Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Gazze’de İslâm Âlemini Büyük Bir Hizmet Bekliyor”

“Gazze’de İslâm âlemini büyük bir hizmet bekliyor”

Gazze’de yaşanan zulüm, geçen Temmuz ayına damgasını vurdu. Filistin halkı, İsrail’in havadan ve karadan yürüttüğü askerî operasyonların tazyiki altında inliyor. Bu halk, her bakımdan yaralı, sıkıntılı, muhtaç… Ortadoğu’da bir şehir, o şehrin Müslüman halkı, bütün dünyanın gözleri önünde katliama uğruyor. Bu vahşet ve bizlerin almamız gereken tavır hakkında Cemâlnur Sargut Hocamızla sohbet ettik.

Soru: Çok elim bir hâdise yaşanıyor Gazze’de… Allah’ın zulmetmeyeceğine, cemâlinin celâlini örteceğine, dolayısıyla bütün bu sıkıntıların sonunda bir hayır olacağına imân ediyoruz. Bu bakımdan Gazze’de yaşanan bu hâdiseyi nasıl anlamalı, nasıl değerlendirmeliyiz? İdrâkimizde nereye koymalıyız?

Cemâlnur Sargut: Takdir edilmelidir ki çok acı şeyler yaşanıyor Gazze’de… Asıl şaşılacak şey, bu ara Müslümanların başında bu sıkıntılı hâdiselerin oluşu… Maalesef Batı âlemi kendisine düşman olarak İslâm’ı seçtiğinden beri İslâm dünyası çok acı şeyler yaşıyor. Bunu görmemek mümkün değil.
Peygamber’in “Komşun açken tok yatamazsın” hadisi bile bize Gazze’de yaşananlara bîhaber kalamayacağımızı anlatıyor. Tabiî ki işin iç yüzünde Allah’ın takdiri var, o takdire karşı gelmek mümkün değil tabiî ki ama Allah, zâlimin zulmüne eşlik etmeyi bize yasakladığı için bizden büyük bir hizmet bekliyor. Ben böyle zamanları hep Allah’a yaklaşmak için bir fırsat olarak değerlendirir ve hep nasıl hizmet edebileceğimi düşünürüm. Dolayısıyla da bu hâdisede kalbimizi döndürmeden, olanları büyük bir üzüntüyle karşıladığımız hâlde, Allah’ın takdirine itiraz etmeden, çok büyük bir hizmet İslâm âlemini bekliyor diye düşünüyorum. Bu hizmetin çeşitli şekilleri var. Duâlar, maddî yardımlar, mânevî destekler vs.
Şu an çeşitli kuruluşlardan öğrendiğimize göre 250 bin kişi maalesef sokakta, 10 bin tane ev yıkılmış, 35 bin ev içine girilmez durumda… Orada bir soykırım yapılıyor, bunu kabul etmek lâzım. Ve karşısında Yahudi âleminden çok siyonist âlem var. Siyonist âlem, “izm”lerle hareket edenler, karşısındakini insan olarak görmeyip yok etmeye yönelik hareket eden gruplardır. Onun için mücâdelemizi “izm”lerle yapmalıyız. Dinlerle, imanlarla, inançlarla değil, “izm”lerle yapmalıyız.
“İlk yapmamız gereken, Gazze’deki yetimleri devralmak olmalı”
Gazze bizim için kanayan bir yaradır. Gece rahat uyumak İslâm âlemi için mümkün değil. Yani yemek yerken bile insan çok büyük bir hüzün duyuyor; onlar açken, onlar yemek bulamazken ben bu lezzetli yemeği nasıl yiyorum diye… Tabiî insanları, kamuoyunu bilinçlendirmek gerektiğini de düşünüyoruz. Çünkü birçok kişi televizyonda seyretmiyor, hâdiselerden haberi yok. Allah razı olsun, çok ciddi şekilde çalışan kuruluşlar var. İnsanlar onlara hizmet edilebilir.
Ama ben yeni duyduğum bir kampanya için aktif olmak istiyorum: Yetime hizmet kampanyası… Mâlûm, Gazze’de yetim sayısı çok artmış durumda… İHH, 90 TL’lik bir kampanya açmış. Herkes istediği sayıda yetime bakabiliyor bu sâyede. Dolayısıyla ilk yapmamız gereken, oradaki yetimleri devralmak çünkü bu, âyet ve hadislerde de bize çok hatırlatılan ve evlâdın zekâtı olan bir şey.
Soru: Bu tür hâdiseler karşısında hissettiğimiz çâresizlik, aczimizi bilmemiz için midir?
Cemâlnur Sargut: Mutlaka bizim de çabalarımız belli bir acz içinde yapılıyor; aczimizi biliyoruz, idrak ediyoruz. Ama aczimizi bilmek çabamızı engellememeli. Allah, Kur’ân-ı Kerim’de çalışmamızı emrettiği için, biz gayretimizi göstermekle vazifeliyiz. Şu anda öğrendiklerimize göre –yakın tâkipteyiz- Gazze’ye hiçbir şey sokulamıyor. Ne eşya, ne sağlık yardımı… Ancak orada ticaret devam ettiği için para gönderilebiliyor. Herkes güvendiği kuruluşlar vâsıtasıyla oraya para gönderebilir. Bu arada Başbakanlık’ın kampanyası var. Ayrıca Kızılay’ın ve İHH’nın… Bunlar en güvenilen, orada ciddi çalışan kuruluşlar… Yâhut herkes bir proje yapabilir, bu projeler değerlendirilebilir.
Soru: Zulüm karşısında mutasavvıf bir Müslümanın tavrı ne olmalıdır? Sâmiha Ayverdi’nin “zâlim ile değil, zulüm ile mücâdele etmek” düsturunu bu çerçevede nasıl değerlendirebiliriz?
Cemâlnur Sargut: Yardım, insan olma yolunda en büyük hizmettir diye düşünüyorum ben… İnsanı diri tutar, çünkü “Sadaka verenin ömrü uzar” hadisinden anlaşıldığına göre, insanın ömrü ezelden belirlendiğine ve asla şeklen uzamayacağına göre, demek ki sadaka verince ölü olan hayatımız diriye dönüyor. Dirilmemiz için hizmet etmemiz ve yardım etmemiz şart. Kendimizin maddî imkânları olmayabilir ama maddî imkânları olanları uyandırmak bile çok büyük bir yardımdır. Mümkün olduğu kadar bol bol duâ çok büyük bir yardımdır. Dokuz kişi birleşip her biri 10 TL vererek hizmet edebilirler; bu çok büyük bir yardımdır. Kurban paralarını oraya göndererek yardım yapabilirler. Öğrendik ki orada bir kurban 5 bin lira, çok pahalı… İnsanlar açlar, dolayısıyla kurban paraları oraya giderek çok büyük bir hizmet yapılabilir. Tabiî ki bu yeterli değil. İnsan her an ne yapacağım diye düşünmelidir.
“Kişilerle kavgalı değiliz; mücâdelemiz zulümle…”
Maalesef Türkiye’nin çok büyük bir eksiği, hâdiseler patlak verdiği anda, büyük tepkiler gösterip sonra asıl ihtiyaç olduğu anda insanların çok çabuk hâdiseleri unutması… Halbuki buraya bir yardımın senelerce ve düzenli olarak gitmesi gerekebilir. Çünkü hiçbir şeyleri kalmadı insanların; çok feci durumdalar.
Tabiî ki bütün dinlerden insanlara ve sıkıntılı olan herkese yardım etmek vazifemiz ama “önce komşun” denildiğine göre, Müslümanlık âlemi bu kadar sıkıntıdayken önce onlardan başlamak gerektiğine inanıyorum. Ve Gazze’den başlamak gerektiğine… Kişilerle kavgalı değiliz; zulümle mücâdele etmenin ön planda olduğuna inanıyorum.
Soru: Sizin Gazze problemi karşısında yapmayı planladığınız ne gibi faaliyetler var?
Cemâlnur Sargut: Ben şahsen bir kitabımın – ölüm ile ilgili hazır bir kitabımın- gelirini tamamen Gazze’ye bırakıyorum. Bu da benim için bir çaba olmayacak, çünkü ben kitaplarımdan para almıyorum. Ama Allah razı olsun, çalıştığım Nefes Yayınevi, bu kitabın gelirini tamamen Gazze’ye bırakmaya karar verdi. Ben de çeşitli kampanyalarda, konuşmalarda Gazze’nin ne kadar mağdur durumda olduğunu anlatmaya çalışacağım.
Bu yolda yapılan her şey, Allah’a şükürdür. Biz bu durumda olmadığımız için âdetâ utanç duyup yardım ederek Allah’a şükretme yoluna gidebiliriz. Artık rahat uyuyamayız, rahat yemek yiyemeyiz. Hepimizin yapması gereken çok şey var. Bu sırf Gazze değil; daha sonra Irak’ta, Türkistan’da yaşananlar, Çin’de yaşananlar… Bu, başka Müslümanlara da nasıl hizmet edebileceğimiz şeklinde bir düşünce de getiriyor insanın aklına… Görülüyor ki İslâm âlemi hakikaten zor durumda. Tamam, duâmızı edelim bütün gücümüzle; ben de yeni geldim umreden ve orada da imamlar bütün Ramazan ve bayram boyunca ağlayarak duâ ettiler, ama bu da yeterli değil. Daha fazla çalışmamız lâzım. El ele vermemiz lâzım… Ben şahsen, halkı yetim için kampanyaya dâvet ediyorum. Bir 10 lira en fakirin bile bütçesini zedelemez. Ama 10 lira, bir insana yaşam gücü verebilir.
Afrika’dan bir yetimin, kendisine yardım eden bir Türk hanıma yazdığı mektup beni çok etkiledi. “Anacığım” diye başlamış, “Beni düşündüğün için sana teşekkür ediyorum” demiş. Orada hiç tanımadığı bir kadına “anacığım” diyecek kadar ona sığınmış bir çocuk var . Bir Müslüman çocuk… Onun için insanlar lütfen artık harekete geçsinler ve hizmet etsinler.

Gazze Yanıyor

Yurdumdaki insanların ekserisi gibi ben de televizyon izlemeyi severim. Diziler, filmler, yarışma programları derken haber programları da kumandamın tuşlarına takılır. Genelde gazetelerin üçüncü sayfalarında yer bulan cinsten adlî vakalar “Allahım, sen evlerden uzak et!” minvalinde bir duâ ve kulağı çekiştirip tahtalara vurmakla geçiştirilir. Ama bazen öyle haberler takılır ki insanın gözüne, ne yutabilirsin ne geçebilirsin… Midene bir yumruk iner gibi olur, bir dakika nefessiz kalır, sonra tekrar nefes almaya başlamak için beklemek zorunda kalırsın. Son günlerde Gazze’den gelen çocuk görüntüleri yumruk üzerine yumruk indiriyor mideme. Nefes alamıyorum.

Kimisinin cansız bedeni iniyor darbe olarak, kimisinin yaralarının acısıyla kıvranan yüzü. Bazısı ise anasını, babasını kaybetmiş olmanın verdiği o korunaksızlık içinde, korku ve çaresizlik dolu bakışlarıyla çıkıyor karşıma. Söylesenize hangisine daha fazla üzüleyim?

Savaş var Gazze’de. Yok, hayır aslında savaş demek yanlış bir ifade olur: Kıyım var Gazze’de! Gücü elinde tutanın güçsüze zorbaca yaptığı kıyımın çığlıkları var. Ve çocuklar yine başrolde.

Filistinli hemcinsim ağlıyor; doğduğu, büyüdüğü, atasından miras aldığı vatan toprağını yıllardır kendine dar edenler var. Oysa ben sınırları belli ve dünyaca tanınan bağımsız bir ülkenin vatandaşıyım. Söylesenize, nasıl anlarım ben onu?

Benim hemcinsim evinin üzerinde toplarla, tüfeklerle sürekli dans ettikleri için sabah çatısı yerinde kalmış olacak mı bilemiyor. Oysa ben eskiyen koltuklarımın yüzünü ne zaman değiştirsem planı yapıyorum. Söylesenize, nasıl anlarım ben onu?

Hemcinsim evlâdına çorba kaynatacak erzağı bulamıyor. Oysa ben değişiklik olsun çocuklara diye haftanın belli öğünlerinde dışarıdan yemek söylerken bulabiliyorum kendimi. Söylesenize, nasıl anlarım ben onu?

O kardeşim evlâtları için gece silâh seslerinden uyuyamadılar diye üzülemiyor; evlâdı en azından o an için sağ ve yanında diye şükrediyor muhakkak. Hele yanıbaşındaki anacık, ölen evlâdının acısından göğsünü yumruklarken…

Gazze’de yine çocuklar başrolde. Biliyor musunuz, çocuk cesetlerini dondurma dolaplarında bekletiyorlarmış. Bu yaz günü neşe ile dondurma yemeleri gerekmiyor muydu onların? Bu nasıl bir ironidir ki bize ibret olsun diye vuku bulmuş.

Yapan yaptıran Allah’tır muhakkak. Söyleyecek sözüm, isyan edecek haddim yok elbet. Yine de zulümle mücâdele üzerime vebaldir. Bu mesele farklı siyâsî görüşlerin münâzara malzemesi olmanın çok daha ötesinde insan olmakla ilgilidir. Hangi siyâsî görüşü temsil ediyor olursam olayım, biliyorum ki hiçbir önemi yok. Ben dindar da olabilirim, dinsiz de… Zengin de olabilirim, fakir de… Birilerini seviyor da olabilirim, nefret ediyor da… Bu konu farklı; bu konu insan olmakla ilgili. Eğer içimde zerre kadar insan olma kaygısı varsa, Gazze konusuna duyarsız kalamam, kalmamam lâzım.

Beni oradaki hemcinsimden daha ayrıcalıklı ya da daha üstün kılan gerçekte hiçbirşeyimin olmadığının bilinciyle duyarsız kalmamalıyım. Ben yalnızca daha şanslıyım. Ne yapabilirim bilmiyorum ama işe önce onun acısını paylaşmakla başlamam gerektiğini biliyorum. Yürekten paylaşmakla…

Sonra belki oralara hizmete gidemem ama buradan da olsa çaba gösterebilirim. Öncelikle belli markaları artık satın almayı bile bırakırsam biliyorum ki başlarına inen kurşunları gönderenlere ortaklık etmemiş olurum.

Belki kendi bütçem içinde planladığım bir harcamadan onlar için vazgeçerim. Açılan kampanyalardan birine az da olsa bir katkıda bulunurum. Belki ilâç, belki gıda olarak ulaşır hemcinsime.

Ama asıl dualarıma katarım onları. Bu zorbalık son bulsun ve geceleri rahat bir uykuya kavuşabilsinler diye…

Gazze’de bombalar patladı: Her yer toz duman. Sarı sıcak bir yaz yaşanıyor, çocukların dondurma yiyemediği…

 

Defîne

“Gazze’de yaşanan insanlık dramı devâm ediyor…” Genelde Gazze haberlerine böyle başlıyor sunucular. Aslında bundan sonra söyleyeceklerini söylemeseler, sâdece görüntüleri izlesek de yeterli. Gazze’de ve dünyânın birçok yerinde yapılan zulümler, soykırımlar, medenî devletlerin insanlıkla dalga geçişi gibi. Medeniyetin teknolojiyle, ekonomiyle, askerî güçle kurulamamış olduğunu tüm açıklığıyla görüyoruz. Bu medeniyet kavramının içinde insan yok, sâdece değişken menfaatler var. Hak-hukuk, özgürlük, insanlık konularında mangalda kül bırakmayanların ne kadar dürüst oldukları da apaçık meydanda.

Düşünün; bir an için yaşam duruyor, her şey donuyor, sesler susuyor, işte oradasınız. Seyrediyorsunuz etrâfınızda olan yıkımı, Allah’tan başka kimsenizin olmayışını seyrediyorsunuz. Öylesi bir gariplik hissi sarıyor ki insanı, bir anda her şey yabancı geliyor. Menfaatlerini ilgilendiren bir şeyiniz olmadığı için bütün dünyâ size kör, sağır. Bu nasıl bir umursamazlık, nasıl bir vurdumduymazlık? Hani insan hakları, hani medeniyet, özgürlük hani, hukuk hani?

Hayâtını yitirdi dediğimiz insanlar için, o minik bebeklerden, yürümeye mecâli olmayan ninelerimize kadar bütün şehitlerimiz için hiçbir sorgunun, sıkıntının olmaması, lûtuf üstüne lûtuf olması nedeniyle mahzun değilim. Onlar için başım hep dik, gözlerim sâdece onlardan ötürü duyduğum gururdan dolayı yaşarabilir. Çünkü onlar Allah tarafından en nasipdar kılınan kullar. Asıl boynumu büken, Cemâl’e yürüyenlerin ardından kalıp bütün bu zulmün içinde yaşamaya çalışan âilelerinin, yakınlarının durumu. Kendini kaybetmemek zorunda olanların, başını dik tutarak hak mücâdelesine devâm etmek zorunda olanların hâli en zoru.

Maddî şartların olumsuzluğu bir yana, mânevî şartların olumsuzluğu yakıyor insanın içini. Bâzen yemekten, ilâçtan daha çok ihtiyaç olan şey “insan” oluyor. İnsan, kardeş eli, dost yüreği sizinleyse, yaranızı, açlığınızı hissetmeden mücâdele etme gücünü bulabiliyorsunuz. Çünkü bâzen âilenizden birinin cenâzesinin nerede olduğunu bile bilmiyorsunuz. Bâzen cenâzenin yerini bilseniz, yanına gidemiyorsunuz, defnedemiyorsunuz. Bâzen de bir kayıbı “ya yaşıyorsa, nerede, ne hâlde?” diye bir ümitle gözünü kırpmadan, zaman donmuşçasına beklemek, cenâze haberinin gelmesinden daha zor oluyor. Bunları yaşayanlar biliyor. Her gün bu ve benzeri nice olaylar yaşanıyor.

Filistin gibi, Doğu Türkistan gibi daha birçok ülkede yaşanan zulümlerin, soykırımların boyutlarıyla, medeniyet dediğimiz “tek dişi kalmış canavar”ın gelişim boyutları yarış hâlinde gibiler. Târihi bilmemek, ondan ibret alamamak, eğitime-öğrenmeye gayrette gevşek davranmak ne yazık ki bizleri kültürümüzden, özümüzden nihâyetinde birbirimizden uzaklaştırarak zayıf bırakıyor, yaban rüzgârlarının önünde savrulmaya doğru itiyor.

Hepimizin geleceği için bu gidişâta karşı bir uyanışla birlik olup, diriliği sağlamak zorundayız. Önce biz uyanık olalım, bilinçli ve güçlü olalım ki milletimize, kardeşlerimize de faydalı olabilelim. Acıda, umutta, mutlulukta bir bütün olan bizler; her zorlukla birlikte Allah’ın tecellisini daha bir güzel görebilme direnciyle hak mücâdelesini sürdürmede de birlikte olalım. Bu celâlî tecelliyle birlikte, her şeyde Hakk’ı görerek çok çalışalım. Elbet bu enkâzın altında gün ışığına çıkacak bir defîne vardır. Ve kimbilir, belki de her şey bunun içindir…

 

Aynı Çatı

Son zamanlarda Müslümanların çektiği acılar hepimizin içini kan ağlatıyor. Birçok bölgede Müslümanlar zulüm altında. Peki biz bu hâdiselere nasıl bakmalıyız? İslâm gözlüğünü takarak olayların iç yüzünü nasıl idrâk etmeliyiz?
Hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanıyorsak, Gazze’deki hâdiselerin de Allah’tan geldiğini idrâk etmeliyiz. Allah bize birşey göstermek ya da öğretmek için bizi çeşitli sınavlarla kendimize getirmek ister. Gazze’de acı olayların yaşanması bizim Yahudilere karşı düşmanlık beslemememiz için değil, İslâm dünyası olarak kendi eksiklerimizi görüp düzeltmemiz gerektiğini göstermek içindir. Âcizane, bu şerrin hayra dönüşmesi için, ah edip vah etmek yerine zâlim ile değil, onların yaptığı zulüm ile mücâdele ederek kendimize çeki düzen vermeliyiz.
Sâmiha Ayverdi Hocamızın, sağlığında Arap emirlerine ve devlet başkanlarına, İslâm dünyasının birleşmesi konusunda birçok mektup yazdığını biliyoruz. Bu büyük sultan, bugünleri önceden görmüş olacak ki, İslâm dünyasının mezhep ve düşünce farklılıklarıyla bölünüp pâre pâre olacağının uyarısını önceden yapmış. Şimdi birçok İslâm devleti, Ortadoğu’nun ortasındaki bu hâdiseye karşı kulaklarını tıkamış oturuyor. Her ne kadar kulaklarımız tıkasak da, gözlerimizi sımsıkı yumsak da bu hâdisede bizim de payımız var. Biz meşrep ayrılıklarını bahâne edip bölüne bölüne Peygamber Efendimizin yolundan arka sokaklara saptık. Kimimiz yolunu kaybetti ve savruldu, kimimiz kendi mezhebi daha iyi diye böbürlendi. Oysa büyük olan Allah, Peygamber ve onun izinden gidenler… Bize düşen, farklılıklara saygı göstermek, Peygamber’in yolundan gitmek ve farklı devletler olarak beraberce aynı sancağın altında yaşamak.
Allah bizi uyandırmak, harekete geçirmek için celâliyle tek yolu işaret ediyor. Zâlimi tıpkı bir maşa gibi zulmettiriyor. Ama unutmayalım ki, zâlim de Allah’ın kuludur. Âcizane Gazze bize diyor ki, artık İslâm devletleri birleşmeli. Mezhep ve düşünce farklılıklarını vurgulamayı bırakıp aynı çatı altında mezhep ve meşreplere saygı göstererek Peygamber’in sancağı altında toplanmalı. Biz de bu birleşme için önce kendi çevremizdeki farklı meşreplere saygı gösterip kabul etmeyi öğrenmeliyiz. Ve bu halka büyüyerek kocaman bir İslâm dünyası haline gelmeli.
Farklılıkları hoşgörerek birlik beraberlik içinde yaşamayı ve sevgi ve merhamet ile birleşip tek bir yürek olmayı Allah nasip etsin inşaallah.

 

Gece Yürüyen Kurtuluş Fırkası

Dünya perdesinde oynanan oyunun yine en ateşli sahnelerinden birini yaşıyoruz. Kimimiz huzurlu hayatında bir fark hissetmiyor. Kimimiz bu huzurun içinde, ilâç tadında bir sızıyı yüreğinde duyuyor. Belki de çoğunlukla unutup kahkahasının son deminde Filistin’de yaşananı hatırlıyor.
Nedir bu beş vakit duâlarımıza dahil olan savaş yerlerinin hikmeti? John Lennon’ın algı seviyesi düşük “Imagine” şarkısı gibi mi düşünmeliyiz? “Savaşların olmadığı, herkesin barış içinde yaşadığı”nı mı hayal edeceğiz?
Allah bizi böyle yaratmadı. Melekler dahi insan yaratıldığında idrakte zorlandılar. “Ve düşün ki rabbin melâikeye «Ben Yerde muhakkak bir halife yapacağım» dediği vakit «Â!.. Orada fesat edecek ve kanlar dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın?. biz hamdinle tesbih ve seni takdis edip dururken» dediler. «Her halde ben sizin bilemeyeceğiniz şeyler bilirim» buyurdu” (Bakara, 30).
Fakat Allah savaşmaktan hoşlanmayan insanlara, zulme karşı savaşı farz kıldı. Bunu da kaidelere bağladı. Bir fırka ise tarih boyunca savaşmayı sevdi, saldıran olmayı seçti. Bu da mülk âleminin kuralı değil mi?
Neticede cihat hepimize farz, ama nefsimiz ve zulme karşı mı, mazluma karşı mı cihat edeceğimiz mühim. Bugün dünyayı kan dökerek idare eden zümre, atalarının yazdıkları dinde kendilerini seçilmiş ırk olarak adlandırırlar. Peki nedir seçilmiş olmak? Tevrat’ta Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkardığı, kutsal topraklara yol alan İsrailoğulları’na Allah’ın böyle bir vaadi vardır. Ancak şartı da vardır bu vaadin. “İsrailoğlu” olabilmek; yani dünya karanlığında, zulmette Allah yolunda sapmadan yürüyor olmak. Allah’ın güçlü kıldığı kul olmak. Hakiki Musevîler bu ayırımı pek de güzel bilirler. Bu yüzden her sene New York gibi bir metropolde toplanıp zorbalıkla kurulmuş olan devleti protesto ederler. Ama haber kanallarında denk gelmeyiz bu görüntülere.
Hz. Peygamber (s.a.s) Ebû Hureyre’den rivayet edilen bir hadislerinde: “…. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, kurtuluşa eren fırka (Fırka-ı Naciye) dışında kalan yetmiş iki fırka Cehenneme gidecektir” buyurmuşlardır. Ayrıca bu türden olan hadislerin devamında sahâbîlerin, Fırka-ı Naciye’den sormaları üzerine Hz. Peygamber, Fırka-ı Naciye’yi “Benim yürüdüğüm yola ve bu yolda beni takip eden ashâbımın yoluna uyanlardır” diye tarif etmiştir. Bu “Fırka-ı Naciye”, “İsrailoğulları” kavramıyla ne güzel örtüşmektedir. Yani kurtulan fırka, aynı zamanda Peygamberinin izinde, mülk âleminin karanlığında yürüyen zümre olmalıdır. Tasavvufta bu zümrenin özelliği ayrılık yaratan değil birleyici olarak tarif edilir. O halde üzerine füze düşen çocuğun acısını, İstanbul’daki konforlu ortamında hissetmeyen, kurtuluş fırkasına dahil olamaz değil mi? Ya da “ben yaratılış itibariyle diğerlerinden üstünüm” diyen gece yürüyebilmiş, kurtuluşa ermiş sayılamaz.
Kur’an bize piyonlara bakmayı değil, Yaradan’ın sembollerini okumayı öğütlüyor. “Âyet”in kelime mânâsı dahî “işaret”. İşaretleri okumaya çalışırsak karşımıza, yolunu terk etmiş bir zümrenin yaptığı katliamı görüyoruz. Diğer tarafta İbranice kökü “Kuvvet sahibi, sağlam” anlamına gelen bir yerde, Gazze’de ise mazlum ama Allah’ına teslim bir İslâm topluluğu.
Allah hepimize “sağlam” tarafta ve kurtuluş yolunda olmayı nasip etsin.

 

Sebepler Kifâyetsiz Kalınca

Tasavvuf ile tanışmış her kim var ise bilir ki, her iyide biraz kötü, her kötüde biraz iyi vardır; ve ikisinin de kaynaklandığı yer mutlak sûretle aynıdır. Fakat bazı hikâyeler vardır, neyin iyi, neyin kötü, kimin haklı, kimin haksız olduğunun hiçbir önemi yoktur. Zira mühim olan sonuçtur. İşte haftalardır Gazze’de yaşananlar benim için böyle bir hikâye…

Ben kendimi dünya politikası üzerine beyânatta bulunacak kadar donanımlı görmüyorum. Benim işim, benim içim, bizim işimiz, bizim içimiz, siyâset değil; hiçbir zaman olmadı. Fakat bu konularda çalışan birçok kıymetli hocamızın yazılarını okumaya devam etmekte, öğrenmeye, anlamaya çalışmaktayız.

Bugün herhangi bir kimse internette, tek bir dilde şöyle kabaca bir araştırma, tarama yapsa, Filistin taraftarı sayısız profesörün yazılarını ve hemen yanında İsrail taraftarı sayısız profesörün savunmalarını bulabilirler.

Benim gibi şanslı iseniz, belki üst komşunuz İsrailli’dir ve uyayamadığı geceler, kapınızı çalıp su kaçağını tâmir etmeye gelen Türk teknisyene Kanada doğumlu olduğunu söylediğini anlatır. Babasını da eşi diye tanıttığını… Zira ülkesinde yaşananlardan utanmaktadır. Korkar garip…

Diyelim birimiz veya hepimiz, bütün günlerimizi ve hattâ aylarımızı işin ‘gerçeği’ni bulmaya adadık. Bu konudaki uzmanların araştırmalarını bulduk, okuduk; komşumuzu, arkadaşlarımızı dinledik. Diyelim ki, bir sürü yeni ve değerli bilgi kazandık. Peki elimize geçen bütün verileri tartarken, netice fark eder mi? Biz kim haklı, kim haksız diye düşünürken, ölen çocuklarından bir teki bile azalır mı? Bir tek anne bile daha az ağlar mı elimizdeki veriler sayesinde?

İşte tam da bu yüzden, Gazze’de yaşananlar, o veya bu çıkış sebebinden öte, kimin haklı, kimin haksız olduğundan bağımsız, başlı başına bir insanlık ayıbıdır.

Bu yüzyılda, bu donanımda, gelişmiş diplomasi yapıları ve olasılıkları varken, politika aracı olmuş taraflar, diyalog kurabilme yetisini yetirmiş liderler yüzünden yüzlerce çocuk gün ve gün ölmektedir. Aileler evlerini kaybetmekte, ülke talan olmaktadır. İşin en acıklı kısmı da bizler, yani dünyalılar, bütün bu olanları sessizce izlemekle yetinmekteyizdir.

Benim duâm odur ki, takdiri ve merhameti sonsuz olan Rabbim, tez zamanda ilgili kimselerin gözlerine indirdiği perdeleri kaldırsın ve inşaallah bu yaşananlar bir daha tekrar edilmemek üzere son bulsun.

Bizler de, bu zor zamanlarda, insan olmanın getirisi ile, orada olan kardeşlerimize yardım edebilecek vâsıtalar bulup, peşlerinden gidebilmeyi meşgale edinelim.

Allah o topraklarda yaşayan bütün insanların yardımcısı olsun. Âmin.

 

Filistin’de Katliam Var

Dünyanın ruhu mesâbesindedir Doğu. Dünyadaki neredeyse bütün bilgelik, ilim, mânevî değerler Doğu’ya aittir. Buna karşılık Batı, maddî ilimlerde ilerlemenin zuhur yeri olarak ruhu ayakta tutan vücud gibidir. Hep eleştiririz, yazının devamında belki ben de yine eleştireceğim ama Doğu’nun mânevî büyüklüğü ve Batı’nın maddî büyüklüğü olmadan dünyanın dengesinden söz etmek mümkün olur muydu bilmiyorum? Tabiî kimimize göre dünyada denge yoktur, o da ayrı bir tartışma konusu…
Kadim bilgeliğin kaynağı, anası olan Doğu’nun ortasında kıyametler kopuyor. Bütün değerler resmen bir kıyım içinde. Bütün önemli bilgi kaynakları, içinde bulunan insanlarla birlikte yok ediliyor. Ve bunu yapan, ruhu ayakta tutan vücudun ta kendisi. İnsanın kendisiyle olan savaşlarına ne kadar da benziyor durum: Maddî isteklerimiz ve tutkularımız yüzünden ihmal ettiğimiz ve hattâ zulmettiğimiz iç dünyamız gibi…
Batı’nın özenilen, kıskanılan, bazen insanı kendi değerlerinden ferâgat ettiren “değerlerinin”, söz konusu Doğu olduğu zaman nasıl da etkisiz kaldığına şâhit oluyoruz. İnsan hakları ve barış adına mücâdele ettiğini ileri süren önemli Batı kurumlarının, soykırıma, kıllarını kıpırdatmak bir yana dursun, şiddetle destek verdiğini görüyoruz. Yani aslında Batı’nın insan hakları kavramını, sadece ve sadece kendi halkları için bir hak olarak gördüğüne ve dünyanın geri kalanını, çeşitli yollarla paraya dönüştürülmesi gereken bir materyal olarak algıladığına şâhitlik ediyoruz.
Peki tüm katliamların sorumlusu sadece Batı mı? Vücudumuzun bitmek tükenmek bilmeyen istekleri yüzünden susturulan, asağılanan, pasifleştirilen, güçsüz düşen iç dünyamızın hiç suçu yok mu?
Ne yazık ki belki en büyük suç, Doğu’nun kendisinin. Kendi ektiğini biçer bir durumda. Geçenlerde ateist olduğunu söyleyen bir kişinin internet üzerinde şöyle bir eleştirisine rastladım: “Müslümanlar ne kadar aptal, 1400 yıldır orucu neyin bozup neyin bozmayacağını tartışıyorlar, hâlâ öğrenememişler.” Ne kadar haklı bir eleştiri!
Doğu, eğitimi, birliği, ahlâkı, insânî değerleri bir kenara bırakıp şeklî uygulamalar ile problemlerini çözmeye çalıştığı için çok ciddi kan kaybına uğradı. Sağlam bir kale yapamayıp savaşta neden kaybettim diye ağlayıp inleyen bir rol içinde şu an. Bilgeliğinin temeli olan tevhid akidesini bir kenara bıraktıkça zelilliğe daha fazla yaklaştı. Belki de Doğu’yu katleden düşman Doğu’nun kendisidir demek çok daha uygun bir tanım olacaktır.
Batı’nın sadece ve sadece para için yaptığı bu soykırımın ve zulmün, bir gün kendisini de boğacağı muhakkak. Çünkü her şeye rağmen şu kaçınılmaz bir gerçektir ki, vücudun ihtirasları yüzünden güçsüzleşen iç âlem, katliama, huzursuzluğa ve mutsuzluğa mahkûm bırakıldıkça vücud da bundan nasibini alacak ve bir noktada patlamak zorunda kalacaktır.
Mühim olan, Doğu’nun bir an önce silkinip kendine gelmesi ve belki de birlik ve beraberlik anlayışını bir devlet kuralı haline getirerek toplumlara yayma yolunda bir gayret içine girmesidir.

 

Allah’ın Askeri

Adım Omid Safi. Kuzey Karolayna’da yaşayan İranlı bir Amerikalı’yım. Gazze’ye destek veriyorum çünkü ben bir insanım ve hiçbir insan Filistin halkının yaşamaya zorlandığı şartlarda yaşamamalıdır.
Filistinlilerin içinde bulunduğu zor durumla yakından ilgileniyorum çünkü ben bir insanım ve derûnumda biliyorum ki hepimiz özgür olana dek hiçbirimiz tam anlamıyla özgür olamayız.
Son nefesime kadar özgür Filistin’i görmek için çalışacağım çünkü hiçbir insan hiçbir zaman, ama hiçbir zaman işgal altında yaşamamalıdır.
Hepimiz kalplerimizin derinliklerinde biliyoruz ki bizim özgür olmamız için başkalarının esâret altında olmasına gerek yok ve hepimiz aynı anda özgür olabiliriz. Hepimiz birbirimize bağlıyız.
Bırakalım sevgi ve adâlet biribirine karışsın, bırakalım tüm dağların tepelerinden hak çığ gibi yuvarlansın, tâ ki tüm vadiler onunla dolsun.
Hz. İbrahim’in evlâtları yeniden beraberce yaşayabilsin, beraberce sevebilsin, beraberce ibâdet edebilsin. Kudüs tekrar isminin mânâsının, kutsal şehirliğin liyâkatini yaşayabilsin.
Herkes için #Barış&Sevgi. Hiç kimse için zulüm…

Mahmud Derviş’ten bir şiir:
Biz Filistinliler “umut” denilen, şifâsı olmayan bir hastalıktan muzdaribiz.
Özgürlük ve bağımsızlık için umut…
Hiçbirimizin ne kahraman ne de kurban olduğu normal bir hayat için umut…
Çocuklarımızın tehlikesiz bir şekilde okula gitmeleri için umut…
Hâmile bir kadının bir askerî kontrol noktasının önünde ölü bir çocuk değil,
Hastanede, canlı bir çocuk doğurabilmesi için umut…
Şâirlerimizin kırmızının güzelliğini güllerde görebilmeleri için umut… Akan kanda değil…
Bu vatanın isminin gerçek mânâsına kavuşabilmesi, tekrar “umut ve barış ülkesi” olabilmesi için umut…
Bizlerle bu umûdun bayrağını taşıdığınız için hepinize teşekkürler.
***
Son zamanlarda sosyal paylaşım sitelerine pek girmiyorum. Fakat geçenlerde bir Amerikan haber sitesinde Cemâlnur Hocamızın en sevdiği öğrencilerinden Omid Safi hakkında yazılan menfî bir yazı okudum. Yazıda Duke Üniversitesi İslâmî Araştırmalar Merkezi Direktörlüğüne getirildiğinden, bunun çok önemli bir görev olduğundan ve pozisyonun milyonlarca dolar araştırma bütçesinin olduğundan bahsediliyordu. Bu İran asıllı Amerikalı’nın sosyal paylaşım hesabında bu göreve getirildikten sonra verimli, dönüştürücü ve hepsinden önemlisi faydalı ilim yapmak için elinden geleni yapacağını yazdığı söyleniyordu. Fakat söylediklerinin önünde “Allah izin verirse” mânâsında Arapça bir terim olan ‘inşaallah’ kelimesini kullanmıştı!
Yazının geri kalanında İsrail’in 1948’de Filistin’in Deir Yasin kasabasına yaptığı saldırıyı Omid’in Nazi’lerin Yahudi katliamına benzettiği ve bunun kabul edilemez bir antisemitizm örneği olduğu gösterilmeye çalışılıyordu. Bu tip antisemitist yorumlar yazabilen bir kişiye Duke Üniversitesi gibi muteber bir kurumda nasıl önemli bir görev verildiği sorgulanıyordu.
İlk işim, kapattığım hesabımı açarak sosyal paylaşım ağına girmek ve Omid’in paylaşımlarını okumak oldu. Yazımın başında bunlardan iki tanesini örnekledim. Onlarca yazı, haber ve fotoğrafı insanların Filistin’de neler olup bittiğini daha iyi anlayabilmesi için paylaşmış Omid. Belki fakir bu yazıyı yazarken o da bilgisayarının başına oturmuş bir şeyler daha ulaştırmaya çalışıyordur bizlere.
Amerika’da azımsanamayacak kadar büyük bir güce sahip olan İsrail lobisine ve bu lobinin finanstan akademiye, politikadan spora kadar her noktada büyük etkisine rağmen Omid’in Filistin’i destekleyen yazılar yazması takdire şâyandır. Edward Said’in sembolik dahî olsa İsrail’e fırlattığı taşın devamıdır bu yazılar. Omid’in hedefi, tıpkı Said’in taşı gibi kimsenin canını yakmak değil. Sayfasından alıntıladığım paylaşımlardaki gibi onun hedefi ancak ve ancak hak. Bunu yaparken de insanı özendiren dervişâne bir üslûp kullanıyor. İsrailli dahî olsa, farklı düşünceye sahip vicdan sahibi herkesi insanlığı kucaklamaya teşvîk ediyor. Bu tarz konuların genellikle kırıcı ve saldırgan atışmalara dönüştüğü sosyal paylaşım mecrâsında o, itidâli hiç kaybetmiyor.
Onun attığı bu şefkat taşları ise eninde sonunda en çok kendi canını yakabilir. Yukarıda bahsettiğim, hakkında yayınlanan taraflı makâleler ve daha birçok benzer silâh aracılığıyla onun akademik itibârını ve hakkıyla geldiği makamları elinden alabilirler. Fakat o gülümseyen yüzü, belki acı dolu vicdanıyla yapabildiği hiçbir şeyi esirgemiyor. Bunu yaparken de Allah’tan başka kimseden korkmuyor.
Sevgili Omid! Her ne kadar televizyonlarda teröristleri, zâlimleri, câhilleri İslâm dininin ideali olarak göstermeye çalışsalar da bizler Allah’ın ordularındaki gerçek neferlerin senin gibi cesur, senin gibi ahlâklı ve senin gibi insan olduklarını biliyoruz. Duâlarımız seninle ve savunduğun mazlumlarla beraber. Gazân mübârek olsun!

 

Nefesimizin Yettiği Kadar

Bismillahirrahmanirrahim.
Allah’ım, kalbinde seni eksik etmeyenlerin omuzladıkları acılara iştirak etmeyi bizlere nasip eyle.
Küçükten büyüğe, uzaktan yakına, her bir yönden el ele tutuşup yardımlaşabilelim.
Bir diğerini unutmanın, kardeş olanların birbirine yaşattığı çâresizlik olduğunu hiçbir gün aklımızdan çıkarma.
Has kardeşliği hâl edelim ve yaşayalım.
Düşmanımız diye aklımızdan geçirdiklerimizin de gönülden kardeşimiz olduklarını bilelim.
Yapanın da yaptıranın da her dâim sen olduğunun idrâkiyle yaşayalım.
Eksik gördüğümüzün bizlerin eksikliğinden ötürü eksik göründüğünü hep bilelim.
“Zâlimle değil zulümle mücâdele edelim” sözünün hakikatini idrak edelim.
Yaşadığımız dünyanın içerisinde gönlümüzden birbirimize bakalım ve görelim ki burada senden gayrı yok. Sen var olansın, bizler de yalnızca yokuz.
Her yönden sayısız tecelliler ile gelenin yine sen olduğun hakikatiyle yaşayalım.
Acı çekenlere ulaşmayı, yanlarında olmayı ve kendileri ile birlikte sabretmeyi lûtfet.
Yardımlaşmanın en gerektiği anda bizlere el ele vermeyi öğret.
Ufak adımlar birleşip dev adımlar olarak her yere vardığında bizleri buna şâhit et.
Biz kullarına senin gölgende yardımlaşmayı ve herşey olup bittiğinde birbirimizi hoşgörüp affetmeyi nasip et.
Peygamberimizin her yere ve herkese yetişen hakikati bizlere uzansın ve bizimle olsun, inşaallah.
Âmin.

 

İçimizdeki Gazze

Sıradan bir yaz günü işten dönmüş, yemek yedikten sonra biraz televizyon seyretmiş ve ertesi gün işe giyeceğim kıyafetleri düşünüp karar verdikten sonra uyumuştum. Sıcak bir yaz akşamıydı. Gece şiddetli bir sarsıntı ile uyandım. Ne olduğunu anlamadım ilk anda, sonra yataktan fırladım. Dışarısı kızıl renkteydi, salona koştum, ilk aklıma gelen şeyi yaptım, kapı kirişi altında ellerimi başımın altına alarak sarsıntısının geçmesi için duâ etmeye başladım. Evde yalnızdım, dolapların kapakları açılıp kapanıyordu ve içimden şöyle duâ ettiğimi hatırlıyoru: “Allah’ım, evimiz başımıza yıkılmak üzere, merhamet et, dursun artık.”

Sarsıntı bittiği an, hızla evden çıkmak için harekete geçtim, merdivenleri yürüyerek indim, bahçeye vardım. Pek çok insan evlerinden çıkmıştı. Yere oturdum, bacaklarım titriyordu. Ne yapacağımı düşündüm. Beklemeye karar verdim. Bir süre sonra telefonum çaldı, ağabeyim nasıl olduğumu soruyor, beklememi, gelip beni alacaklarını söylüyordu. Rahatladım. Tarih 17 Ağustos 1999 idi ve birkaç saat sonra İzmit merkezli depremin detaylarını ve yarattığı hasarı öğrenecektim.

Sabah olduğunda işe gitmem gerektiğini düşündüm, tüm uyarılara rağmen hazırlanmak üzere evimize girdim. Her zaman sığınağım olan eve girdiğimde ise bir an önce dışarı çıkmak istediğimi fark ettim. Hızla hazırlandım ve kelimenin tam anlamıyla kendimi evden dışarı attım.

Takip eden günler artçı sarsıntılar, evinize girmeyin uyarıları ile geçti. Bu dönemde ülkemizde yaşanan bu acı olayın etkilerine, kayıplara, parçalanan ailelerin yaşadıklarına şâhitlik ederken, bir başka sarsıntı sonrasında evden çıkmıştık. Dışarıda küçük bir duvara yaslanmış otururken şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Allah’ım, ne kadar büyüksün, her zaman en güvenli olduğunu zannettiğim evimiz bir anda tehlikeli oldu. Büyük zannettiğim sıkıntılarım bir anda önemsiz oldu. İnsanın kendi evine rahatça girememesi ne korkunçmuş, bugüne kadar şikâyet ettiğim, üzüldüğüm her şey için beni affet.” Ülkemizde büyük kayıpların yaşandığı o deprem ile ben bir insanın evinde, şehrinde, ülkesinde güven ve huzur içinde yaşamasının ne büyük bir lûtuf olduğunu fark etmiştim.

Maalesef uzun zamandır komşu ülkelerde ve şimdi de Gazze’de insanlar evlerinde rahat uyuyamıyorlar. Atılan bombalar, basılan evler, çıkan yangınlar, feryatlar, kayıplar içinde hayatta kalmaya çalışıyorlar. Evlâtsız anneler, annesiz evlâtlar dolaşıyor her yerde. Çocuklar için okula gitmek, oyun oynamak güvenli değil. Böyle bir durumda insan evinden çıkarken nasıl ayrılır ailesinden? Çocuğunu okula gönderirken ne der? Evini terk edip yola düştüğünde ne hisseder? Yıllardır sürüp giden bu şiddete insan alışır mı dersiniz? Kanıksar mı? 4 yaşındaki bir çocuğa nasıl anlatırsınız sürekli patlamaları, kan göllerini, artık eve gelmeyen babasını, amcasını, ninesini?

Hepimizin medyadan takip ettiğimiz bu elim olayları seyrederken insan insana bunu neden yapar diye düşünüyorum. Hz. Hamza’nın kalbini söküp yiyen Vahşi’yi hiç anlayamadığım gibi, hiç tanımadığı insanları öldürürken zevkten dans eden insanları da anlayamıyorum. Anlayamamakla birlikte her şeyin Allah’ın idâresinde olduğuna da yürekten inanıyorum. Bugüne kadar okuduklarım ve dinlediklerim, “herkes yaratılışı gereği hareket eder” diyor ve, en büyük cihâdın kendi nefsimiz ile verdiğimiz savaş olduğunu söylüyor. İçi cehennem olan insanın dışını da cehenneme çevirmek istediğini, nefsin terk edilmesi gereken kin, kibir, haset, öfke, riyâ, yalan gibi özellikleri olduğunu, bu özellikleri terk etmeden insan sûretinde de olsak tam insan olamayacağımızı…

Peki bu durumda ne yapmalı diye kendime sormadan edemiyorum. Ne yapmalı? Her zaman dışarıdakini eleştirmeden önce kendini eleştirmenin en iyi yol olduğunu öğretmemişler miydi bana? Öyleyse öncelikle kendi evime bakmakla işe başlamaya karar verdim. Kendi nefsimi yenmek için daha sıkı mücâdele etmeliyim diye düşündüm. Çünkü nefis öyle bir canavar ki kestiğimiz başın yerine yenisi zuhur ediyor, yeteri kadar dikkatli olmazsak… O zaman önce kendi nefsime zulmü bırakmalıyım diye düşünüyorum, dışarıdaki zulümleri görüp ne kadar zararlı olduğunu idrak ettikçe.

Mânâda bununla uğraşırken dünyamız koşullarında ne yapmak gerekir peki? Yine deprem günlerine gidiyor aklım, herkesin tek vücut olduğu, acının paylaşıldığı, gücü yettiğince herkesin diğerine yardıma koştuğu… İmanımızı kaybetmeden, yapanın ve yaptıranın Allah olduğunu bilerek fakat yaşananlardan ders alıp tekrarlanmaması için o zaman nasıl seferber olduysak şimdi de her zamankinden fazla birlik olup yaşanan bu acıların durması için, barış için, huzur için gücümüz ölçüsünde çaba göstermeliyiz diye düşünüyorum. Öfkenin öfkeyi yok etmediğine, aksine arttırdığına, sevginin, sağduyunun her zaman kazandığına, bazen daha uzun sürse bile daha kalıcı sonuçlar yarattığına inanıyorum. Bu yüzden bu mücâdele bize yakışan şekilde olmalı. Doğrudan şaşmadan, bireye zarar vermeden, yalnızca kavramlar ile mücâdele ederken, yetim başı okşamak dahî dinimizde yüceltilmişken, binlerce yetime nasıl şifâ olunur diye araştırarak…