Zulümle Mücadele

Oruç tutalım tutmayalım, bal kavanozuna batmışcasına bir neşe ile geçirdik Ramazan’ı. Yılın en sıcak aylarına denk gelen bu uzun günlerde özellikle susuzluğumuzu ayrı bir zevkle yaşadık. Akşam üzerlerine doğru donuklaşan bakışlarımızı ve ofisteki toplantılarda tutuklaşmalarımızı bile neşeyle kabul ettik. Çocukça bir muziplikle -normalde yemek yemediğimiz saatlerde yaptığımız- iftar sonrası karpuzlu, dondurmalı kaçamakları da çok sevdik. Tüm mahalleli toplanıp Fenerbahçe sahilinde yaptığımız piknik iftarları da… Az uyuduk, az yedik. Kısaca Ramazan’da tüm alışkanlıklarımızı terk ettik, etmeyi de sevdik. Orucun lûtfunu idrak ettik; Allah’ın bize “seni seviyorum kulum” hitabı gibi aldık kabul ettik bu lûtfu. Şükrü ile erdik bayrama.

 

Çocukca neşenin yaldızlı kağıdını sıyırsam bu mübârek aydan, bana gerçekten geriye kalanlar nelerdir bilemem elbet. Yeteri kadar tefekkür edememiş, duâ ve niyâza yeterli vakti ayırmamış olmak, Allah’la daha fazla râbıta kurmak için çok fırsatı kullanamadığımı bilmek, neşemi bir anda kaçırıverirdi muhakkak. Ama bu satırları yazdığım bayram hafifliği içinde erteleyiveriyorum yine tefekkürü bir daha… Sarmal oldu, kaçıyor benim tefekkür fırsatları…

 

Bütün ay boyunca sokaklarda sanki Ramazan diye bir gerçek yokmuşcasına nispet yaparak yiyip içmeye devam eden, hatta kamusal alanda yasak olmasına rağmen sahilde biraları deviren insanlara ne de içerlemiştim oysa. İçerlediğim onların inançları ve tecihleri değil, tövbe; yalnızca başkasının inancına gösteremedikleri saygıya. Ne zaman kaybettik Budistin bile inancına hürmet eden lâtif yanımızı?

 

Neşeli bir yazı olsun istiyorum bu sefer ama belime sarılmış lastiklerle bağlıyım karamsarlığa. Ne kadar uzanmaya çalışsam da iyimserliğe doğru, ancak bir parça koparıp lastiğin esnekliği bittiğinde şak diye yapışıveriyorum karamsarlık duvarına geri. Bak yine döndüm meşrebimin terkisine.

 

Peygamber ahlâkını hâl edemediğimiz için letâfet ve zarâfetten uzak, özür dileyemeyen, teşekkür edemeyen, kendinden farklı olana içten bir selâm dahî veremeyen, farklılıkları hoş göremeyen ve bu nedenle günbegün ayrışan bir toplumun çırpınışları var benim duvarımda.

 

Bir tek kendi milletim mi? Bütün Peygamber ümmetinin çırpınışları oynaşmıyor mu bu duvarda?

 

Dünyanın çeşitli yerlerinde zulüm altında ölen din kardeşlerimin aksi yansıyor bu duvara. Bir başka tarafta mezhepçilik kavgasında birbirine kırıldığı için kendi yurdundan kopmuş, sokağıma kadar gelmiş, yaşamak için bana el açan ama hiçbir şey yapamadığım sayısız masumun gözleri yansıyor. Hele bir diğerinde ise kendilerince Allah’ı memnun etmek için şeriat devleti kurmaya çalışan ama Allah’ın mânâsını Peygamber’de ve onun her devirdeki vârislerinde seyretme zevki ellerinden alındığı için, bulandıkları cehâletin cesaretiyle mübârek insân-ı kâmillerin makamlarını yerle bir edenlerin, insanlara eziyet edenlerin tozları yapışıyor. Kalabalık benim karamsarlık duvarı…

 

Ben bu duvardaki akislere üzülüp ağzım dolu dolu zalimle uğraşadurayım. “Lâ fâile illâ Allah” (“Yapan yaptıran yalnız Allah’tır”) deyip zulümle mücâdele eden ama zâlime bile dünya sahnesindeki rolünü iyi oynadığı için hürmete devam eden sultânım Cemâlnur Sargut çıkmış, dünyanın her yerinde tasavvuf kürsüleri kuruyor. Orada her meslek erbabı gelip yüksek lisans ve doktora yapsın da Peygamber ahlâkını hâl etsin, sonra mesleğinde bu ahlâk üzere olsun diye. İnsan duygusundan daha iyi anlayan, daha anlayışlı, daha sevecen daha çok doktorumuz olsun diye. Hakkıyla çalışan, hizmet aşkıyla yüzümüze bakan daha çok memurumuz olsun diye. Yalan söylememeyi, farklılığı sevmeyi, insana, hayvana ve nebata sevgiyle yaklaşmayı çocuklarımıza öğreten öğretmenlerimiz olsun diye. Üreticiden, çiftçiden alıp da boğazımıza attığımız lokmalara güvenebilelim diye. Bu dinin lânet dini değil sevgi dini olduğunu herkes anlasın ve hâl etsin diye okullar kuruyor sultânım. Ahlâk-ı Muhammedî’yi anlatıyor. Şekli kaybetmeden özün güzelliğini gösteriyor. Dini tek bir kurumun konusu yapmaktan herkesin konusu olmaya doğru götürüyor. Güzel ahlâkın birleştiriciliği etrafında topluyor insanları. Farklılıktaki birliği anlatıyor. Ayrışıp kendi değerlerini dinin değeri gibi gösteren ve bunun üzerinden insanları kıranlara inat çırpınıyor “din güzel ahlâktır” diye.

 

Ben karamsarlık duvarıma yansıyanlara yalnızca üzüledurayım; mücâdele için şimdi sultânım çıkmış bir devrim yaratıyor.

 

The following two tabs change content below.

Emine Ebru

Orta halli, sıradan bir Türk ailesinin yine orta halli, sıradan çocuğu olarak yetişmiş bu fakir. Hayatının ilk 30 yılını gayretiyle dünyada mekan kurmaya harcamış; akıllı insan olmayı, hayırlı evlat olmayı, iyi okullarda okuyup kariyer yapmayı bir de kendini çocuklarına feda eden türden anneliği en ala hayat sanmış. Dünyayı kontrol edebileceğini sanmış, edemediğini gördüğü her anda da yaygarayı basmış. Sonra bir el öpmüş ve yıllarca kurduğu kumdan kaleleri yıkılıvermiş. Bütün kavramlar, bütün renkler, iyiler kötüler birbirine karışmış BİR olmuş. Artık varlık iddiasını yok etmeye, nefsine galip gelmeye ve aklı bu sefer gönlüyle bulmaya çalışıyor. Kul olmaya çalışıyor. Her an hata yapmaya devam ediyor, edeceğini de biliyor ama en azından niyetlerini ve tevbelerini temiz tutmaya çalışıyor.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın