Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Dostluktan kasıt, Hz. İbrahim’dir”

Dostluktan kasıt, Hz. İbrahim’dir.

Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de “dost” edindiğini ifade buyurduğu Hz. İbrahim (a.s.), bu ay Her Nefes Dergisi’nin Cemâlnur Sargut hocamızla yaptığı söyleşinin ana başlığını oluşturuyor. Cemâlnur Hocamızın “Belâyı bal bilme” doğrultusunda peygamber seviyesinde bir kemâli aksettiren bu büyük sultâna dair sözleriyle sizleri baş başa bırakıyoruz.

Müge Doğan: Peygamberler şeriat, tarikat, hakikat peygamberi olarak ayrılıyorlar ve Hz. İbrahim hakikat peygamberlerinin başlangıcı. Yani Müslümanlığın başlangıcı… Bu ne demektir? Hz. Muhammed (sav) ile Hz. İbrahim (a.s.) arasındaki ilişki ve fark nedir?

Cemâlnur Sargut: Peygamberler aslında Hz. Âdem’den beri Allah’a teslim olarak gelirler. Peygamberin özelliği budur. Fakat bu teslimiyetteki en bilinçli safha dostlukla başlar. Yani teslimiyetin bilinçliliği artık kendine zarar vereni de sevmek ve hürmet etmek hâlinde tecelli eder. Yani yapanın- yaptıranın Allah olduğu idrâkindeki son noktadır bu.  Allah bu idrâki çok seviyor çünkü insanın gelmesi gereken noktanın bu olduğunu söylüyor. Yani her yerde beni görme seviyesine ulaş, diyor. Bunun timsâli olarak da Hz. İbrahim’i bu âleme getirmiş ve ona “dostum” demiş.

Yani görülüyor ki Hz. İbrahim’de tecelli eden şey, mutmainneyle başlayan peygamberlik makamının râzı makamına yükselmesidir. Hz. Âdem’de mutmainneyle başlayan, Allah’tan emin olmayla başlayan peygamberlik makamı Hz. İbrahim’de rızâda en üst seviyeye yükselir. Yani senden gelen her şey güzeldir, senden gelen her şeye razıyım. Bunun içinde en acı, ağır belâlar, sıkıntılar da var. Hattâ hastalıklar var. Hattâ evlât acıları, kayıplar, en sevdiğinin ölümleri var. Bütün bunları, bütün vücûduyla kabul etme makamında İbrahim’i görüyoruz. Dolayısıyla Allah, bir insanın gelebileceği üst noktalardan bir tanesini anlatır.

Bunun dışında, Peygamber’de tecelli eden Habib makamı artık buraya gelmiş bir kulun gösterdiği samimiyet ve güzelliğin Allah tarafından cevaplandırılışıdır. Artık Allah onu sever. Allah onu sevince, ayrı bir dost kalmaz ortada. Seven ve sevilen tekte birleşir. Âşık, mâşuk aşk haline dönüşür. Ona “habib”, yani “sevgili” denir. Demek ki makam, dostlukla başlar, sâfiye yani yok olmakla biter. Yok olunca da ortada başka varlık kalmaz. O da Hz. Muhammed (sav) tecellisidir.

MD: Yani Müslümanlık “Halillik” ile başlayıp, “Habiblik”le tamamlanıyor mu?

CS: Habiblikle tamamlanır. Normal hâlde teslimiyetin üst noktasına dostluk, yokluk noktasına da habibiyet denir. Onun diğer bir adına da İbn-i Arabî “ferdiyet” diyor. Yani artık o noktada yalnız Allah var. Ferdiyet zuhur ediyor, yalnızlık zuhur ediyor. Farklılıklar kalkıyor.

MD: Yani hüviyet tecellisi mi zuhur eden?

CS: Hüviyeti tecelli ediyor. Evet.

MD: Hz. İbrahim rüyâsını hakikatiyle aldı, hâlbuki rüyâ tâbire muhtaçtır. Bu rüyânın tâbiri neydi?

CS: Bu rüyânın tâbirinde Hz. İbrahim’e evlâdını değil, “evlâdına olan aşırı düşkünlüğü”nü verme emri gelmişti. Yani Allah, “mâdem ki benim dostumsun ve her yerde beni görüyorsun, ayrı bir varlık görme. Sevdiğin her şeyi benim için fedâ et” demek istiyordu. Zaten Hz. İbrahim direkt çocuğunu fedâ etmeye kalkarak Allah’ın istediğini anlamış olduğunu da gösterdi.

Fakat burada Allah ondan hâl bekliyordu, o ayrıca şeklen de zuhur ettirmeye kalktı. Anlatabildim mi? Yaptığı doğruydu fakat Peygamberimiz kadar derin bir idrâke sahip olsaydı onun iç yüzünü uygulayacaktı. Ama “mâdem ki bu bana Allah’ımla aramda böyle engel, bunu da yok edeyim” anlamındaki bir teslimiyetle evlâdını kesmeye kalktı.

Dolayısıyla Hz. İbrahim’in bu hareketi “ben tâbir derecesinde değilim, o hâlde tâbirsiz uygularım Allah’ın emrini” anlamındaydı. Şeriata riâyet gibiydi. Yani birinci secde gibiydi. O bakımdan çok önemliydi. Dolayısıyla bu olay, Habibliğinin bir başka, teslimiyetinin bir başka delili olarak gözüktü. Allah da onun bu hareketi üzerine Habibinin onun sülâlesinden gelmesine izin verdi.

MD: Peki ateşe atıldığında ateşin gülzar olması da ikinci secde gibi mi?

CS: O da ikinci secde gibi, evet. Ateşe atılmasının bir mânâsı da aslında sıkıntı ve belâya dûçâr olması ve o sıkıntı ve belâyı Allah’tan bildiği için onun gül bahçesinin insana verdiği zevk kadar ateşten, sıkıntıdan zevk alır hâle geçmesi demek. Yani sıkıntıyı belâ olarak görmüyor, bal olarak görüyor. Ayrıca da o sıkıntıdan sevgilinin selâmı diye zevk almaya başlıyor. İşte bu hâl, teslimiyette rızâ noktasını gösterir. Delilidir yani.

MD: Bol ikram ve ziyâfetin sembolüdür Hz. İbrahim. Halil İbrahim sofrası deriz. Bunun Halil olmasıyla olan ilişkisini ve iç mânâsını açar mısınız?

CS: Halil kelimesi “hulûl”den geliyor. Mâlûm-u âlîniz, “hulûl”, bir varlığın başka bir varlık içine girip yok olması demek. Burada -hâşâ- Allah, Hz. İbrahim’de yok olmuş, yani Allah olmuş değil, fakat Allah cömertliği ile yani af huyuyla, yani bütün yaratılmışı sevme ismiyle hulûl etti İbrahim’in içine. O isim, Allah’a ait bir özellikti. O kadar İbrahim’de tecelli etti ki, onun adı Halil oldu ve cömertliğinin sanki bir deliliymiş gibi ortaya çıktı.

Buradaki cömertlikten kasıt, kötü huyları vermektir. Buradaki cömertlikten kasıt, kendisine kötülük edeni affedebilmektir. Buradaki cömertlikten kasıt, fenâlık edeni sevebilmektir. Hz. İbrahim’de bu tecelli etti, çünkü Hz. İbrahim Allah’ta tecelli eden cömertliği kendi varlığında hissetti. Yani Allah’ın sevdiğini, kulunu affettiğini, kucakladığını, ayırımsız sevdiğini gördü hissetti, kendi yaşamaya başladı. İşte onun için de adı Halil oldu ve çok cömert oldu. Önce kendi nefsini verdi, sonra etrafa hizmet etti, dağıttı.

“Sâdıklığın asıl mânâsı, sevdiğinin her hareketindeki güzelliği idrâk edebilmek ve onun ahlâkını giyinmektir.”

MD: Hz. İbrahim’in özellikleri sıddık, nebî, resûl, imam ve Tanrı’nın halilidir diyor İbn-i Arabî. Buradaki sıddıklığı açabilir misiniz?

CS: Bu sıddıklık Hz. Ebubekir’de tecelli eden sıddıklığın aynısıdır, sâdık olmaktır. Sevdiğinin her hareketini doğru bulmak. Sevdiğinin her hareketindeki güzelliği idrâk edebilmek ve onun hareketlerini yani onun ahlâkını giyinmek demek. Yani önce onu beğenmek, sevmek, ondan memnun olmak, ondan sonra da o hareketleri giyinmek, ona benzemeye çalışmak. Sâdıklığın asıl mânâsı budur. Dolayısıyla sıddık ve sâdık olan, emindir. Mümindir.

MD:  Hz. Ebubekir, Peygamber Efendimiz, peygamberliğini ilân ettiğinde hemen imân etti. Peygamberimiz  “Ben sana hiç mûcize göstermediğim hâlde, sen nasıl bana imân ediyorsun?” dediğinde, “Bu yüz yalan söylemez” diyor. Bu da ona sıddıkiyet sıfatını verdiriyor.

CS: İşte burada da Allah’ın onda sâdıklıkla tecelli ettiğini gösteriyor, yani emin… O Hz. Ebubekir’de o kadar dürüstlük ve güzellik var ki…

Allah’ın istediği gibi yaşamaya başladığı zaman kendinden memnun oluyor kul. Kendinden memnun olup kendisiyle barışınca Allah’ından emin olduğunu fark ediyor. Aslında kendinden değil de kendindeki Allah’a âit isimden emin olduğunu fark ediyor. Kendisiyle barıştığı bu anda bütün dünyayla da barış başlıyor. Böylece mümin oluyor. Dünyayla barış kurana mümin ya da insan deniyor. Bu durumda her duâsı “âmin” oluyor. Hepsi birbirini tamamlayan kelimeler bunlar.

Dolayısıyla “emin”, “âmin” ve “mümin” olan kişi de sâdık oluyor çünkü o emin olduğu kişiye sâdık oluyor, varlığa sâdık oluyor. Emin olduğu varlık da aslında kişi olmayıp Allah olduğu için, sadâkat Allah’a karşı oluyor. Onun için emânetini doğru taşıyor, emânete hıyânet etmiyor. Allah’ın istediği gibi yaşamaya gayret ediyor. Hoşuna gitmese de Allah’ın istediği şeylere boyun eğiyor.

MD: O zaman biz mutmain olmadan gerçek anlamda mürşidimizi tanımıyoruz hiçbir şekilde.

CS: Yok, kul da değiliz zaten.

“Gerçek sevgi, kendi varlığını yağma edip dost olmaktır.”

MD: Hz. İbrahim için melekler “Allah buna ‘halilim’, ‘dostum’ diyor ama bunca servet içindeki adam nasıl dost olur?” dediklerinde Cenâb-ı Hak, Cebrâil’e “git İbrahim’i imtihan et ki cümle itminan olsun” diyor. Cebrâil, Hz. İbrahim’e gidip ‘Subbûhun, kuddûsun, Rabbünâ ve Rabbü’l-melâiketi verruh” diyor ve Hz. İbrahim malının yarısını veriyor. Meleklerin bu sözünden neden bu kadar etkileniyor? Buradaki mânâ ne?

CS: Şimdi sen sevdiğinin adını duyduğun zaman etkilenirsin.

MD: Hiç bu şekilde tanımlandığını duymamıştım daha önce, diyor.

CS: İki şey burada çok etkileyicidir. Bir kere sevdiğinin adını duymak, ikincisi de yeni bir ilmin -aslında yeni diye bir şey yok, hepsi kalbinin içinde var ama- o dakika zuhura çıkması… Hani biz nasıl Kur’ân-ı Kerim çalışırken yeni bir şey öğrendiğimizde -ki bu mânânın milyonda birini öğrendiğimizde- haftalarca uyuyamıyoruz. Burada Allah’ın isminin yeni tecellisini görüyor Hz. İbrahim ve o kadar çok etkileniyor ki bütün varlığından soyunuyor. Yani sevgilinin ismiyle varlığından soyunuyor. Dolayısıyla her şeyini vermeye, fedâ etmeye râzı oluyor.

Bu, meselâ Zerkûbî’nin semâ ettiğini gördüğü zaman, çın çın altınlara vuruşunda Mevlânâ’nın semâ ettiğini gördüğü andaki ilimle bütün varlığını, dükkânını yağma etmesine benziyor. Yani sen sevdiğinle alâkalı bir şey hissettiğin ve gördüğün zaman, kendi varlığını yağma ettiğinde, gerçek sevgi o demek… İşte o zaman da dost oluyorsun. Sevdiğine dost oluyorsun. Dostluk, sevginin bir boy üstü. Aşk değil, ama sevginin üstü yani.

MD: İbn-i Arabî ‘dost, senin için arkadaşlık eder ama seven, kendisi için seninle arkadaşlık eder. Dost, dostuyla güç kazanır, seven ise sevdiğinde gizlenir. Onu canıyla korur’ diyor.

CS: Burada sevenden kasıt, Hz. Peygamber’dir, değil mi? Dostluktan kasıt, Hz. İbrahim’dir. Sevgi, dostluk ve aşk arasındaki merhaleleri anlatıyor İbn-i Arabî. Önce seversin, sonra ona dost olursun, sonra âşık olursun, onda yok olursun. Onda yok olduğun zaman artık kendi varlığın kalmaz, onun varlığında tamamen karışır ve yok olursun.

Bu mesâbeler, insana kendini öğretir, Allah’ı öğretmez, çünkü kendi seviyeni görmek için Allah’a âşık olursun. Yani teslimiyetinde sana kendi seviyeni gösterir. Görüyorsun ki, peygamberler de tek bir kişi oldukları hâlde her seviyede farklı bir isimle tecelli ediyorlar. İbn-i Arabî’nin bize anlattığı bu. Tek bir kişi, her varlığının seviyesinde -hani Simyacı romanındaki duraklar gibi- her durakta duraklıyor ve ayrı bir isimle tecelli ediyor ve her isimde ayrı bir güzellik gösteriyor.

MD: Yine Hz. İbrahim’in özelliklerinden nebî, resûl ve imam deniyor sıddıkiyetinin yanında. Buradaki imamlığı açabilir misiniz?

CS: İmam, arkasındaki herkesi secde ettiren kişidir. Yani tesir eden kişidir ve birleyen, birleştiren kişidir. O bakımdan çok büyük önem taşıyor. Mürşid-i kâmil makamıdır. Mürşid-i kâmil, bal gibidir, arılar üşüşür. Kendi ballığından kendisinin de haberi yoktur, kendi de şaşırır niye arılar bana üşüşüyor diye. Fakat Allah’ın onu bal olarak tecelli ettirmesi, aslında onun vâsıtasıyla kulları kendine çekmek içindir. Dolayısıyla o imamda ballık tecelli eder. Ama hakiki imamlardan bahsediyor.

Meselâ İbn-i Arabî, “câmi imamına sen bakma, onun arkasında onu idâre eden hakiki imama bak” diyor. Devrin pâdişahına bakma, onun arkasında onu idâre edene bak, diyor. Öyleyse aslında mânevî imam gizlidir, maddî imamlar ortadadır.

Mânevî imam, mürşid-i kâmildir. Gizlidir. Birçoğu gizlidir. Bazen açığa çıkarlar, Mevlânâ’nın dediği gibi zorla yükselirler. İşte ona vazife verildiği için. O zaman nebî olur. Nübüvvet tecelli eder. Yoksa velidir imam. Nübüvvet tecelli ederse, arkasında secde ettirir. Niye? Mevlânâ kendi de bilmez, o Şems zanneder. Halbuki Şems onun ışığıdır. Aslında Allah Mevlânâ’da tecelli etmiştir ama Şems hâlinde tecelli etmiştir; ışık hâlinde, nur hâlinde…

Onun vücudunu seçmesi, onun ezelî nasibiyle alâkalıdır ve Allah’ın kimi seçtiğini kimse sorgulamaz. Kendim seçerim, der. Kimsenin sorma hakkı yoktur. Seçilen için bu bir şans mıdır? Hayır, çünkü seçilen, veli olmayı ve gizli olmayı tercih ettiği hâlde nübüvvetle ortaya çıkmıştır. Çok kötü bir devredir ortaya çıkmak. Çünkü her an mes’ûliyet altındadır ve en ufak bir yanlışı sokaktaki insandan çok daha dibe batmasına sebebiyet verir.

Ayrıca veli nebî, şeriat getirince de ona risâlet denir. Peygamberle risâlet bitmiştir. Dolayısıyla başka resûl gelmeyecektir ama nübüvvet ve velâyet her devirde vardır. Allah emrettiğini ortaya çıkarır, bazen de gizli gizli onun ilmini bütün âleme yayar ve insanlar farkında olmadan onun ilmiyle hareket etmeye başlarlar.

MD: Çok teşekkürler hocam.

Bal

Üç yıl önce, canlar cânı bir ablam bana şakayla karışık “Bu yola giren herkes bir şeyini fedâ etmiş, sen neyini vereceksin?” diye sormuştu. Ben azıcık düşünerek, aslında Allah’a kurban edecek kadar değerli hiçbir şeyimin olmadığını söylerken içimde bir hîle dönüyordu. Kurban, nefsinin aşırı arzu ve isteklerini kesmek demekti ama ben bunu yapamayacaktım, bu imtihandan kalmıştım. Çünkü aklıma gelirken, hemen kendimden bile sakladığım o fikirde, canım olan bir güzel insan vardı, en kıymetlim… O güzele gösterdiğim düşkünlüğün aşırı kısmından olsun Allah’ım için vazgeçmek düşüncesini örtmüş, bunu bile göze alamamıştım.

 

Çok geçmeden belli oldu ki, Allah’ım onu ezelden kınalamış, kendine seçmişti zâten. O güzel insanın şehâdet müjdesi bana eriştiğinde hiç sesim çıkmadan, hemen Cemâlnur Hocamdan dinlediğim gibi “şükür secdesi”ne kapandım. İçimde öyle bir huzur, sevinç ve neşe vardı ki, içim içimden taşıyor diyerek târif edebiliyordum ancak. O güzelin sesini üzgün duysam ciğeri acıyan ben, şimdi cânice katledildiğini öğrendiğimde içimde en ufak bir acı, bir parça sıkıntı bile hissetmiyordum. Sâdece neşe, sâdece neşe. Bu asla benim becerebileceğim bir şey değildi.

 

İşte o zaman anladım, Hz. İbrâhim’in ateşe atıldığında nasıl gül bahçesine düştüğünü. Ben ki günah kokan bir âciz serseriydim. Allah’ım kereminden o ateşi bana bile serin kılmıştı. Ben O’nun için en ufak bir düşkünlükten vazgeçememişken, O beni ve kıymetlimi hepsinden temizlemişti. Üstelik her adımımı gül bahçesinde geziyormuş gibi neşeyle ve huzurla attırmış, elimi tutmuş, bırakmamıştı. Bunun karşısında üzülmek, ağlamak, dertlenmek insanın aklına gelebilir miydi? Benim ağlamayışıma, neşeme şaşanlara da siz ateş görüyorsunuz, ama burası gül bahçesi diye anlatmaya çalışıyor, anlatamıyordum.

 

Benim gibi birine bile bu mutluluğu yaşatan Allah, kimbilir dostu İbrâhim Peygamber’ine nasıl bir gülistân, nasıl bir şenlik lûtfetmişti? Dost’a İbrâhim Peygamber’in eminliğiyle sığınmak; Cebrâil Aleyhisselâm yardıma gelecek olsa, “Allah’ım sanki benim hâlimi bilmiyor mu?” demek gerek sanırım. O biliyor. “Hiç bilmez mi yaratan, yarattığını?”

 

Allah. O nasıl bir Allah, o nasıl bir cömertlik, o nasıl bir merhamet, o nasıl bir güzellik… Hz. Râbiâ’nın “Belâyı gönderene sevgim, gönderdiği belâdan beni habersiz yapmıştır” dediği gibi, insan gözünü sâdece sevgiliye dikmeli. O zaman nasıl ateşte olabilirsiniz ki? Ne yaşanırsa yaşansın, siz yine Gül’desinizdir. Her olan karşısında “Bundan daha güzeli olsaydı, sen onu yapardın Allah’ım” demek gerekmez mi? Cemâlnur Hocamızın her zaman söylediği gibi, en büyük belâ, belâyı belâ görmektir.

 

İbrâhim Hakkı Hazretleri’nin dediği gibi:
“Vallâhi güzel etmiş, Billâhi güzel etmiş, Tallâhi güzel etmiş.

Mevlâ görelim n’etmiş, n’etmişse güzel etmiş…”

 

 

Tevhid

Tevhidin ne mânâya işaret ettiğini ilk olarak tasavvuf ilmiyle anlamaya başladım. “Tevhidin ne mânâya geldiğini bilmek” demedim; mâlûmunuz, bu imkân dâhilinde değildir. Tevhidi bilen, olmuş demektir; çoğumuz gibi fakir de olmaktan gayet uzaktır. Çok şükür, bir mürşidimiz var ve bizlere sabırla bu sırrın elifbâsını öğretmeye çalışıyor.

Önceleri herkes gibi kitaplardan, okullardan, kulaktan dolma, yarım yamalak, tevhidin tek tanrıya tapınmanın Arapçası olduğunu öğrendiğimi sandım. Kendimi yüzlerce tanrıya tapan antik Yunanlılar’dan ya da Hindular’dan üstün gördüm bu nazar-ı itibar ile. Oysa hayatıma bir mürşid girdiğinde öğrettiği ilk şey, kimseden hiçbir üstünlüğümün olmadığıydı. Hz. İbrahim gibi tüm putları yıkıp en büyüğünü, yani nefsimi ayakta bıraktı. Tevhid sırrının her an karşımızda olduğunu anlatmaya çalıştı.

Kur’an, Hz. İbrahim’i böyle anlatıyor. Allah ona irşad vazifesi verdikten sonra yaptığı ilk iş, insanların putlarını kırıp parçalamak olmuş. Bunu yaptığı için ona düşman kesileceklerini herkesten daha iyi bilmesine rağmen… İnsanlar en başta vicdanlarına dönüp ona hak vermişler (Enbiyâ Sûresi, 64). Fakat esas put ayakta kaldığı için yine de kendi vicdanlarıyla ters düşmüşler.

Bundan sonraki âyetlerde bu büyük peygamberin esas tevhid dersi anlatılıyor. Halk hırslanıp onu yakmaya karar veriyor ve onu ateşe atıyorlar. İşte bundan sonraki gelişme çok ilginç: Hz. İbrahim, ya da onu vazîfelendiren Rabbi ateşi söndürmüyor. Fakat ateş, “İbrahim’e karşı serin ve zararsız” oluyor (Enbiyâ Sûresi, 69).

Cemâlnur Hocam da bizlere bıkmadan usanmadan aynı dersi anlatıyor: Ey ateş! Bizlere karşı serin ve zararsız ol!

Bizler ise:

İşimizi kaybediyoruz, yanıyoruz.

Mevkîmizi kaybediyoruz, yanıyoruz.

Zorda kalıyoruz, yanıyoruz.

Kolaydan sıkılıyoruz, yanıyoruz.

En sevdiğimiz bize bir tokat vuruyor, yanıyoruz.

En sevdiğimiz bize bakmıyor, yanıyoruz.

Endişe ve vesvese ile olacağı dahî belli olmayan, var olmayan ateşlerde yanıyoruz.

Gelecekte yanıyoruz, geçmişte yanıyoruz.

Yanıyoruz da yanıyoruz. Bize hiçbir ateş serin ve zararsız olmuyor. Tevhidi anlayamayan bizler, her seferinde ateşin bizleri yaktığını sanıyoruz.

“Bu dünyâdan bir iyi gitse, bir iyi gelsin diye duâ ederim. Bir kötü gitse, bir kötü gelsin diye duâ ederim. Âlemin düzeni tam yerindedir ve bir tek şeyin dahî değişmesini isteyemem” buyuran Merkez Efendi Hazretleri gibi Hz. İbrahim de bize tevhidi öğreten sultanlardan.

Onlar bize vehmimizin yarattığı ateşleri söndürmeye çalışmanın abesliğini anlatıyorlar. Biz ise bize serin ve zararsız ateşlerde kendimizi yakmaya gayret ediyoruz.

Hz. İbrahim, Rabbi tarafından en ağır imtihanlara tutulmuş muazzam bir peygamberdir. Halilullah makâmında, öz oğlunun dahî Dost’uyla arasında perde olmasına izin vermemiştir. Tabiî ki o Allah sevgilisinin çektiği zorluklarla bizlerin yaşadığı müşkülât denk olmayacaktır. Zîra Âlemlerin Rabbi, kimseye kaldırabileceği yükün fazlasını yüklemez (Bakara, 286). Bununla beraber, herkesin kabiliyeti ölçüsündeki teslimiyeti, tevhide yaklaşmanın diyetidir diye anlıyorum. O teslimiyeti gösterebilenlerden, yani müslümanlardan olabilmeyi, sonunda da tevhide gark olmayı hepimiz için niyâz ediyorum. Bayramınız mübârek olsun!

 

Kur’an’da Hz. İbrâhim

“İyilik yaparak kendisini Allah’a teslim eden ve İbrâhim’in dinine dosdoğru olarak tâbi olan kimseden, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrâhim’i dost edinmişti.” (Nisâ, 125)

***

“Bu dini İbrâhim, kendi oğullarına vasiyet etti, Ya’kub da öyle yaptı: ‘Ey oğullarım! Muhakkak ki, bu dini size Allah seçti, başka dinlerden uzak durun, yalnızca Müslüman olarak can verin!’ dedi.” (Bakara, 132)

***

“Yoksa siz de olaya şâhit mi oldunuz? Ya’kub’a ölüm hali gelip çattığı zaman, oğullarına, ‘Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz?’ dediği zaman, oğulları, ‘Senin Allah’ına ve ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak’ın Allah’ına, tek olan o Allah’a ibâdet edeceğiz. Biz ancak O’na boyun eğen Müslümanlarız.’ dediler.” (Bakara, 133)

***

“De ki: ‘Allah’a, bize indirilen Kur’ân’a, İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Ya’kub’a ve torunlarına indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O’na teslim olmuşlarız.’” (Âl-i İmrân, 84)

***

“İbrâhim, babası Âzer’e demişti ki: ‘Sen putları tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum.’ Böylece biz İbrâhim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.” (En’âm, 74-75)

***

“Atalarım İbrâhim, İshak ve Ya’kub’un dinine uydum. Bizim, Allah’a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, bize ve insanlara Allah’ın bir lûtfudur. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Yûsuf, 38)

***

“Hem o kullara, İbrâhim’in misafirlerinden de haber ver. Hani melekler, İbrâhim’in yanına girdikleri zaman, ‘Selâm’ demişler, İbrâhim de onlara, ‘Biz sizden korkuyoruz.’ demişti. Melekler, ‘Korkma! Gerçekten biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz.’ dediler. İbrâhim dedi ki: ‘Bana ihtiyarlık gelmişken, beni mi müjdeliyorsunuz, neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?’ Melekler, ‘Seni gerçekle müjdeliyoruz. Sakın Allah’ın rahmetinden ümidini kesenlerden olma.’ dediler. İbrâhim dedi ki: ‘Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?’” (Hicr, 51-56)

***

 “Ve biz İbrâhim’e iyilik verdik. Şüphesiz ki o, âhirette de sâlihlerdendir. Sonra da (ey Muhammed!) sana, ‘Hakk’a yönelen ve müşriklerden olmayan İbrâhim’in dinine tâbi ol.’ diye vahyettik.” (Nahl, 122-123)

***

“Kur’an’da İbrâhim’in kıssasını da an. Şüphesiz ki o, sıddık (özü, sözü doğru) bir peygamberdi.” (Meryem, 41)

***

“Bir zamanlar Kâbe’nin yerini İbrâhim’e şu şekilde hazırlamıştık: Sakın bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyâma duranlar, rükû edenler ve secdeye varanlar için evimi tertemiz et.” (Hac, 26)

***

“Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin. Sizi o seçmiş, babanız İbrâhim’in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur’an’da, Peygamber’in size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, size Müslüman adını veren O’dur. Artık namaz kılın, zekât verin, Allah’a sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac, 78)

***

“Ne zaman ki ikisi de bu şekilde Allah’a teslim oldular, İbrâhim oğlunu şakağı üzerine yatırdı. Biz de ona şöyle seslendik: ‘Ey İbrâhim! Rüyana gerçekten sadâkat gösterdin. Şüphesiz ki, biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.’ Şüphesiz ki bu apaçık bir imtihandı. Ona büyük bir kurbanlık fidye verdik. Kendisine sonradan gelenler için de iyi bir nam bıraktık. Selâm olsun İbrâhim’e…” (Sâffât, 103-109)

Halil İbrahim Sofrası

Bu ayın konusu mâlûm: Allah’ın dostu olmakla nitelenmiş Hz. Halil İbrahim’i (a.s.) yazmakla görevliyiz. Gerçi yazmak derken biz klavyenin üzerine parmaklarımızı koyacağız, sonra bir Fâtiha okuyup Peygamber Efendimiz’e, Hz. İbrahim’e, tüm peygamlerlere, tüm pîrâna ve mürşidimize göndererek niyaz edeceğiz ki hikmetin gerçek sahipleri bizlere tenezzül edip burada paylaşacağımız birkaç doğru cümleyi kurdursunlar. Yoksa vallahi -en azından- benim terazi bu sıkleti hiç çekmez, bilirim.

 

Editörlerimiz dediler ki “Halil İbrahim sofrası hakkında yaz.” “Başüstüne” dedim. Evime her gelene illâ ikramda bulunma gayretimden olsa gerek -ki insancıkların bir lokma yiyecek gönülleri varsa zorla ikinciyi de tıkma çabam, derviş meşrepten ne denli uzak olduğumun bir başka delilidir-, seviverdim “Halil İbrahim Sofrası”nı konu etme fikrini… Adı ziyafet ve ikramla müsemmâ olan ve ömrünce misafirsiz sofraya hiç oturmamış bu büyük peygamber, Anadolu ikram geleneğinin de en yerleşik sembollerinden birini oluşturmuş.

 

Gelenek dedik ya, bu kültürün öznesini oluşturan tipik Türk analarından bir tanesinin yetiştirdiği bir diğer prototip olarak benim aklıma, Halil İbrahim sofrası denince çeşit çeşit ikramlardan oluşan ziyafetler ve bol misafirle oturulan, sohbeti, muhabbeti çok, şenlikli sofraların çağrışımı geliverir. Cömertliğin zihnimdeki en zengin temsili, bir nevi bol yemekten ibâret.

 

Kendimi bildim bileli coşkulu iştahımla mücâdele etmiyor muyum ben? Henüz ilkokul beşinci sınıftayken yapılan yılsonu pikniğinde daha yemek saati gelmeden annemin sepetime koyduğu kuru köfteleri hafif mahcup bir tavırla ağzıma tıktığım anların benzerleri hâlen yaşanmıyor mu? Allah’ın lûtfu hızlı metabolizmamın da bana kattığı cesaret ile derviş olmanın -tek değil elbet ama- en temel düsturlarından biri olan “az ye, az konuş, az uyu” kısmında bile henüz bir arpa boyu gidememişken, zihnimdeki Halil İbrahim sofrası imgesinin bir peygamber ile târif edilmesinin benim için ne kadar rahatlatıcı olduğunu bilmem doğru anlatabilir miyim?

 

Tabiî tüm bu imgeler, Cemâlnur Hocamın yeni kitabı Hz. İbrahim’i elime aldığım anda çizgi filmlerin hayal balonları misâli yok oluverdi. Zihnimdeki cömertlik imgeleri kırıldı. Zirâ bu büyük peygamberde “halil” makamı tecelli etmiş. Allah O’na “dostum” demiş. Demek ki benim şeklî tarafını görebildiğim ikram ve cömertlik, salt misafire yemek ikram etmekten müteşekkil olamaz. Hz. İbrahim, varlığını Rabbine “ikram” etmiş. İdrakimin sınırları müsaade etmiyor ama cömertliğin gerçek târifi buralarda bir yerlere denk düşüyor olsa gerek. Varlığını tamamen teslim edip fenâya erecek cömertlik, Allah’ın “halil”ine bol yemekli sofralardan daha çok uyuyor.

 

Kitap, zihnime adeta dövme yapıyor: Allah O’na “dostum” demiş. Allah Hz. İbrahim’i dost edinmekle onda tecelli etmiş.

 

Halil İbrahim sofrası, salt misafire yemek ikram edilen sofra değil. Halil İbrahim sofrası nefsin arzu ve isteklerinin fedâ edildiği bir sofra. Halil İbrahim sofrası, kötü huyların cömertçe, geriye bir tane bile bırakmadan terk edilebildiği sofra. Ateşe atılırken bile “Bana Rabbim yeter” diyecek teslimiyete erişilen sofra. Halka hizmet için muhtaç olunan tek lokmayı paylaşırken bile cömertlik ve Hakk’ın varlığında yok olabilmek için teslimiyette cömertlik…

 

O zaman benim cömertliğim nasıl olmalı? Görüyorum ki, öğrenmeye çalıştığım bu ilmi hâl etmediğim ölçüde sırtında kitap taşıyan eşekten farksız kalacağım. Okuduğum bu kitabın zekâtı kendi cömertlik kavramıma gerçek anlamını kazandırmaktan geçiyor. Misafirimin kursağına yemek tıkıştımakla yetinmeyip nefsimin arzu ve isteklerine gem vurabildiğim ölçüde kendimce daha ikram sahibi olacağım.

 

Kötü huylarımı verebildiğim ölçüde cömertliğim puan toplayacak Allah katında. Hz. Mevlânâ’nın deyimiyle kötü huylarımı vermekte cimrilik ve dünya malına tamah gibi kalbi kirleten duygularımı pislik biriktirmeyen bir akarsu gibi akıp götürebildiğim ölçüde akarsu gibi cömert olabilirim ancak.

 

Ve mürşid-i kâmile teslim olabilmek, ona dost olabilmek istiyorsam kendimi aradan çekmeyi ve karşılık beklemeden onunla bir olabilmeyi öğrenmeliyim. Ancak o zaman  pirinçsem pilav, buğdaysam ekmeğe dönüşürüm ve bendeki hakikate dâir isim de böylece hulûl* etmiş olur.

 

———-

* Halil İbrahim Peygamber’deki halil ismi “hulûl”den gelir. Allah’ın bütün sıfatlarıyla Hz. İbrahim’de tecelli ettiği mânâsına gelmektedir.

 

 

İbrahim Olabilmek…

İbrahim olabilir misin sen?

Canından canını O’nun için fedâ edebilir misin?

Hakk için dünyaya kafa tutabilir misin?

Bile bile ateşlere atabilir misin kendini meselâ?

Hadi İbrahim’den geçtik diyelim…

İsmail olabilir misin?

Secde eder gibi ölüme gidebilir misin?

Hz.İbrahim’in dinler ve dinler tarihi için neler ifade ettiği az çok ortada. Yaşadıkları şu an bütün kutsal kitaplarda yer tutmakla beraber Kur’an’ı baz alırsak hayatıyla ilgili epey bir şey öğrenebiliyoruz. Bütün peygamberlerle benzer olarak dönemin hükümdarına kafa tutuşu, babasına için için üzülerek irşadı, kurban vak’ası, kocamışken Allah’ın mucizesi olarak çocuk sahibi olması, Kâbe’yi inşâ süreci O’nunla ilgili Kur’an’dan öğrenebildiklerimizin birkaçı. Bir de tasavvufun bize öğrettiği, sûretten çok mânâ olarak bizimle beraber yaşayan Hz. İbrahim var.

Meselâ O’nun gibi tefekküre yatabiliyor muyuz? Günlük koşuşturmalardan meselâ Allah’ı yaşamaya, düşünmeye fırsatımız kalıyor mu? Tuttuğumuz futbol takımının haftasonu oynadığı maçı neden kaybettiğini düşündüğümüz kadar veya gelecek düğünde hangi kıyafeti giyeceğimizi dert ettiğimiz kadar O’nu düşünüp dert edebiliyor muyuz? Kendi Nemrud’larımıza “Hakk geldi, sen yok oldun” diyebiliyor muyuz? Sıkıntılarda, ızdıraplarda, en umutsuz anlarda ateşleri gül bahçesine çeviren bir Allah’ın olduğundan haber miyiz? Veya İsmail en sevdiklerimizse, O’nun için fedâ edebilecek miyiz? Bu sorular uzar gider. Kendi fakirâne çapıma göre bu kadar kâfî.

Nâçizâne ne zaman Hz. İbrahim’i düşünsem veya büyüklükte küçüklüğün ne demek olduğunu anlamak istesem aşağıdaki âyetler gelir aklıma. Okurum, gözlerim dolar. Bu yazıyı da O’nun sözleriyle sonlardırmak sanki daha güzel vesselâm.

Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur. Beni yediren, içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O’dur. Ve hesap günü hatâlarımı bağışlayacağını umduğum O’dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla. Çünkü o sapıklardandır. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir ne de evlât… Ancak Allah’a kalb-i selîm ile gelenler. (Şuarâ Suresi, 78-89 âyetler)

Selâm ve muhabbetler ile…

Ne Haber? Cemâlnur Sargut Berlin’deydi

Cemâlnur Sargut Hocamız, “Internationales Literaturfestival” adı altında bu yıl 14.’sü düzenlenen kültür festivali kapsamında, Almanya’nın başkenti Berlin’de 17 ve 18 Eylül 2014 tarihlerinde gerçekleşen iki konferans ile çeşitli yabancı uyrukluların ve Türk vatandaşlarının oluşturduğu bir topluluğa hitab etti.

Hocamız ilk gün festivalin yapıldığı salonda “Dinle” adlı kitabının içeriğinden örnekler vererek konferansını gerçekleştirdi. Cemâlnur Hocamız, festivalin ikinci gününde ise Berlin Şehitlik Camii’nde “Güven” konulu feyizli sohbeti ile izleyicilerle beraberdi. Burada yoğun ilgiyle karşılaşan hocamız, konferansının son bölümünde ilk günkü sohbetinde olduğu gibi sorusu olan izleyicilerin sorularını cevapladı. Aynı zamanda hocamız Almanya programlarının önemine değinerek, burada yaşayanların bu tür programlara çok ihtiyacı olduğunu da sözlerini ekledi.

Almanya’nın başkenti Berlin’de güzel ve mânâsı büyük olan bir camide konferans vermekten hoşnut olduğunu beyan eden hocamızın Almanya programları, Kasım ayında  Frankfurt ve çevre şehirlerde vereceği konferanslarla sürecektir.

 

Bülent Şener

Ellerim O’nun Elleri

Bir devem var. Bir türlü eğitemediğim…
Gitmeye niyetlendiğim yer dışında her yere götürüyor.
Kendisi de bilmiyor nereye gittiğini…
Tutmaya yelteniyorum. Üstüme üstüme geliyor.
Korkutuyor.

Ümitliyim.
Deve tarafından seviliyorum.
Fakat kendisini daha çok seviyor.
Kıyamadım.
Bir dediğini iki etmedim.
Alışkanlık oldu. Sorgulamadan dinler oldum her kelâmını.
Kör oldum.

Duydum.
İşittim ki bir ben varmış benden içeri.
O’nun seslenişi, hükmeden devenin zulmünü hatırlattı.
Eylediğim zulmü fark edemediğime inandım. Gözler açıldı.
Meğer ziyan ediyormuşum kendime, kendimdekine ve şu gariban deveye.
Durdum.
Şükrettim.

Okyanusu hayal ettim.
İdrakim yetmedi de iman ettim.
Tutup deveyi kesmeye niyetlendim.
Öfke, isyan, küfür…
Daha nicesi ile sarıldı etrafım.
Korktum, kaçtım.

Ümitliydim. Vazgeçmedim.
Kendi ellerimle yapamayacağım âşikârdı.
Bu âciz varlığımla neyi becerebilirdim ki?
Bıraktım.

Teslim oldum.
Rüzgâr nasıl eserse o yöne yöneleyim derken,
Elim gidiverdi. Ben değil, elim.
Gitti ama kesmedi.
Boynunu hafiften okşayıverdi.
Aşka geldik.

Devem korkusundan, ben aşktan tutuştuk.
Gördük ki zaten birmişiz.
Yolumuzun da bir olduğunu hatırladık.
Bize her an hatırlatan, bizi unutmuyor.
Çok şükür.

Seyrediyoruz artık tüm varoluşu.
Birlikteyiz. Barıştık birbirmizle.
Kendini bana bıraktı.
Ben de ellerime…

Yoldayız. Yol alıyoruz.
Devamlı yolumuzu şaşırmadayız.
Bize şah damarımızdan yakın olan,
Rahmet yağmurlarıyla bizimle olan,
Her dâim pusulamızı doğrultuyor.
Çok şükür.

Efendim,
Kendinden veren sen olmasaydın
Biz nasıl idrâkine varırdık vermenin?
Vazgeçmenin ve ardından teslim olmanın nasıl tadını alırdık?

Çöllerde aşka geldik. Seninle bahçeleri buluyoruz.
Güneş altına susadık. Senin nehirlerinde içmedeyiz.
Ayın ardında özledik. Seninle kavuşuyoruz.

Seviyoruz.
Çok seviyoruz.
Kendimizden çok seviyoruz.
Sevmekten de öte seviyoruz.
Seni çok özlüyoruz.

Çölde Teslimiyet

Müslüman, teslim demektir. Eğer hâdiseler karşısında nefsimizin bağırıp yakınmalarına rağmen allah’ın takdirine teslim olursak müslümanız demektir. Allah, Kurân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim’in ilk müslümanlardan olduğunu müjdeler, oysa Hz. İbrahim, İslâm’ı getiren Hz. Peygamber’den çok önce yaşamıştır. O, bu hitâba, teslimiyeti sâyesinde mazhar olmuştur.

Hz, İbrahim’in eşi Hacer de bize teslimiyet konusunda büyük örnektir. Hz. İbrahim, Hacer Annemiz ve oğlu İsmail, Allah’ın buyruğu üzerine Mekke’ye giderler. Mekke, dağların arasında çorak bir yerdir. Hz. İbrahim, Allah’ın emriyle eşini ve küçücük evlâdı İsmail’i bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde arkasına bakmadan bırakır. Fakat Hacer Annemiz de bir peygamber eşine yakışır bir eştir. Eşinin arkasından hemen en gerekli şey olan su ve biraz yiyecek aramaya koyulur. Hacer Annemiz orada oğluyla yalnız kalınca ne düşündü, ne duygular içindeydi, onu bilemeyiz; ama bana hep bir sorunla karşılaşınca ondan şikâyet edip isyan etmek yerine, aksiyona geçip o sorunun içinde yaşamayı öğrenmeyi  hatırlatır âcizâne.

Velhâsıl Hacer Annemiz su arama umuduyla Sefâ ve Merve tepeleri arasında bir o yana bir bu yana çâresizlik içinde koşar. Kimbilir belki de umudu azalmıştır, koşmaktan yorulmuştur, ama başka çâresi yoktur. En sonunda belki gücünün bittiği ama son noktaya kadar gayret ettiği anda çıkmıştır zemzem.

Hz. Hacer, benim hayatımda hep hatırladığım ve belki de her hâdisede aklımıza gelmesi gereken bir karakterdir. O çorak yerlerde kalıp ağlayıp oğluyla beraber ölümü bekleyebilirdi, fakat o bir aksiyon insanıydı. Bize örnek olan bir insan…

Hepimiz zaman zaman kendimize göre ağır sınavlardan geçiyoruz. Bu sınavlarda ne kadar gayret edersen et, kızıyorsun, isyan ediyorsun ama yine gayrettesin. Kafanı duvarlara da vursan, kendini yerden yere de atsan, bir nokta var ki oraya gelince her şey değişiyor. Bu, teslimiyet noktası… Tam her şeyi yaptın, karmakarışık duygular yaşadın ve olmadı, çıkamadın işin içinden, kaldın bu sınavdan diye düşündün… İşte “ben yapamadım Efendim, sen nasıl istersen öyle yap” dediğin, gözünü yumup Allah’a sığındığın zaman, gözünü tekrar açtığında görünmez bir elin olayı bambaşka bir şekilde çözdüğünü ya da başka bir forma taşıdığını görüyorsun. Bunu her ne kadar deneyimlediysem de, her  hâdisede aynı yollardan geçiyorum, aynı karmaşa, vıdıvıdı, ve ne zaman kendimi bıraksam çok şükür ki Allah belli bir yola koyuyor.

Allah bize Hz. İbrahim’in ve Hacer Annemizin teslimiyetini nasip etsin inşaallah. Nefsimizi susturup gayreti elden bırakmadan teslim olalım inşaallah.

Âmin.

 

 

Seni Sevdim Kimi Sevdim ise Sevdim Seveli…

Dost olanların ortak özelliği belki de sonsuz bir vericilik ve cömertlik… Onlar nefislerini, kötü huylarını hattâ evlâtlarını düşünmeden verebilecek kadar Allah’ı seven ve O’na güzel bir borç vermenin ve O’nunla dirilmenin zevkini yaşayanlardı…

 

Onlar “Bugün mülk kimin?” sorusuna “Vallahi senin Allah’ım” demenin, gönül beytini “tavaf edenler, ayakta duranlar, rükûa ve secdeye varanlar için” Allah’tan gayrı sevgilerden temizleyerek nefisten kalbe hicretin sırrına erenlerdi.

 

Onlar beni bırakıp sen demeyi, kendilerinden önce başkalarını düşünmeyi, Allah için en sevdiklerini vermeyi seçenlerdi…

 

Cebrâil’in (a.s.) gelip “Bir dizde iki inci olmayacak” diyerek oğlu Hz. İbrahim ile torunu Hz. Hüseyin arasında seçim yapmasını istediğinde “Ekseriyet mahzun olacağına oğlum İbrahim’i fedâ ederim” diyen Hz. Peygamber… “O’nun babası, Peygamber indinde senin babandan daha sevimli idi” diyerek Bedir Savaşına katılan kendi oğluna, Hz. Ebûbekir’in oğlundan daha az para veren Hz. Ömer… “Baba seni seviyorum,” diyen oğluna “Yolumda gitmezsen yarın âhirette oğlum olduğunu inkâr ederim” diyen Hz. Pîr”… Ya da kendi oğluna, çocukluk arkadaşı ve ezel-ebed dostu Server Hilmi Bey’in oğlu Sedat ile ilgili olarak “Kâzım… Bir gün Sedat ile sen muhtaç vaziyete düşseniz ve ben de ancak bir kişiye yardım edecek kudrete sahip olsam, bil ki sana değil, Sedat’a yardım ederim” diyen Ken’ân Rifâî Hazretleri… Hepsi aynı mânânın tecellîleri değil mi?

 

Onlar batıp gidecek olanlara gönül vermediler, aşklarıyla ateşleri gül bahçesine çevirdiler ve ‘Bir dost edinecek olsaydım, Ebû Bekir’i edinirdim. Fakat arkadaşınız, Allah’ın dostudur’ diyen Hz. Peygamber gibi O’ndan başkasına el açmayıp dost edinmediler.

 

“Bir saniye nefsine hâkim olmanın yıllarca âlemleri idâre etmekten daha büyük bir muvaffakiyet olduğunu” biliyorlardı. Ve nefisleri de “Babacığım, sana emredilen ne ise onu yap; inşaallah beni sabreden biri olarak bulacaksın” diyerek, ruh gibi olan Hz. İbrahim’in önünde boyun kesen Hz. İsmail gibi terbiye ve tekâmüle hazırdı.

 

Onlar Allah’ı bilmenin tek yolunun teslim olmak yani İslâm olduğunu biliyorlardı. Bu rüyâ âleminde hayâlden ibâret olan varlıklarından geçip Allah’ın mârifet ilmiyle kazanılan ebedî ve ezelî diriliğin, Kevser’in sırrına erdiler. Her yerde Sevgili’yi görmenin, O’nu bilmenin, O’nu sevmenin ve O’nu anlatmanın zevkiyle yaşadılar.

“Dost sanki bir münâdî idi. İnsanları tevhidin getirdiği ulvî ve ölümsüz hasletlere dâvet etmekten bıkıp usanmıyordu. Amma bu seslenişi, dünyadan bir şeyler istemek ve almak için değil, sadece vermek içindi. Zîra o âleme, almak için değil, vermek için gelmiş bir müstesnâ idi. Sevgisi, imânı, bilgisi, hayat üslûbu ve dünya görüşü, sanki yağmalanmak için ortaya dökülmüş bir gazâ malı idi. Bütün sermâyesini, ömür boyu, mezat etmeye doymayacak olan Dost, verdikçe veriyor, cömertliğine hudut, ölçü olmuyordu.”

İşte Dost’u en güzel anlatan Kalem böyle yazmıştı. Onlar “Sabah kalkınca bugün hangi kardeşimin kalbini sevinç ve neşeyle doldurabilirim” diyen Harakânî Hazretleri gibi bu güzelliği, bu ilmi, bu mânâyı paylaşmanın zevki ve heyecanıyla yaşayıp her şeylerini bu uğurda veren ve Sevgili’nin huzuruna hiç olarak varanlardı.

Bu mânânın ve o güzellerin yüzü suyu hürmetine, bu rüyâ âlemine bir Halil ve bir Hatice’den doğarak gelen fakire ve herkese, “Dost”luktan “Habib”liğe geçmenin ve onların zerresine benzeyebilmenin sırrını idrâk nasip olsun inşaallah…