İlim, nefsini bilmektir. Nefsini bilince de insan Allah’ını bilir. Mârifet ise, şükretmek, sabretmek, razı olmaktır. Bu da amel kısmıdır. Dünyaya gelmekten maksat da bu iki mânâyı ele getirmektir.
Nefsi tanımak, kulluğun esaslarından biridir. Onu tanıyanlar pek az olduğu gibi tanımayı arzulayanları bulmak da zordur. Allah, her iki dünyada da ârife, nefisten daha dar, dehşetli ve kötü bir zindan yaratmamıştır. Kim nefsi, gereği üzere tanırsa onun emirlerine muhâlefet eder. Kim de onu tanımaktan gafil olursa o büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Onun şerrinden emin olunamaz. Çünkü onu tanımayan kimse nasıl olur da ona muhâlefet edebilir? Bir haberde rivâyet edildiğine göre Allah dünyaya “Ey dünya, kim bana hizmet ederse, sen de ona hizmet et, sana hizmet edeni ise kendi peşinde koşturarak yor” buyurmuştur. Nefsin haz duyduğu şeylerle meşgul olmak, himmetin mânâlarından değildir. Nebî (s.a.v), yüksek ve şerefli himmetleri sebebiyle âyetteki “Muhammed’in gözü kaymadı ve kamaşmadı” vasfına sahip olmuştur.
Kul, dünyanın alâyişini, rahatını, lezzetini ve şehvetini terketmedikçe, halkın güzel davranış, övgü ve metih vâdilerinden aşıp kurtulmadıkça, Allah’a ulaşamaz. Allah, bütün bu sayılanlardan uzak kalmayı arzulayan kimseye, bunları birer imtihan vesilesi olarak yaratmıştır. Şâyet kul bunlardan herhangi birine iltifat ederse, dâvâsında haksız olduğu ortaya çıkar. Hesap ve hüsran denizinde boğulup yok olur. Pek çok nimet içinde olan kimseler vardır ki halktan mahcub, sıdktan gafil, nefsi tanımaktan câhildirler. Sabah akşam bir hesap üzere olurlar. Arşın sahibi tarafından hiç de beklemedikleri hesaplarla karşılaşırlar.
Hukuk-ı ilâhiyyeyi nefsinde icrâ eder ve kendinden geçip Hakk ile beraber olursan, işte o zaman kendini bilmiş olursun. Çünkü “Nefsini bilen Allah’ı tanımış olur” buyurulur.
Eğer halkın hakkını bilip hakkıyla yerine getirirsen, yani büyüklere hürmet, küçüklere merhamet, kötülük edenlere iyilik, iyilik edenlere güzel muâmelede bulunur, halkın hikmet ehli olanlarının nasihatlerini kabul eder ve kötü sözlerinden uzak durursan, çâresizlere yardım edip iktidar sahiplerine ilişmezsen, yani halk senden emin olup cümlesinin emniyyetini kazanırsan, nefsinde hüsn-i siyâsete muvaffak olursun. Ayrıca Cenâb-ı Mevlâ senden râzı olduğu hâlde kardeşlerinle güzel geçinirsin. Bu durumda hem akıl ve hikmet sahiplerinden sayılır, hem de ezâ ve cefâdan kurtulmuş olursun.
Eğer nefsini bilmeyerek cehâlette kalır ve halka gerektiği değeri veremeyip onları kusurlu kabul edersen, bu durumda hem kendine yazık etmiş, hem de gazâb-ı ilâhîye uğramış olursun. Sen, kıvılcımı üzerine sıçratıp kendini yakmaktan, hevâ ve heves deryâsına dalıp boğulmaktan şiddetle sakın.
Seni yoktan var eden Allah’tan sakın. Nefsinin kurtuluşu için, O’na yardımcı ol. İnsanların yanılmalarına karşı insaflı davran ki, hüsrandan âzâde, hesaptan emin olasın ve sevdiklerinden uzak kalmayasın.
Kapılar açılır ve hayırlı kişiler zümresine kavuşulur.
***
Nefis, insandaki mânâdır. Tevâzû gösterirse yücelir. Şâyet kibirlenirse, aksine kıymeti azalır.
Bu alçak nefis, niçin seni böyle zebûn ediyor, boş hayaller üzerine binâlar tesis ettiriyor? Nefsin kibir ve gururu, şehvet ipiyle bağlanmıştır. İki zıddın bir arada toplanması mümkün değildir. Nefis öyle bir şeydir ki, bâtıl fikirlerle feleklerin uç noktalarında cevelân eder. Dengenin tam olması için de, zillet denizinin diplerine kadar dalıp tenezzül eder. Hak edilmeyen irtifâ ne kötüdür. Herhangi bir hikmete dayanmayan ve mücerret kötü ahlâktan ileri gelen bir tenezzül, ne fenâ bir şeydir. Bunu bırakıp irfan kanatlarıyla yüce işlere doğru uçmalı ve dinin edebiyle edeblenip ilm-i yakînin gayesine doğru yol alınmalıdır. Hakiki izzet sahibine böylece ulaşılır. Nefsin istek ve arzularına muhâlefette bulunulmalıdır. Şehevî isteklere meyletmeyip hep onun zıddına gidilmelidir. Büyük bir kuvvetle gecelerin karanlığından istifâde etmeye çalışılmalıdır.
Geceleri uykusuz geçirmeye alışmalıdır, çünkü uyku hüsrandır. Günahlara yaklaşmamalıdır, çünkü sonu ateştir. Allah’a ibâdet için geceleri kaim olmalısın ki, Kur’an’ın samimi dostları onlardır. O samimi dostlar, gecenin karanlığı çöktüğünde birer ruhban kesilirler. Gaflet sahibi kimseler, gecelerini uykuyla geçirirler. O samimi dostlar topluluğu ise, gecelerini gafletle geçirmezler.
Cahil kimseler, oyun ve eğlence ile meşgul olurlar. Halbuki Allah dostları hep uyanıktır. Onları meşgul etmez ne âile, ne dost, ne kavim, ne de kabile. Er kişilerden bahsedilecekse eğer, gerçek er onlardır. İşte onlar, gerçekten takvâ sahipleridir. Onlar, dünya lezzetlerinin hepsini terk ederek alışılagelen âdetleri bırakıp sıdk ve ihlâsla Mevlâ’ya ibâdet ederler.
Bütün ilimlerden bilgilerden maksat, kendi ilmini bilmek ve bu suretle kendi mânânın düğümünü çözmektir. Cehâlet ise başka düğümleri çözmekle uğraşıp kendininkini çözememektir.
Bunun için hâl hocasının önüne oturup onun “illallah“ feyzine ayna olan varlığı önünde kendimizi “lâ” etmeliyiz. Ama biz bildim zannettik, bilemedik.“Ben sana taatından, hayrat ve hasenatından nazar etmem. Ancak bir gönül sahibinin gönlüne girersen oradan nazar ederim.” (Mesnevî)
***
İlimden maksat, kâmili bulmaktır. Kâmilin ise zâhirî ilmi olma mecburiyeti vardır. Bu da çok geniş kitlelere tesir etmesini sağlar.
İlim, kendini bilmek için herşeyi öğrenmeye çalışmaktır.
İlim, Allah’ın emir ve nehyini bilmekten ibarettir. Dinin emirlerini öğrendikten sonra size bu zevâtın sohbetini bütün kalbimle tavsiye ederim. Zîra onların sohbeti mücerreb tiryaktir; denenmiş bir ilâçtır. Bütün sermaye onların nezdindedir. Sıdk ve safâ, zevk ve vefâ, dünya ve ukbâdan sıyrılıp Mevlâ’ya yönelme onlardadır. Bu, güzel kıraatla, ders okuyarak elde edilmez. Bu hasletler ancak ve ancak hâli ile örnek olan, sözü ile yol gösteren, hâl ile söz arasını cem eden bir ârif-i billâhın sohbetine devam sâyesinde elde edilir. “Onlar Allah’ın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir.”(Hz. Rifâî)
İlim, yokluğunu görmek ve Hakk’ı tevhid eylemektir. Tevhidden maksat, her yapılan şeyi Allah’tan bilmektir. İşte bu makam sağlam kalpli insanı zuhur ettirir. Amel ise gerçek ilmin neticesidir. Amelden maksat, istikamettir. İstikamet her yerde her şeyde Hakk’ı görmektir.
Hz. Ali, “İlmin ednâsı dilde olanı, a’lası ise insanın her uzvundan tecelli edenidir.” Buyuruyor.
İlim; güzellik, mânâ inceliği, zarâfet, mârifet ve san’at gibi ilâhî rûhun eseridir yani ilâhî ruh vâsıtasıyla zuhûra gelir.
İlim, gerçek sahibimizi bulmak ve bilmek demektir.
İlim, insanı irfan sâhibi, mârifet sâhibi kılar, her mevcûdun Cenâb-ı Hakk’a bir mazhar olduğunu gösterir. Böyle kişiden Hak gözükür. İrfan sahibi için hayret ve ibretten başka bir şey yoktur.
Fakr ne demektir? Bu öyle bir isimdir ki kemâlini bulursa vuslat hâsıl olur. Kendinden bir şey kalmaz, Allah tecelli eder.
Fakir denilen kimse herşeye mâliktir; ona ise kimse mâlik olamaz. Binaenaleyh bu mertebeyi bulmak için insanda havfin mânâları zâhir olmalıdır. Havfın yani korkunun üç türlü mânâsı vardır: Biri korku, biri haşyet, biri de heybettir.
Bizim bildiğimiz korku, imanın şartındandır. Haşyet, amelin şartındandır. Heybet ise mârifetin şartındandır. Her türlü cezâdan korkmak, nefis makamıdır. Allah’ın cilve ve oyunlarından korkmak, kalp ve huzur makamıdır. Fakat sır ve şuhud makamının korkusunda, heybet ve azamet vardır ki bu görgü makamıdır. Resûlullah Efendimizin “Allah’ı herkesten ziyâde ben bilir, herkesten ziyâde de ben korkarım” buyurdukları gibi, Allah’tan korkan Allah’ı bilenlerdir, dendiği gibi.
Âlim ise insân-ı kâmil mertebesidir. Aynı zamanda âlim Allah’ı kaybetmekten en çok korkandır. Naz mertebesine çıkanlar en az naz edenlerdir.
Hz. Ali “Öyle âlim vardır ki cehli onu katletmiştir, ilminin kendisine faydası olmamıştır.
Cenâb-ı Peygamber şöyle buyurdu: “Ben ilmin terâzisiyim, Ali iki kefesi, Hasan ve Hüseyin ipleri ve Fatma ibresidir.”
Asıl ilim, yokluk ilmi, Allah ilmidir. Zira bu bilgi, bilcümle ilimleri kucaklamıştır. Cehâlet, kendinde üstünlük görmektir. Hz. Ali buyuruyor ki: “Üstünlük göstermek için ilim sahibi olma!” Bazı ilimler vardır ki neticesi cehildir. Bazı cehil vardır ki neticesi ilimdir.
Hz. Ali “Dinin kıvamı dörttür: İlmini kullanan âlim, öğrenmekten çekinmeyen câhil, vergisini esirgemeyen cömert ve âhiretini dünyasına değişmeyen fakir.”
***
Sokrat “Bildiğim bir şey varsa hiçbir şey bilmediğimdir” diyor. Fakat bu cehilden maksat, Hakk’a karşı acz ve yokluğa ermiş kimsenin cehlidir.
Allah’ın kudret ve kuvvetine karşı ümmî de olsan âlim de olsan müsâvîdir. Fakat elbette ki bir kâmil kişinin zâhir bilgilere de sahip olması lazımdır. Zira irşad hususunda bir ümmî şeyhle, dünya ilimlerine de âşinâ olan bir şeyh, aynı liyâkat ve kudreti hâiz değildir. Mürşit, kütleleri zamanın seviyesine göre uyandırma yollarını bilmelidir.
Zâhir bilgileri kazanmak da yine Allah’ın bir ihsânıdır. Hüsâmeddin Çelebi’nin muhterem ceddine vâkî olduğu gibi, bir anda da o zâhir ilmine âşinâ ediverir. Mülk Sûresi 1. âyette buyurulduğu gibi “Ve hüve alâ külli şey’in kadir” yani Allah her şeye kadirdir.
“Herkese kendi aklının yettiği mertebeden söyle, senin aklının yettiği mertebeden değil…” buyuruyor Efendimiz.
İlim, kendini bularak Allah’ı bilmektir. Allah’ı bilmek, ilmi icrâ etmek yani kullanmaktır. İlmi kullanmak da amel etmek demektir.
Böyle bir ilme sahip olmak için önce rûhu ayıplardan ve fenâlardan temizlemek gerekir. Çünkü ayıp ve noksan oldukça ilim elde edilemez. Yani kendi hakikatine kavuşamaz. İlim elde edilmedikçe Allah’a kavuşulamaz.
Cümlenin bilgi ve ilimleri o ilâhı ilmin deryâsı içinde, damla denize karıştığı gibi fânîdir. Binâenaleyh kendi ilmini Hakk’ın ilmi deryasına karıştırıp câhil olan kimsenin cehli, hakiki ilimle beraberdir.
İlim ve amel, belî dâvâsını ispat için birer şâhittir. İlim amelsiz, amel de ilimsiz değerini kaybeder çünkü ispat iki şâhitle olur.
İlim ve mârifet birliği, küllî aklın ve bunun doğurduğu fikrin aydınlanmasını sağlar. O zaman her şeyin iç yüzü âşikâr olur, yani gönül gözü açılır. Hz. Ali’nin buyurduğu gibi “Kalbin hayatı ilimdir, kazanınız; ölümü ise cehildir, sakınınız!”
Eflâtun “Bilmek demek evvelce bilinen şeyi hatırlamak demektir” diyor. Yine Sokrat der ki: “İlmin başlangıç noktası cehil olamaz. O halde bilinecek ve hatırlanacak olan şey ilimdir.”
İlimler ikiye ayrılır: Maddî ve ledün ilmi. Ledün ilmi kadere, kazâ sırlarına ve mânevî ilimlere denir. (Allah ilmi, bâtın bilgisi veya Hakk’ın sırları ve keşifleri ilmi de denebilir.)
***
Şeyh Mustafa Efendi:
– Malum a, evliyaullah satırda değil (eliyle göğsünü göstererek) onların ilimleri işte burada, sadırda imiş!
– “Evet öyle şeyh efendi… Nefis üzerine, bayağı, bizim bildiğimiz mâsiva satırını basmayınca da o ilim hâsıl olmuyor. Ne satırda, ne sadırda… İllâ nefis üstüne indirilecek satırda…”
– O cihet bana ağır geliyor.
– İşte bu da, lâ ilâhe illallah demeyi bilmekle, lâ ilâhe illallah’ı bilmekle olur. Nefse satırı vurmayınca birşey hâsıl olmaz. Ne sadırda ilim olur, ne satırdaki ilim anlaşılır. (Ken’an Rifâî, Sohbetler)
En büyük ilim, lâ ilâhe illallah ilmidir. Bundan maksat, bitmez tükenmez mânâyı öğrenip kendi mevhum vücûdunu lâ ilâhe’ye atıp illallah’ı ispat etmektir. Çünkü en büyük ilâh kendi nefsimiz olduğu için yalnız Allah’ın varlığını ispat eden nefsi yok kılmaktır.
İlim de istidat ve irfan gibi insanın rûhunda mevcuttur. Fakat açığa çıkması için zaman ve eğitim gerekir. İlim sahibi, fâilin Allah olduğunu bilir.
“İlim bir noktadır, onu cahiller çoğaltmışlardır” buyuruyor Hz. Ali. Bu gördüğümüz âlem, bu varlıklar, hep bir noktanın zuhûrundan ibârettir. Ancak o noktayı halka anlatabilmek için de behemahâl teksir etmek, çoğaltmak icab eder. Herkes o noktadan anlar mı? Meselâ benim zihnimde bir hikâye var. Onu gazetede neşr etmek istiyorum. Fakat hikâyeyi yazacağım yerde, kâğıda bir nokta koyup gönderiyorum. Gerçi bu nokta ile hikâyemi, kendime göre ifade etmiş oldum. Fakat herkes tarafından anlaşılması için mutlaka o noktanın tafsil edilmesi yani hikâyenin yazılması lâzımdır.
***
İlim ve amel sahibi kişi, istikamet üzeredir. İstikamet Allah’tan başka istek ve arzusu olmamaktır. İlmin sonucu Allah’ı birlemektir. Amel ise birliğin mânâsını hâl edip iş olarak göstermektir. Bu da ancak aşk ile olur. İlmin üzerine aşk gelirse hâl zuhur eder. Aksi takdirde vazife olur.
Âşıkların hekimi Allah’tır, Allah’la olanın yardımcısı yine Allah’tır.
Yalanı zekâ diye addetmek, büyüklere hürmeti budalalık, küçüklere şefkati zahmet telâkkisiyle terk etmek yanlıştır.
Maddî ilimler insanı gerçek insan yapmaz.
İlmullah yani Allah ilmi, insanı Allah’a yaklaştıracak amellerin başında gelir. Bin rekât namaz kılmaktan bir dem kâmil insanla sohbet etmek daha hayırlıdır. Yani ilimsiz amel işe yaramaz. Hattâ kâmil insanla sohbet, Kur’an okumaktan hayırlıdır. Çünkü Kur’an’ın tefsiri kâmil insanın mânâsında ve ilminde gizlidir.
Batılı ilim adamlarına göre ilim, hâdiseleri tahlil ve izah etmektir. Yani yalnız gördükleri, işittikleri şeylere inanırlar. Buna da pozitivizm denir. Halbuki bugün bilinmektedir ki görülen hiçbir şey doğru değildir. Hakikatte ne renk vardır, ne ışık. Sıcak ve soğuk kişinin yaratılışına göre hissedilir. Âlem yalnız hareketten ibârettir. Etrafımız gözle görülmeyen ışınlar ve su buharı ile doludur. Bunu bilen o devrin ilim adamlarından Pasteur “Bilim âlemi içinde attığım her adımda cehâletimin derecesini anlayarak daha da mahcup oluyorum” demiştir.
Tasavvufa yönelmiş bir bilim adamı Bergson ise maddeyi anlayabilmek için mânevî bilgiye ihtiyaç olduğunu düşünerek “Bütün ile parça mâhiyetçe aynı şeydir” diyor. Yani “Nefsini bilen Allah’ını bilir” hadis-i şerifinde olduğu gibi.
Pascal ise “Sus be ahmak akıl” demekle insanı gördüğüne duyduğuna değil, gönlünde hissettiğine inanmaya çağırır.
Meselâ yalnız ilmine güvenen Darwin için Allah’ın cevabı, en sevdiği öğrencisi S. Spencer’in dinin kıymetleri karşısında baş eğen kitaplar yazmış olmasıdır.
Bergson’a göre akıl, gönül üzerinde teftiş kuramaz. Allah’ın zat makamını anlayabilmek için aklı bir tarafa bırakmak şarttır.
Yunan felsefesinde ilk defa Sokrat insanın kendine bakarak dünyanın hâdiselerini anlayabileceğini öğretti. Gönül bilgisinin kitabı yoktur. Yunus’un dediği gibi:
Dört kitabın mânâsın okudum hâsıl ettim
Aşka gelince gördüm bir uzun hece imiş
Bununla demek istiyor ki: Dört kitabı okuyup mânâsını anlayan bile bundan bir mânâ çıkaramaz. Nihâyeti olmayan, insanın ömründe değil, kâinatın ömrünce süren uzun bir hece… Bütün mânâlar bu hecenin içinde olduğu halde, mânâsı belli değil… Çünkü bunun dili hâl dilidir. Buna ledün ilmi, bâtın ilmi isimleri de verilir.
Kingsford ise gönül ilmini şöyle târif eder: “O, bir ilim, bir felsefe, bir ahlâk ve bir mezhep değildir. Belki bâtın ilmi, ilim, felsefe, ahlâk ve mezhebin kendisi olup diğer bütün bilgiler, felsefeler, ahlâklar, dinler onun bozulmuş şekilleri veya değiştirilmiş ifadeleridir.”
Eflâtun da “Yüksek bilgiler kitaplarda bulunmaz. İnsanın, onları kendi kalbi hazinesinden pek ince bir tefekkürle çıkarması ve mukaddes ateşi kendi zâtî menbaında araması lâzımdır; bunun mektebi yoktur; bu ilim insana Hak tarafından ihsan olunur” der.
Gayesi Allah’ı bilmek olan gönül ilminin ilk neticesi de, nefsin ıslâhıdır. En önemli adım da dünyaya olan sevginin azalmasıdır. Hocasız anlaşılacak bir ilim değildir. Gönül ilminin hocası, irâdeyi aşkla kuvvetlendirir. Maddî ilim irâdeyi kuvvetlendirmez. Öğretmenler bu işi kerâmetle değil, istikametle becerirler. Bütün bu anlatılan ilim, aslında Kur’an-ı Kerim’de vardır. Ama ilk önce Rûh-u Muhammedî yaratıldığı için bu mânâ bazen batılı filozoflardan zuhur etmiştir.
İlmin neticelerinden bir tanesi de hikmet makamıdır. Hikmet, kulun Hak’la söylemesi, Hak için iş görmesi ve sadece Hakk’ı istemesidir. Hakk’ın sevdiğini ister, Hakk’ın sevdiği ameli işler ve Hakk’ın sevdiği lâfı konuşur.
Bir kimseyi asrın allâmesi de görsen, onun zâhirde olan ilim ve marifetine bakmayıp, Allah’la ve halk ile olan ahdine vefâ edip etmediğine bak. Çünkü ilim kabuk gibidir; ahde vefâ etmek de o ilmin özüdür.
Ey âkil, sakın sûrete bakma! Çünkü cinsiyet, yani aynı mânâda olma sırrı sûrette değildir. Sûret, taş ve toprak gibidir. Câmidin, cinsiyetten haberi yoktur. Cinsiyet, mânâ cihetiyle kalblerin birbirine benzemesi, ruhların ezelden bilişikli olması ve akılların yekdiğerine uygun bulunmasıyla olur. Yoksa, sûrette aynı cinsten olmanın faydası yoktur.
İlme sahip olmanın zekâtı, ilminden başkalarına ihsan etmektir. Ama özellikle mânâ ilmini ehli olmayana verirsek Muhiddin-i Arabî’ye göre ilmin hikmetine zulmetmiş oluruz. Ehlinden sakınırsak hikmetin ehline zulmetmiş oluruz. Hz. Mevlânâ ise, “Cevheri kötü olan kimseye ilim vermek yol kesicinin eline kılıç vermek gibidir” buyuruyor. İlimde zekâtın en derin mânâsı ise o ilmi Allah yolunda kullanmaktır.
Bir sâlik bilmelidir ki gerek ilim ve irfan, gerek lokma, gerek ten ve can, Hak yolunda sarfedilmelidir. Vahiy de bir ilimdir. Fakat ilâhî ilimdir. Cenâb-ı Hak tarafından kalbe gönderilir. Ekseriya bir lüzum üzerine veya cevap olarak veyâhut bizi terbiye etmek için gelir. Türlü şekillerde, harfsiz, sessiz, vâsıtalı ya da vâsıtasız ya da rüyâ ile gelir. İlham, şeytânî ve melekî de olabilir. Vahiy yalnız melekîdir.
Hayat, kalbin cehil ölümünden kurtulup ilimle hayat bulması, ikilik ve keşmekeşten arınıp, himmetini bir araya toplaması ve içindeki karışıklıktan kurtulmasıdır.
Her dirinin diriliğinin alâmeti hareket etmesidir. İlimle hayat bulan bir kalbin alâmeti de Hakk’ı istemekte hareket eylemesidir. Cehil ile ölü kalb, ölü gibi sâkin olur. Yalnız nefsinin hazları için canlanır.
Allah’ı zikretmeyenin mânevî ilmi ve irfânı dardır.
***
İbâdet mutlaka ilimle olmalıdır, aksi takdirde faydasızdır. Bilerek bir kere Allah demek, cehl ile bin defa Allah demekten evlâdır. İlim demek, kitapları yutmak değildir. İlimden maksat, insanlık ve irfandır.
İrfansız ve bilgisiz olarak sabahlara kadar tekkelerde zikretmişsin ne fayda? Semâhâneye bir gramofon koysan, hem zikri hem şeyhinin sesini istediğin zaman sana tekrarlar. Ama onda irfan, ilim ve muhabbet ne arar?
Mânâ ilmini, sahibini bulmak, mürşidi bulmak cennetteki ağaçlardan birini bulmak demektir.
İlim sahibi hikmet sahibi olmayabilir. Musa bir peygamber iken Hızır’a muhtaçtır.
Allah ilminin esası Hz. Muhammed’dir. Bu mânâya giriş Hz. Ali’dir. Hz. Ali makamı mürşid-i kâmildir.
İlmin en üst derecesi ilimsizliktir.
İlmin lezzeti ile yetinip amelin acılığını tatmadan kemâle erilmez. Ancak âşıklar acıyı acı bilmediklerinden o acılığını lûtf-ı rabbânî içinde kabul edip müteessir olmazlar.
Ken’an Rifâî Hazretleri’ne göre, İlme olan meyil insanı tasavvufa götürür. Eğer yalnız bir tanesine meyil ettiriyorsa yetersizdir. İlimle tasavvuf ihtiyacını birlikte duymuş olanlar hayatlarını bu iki anlayışın ortasını bulmaya sarfetmişlerdir. Heraklit ve Eflâtun gibi.
Ruhu terbiye ile memur olan kişinin karşısındaki tâlibi aklen de tatmin etmesi gerekir.
Hz. Mevlânâ buyuruyor ki, “Karşıma fâzıllar, âlimler, âkiller ve çok bilen, iyi düşünen kimseler gelsinler de onlara güzel, ince ve garip şeyler arz edeyim, diye tahsiller ettim ve ilimde türlü zahmetler çektim.