’ı bilmek” olduğunu görerek, bu dünyâyı stresle değil, o sebep uğruna zevkle yaşayabilmelidir. Mânevî eğitim ile bu bakış açısını kazanan insan, maddî açıdan iş hayâtında, âile ve sosyal hayâtında, her yerde ve her şeyde muamele ettiğinin Hakk olduğunu idrâk edecektir. Mânâ ilmiyle maddî ilmi birleyerek hâl edebilen kişi, hayâtın güzelliğinin keyfini ve keşfini sürmeye başlayabilir. Tek kanatlı kuşun uçamayacağını bilenler, yalnız başına ne maddî yükselişleri başarı sayarlar, ne de mânevî yükselişleri… Hz. Muhammed’in (sav) bize -yaşayarak- gösterdiği gibi, sâdece madde ve mânâ dengesini sağlayıp ikisini bir yaşayan insan başarı elde edebilir. En ileri eğitim, maddî ve mânevî eğitimi birleyerek, kişinin kendisini bilmesi ve Peygamber ahlâkıyla ahlâklanabilmesidir.

Okullarımızdaki maddî eğitim sisteminin veremediği bu “kendini bilmek” bilgisi, ancak ve ancak tasavvufî terbiye açısından, mânevî eğitim ile kazandırılabilir. Ama bu tasavvufî terbiyenin de yine okullarımızda ve kendi “hâl” eğitim sistemi içerisinde verilmesi gerekmektedir. Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin “Tasavvuf, bir gün akademilerde okutulacaktır” deyişinin, Cemâlnur Sargut Hocamız’ın vesîlesiyle vücût bulduğu günlere -elhamdülillah- eriştirildik. Onların “her yerden ve her şeyden öğrettikleri”ni, şimdi akademilerde, daha geniş kitleler hâlinde, daha rahat şekilde inceleyip idrâk edebileceğimiz için Allah’a hamd ve şükürler olsun.

 

Ken’ân Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüleri cihanda maddî-mânevî eğitimi birleyecek bir Rahmânî vizyondur. Peygamber ahlâkının inşallah hâl edilebileceği bu akademik ocaklar, bütün dünyâ insanlarına ve gelecek nesillere uzanan Rahmânî bir eldir. Allâh-û âzîmü’ş-şân kendini bu yolda tasadduk eden bütün hizmet erleriyle birlikte Cemâlnur Annemizden râzı olsun; onların gücünü, kuvvetini arttırsın. Bize de “kendini bilenlerden” olmak nasip olsun inşaallah…

Allah, Kerîm’dir.

 

 

 

 

Din Tebliği

“Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.” (Nahl Sûresi, 125)

İslâm dini Hz. Peygamber’imize tebliğ edildi ve bundan sonra da yeni bir şeriatın yolu kapandı. Peygamber Efendimiz’in yolunu ve şeriatını takip eden müslümanlar büyük medeniyetler kurdular, yeni çığırlar açtılar ve dünyada eşi benzeri görülmemiş bir devrimi başarıyla tatbik ettiler. Endülüs’ten Hindistan’a kadar geniş bir coğrafyada İslâm hep medeniyeti, bilimde gelişmeyi, güzel sanatları, güzel ahlâkı, sosyal adaleti ve dini ne olursa olsun herkesin güveneceği bir çatıyı temsil etti. Fatih Sultan Mehmed Han’ın devrinde Osmanlı topraklarında müslümandan çok gayri müslim yaşamasına rağmen organize bir isyan hareketinden bahsetmek mümkün değildi.

Fakat yakın çağa doğru Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması, hatta ondan da önce diğer bazı köklü değişiklerle İslâm’ın yaşandığı coğrafyalarda insanlar hem maddî, hem de mânevî kayıplara uğradılar. Bilimsel gelişme Batı toplumlarının tahakkümüne geçti, müslümanlar sanattaki önderliklerini kaybettiler, ahlâkî olmasa da sosyal adâlet konusunda gerilemeler yaşandı ve tüm bu menfî gelişmelerin belki de bir sonucu olarak maddî zenginlikler de yavaş yavaş müslümanların elinden çıkmaya başladı.

Bunun sebebini aslında hepimiz biliyoruz. Müslüman kabul edilen birçok ülke, kâmil mürşidlerin, yani Hz. Peygamber’in sünnetinin, Kur’an’ın yolundan ayrı düştü. Toplumun, hattâ devlet adamlarının dahî büyük bir çoğunluğunun tasavvuf terbiyesiyle yetiştiği topraklarda ilim devri yerini kesif bir cehâlete bıraktı. Bu cehâlet, hem o toprakların insanına felâket getirdi, hem de İslâm’ı tanımak isteyenleri yanlış yollara sürükledi. İslâm’ı günümüzde farz ibâdetler ve başörtüsünden ibâret sayanlar çoğunluktadır desek haksızlık mı etmiş oluruz?

Nerede tevhid? Nerede komşusu açken tok uyumamak? Nerede ilmi Çin’de dahî olsa peşine düşmek? Nerede en hayırlı olanımızın âilesine iyi davrananın olduğu toplum? Nerede âlimlerin dizinden ayrılmayan devlet adamları? Nerede sokakların temizliğinin tevhidin en alt derecesi olarak kabul edildiği şehirler?

Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de müslümanların mezhep ayrılıklarını kavgalara, hatta savaşlara dönüştürdüğü bir manzara ile karşı karşıyayız. Câhillerin İslâm tasavvuru, hakîkatin yerini almaya başlamıştır.

Artık hakîkatin ortaya çıkması şart olmuştur. Kâmil mürşidlerin yolu hem müslümanlara hem de diğer tüm insanlığa anlatılabilmelidir. Bunun üniversitelerde, araştırma enstitülerinde sosyal bilimler metodu, titizliği ve kaynakları ile yapılmasında çok büyük fayda vardır. Tarih, sosyoloji, psikoloji ve daha birçok farklı disiplinin  tasavvufla birlikte etüd edilmesi, tüm dünyaya yayılmış eksik ve hatâlı İslâm algısını değiştirmede büyük rol oynayacaktır. Üniversitelerde farklı bölümlerden ilgili öğrencilere seçmeli dersler olarak bu konuların okutulması da büyük bir hizmet olacaktır.

İslâm hakkında müşterek cehâletin, çok yakın bir gelecekte akademik araştırmalar ve üniversite seviyesinde yapılan dersler sâyesinde yerini hakîkate bırakabileceğini çok kolay görebiliyorum.

Tasavvuf şüphesiz bir hâl ilmidir. Bununla beraber zâhirî olarak incelenecek kocaman bir deniz olduğunu da kabul etmeliyiz. Bu konuda çalışacak araştırmacıların sahillere kucak dolusu inci mercanla dönmelerini diliyorum.