Ne Haber? Uzaktaki Yakîn – Uzaktaki Yakîn – Uluslararası Üftâde Hazretleri Sempozyumu ve Cemâlnur Sargut’a Azerbaycan’dan Fahrî Doktora Unvanı…

Bursa Büyükşehir Belediyesi ile Türk Kadınları Kültür Derneği ve Kerim Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı’nın ortaklaşa düzenledikleri “Uzaktaki Yakîn” Uluslararası Üftâde Hazretleri Sempozumu, 18-19-20 Nisan 2014 tarihlerinde Bursa’da gerçekleştirilecek.

 

Düşünce, ahlâk ve gönül dünyâmızda asırlar boyunca büyük iz bırakan, âriflerin sultânı Üftâde Hazretleri’nin mânevî şahsiyetinin daha iyi anlaşılması ve günümüz insanıyla buluşturulması amacıyla, Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ev sâhipliğinde düzenlenecek olan sempozyum, yaklaşık yirmi beş yerli ve yabancı akademisyenin katılacağı oturumlarla Uludağ Üniversitesi ile iş birliği içinde yapılacak.

 

Üftâde Hazretleri’nin tasavvufî, târihî ve edebî açıdan daha iyi anlaşılmasına yönelik bu uluslararası sempozyum, Üftâde Hazretleri’nin ebedî istirahatgâhı olan Bursa’da gerçekleştirilecek. Sempozyumda, Kuzey Carolina Üniversitesi Dinî Etüdler Bölümü’nden Prof. Carl Ernst, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Ekrem Demirli, Boston Üniversitesi Teoloji Bölümü’nden Prof. James Morris gibi önemli uzman bir araya geliyor.

 

“Uzaktaki Yakîn” başlıklı uluslararası sempozyum, TÜRKKAD ve KERİM Vakfı’nın “Anadolu’ da Yaşamış Büyük Mutasavvıflar” konulu sempozyumlar serisinin bir parçası olarak gerçekleştirilecek. Çok sayıda yerli ve yabancı araştırmacının katılımıyla yapılmış olan  Hacı Bayram Velî Sempozyumu (2012), “Sırrın Sırrı” Sultan Veled Uluslararası Sempozyumu (2013), “Kulun Niyâzı” Mısrî Niyâzi Sempozyumu (2010), “Modern Çağ ve İbn Arabî” Uluslararası İbn Arabî Sempozyumu (2008) gibi toplantılar, daha önce bu doğrultuda yapılan çalışmaların yalnızca bir kısmını oluşturuyor.

 

 

Mutasavvıf-yazar Cemâlnur Sargut’a Azerbaycan’dan Fahrî Doktora Unvanı…

 

Azerbaycan Milletvekili Ganire Paşayeva’nın dâvetiyle Azarbaycan’a giden Cemâlnur Sargut’a, 30 Ocak 2014 tarihinde düzenlenen bir törenle Bakü Asya Üniversitesi tarafından fahrî doktora unvanı verildi.

 

Bakü Asya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Celil Nageyev ile milletvekili Ganire Paşayeva’nın ve çok sayıda dâvetlinin de hazır bulunduğu törenden önce bir konuşma yapan rektör Nagayev, Cemâlnur Sargut’un tüm varlığı ile İslâm tasavvufunu dünyaya anlatmak için yaptığı çalışmaların takdire şayan olduğunu belirtti.

 

Cemâlnur Sargut ise, öncelikle kendisini vatanında hissettiğini söylerek Azerbaycan’da gösterilen konukseverlik için şükranlarını ifade etti. Sargut, verilen unvanın kendisini çok mutlu ettiğini ve ömrünün sonuna kadar İslâm’a hizmet edeceğini söyledi. Kültürlerarası diyaloğun kurulması için çeşitli din temsilcilerine İslâm dininin özünün düzgün bir  şekilde anlatılmasının önemini vurgulayan Sargut, bu amaçla dünyanın çeşitli ülkelerinde temaslarda bulunduğunu bildirdi.

 

Nefes Yayınevi tarafından basılan “Dinle” Azeri Türkçesinde…

 

Reşid Behbudov Devlet Tiyatrosu’nda düzenlenen bir konferans ile Azeri Türkçesine çevrilmiş olan Sargut’un “Dinle” isimli  kitabının tanıtımı yapıldı

 

Konferansın açılış konuşmasını gerçekleştiren, milletvekili Paşayeva, modern dünyada kültürler ve medeniyetler arasındaki diyaloğun güncel olduğu ve İslâm’ı içten parçalayan zararlı akımların yaygınlaştığı bu dönemde, İslâm dininin mahiyetinin doğru şekilde anlatılması amacıyla düzenlenen bu tür organizasyonların önemini vurguladı. Özellikle gençleri cehalete sürükleyen zararlı akımlara karşı önlem almanın gerekliliğini belirten Paşeyava,konuşmasına şöyle devam etti:
“Ülkemiz Sovyet yönetiminin hüküm sürdüğü dönemde millî-dinî kimliğini korumak için zor dönemler geçirdi; fakat bağımsızlığını kazandıktan sonra millî ve dinî kimliğine sahip çıktı. İslâm, Azerbaycan’ın millî-mânevî değerler sisteminin ayrılmaz parçasını teşkil etmektedir.”

 

Konferansın ardından Sargut, katılımcıların sorularını cevapladı. Etkinlikte Sargut’un kitabı “Dinle” satışa sunuldu. Kitaptan elde edilecek gelirin ise otizmli çocukların eğitimi yararına kullanılacağı bildirildi.

 

Bakü’de “Dinle”me Zamanı

Ben, damarlarında tasavvuf kanı akan, ama aynı zamanda Rusya’nın esâretinde kalarak tasavvuf bilincinden uzakta kalmış bir ülkede, Azerbaycan’da büyüdüm. Her ne kadar bu bilinçten uzakta kalsak da kalbimizin derinliklerinde o duygu, aşk her zaman vardı.

2009 yılında can sıkıntısıyla televizyon kanallarını karıştırırken bir ses televizyonu pürdikkat izlememe sebep oldu ve her zerremi fethetti. O ses, Cemâlnur Hocam’ın sesiydi. Aşkın sesiydi. Beni İstanbul’a çağıran sesti. Hemen iletişim adreslerini internetten buldum ve e-mail yazdım.

Ve çağırılmıştım! İstanbul’daydım! Konuşmamız esnâsında “Dinle kitabınızı Azerbaycan diline çevirebilir miyim?” diye ağzımdan kaçırmıştım. Tabiî ki ben ağzımdan kaçırdığımı sanmıştım, söyletenin onlar olduğundan habersiz… Çok sevindi. Yanındaki herkese anlattı. Şaşırmıştım… Tabiî ki hocam işin sonunu görmüştü, ben ise ne teklif ettiğimin bile farkında değildim.

2009 yılında “Dinle” kitabını tercüme etmeye başladım. Bazen isteğimi kaybediyordum. Hocamı dinledikten sonra yine çeviriye devam ediyordum. Birkaç sene geçti ve kitap artık bitmek üzereydi. Bu sefer Nefes Yayınevi’nden Erman Bey ile görüştük ve Türk devletlerinde telif hakları ile ilgili olan zorluklardan bahsetti. Ben tamamen karamsar olmaya başladım. Nasılsa olmayacak gözüyle baktım. 2013 yılında milletvekilimiz Ganire Paşayeva ile görüştük ve kitabı ona anlattım. Hocamı çok sevdiğini, kitabı basmaktan çok büyük memnuniyet duyacağını, hattâ hocama imza günü ve söyleşi düzenleyebileceğini de anlattı. İşte o an ben durumun farkına vardım.

“Dinle” kitabı demek, vatanımda tasavvufun yeniden doğuş binasına bir tuğla koymaktı. “Dinle” kitabı demek, vatanıma ve milletime azıcık da olsa hizmet etmekti. “Dinle” kitabı demek, Hakk’a hizmetti. Ülkemizin şu anki durumu tasavvufa çok ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Hocamın, dolayısıyla “Dinle”nin bu ihtiyacı kapatmada bir adım olacağına inanıyorum.

Ve hiçbir şey, zamanı gelmeden vukû bulmaz. İşte 2009 yılından beri bir türlü kitabın basılamaması, aslında kitabın zamanını beklemesiydi.

Beklenen gün geldi çattı. Yıl 2014 ve “Dinle” kitabı Azerbaycan’da kitabevlerinde yerini buldu.  Bunun sevinci tarif edilemez.

Bu kitap bana ‘dinle’meyi öğretti. “Dinle” bana hizmet etmenin zevkini öğretti. Hocamın okyanusunda bir damla olabilmenin mutluluğu tarif edilemez. Lûtfettiler, oldu. İşte huzur, işte cennet…

“Dinle” kitabını çevirirken beni en çok etkileyen bir bölümle yazımı bitirmek istiyorum:

“İnsan-ı Kamil, hərkəsdə Allahı görmə dərəcəsinə çatan insandır. Hədisi şərifdə “Sənə kasıb əlini açdığı zaman sənin pulun kasıbın əlindən əvvəl Allahın əlinə düşər” sözünü Hz.Ciili belə açıqlayır: ’Sən birinə hirslənib qışqırdığın zaman,o dediyin sözlər əvvəlcə Haqqa gedər.Ona görə də utan və demə.’ Deməli,bu nöqteyi nəzərdən, bu tövhid anlayışı içində baxsaq İnsanı Kamil şəksiz şübhəsiz hər insana, Allaha münasibət göstərmiş kimi davranır.”

İlahe

İçinden Bakü Geçen Bir Yazı

Bir masanın başında, önümde bilgisayarım, ne yazacağımı düşünüyorum. Yazımı son güne bırakmış olmanın mahcubiyeti, ne yazacağını henüz bilememenin çâresizliğine karışıyor. Evde ders saati… Sağımda heceleme çalışması yapan bir küçük, “ge-ze-gen… Üç hece değil mi anne?” diye soruyor. Solumdaki ise önündeki test kitabında çözmek zorunda olduğu ondalık kesirlere dair sorular dışında her şey ile ilgili: Kaleminin arka ucu, yeni kol saatinin tiktakları, benim hangi punto ile yazmaya başladığım… Velhâsıl, şartlar yazmaya hiç de müsâit değil. Oysa ne hayallerim vardı bu yazıyla ilgili: 29-31 Ocak tarihleri arasında yaptığımız çok özel Bakü seyahatimizi anlatmakla görevliyim. Editörümüz tüm detayları içeren belgesel tadında bir yazı bekler bu âcizden. Gel gör ki, otuz saniyede bir “Ne yazdın anne?” sorusuyla ekrana kafayı uzatan, arta kalan zamanlarda ise birbiriyle kalem dövüştüren iki kafadar yoktu hesapta.

 

Müthiş bir iç hesaplaşma yaşıyorum. Geçtiğimiz birkaç haftayı ben ne ile geçirdim? Görev ve sorumluluklardan arta kalan zamanlarda ne yaptım? Bu kadar ruhu besleyen, lezzeti bol bir fırsatı kenarda bırakıp zamanımı nelere harcadım? Seyrettiğim dizide birbirine aşklarını fısıldayan Feride ile Kâmran’ın bakışlarına gidiyor aklım bir an. Başka? Haydi itiraf edeyim: izlemekte olduğum tek dizi Çalışkuşu değil elbet. Sonra? Sonra komşularla akşam oturmaları… Mesâî aralarında yer bulan çarşı gezmeleri… Velhâsıl bahâne bol, ama hiçbiri suçluluk duygumun önüne geçemiyor.

 

Aslında tüm bu tefekkürüm, konunun mânâsına da pek uygun… Yirmidört yaşında mürşidinden aldığı emirle öğretmenliğe başlamış, ondan beri de hizmeti bir saniye bırakmamış Sultanım, kıymetlim, yıllardır ben ve benim gibi kumaşları itinayla dikme gayretiyle dünyanın her tarafına koşuyor. Kimin nerede neye ihtiyacı varsa… Oysa kendisine sorulsaydı, o hiçbir görev üstlenmeden dervişliğinin lezzetini yaşamayı isterdi eminim.  Ama hizmette… Her dakika ve her saniye hizmette…

 

Ken’an Rifâî Hazretleri tarafından işaret edilen “Tasavvuf akademilerde öğretilmelidir” vizyonuna ulaşma gayretinde. Yıllardır uluslararası akademik sempozyumlar düzenleyen, referans niteliğinde yayınlar vücuda getiren, Amerika’nın en köklü üniversitelerinin birinde bir kürsü açmakla yetinmeyip her türlü dinî eğitimin külliyen yasak olduğu Çin’in ortasında, Pekin Üniversitesi’nde bir İslâm kürsüsü açan bir devrimci o…

 

“Yetmez” diyerek bir yandan tasavvufun Türkiye’de toplumsal olarak hâl haline geçebilmesi için ülkenin her karış toprağındaki türlü konferans dâvetlerine icâbet eden, diğer yandan ülkemizde bir tasavvuf üniversitesinin temellerini atan bir mimar… Ulaştığı yüzbinlerin gönlündeki Allah aşkını harlatan, ruhlara ayna olan bir hâl ehli o…

 

Allah’ı ile her an bir ve beraber olduğu hâlde vuslata ereceği günü içi titreyerek bekleyen bir âşık, diğer taraftan dünyayı her anında coşku ile yaşayan hayat ve hakikat…

 

Bu satırlarla içimi bir sıcaklık kaplıyor. Gönlümden mâsivayı atarak yalnızca beni Allah’a yakınlaştıracak işlerle uğraşabilmem ne mümkün? Ya da dahası gönülden mâsivayı atmanın tüm bu dünyevî işlerden el çekmek anlamına geldiğini de nereden çıkarıyorum? Olacak elbet; uyanık geçen anlarım kadar gafletle dolan zamanlarım da olacak. Hatâlara hep devam edeceğim, hep suçluluk duyacağım ve her seferinde Allah’ın affediciliğine sığınıp yeniden başlayacağım. Sonuçlarının ne olacağına hiç takılmadan dünya için gayreti elden hiç bırakmayacağım.

 

Allahım çok şükür sana, sonsuz şükür…  Hatâlarımla barıştırdığın, doğruya gayrete yönelik cesaret verdiğin için şükür sana. Çocukların gürültüsü arasında içimi bir sıcaklık kaplıyor. Aklıma yeni izlediğim için henüz etkisinden çıkamadığım Kâmran ile Feride geliyor yine. Bu sefer suçluluk hissetmeden gülümsüyorum. O hayâlî aşkta bulunan keyif bile aşk-ı ilâhînin soluk bir yansımasından ibâret aslında.

 

Bana ne gam! Ben bir kayık misâli daha kıyıdaki dalgalara dayanmaya çalışırken, koskoca okyanusu geçmeye yeltenmem ne mümkün? İnsân-ı kâmil gemisine demir atıp onun beni götürmesine teslim olmaktan güzeli mi var? Mürşidine sabit kadem bağlı durmaktan iyi niyaz mı var?

 

***

 

Yine de kalemi burada bırakmak uygun olmaz; editörümün beklentisini hiçe saymadan Bakü üzerine birkaç kelâm etmeye gayret edeyim:

 

Hocamız, ilk Bakü ziyaretlerini 2012 senesinin Ağustos ayında Azerbaycan Milletvekili Ganire Paşayeva tarafından yapılan resmî bir dâvet üzerine gerçekleştirmişlerdi. O zaman hem halk hem de devlet erkânı tarafından coşkulu bir sevgi ve muhabbetle karşılanmış, televizyon programları, konferanslar ve topantılarla dolu yoğun br programa dahil olmuşlardı. Gelin görün ki, bu birkaç gün -tüm bereketine rağmen- Azerbaycan halkının yıllara sığmamış özlemini dindirmeye yetmemiş, tam tersi daha da açığa çıkarmıştı.

 

Nitekim bir sonraki dâvet hiç gecikmeden gelmişti. Bakü, geçtiğimiz Ocak ayının sonunda hocamızı bekliyordu! Bu seferki dâvet programında bir de çok özel tören saklı idi: Azerbaycan Avrasya Uluslararası Araştırmalar Üniversitesi tarafından hocamıza fahrî doktora unvanı verilecekti.

 

Hocamız, bir şehre gittiklerinde önce o şehrin mânevî sahiplerini ziyaret ederler. Bakü’ye iner inmez -yine âdet olduğu üzere- Bakü’nün mânevî sahibinin huzuruna gidildi: Seyyid Yahya Şirvânî Hazretleri.

 

Halvetî yolunun Pîr-i Sânîsi Hz. Seyyid Yahya Şirvânî dünyayı şereflendirdiği 15. yüzyılda, bulunduğu toprakları mayalamış ve ömrünün son 40 yılını Bakü’de tüm dünyaya Halvetîlik tohumlarını saçarak geçirmiş bir ulu zattır. Yetiştirdiği evlâtların sayıca çokluğu ile nam salmış, Halvetîliğin, müntesibi en fazla olan yollardan biri olarak yayılmasını sağlamıştır.

 

O dönem Azerbaycan’da hüküm süren Şirvânî ailesinin hükümdarı Halilullah Han, Hazret’in mânevî feyzinden nasiplenmiş ve kendisine hürmetle bağlanmış önemli bir şahsiyet olarak tarih sahnesindeki yerini almış. Gelin görün ki Azerbaycan’da o dönemlerde hüküm süren mânevî iklim, ülkenin tarihsel geçmişindeki talihsizliklerle sonradan önemli kopuşlar yaşamış ve son olarak Sovyet işgalinin ortaya koyduğu dinsizlik anlayışı ile iyice zora girmiş. Hazret’in mayaladığı topraklardaki mirâsı koruma ve sahiplenme konusunda halk iyice zorlanmış.

 

***

 

Artık bağımsız bir Azerbaycan Cumhuriyeti var. Mânevî kimliğini bulma ve yayma özlemiyle dopdolu, dininin özünü anlama ve yaşama konusunda sabırsızca heyecanlı. Tüm bunlar, gittiği her noktada coşkulu kalabalıkların hocamızı neden bu kadar heyecanla kucakladıklarını öyle güzel açıklıyor ki…

 

Karşılarında Allah’a ve İslâm’a hizmet yolunda gerçek bir nefer varken ve duyabilene buram buram gül kokusu geliyorken, aksi ne mümkün….

Annenin Okyanusu

Denizlerde gemiler, fener arıyor.

Zerre, hâlik arıyor.

Çiçekler, açacak mevsim arıyor.

Masalar, üzerlerine kurulacak sofralara hasret kalmış.

Okyanus olmuş gözlerin her bakışta yaş döküyor.

Fillerin taşıdığı kutularda bulunan o inci, gün ışığı ile buluşacağı ilk parlaklığını saklıyor içinde.

Nerelerde bir yunus sudan çıksa, seyir eyleyen küçük incinin yüreğinde bir çocuk uyanır.

O çocuk resim çizer, şarkı söyler, dans eder, düşünür…

Yüreklerinin resimlere, şarkılara ve danslara yansıdığı insanlar arasında kendini arar.

Buralardan çok uzaktaki galaksilerden gelen kumlar, sahilde yunus ile çocuk arasındaki mucizeye şâhit oluyorlar.

Anneler, zerreye olduğu kadar okyanusa da anne oluyor.

Bu kadar birliğin, birlikteliğin ve beraberliğin aynı anda her dâim yaşandığı yaşama mürekkep yetişmiyor.

Gönül yetişiyor.

Çok şükür.

Editörden (Şubat 2014)

Merhabalar dostlar,

 

Nihayet Şubat sayımız ile sizlerleyiz. Bu sayımızın konusu, her sayımızda olduğu gibi yine çok özel ve güzel. Öyle bir konu ki yazmakla tükenmeyecek ve asla vazgeçilemeyecek bir konu: “Anne”

 

Evet dostlar, bu sayımızda asla hakkını ödememizin mümkün olmadığı, Allah’ın Rahim ismine sahip, üzerine “Cennet annelerin ayakları altındadır” diye âyetler inen annelerimizden ve annelikten söz etmeye çalışacağız. Söz konusu anneler olunca elbette bizi koruyan, gözeten, eğiten ve elbette kendi canından çok seven annelerimizi anlatmada kelimeler kifâyetsiz kalıyor.

 

Bizim dünyaya gelmemize türlü zorluklar çekerek vesile olan annelerimizin bile hakkını ödememiz mümkün değilken, “annelerinizin sevgisi benim sevgim karşısında okyanusa karşı köpük mesâbesindedir” diye anlatan yüce Rabbimizin nasıl olur da hakkını ödeyebiliriz? Mânevî anlamda bizi nefsin zorluklarına, dünyaya karşı koruyan ve bizi gerçek cennete hazırlayan, çağıran, götüren ve orayı gösteren Rahman ve Rahim olan yüce Rabbimizin âlemleri kendisi için yarattığı emsalsiz peygamberimizin, bize O’nu anlatan, O’nun ilim sütünü bize cömertçe veren öğretmenlerimizin, mürşitlerimizin bir anlamda gerçek annelerimizin hakkını nasıl ödeyebiliriz?

 

Bu sayımız, aynı zamanda geçen sene bu ayda yegâne sevdiğine kavuşan, dâimî hay olan, çok özel bir Allah sevgilisinin, muhteşem bir annenin, annemizin de sene-yi devriyesini içeriyor. Bu sayı ile, hepimize her hâli ile her zaman çok şey öğretmiş, örnek olmuş, hepimizin hayatında vazgeçilmez bir yeri olan, hocasının çok sevdiği, gergef gibi işlediği öğrencisi, bizlere gerçek insanın nasıl olduğunu anlatan, gösteren, yaşayan ve yaşatan koca sultan, varlığı için şükrettiğimiz Meşkûre Sargut Hanımefendi, Meşkûre Annemizin Şeb-i Arusunun sene-yi devriyesini idrak etmeye çalışacağız.

 

Onun sınırsız hoşgörüsüne sığınarak, himmetlerinin dâim üstümüzde olması dileğiyle, hatâları ve eksiklikleri bizlere âit olarak, başta Meşkûre Annemize ve tüm annelerimize hürmet ve sevgilerimizle… Şubat sayımıza hoşgeldiniz.

 

Yosun Mater

Sohbetler (Şubat 2014)

Doktor Ali Mazhar Bey’in oğlunun vefâtı dolayısiyle çocuğun an­nesinden ve bilhassa annesinin aşırı teessüründen bahsedildi.


– “Bunlar ibret alınacak şeyler! Evlât üzerine bu kadar yanıklık nedir? Yanacaksan Allah için yan! Şimdi, bu zavallı kadıncağızı bekleyen üç çeşit ihtimal var. Ya böylece yanmakta devam ederek kendini mahveder. Yahut âh u zârını Allah yoluna döndürerek kendine bir reh­ber bulur veyahut bir gaflet daha gelir, bir cilve daha oynar, başına bundan beteri gelir. Gerek evlâdı uğruna yanarken gerek gaflette oldu­ğu halde ölümün gelmesi, kendisi için ne büyük hüsrandır.”
Server Beyefendi:
–  Buyurduğunuz gibi, eğer ikinci hal tahakkuk eder de bir kâmil mürşit bulacak olursa ancak o suretle kurtulabilir.


– “Mutlak bir kâmil mürşit bulması lâzım gelmez. Tâat ve ibâdete de düşse, Allah indinde bu da ziyan olmaz. Onun için bu da kâfidir.”
Güzide Hanımefendi:
– Bu hanım, hayat demek, çocuğum demekti, diyor.


– “Bir evlâda bu kadar iptilâya acınır. Evlât ne demek? Ana ile babanın cümbüşünden hâsıl olmuş bir vücut değil mi? O halde bunun nesine esir oluyorsun? Sen onun için dünyâya gelmedin ki… Allah’ı bilmek için geldin. Ama bu sözlerimden evlâda muhabbetsizlik ve alâkasızlık mânâsı çıkarılmamalıdır. Evlât, bir ilâhî emânettir. Yetişmesi, terbiyesi, ahlâkı, îmânı ve sıhhati için sen bir mürebbîsin. Analık babalık hakkı budur.

 

O evlât ki, vatanına, dînine, cemiyete ve ailesine faydalı olur, bir anababa için bundan büyük mükâfat olur mu? Fakat bu hâsıl olmazsa, o çocuğun olması ile olmaması birdir. Çünkü maksat, kendi vücûdunun bir parçası olan bu varlığı, Allah’ın dileğine göre hazırlamak ve yetiş­tirmektir. Bu hâsıl olmadıktan sonra, çocuğuna muhabbet eden anaba­ba fitneye düşmüş demektir.
Ölüme müteessir olmamak kabil değildir. İnsan, kedisinin bile yokluğunu hisseder. Fakat bu kadarı, yâni Allah’ı unutturacak derecesi fazla. Ağlamakla ne giden kazanılır ne de bir fayda elde edilir. Bu felâ­ket, ona bir irşattır. Eğer Allah yoluna atılabilirse, ki bu da nasipledir, o irşat ve îkaz değerlenmiş ve sahibine yararlı olmuş olur.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 89-90)


***

Ezelde ruhlara “Ben senin Rabbin değil miyim?” dendiği vakit “Evet, sen benim Rabbimsin!” cevâbını verdikleri için, onlara “Şu halde gidin, bu dâvayı dünya mahkemesinde ilim ve amel şâhitleriyle isbat edin” denilmiş. İlim, sahibini bilmek ve bulmak demektir. Yoksa maksat, zâhir ilmi yâni kıyl ü kal değildir. Amel ise, onu gerek bedenen gerek kalben işlemeye çalışmak, fiil ve hareketlerini ona uydurmaya gayret eylemektir. İşte bu iki şâhidi mürşidinin önüne getirip mukaveleyi burada tasdik ettirirsen ne mutlu sana! O zaman âhirete gittiğin vakit de rahat edersin!”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 297)

***

Vefâkâr olmaktan konuşulurken, söz, Erenköyü’nde yaz mevsimi­ni içinde geçirdiğimiz Doktor Suphi Neş’et Bey’in köşkünün bahçesin­deki ceviz ağacına intikâl etti. Hocamız bize dâimâ “Vefâ, Allah’ta ve Allâh’ın sevgililerindedir” demiş ve her söylediğini işlemesine alışmış olduğumuz için bu hükmünü de hareketleri ile doğrulamak ve isbat eylemekten geri kal­madığını göstermiştir. İşte, havalar sertleşmiş ve yazlıktan Konağa nakledeli bîr hayli zaman geçmiş olduğu halde, bir gün Erenköyü’ne gidip ceviz ağacını ziyâret etmek arzusunu gösteren Hocamız “O bana yazın süt annelik etti. Meyvesinden yedim. Şimdi gidip ağacı okşamak isterim” diyerek İstanbul’dan Kadıköyü yakasına ge­çip, ağacı ziyâret eylemiştir.

Bir gün de, Filibe’deki Alyans İzrailit Mektebi’nde sınıf arkadaş­ları arasında tercihen alâkadar olduğu İzrail Kalep ismindeki bir ar­kadaşının İstanbul’da doktorluk yapmakta olduğunu öğrenerek telefon rehberinden adresini bulup bu çocukluk arkadaşına bir ziyâret yap­mıştır. Aradan geçen uzun seneler yüzünden, eski sınıf arkadaşını ta­nımayan doktor, Hocamızı bir ecnebi hasta zannederek, evvelâ Fransız­ca olarak ne lisan konuştuğunu sormuş ve “Türkçe!” diye aldığı cevap­tan sonra, Hocamız “Bundan şu kadar sene evvel, Filibe’deki mektepte bir ders sene­si okuyan tek Türk talebe vardı. İşte o benim!” demiştir. Sevincinden ve bir o kadar da hayretinden ne söyleyeceğini şaşı­ran doktor, büyük bir muhabbet ve minnet ile Hocamızın ellerine sarıl­mış ve ağlar hâle gelmiş, misafirini evinde biraz daha tutabilmek için çocuklar gibi yalvarmış, dil dökmüştür.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 451)

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Annelik Bir Şey Öğretmeye Kalkmak Değil, Hâl Etmek ve Uygulamaktır”

“Annelik bir şey öğretmeye kalkmak değil, hâl etmek ve uygulamaktır”

 

Hz. Peygamber’in “cennet anaların ayakları altındadır” hadis-i şerifi ile şereflendirilmiş bulunan annelik makamının hakikati, muhakkak ki çok yüce… Bu hakikati bir nebze olsun anlayabilmek için bu sayımızda Cemâlnur Hocamızla annelik konusunda sohbet ettik.

 

Müge Doğan:  Hocam, anneliği bize maddî ve mânevî yönleriyle anlatır mısınız? Cennet, neden annelerin ayaklarının altında?

 

Cemâlnur Sargut: Dünyaya gelmek, Allah’ın insanlara verdiği en büyük fırsat ve lûtuftur. Zira birlikten ayrılmak ve tekrar birliği tanımak için yegâne fırsat, bu dünyadır. Dolayısiyle Ken’an Rifâî Hazretleri, “Cennet anaların ayaklarının altındadır” hadisini değerlendirirken “en büyük ana olan dünyanın ayakları altındadır, yani bu dünyada cennete kavuşmayan öbür âlemde cenneti bulamaz” buyuruyorlar. İşte bu dünyadaki cennete kavuşmanın yolu da annen vâsıtası ile bu âleme gelmekten geçer. Annenin tabiî ki seni bu âleme getirmekte çok büyük rolü olduğu gibi aslında seni beslemekte, büyütmekte ve mânevî gıda vermekte de çok büyük rolü vardır. Onun için çocuk doğarken, babanın adı ile doğar çünkü çocuğun ezelî nasibi, ezelî ismi babadan geçer. Fakat o ismin gelişmesi, açığa çıkması asıl dünyaya gelmekten maksadı, annenin rahmi yahut rahim tecellisi vâsıtası ile zuhûra geldiği için ölürken anne adı ile gömülür.

 

Dolayısiyle anne, Peygamber Efendimiz’in de üzerinde uzun uzun durdukları gibi dünyada en çok değer verilmesi, sevilmesi gereken kişidir. Hattâ “en çok kimi seversiniz?” dendiğinde üç kere anne, sonra baba demesi, annenin ne kadar yüksek seviyede bir mânâ taşıdığını mânevî açıdan insana öğretir. Peygamber Efendimiz’in ne yaparsak yapalım anne hakkını ödeyemeceğimiz ile ilgili birçok hadisi var. Hz. Ali’ye “annen, baban veya komşun şakî ya da ahlâksız da olsa sen onu başında taşımak zorundasın” demeleri, dünyaya gelmenin ne büyük bir önem taşıdığını Peygamber’in defalarca vurgulaması ile alâkalı olsa gerek. Tabiî anne bir de mânevî bir anne ise ve insana Allah aşkını öğretiyorsa, yahut hâli ile yaşayarak gösteriyorsa artık o annenin kıymetini biz düşünelim. Yani Peygamber’le yaşamak gibi bir şeydir, böyle bir anne ile beraber olmak…

 

Annelik her şeyden daha önemli… Çocuklar sırtlarında Kâbe’ye götürüp tavaf ettirseler gene de ancak belki iki veya üç gün karnında taşımasının karşılığını ödeyebilirler diye düşünüyorum ben âcizâne…

 

“Annelik vasfı dünyadaki vasıfların en yücesidir”

 

Müge Doğan: Hz. Mevlânâ “Aşk bizim anamızdır, biz aşktan doğduk” diyor. Biraz bunu açar mısınız?

Cemâlnur Sargut: Allah “istedim ki bilineyim” buyurduğu zaman “aşk ettim ki bilineyim” diye çeviriyor Hz. Mevlânâ bunu. Dolayısiyle Allah’ın rahman ve rahmet sıfatından tecelli ediyoruz. Yani yaradılışta Allah’ın kullanmış olduğu, bize lûtfettiği enerji bu rahmet enerjisi. Rahmet ve Rahim enerjisi -bu ikisi- analığa ait özellikler. Yani merhamet ve aşkla yaratılıyoruz ve o aynı aşk ile korunuyoruz. Orada kullanılan yüksek seviyeli enerji, aşkî enerji… Onun için “ümm”, ana oluyor. Peygamber’in de ümmî oluşunda Bursevî Hazretleri “ümm” kısmını almış ve O’nun bütün insanlık âleminin anası olduğunu, herkesin ondan var olduğunu söylüyor. Gene Hz. Musa’yı düşünürsen, onun için öldürülen bütün erkek çocuklarının vasıflarının ve isimlerinin de kendinde toplandığını düşünürsen, Musa’nın bütün o çocuklarının anası olduğunu anlarsın. Buradan bakarsan, her mürşidin de kendi öğrencilerine analık yaptığını görürsün. Onun için Mevlânâ “biz anayız, biz bağıl bağıl süt veririz” diyor. Süt burada mânevî ilim demektir. Bir de mânevî bir anne ile besleniyorsan şâyet, yani o anne hem senin mürşidin hem de annen ise, onun verdiği sütün her damlası seni maddî-mânevî besleyecek demektir. Mürşidin sütü (ilmi) ise seni ömrünün sonuna kadar kuvvetli ve bütün hastalıklara karşı antikor sahibi kılacak demektir. Dolayısiyle annelik vasfı dünyadaki vasıfların en yücesidir.

 

Müge Doğan: Peki hocam, size  annelik yapmış şahsiyetleri tanıyabilir miyiz?

Cemâlnur Sargut: Tabiî benim bir kere duâsı ile dünyaya gelmeme sebep olan Nazlı Annem var.. Peygamber Efendimize Hz. Ayşe “ben Allah’ıma şükrederim, beni o korudu” dediği zaman, Hz. Ebu Bekir de “Peygamber’e şükretmezsen Allah’a şükretmiş olmazsın. Sebebe şükretmeyen Allah’a şükretmez’” buyurmuşlar. Benim ezelî nasibime göre dünyaya gelmemin zamanını ayarlayan Nazlı Annem. Onun duâsı ile bu âleme gelmişim. Gerçekten kol-kanat gererek bana annelik ettiler; zira küçücük yaşımdan itibâren vermeyi, Allah’a yönlenmeyi öğrettiler. O kadar çok hâtıram var ki onunla beraber yaşadığım. Benim için o kadar kıymetliydi, o kadar değerliydi ki sana anlatamam. O vericilikte zirvedeydi. Herkes Hz. Ebu Bekir gibi, Osman gibi, Ömer gibi farklı adlar taşırlar. Hz. Ali gibi bütün adları bir arada taşıyan sultanlar da vardır. Nazlı Annem biraz Hz. Ebu Bekir meşrepliydi. Efendimiz de “ölmeden önce ölü görmek isteyen Nazlı’ya baksın” buyurmuşlar. Hiçbir şeyi yoktu. Evlâtlarını da Allah yolunda fedâ etmiş bir sultan. İki evlâdı da kendisinden önce vefat ettiğinde “çok şükür” diye karşılayan bir sultan…  Kendisine ait hiçbir şey yoktu; bu âlemde sadece başkaları için çalışırdı. Çok yüksek seviyede bir âlimdi ama onu göstermezdi. Akıl almaz tevâzu vardı kendisinde.

 

“Sâmiha Anne, devrimci bir mürşid-i kâmildi”

 

Sonra tabiî Sâmiha Annem ile de uzun uzun yaşadım. Kim ne derse desin hayatımda en çok şey öğrendiğim kişi, Sâmiha Anne’dir. Çünkü O bana mürşidlik etti. Gerçi onların üçünü birbirinden ayırmam çok zor. Biri bu âleme gelmeme sebep oldu, diğeri mürşidlik etti. Annem de maddî-mânevî o mürşidliği yaşayarak gösterdi. Onun için üçünün hâlini, tavrını ve eğitimini birbirinden ayırmakta zorlanıyorum doğrusu. Üçü de bir benim için. Ama Sâmiha Anne ile her gün her gece birebir yaşamadığım hâlde, beraber olduğum her saniyede idrâkimin çok fazla arttığını hissettim. Beni Allah’a götürdü. Yani “mürşid kimdir?” diye sormuşlar Hacı Bayramı Veli’ye; “Allah’a kulunu, kulunu Allah’a sevdiren kişidir” demiş. Allah sevgisini öğretti, mürşid sevmeyi öğretti; mürşid vâsıtası ile Allah’a ulaşmayı öğretti…  Peygamber aşkını anlattı ve gösterdi.

 

Ayrıca Sâmiha Anne’nin çok mühim bir özelliği de, bir soru sorduğunuzda cevabını kitaplarından çok rahat alabilmenizdir. O, kitapları ile tasavvuf ahlâkını, edebini, insanlığı bize öğretti ve anlattı. Sadece bize değil, bütün dünyaya anlattı. İnşaallah kitapları İngilizceye çevrilirse, bütün âlem onun mânâsından yararlanabilecek. Sâmiha Anne, devrimci bir mürşid-i kâmildi. Çünkü kadın şeyh nasıl olur, kadın mürşid nasıl olur; onu öğretti dünyaya. Aynı zamanda ritüellere bağlı değildi; yani klasik şeyh anlayışı ne Ken’an Rifâî Hazretleri’nde ne de Sâmiha Anne’de görülmüyordu. Devrin şeyhiydi o. O belki devamlı zikir çektiren, o şekilde bir nefsî terbiyeyi öngören bir şeyh olmasa da, acılar-sıkıntılar ve kendi terbiye sistemi ile bizi Allah aşkına, Allah’a doğru yönlendirdi. Hiçliğimizi ve yokluğumuzu bize öğretti.

 

Müge Doğan: Anneniz Meşkûre Sargut’un önce biraz maddî anneliğinden, sonra mânevî anneliğinden bahsedelim mi?

Cemâlnur Sargut: Annem öncelikle bence bütün annelerin yapması gereken bir şey yaparak bize çok önemli bir şey öğretti. Hiç koruyucu olmadı, arkamızda durmadı ve hatta acılarla karşılaşmamız için biraz da uğraştı. Ben anneciğimin devre devre benim böyle acılarımın üstüne kızgın damga bastığını bilirim ki dağlansın diye. Ama Allahıma binlerce şükrediyorum ki ben kendi ayaklarımın üzerinde durmayı, Allah aşkını yaşamayı, hâdiselerden etkilenmemeyi annemin bu eğitimi ile öğrendim. Kardeşimde de aynı şeyi görüyorum şimdi. Bunun yanında da aşırı sevgi dolu bir tarafı da vardı. Celâlliydi ama çok da sevgi doluydu. Ben annemi üzdüm; çünkü az yedim, hayatta hep sıkıntılarım oldu… Onlara üzüldüğünü biliyorum. Anneydi bir taraftan, ama bunları belli etmedi. Hep yanımda oldu ve hep beni kuvvetlendirdi ama doğru yaşamamı sağladı, dengeye gelmeme sebep oldu. Aşırılıklarımdan beni kurtardı. Allah ondan râzı olsun.

 

“Ben annemi hep mutlu ve huzurlu gördüm”

 

Maddî anneliği hakikaten mükemmeldi ama mânevî anneliği gerçekten tartışılmaz. Çünkü hayatının her zerresi, her ânı Efendisi için geçen bir anne ile yaşadım ben. Sabah kalktığında resimleri öpen, namazını vaktinde kılmayı bize öğreten, şeriata son derece düşkün, şeriat edebini, abdest almanın önemini devamlı anlatan ama bunları yaparken de sıkıcı olmayan, mecbûriyet getirmeyen fakat zevk hâline getiren bir anneydi. O bakımdan Allah ondan râzı olsun ki, biz şeriatı çok sevdik onun sâyesinde. O da mürşidi ile sevmiş tabiî bunu. Meselâ ezan okunur okunmaz kılardı namazını…  Beş dakika bile geçirmezdi. Bize de kızardı geçirdiğimiz zaman.

 

Onun hiçbir hâdise ile yıkıldığını görmedim. Hz. Fâtıma’nın üç-dört gün sancısı varmış fakat çok da açmış dört-beş gündür.. Peygamber Efendimiz teşrif etmişler “ay ne mutlu sana Fatmacığım” diye… O‘nun sancısının ve açlığının  ona lûtuf olduğunu anlatan şekilde onu rahatlatmış ve yüceltmişler. Meselâ benim ciğerim dediği Hz. Fatma’ya “ah vah, aç mısın kızım” diye sarılmamışlar. İşte annemin tarzı buydu. Annem bizim çektiğimiz acılarda “ay ne şanslısın, ne mutlusun” yahut tekrar zor bir hayata başlayacaksak “hadi git, zorluklarla adam olacaksın” diye bize hep zorluğa, zorluğa alışmaya, zorluğu sevmeye yönlendirdi. O yüzden de biz çok zevkli ve dengeli bir hayat yaşadık ömrümüz boyunca.

 

Sonradan ben şunu öğrendim ki kendi yaşadıklarımdan, eşimden ayrıldığım zaman, çocukların bu hâdiselerden etkilenmemesinin tek bir yolu var anneyi mutlu ve huzurlu görmesi… Böyle olduğu zaman her şey çok güzel oluyor. Ben hep annemi mutlu ve huzurlu gördüm. Babamın hapse girişinde bütün sıkıntılarda hep annemi mutlu ve huzurlu gördüm. Babamın hapse girdiği gün secdedeydi ve “çok şükür Hz. Yusuf’un hayatına eşlik ediyoruz” dedi. Borçlara girdiğimiz gün hiç problem etmeden yaşadı ve onun için mükafat üstüne mükafat yağdı annemin üzerine. O da çok zevkli bir hayat yaşadı ve çok sevildi herkes tarafından… Hürmet edildi, sayıldı… ve evlâtlarının kendi yolunda olduğunu gördü. Hayatta en istediği şey buydu. Hatta küçükken bize “eğer benim yolumda olmazsanız evlâdım olmadığınıza dair gazeteye ilân veririm” derdi. Son zamanlarda çok şükür hep bizlere şükrederek yaşadı hayatını ve ihvan konusunda da emin olarak vefât etti. Yani “gözüm arkada değil” dedi her zaman. Bu tabiî çok önemliydi. Ölümü çok severdi, ölümü isterdi. Hattâ öleceğini de bence biliyordu. Ona göre programlanmıştı. Allah’ın büyüklüğünü ölümüyle de bir kere daha bize gösterdi. Çok şükür, ben dünyanın en şanslı evlâdıyım diye düşünüyorum. Asuman için de tabiî bu böyle… Netice olarak birbirine çok bağlı iki evlât yetiştirdi çok şükür.

 

Müge Doğan: O halde analık bizim anladığımız anlamda devamlı fedâkârlık yaparak onun üstüne düşmek, onu koruyup kollamak değil, ama güçlü bir mânevî duruş ile hâl ederek örnek olmak mıdır?

Cemâlnur Sargut: Tamamıyle hâl etmek, bir şey öğretmeye kalkmak da değil ama uygulamak, yapmak… Yani çocukları bezdirmemek fakat peşlerini tâkibi de bırakmamak… Yani o aradaki dengeyi bulamazsak anneliği doğru dürüst yapıyoruz demeyelim. Tabiî ki hiçbirimiz doğuştan ana doğmuyoruz, yavaş yavaş öğreniyoruz tecrübelerle ama benim annemde öğrendiğim buydu. Hiçbir şeyimize üzülmez, hiçbir şeyimizi fazla problem etmez, herşeyi dâimâ ümitle karşılardı. Yani öyle bir güzel müslümandı ki ümit ile korku arasında yaşamayı bize öğretti. Hep ümit içinde yaşadık. Yani maddî konularda da. Bugün bir kapı kapandı ise yarın bir kapı açılır aşkı ile yaşadık.

 

Müge Doğan: Çok teşekkürler efendim.

Er-Rahman, er-Rahiym

-Anne!

Arabada oturmuş, Rânâ’nın gelmesini bekliyorum. Küçük oğlumuz uykusundan uyanır uyanmaz annesini istiyor. Sâkin bir sesle tekrar:

-Anne!

-Oğlum, annen doktora kadar gitti, şimdi gelecek.

-Annee! (sesin şiddeti biraz daha artıyor)

-Oğlum, annen beş dakikaya gelecek, merak etme.

Sesi titremeye başlıyor:

-Anne!

-Oğlum, baban burada işte, neyine yetmiyor?

Artık hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. Çok şükür, çok geçmeden annesi geliyor. Böylece bir çocuğun en büyük ihtiyacı karşılanmış oluyor…

Ne kadar çağırırlarsa çağırsınlar, ne kadar ağlarlarsa ağlasınlar anneleri hiçbir zaman gelmeyecek çocuklar geldi aklıma. O çocukların en gariplerinden biri hayata gözlerini babasız açan, daha çok küçük bir yaşta da anacığından mahrum kalan Efendimiz’dir şüphesiz. Hele de ailenin, şecerenin çok önemli olduğu bir devirde tek başına kalmış bir çocuk… İstediği kadar “Anne!” desin, annesi gelemeyecek.

Oysa Rabbi ona“Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” buyurmuş. Onu kimseleri çağırmadığı “Habibi!”, “sevgilim!” hitâbıyla çağırmış. Böylesine sevdiği kulunu en büyük ve en temel ihtiyacı olan annesinden mahrum bırakması revâ mı?

Şüphesiz Allah, Rahman ve Rahim’dir. O, hem korur, hem de koruyuculuğunu bildirir. Fakat Allah’ın koruyuculuğu, bizim akıl edemediğimiz şekillerde zuhur ediyor. Bu rahmeti, şefkati en güzel algılayabilecek insan da Peygamberimiz olduğu için, onun hem babasız hem de annesiz büyümesinin hikmetini düşünmemiz gerek.

İnsan bu dünyaya gelmeden ana rahminde muhâfaza edilir. Dünyaya gözünü açar açmaz ona mükellef bakım, besin ve tüm koruyucu ilâçlar anasının sütü vâsıtasıyla verilir. Onun fizyolojik gelişimi bir yana, mânevî ve psikolojik olarak da dengede olması için anasının kokusunu, sesini duyması icab eder. Tüm bu saydıklarımızı tedârik eden çocuklar hem sağlıklı, hem mutlu, hem de özgüveni yüksek olurlar.

Özüne inersek annenin çocuğuna gösterdiği tüm şefkat, koruyuculuk, sevgi Allah’ın “Rahim” isminde saklıdır.

Rahman olan Allah, her kulunun rızkını verir. O ne kadar isyanda da olsa, rabbini bilmiyor da olsa, rızkı eksiksiz olarak verilir. Rahman ismi bunu garanti eder. Fakat Rahman isminin farkında olmayan, kendini sahipsiz, başıboş zannedenler, bu rızıklandırmanın Allah’ın tasarrufunda olduğunu, kendilerinin de mutlak bir koruma altında olduklarını anlayamazlar.

Hz. Peygamberimiz’in bizlerden en büyük farkı, bu korumanın tam anlamıyla farkında olmasıydı. O, Rahman isminin farkında olduğu için, Rahim ismini de yaşayabiliyordu. Dolayısıyla kimseden korkusu, herhangi bir dertten beisi yoktu. O, yetim olmasına karşın, âdetâ sürekli anasının kucağında emzirilen bir çocuk gibi güvende, ve güvende olduğunun bilincindeydi.

Rahman ve Rahim esmâsından bîhaber olanlar bunun sırrına eremediler. Onun hayatını inceleyen bir müşrik, incelemesinin sonunda “Muhammed (s.a.s.) sonsuz bir özgüvene sahipti. Fakat bu özgüvenin sırrını kimse bilemedi. Bu sırrı kendisiyle birlikte götürdü” yorumunu yapmış. Halbuki o annelerin güç aldığı Rahim isminin sahibinden başkasına hiç güvenmedi.  Salât ve selâm dâim üzerine olsun…

Ücret Beklemeden

Genelde duygu yüklü yazılara teşne olan bu kalem, mesele annelik olunca duygusuna mesafe koymayı yeğledi. Belki de konu nevii gereği tarife sığmaz bir duygusallığı barındırdığı için genlerinde saklı olan çocukça inadı tuttu. Ya da belki nefsinin en ağır sınavlarını anneliği üzerinden yaşadığı için de olabilir. Anneliğin kutsiyeti, Allah’ın hâlik ismine mahzar oluşuyla âşikâr değil mi zaten? Hem kendi anamda apaçık şekilde gördüğüm hem de sırf bana gelen iki emânete değil, dünyanın bütün evlâtlarına boğazımda bir düğüm, içimde kıpırtıyla bakmama vesile olan yine Allah’ın bu lutfu değil de nedir? Bir de Hayy ismini gönlüme üfleyen var ki O’nun analığı tarife sığmaz… Salt yaradılışa vesile olan değil, dirilten, insan eden…

 

Velhâsıl mesele annelik olunca yazılacak, anlatılacak çok şey olur. Lâkin annelik duygusu yerine sorumluluğu üzerinden konuşalım bugün.

 

Annelik, duygusuyla doğulsa bile gereklerini yerine getirmek bir dizi sınav ve hatâlar yaşanması gereken bir tecrübeden ibaret. Bu müessese, yapılan yanlışların getirdiği hesaplaşmalarla öğreniliyor. Ya da aslında her çocuk kendi özgün karakteriyle müstakil bir yol tutturup giderken anne “yine yanlış yapıyorum galiba” zannını vücuduna bir dövme gibi yapışmış buluyor ve annelik tam mânâsıyla hiçbir zaman öğrenilemiyor.

 

Batı normlarının başarı kodları üzerinden kendini tarif etmeye şartlanmış bir yetişkin olarak ilk emânetimi kucağıma aldığımda başarıyla sonuçlandırmaya mükellef olduğum yeni bir projeye başladığımı sandım. Bebeğimi iyi beslemeli, iyi giydirmeli, aynı anda on hobi ile donatmalı, en iyi okulda okutup ayrıcalıklı bir birey olarak yetişmesini sağlamalıydım. Onu gelebilecek tüm risk ve tehlikelerden korumalıydım. Önceleri onun kişilik özelliklerini ve hayattaki duruşunu koşulsuzca şekillendirebileceğim gibi bir zanna kapıldım.

 

Sonrası mâlûm… Benim emânetlerim bana koskocaman bir “çalım” atıp benim projem olmadıklarını bir bir göstermeye başladılar. Mülkün Allah’a ait olduğunun, evlâdın ise yalnızca emânet olduğunun delilini koydular ortaya… Daha ilk günden itibaren aslında hiçbir konu üzerinde kontrol sahibi olmayacağımın farkına vardım. Ama yine de beklentilerimden kopamadım. Onlar üzerindeki hayallerimden, planlarımdan, zihnimdeki kurgulardan boşanamadım.

 

Sonra bir gün bütün yükümü çeken, beni adam etmeye çalışan ve her evlâdına yaptığı gibi bana da kendi makamımdan öğreten kâmil anamın benden hiçbir ücret istemeden yani en ufak bir değişim karşılığı talep etmeden irşad edişinin farkına vardım. Heyhat, benim kâmil anam, evlâdının sorumluluğunu her iki âlemde de taşıyan anam, hiçbir ücret beklemezken ben kendi emânetlerim üzerinden beklentiye girerek, onlarla ilgili talep yaratarak nasıl da ücret bekliyordum: Derslerinde başarılı olsunlar, gayretli olsunlar, çalışkan olsunlar, hayırlı olsunlar, mutlu olsunlar… Liste böyle uzar gider.

 

Haydi kendime haksızlık etmeyeyim; beklentilerimde salt maddî dünyanın şekilcilikleri yoktu elbet; güzel huylarla ve ahlâkî erdemlerle donanmaları dileği vardı.

Güzel ahlâkı kuşanmış, hâliyle barışık, kendine yeten bireyler yetiştirmek niyâzımın nesi yanlış olabilir ki? Ama yanlış işte, o bile yanlış… Zira emânetim hatâya düştüğünde, Yeşilçam’dan fırlamış bir edâ ile başımı geriye doğru atıp, gözlerimi devirerek “Ben sizin için…” diye başlayan cümlelerim ücret istemek değil de nedir? Oysa benim kâmil anam, her gün usanmadan anlattıkları yetmeyip bir de her an hâlinde izlediğim ahlâk-ı Muhammedî’nin güzelliği içinde, nefsimle başbaşa kaldığımda düştüğüm yanlışları hiç yüzüme vurmadan tatlı bir tebessüm ile beni kucaklamaya devam etmiyor mu?

 

Annelik sorumluluğu yalnızca kendini adam etme gayretinden oluşuyor. Çocuklarla ilgili olarak kalemimden önceden dökülmüş olan şu satırlar özetlemiş annelik sorumluluğumu:

 

Dürüstlük bekliyorsam onlardan; önce kendim her ne koşulda olursa olsun yalandan uzak durmalıyım ve ölçüm doğruluk olmalı.

 

Sosyal anlamda geçimli olmalarıysa meselem, önce ben farklılıklara hürmet etmeyi, insanların kusurlarını büyütmemeyi öğrenmeliyim.

 

Zorluklar karşısında hemen pes etmemelerini istiyorsam, işlerimi yaparken azimli ve sebatkâr olmaya gayret etmeliyim.

 

Hazımlı ve hoşgörülü bireyler görmek istiyorsam karşımda, önce kendim meselelerimi sükûnet ve hoşlukla halletmeyi öğrenmeliyim.

 

İmanlı ve idrakli yetişkinler olarak onları görebilmekse niyâzım, her geleni Allah’tan bilip şikâyeti bırakabilmeyim, olanla yetinip hep şükredebilmeliyim, küllî akla rapt olabilmeliyim.

 

Her koşulda herkese iyilik yapmak için fırsat gözlemeliyim ki onlar da kula hizmetin Hakk’a hizmet olduğunu hâl edebilsinler.

 

Dışarıdaki her çocuğu kendi çocuğum gibi kollayıp önce onları gözetmeliyim ki insanı sevmeyi öğrenebilsinler.

 

Her koşulda râzı ve mutlu olabilmeyi öğrenmeliyim ki mutluluğu öğrenebilsinler.

 

Velhâsıl annelik, kendi doğru sandığımız hayallerimizin egzersiz zemini hiç değil. Annelik ücret beklemeden hâlinle örnek olmaya çalışmak. Annelik, kâmil anama benzeme gayreti bence… Ve annelik, yalnızca kâmil anama na’tdan ibarettir aslında. Vesselâm…

Annem’e ve Annem’e

Küçük çocuğun aklı çok karışmıştı. Ona duâ etmesini öğrettikleri günden itibâren  her gece yatağında  kiminle konuşuyordu acaba? Acaba o konuşurken gerçekte onu tek duyan, yün tavşanı Mıstık mıydı? Yoksa başka bir duyan da var mıydı?

 

Karar verdi, Allah hakkında sorular soracaktı çevresindeki insanlara ve aldığı cevapları birleştirip kafasında Allah’ın resmini çizecekti. Hemen işe koyuldu. Anneannesine, dedesine, annesine, çevresinde yaşı büyük kimi gördüyse ona sormaya başladı “Allah nedir?” diye. Ama bu iş, hiç de düşündüğü gibi kolay değildi; bunu insanların kendisine verdikleri zıt cevaplardan anladı. Bir sorduğu diyordu ki “Allah sever”, bir başkası diyordu ki “Allah cezalandırır”. Çocuk anladı, Allah’ı tanıması için “Allah nedir?” sorusu çok doğru bir başlangıç olmamıştı. O da karar verdi: “Ne”yi “nasıl” ile değiştirecekti.

 

Dedesinin yanına gitti ve sordu: “Allah kulunu nasıl sever dede?” Dedesi, şöyle dedi: “Hani annen seni dokuz ay karnında taşıdı, sancılarla doğurdu, bin bir meşakkat içinde ama sana hiçbir şey yansıtmamaya çalışarak büyütüyor… Senin için canını, tüm hayatını düşünmeden, değil bir dem, hayatın her deminde bir an senden vazgeçmeden verir. Hatırlıyor musun dün haberlerde seyrettiğimiz anne kediyi? Yanan evin içine yedi kere art arda girip yedi yavrusunu da dışarı çıkarmış ama sonra  kendi yanıkları çok derin olduğu için ölmüştü. Bak o anne kedi; ona kedi anne denmez. Çünkü onun anneliği kediliğinden önce gelmiştir. İşte tüm anneler böyle severler evlâtlarını, kendiliklerinden önce… Bir çocuğa annesinin sevgisi Allah’ın sevgisi karşısında denizdeki bir köpük gibidir. Şimdi anladın mı bakalım Allah nasıl sever kulunu.”

 

Dedesinin bu cevabından çok memnun kalmıştı çocuk. İlk defa Allah’la  ilgili kafasında ciddi anlamda bir fikir oluşmaya başlamıştı. Dedesinde muhakkak çok daha fazla bilgi vardı. Karar verdi, dedesine sormaya devam edecekti.

 

“Peki, Allah kendinden var ettiği kuluna neden ceza verir?” diye sordu çocuk.

 

“Hani” dedi dedesi “sen çok küçükken ateşle oynamayı çok seviyordun da bu nedenle iki kere ablanı, kendini ve evi yanmaktan son anda kurtardılar. Ama sen yine de ateşle oynamaya devam ettin. Annen de kendini ve sevdiklerini incitmemen için senin yaptığın haylazlıklara bir karşılık verdi. Verdiği ceza karşısında annenin canı daha çok yanmıştı seninkinden. Evet o zaman çok üzüldün, canın da çok yandı ama bir daha da ateşle oynamadın. O zaman annene seni cezalandırdığı, canını yaktığı için ne çok kızmıştın. Sen sonra o hâdiseyi unuttun da annen senin aldığın ceza karşısında nasıl üzüldüğünü hiç unutmadı. İşte Allah da kulları kendi nefisleriyle oyuna dalıp kendilerini incitmesinler diye oyunlarına bir karşılık verir de seni, senin yaramazlıklarından dolayı incinmekten korur. Sen Allah’tan gelene o an için ne kadar üzülsen de zamanla unutursun ama Allah o gün kulunun üzüldüğünü hiç unutmaz.”

 

“Peki dede, Allah kulları arasında ayrım yapar mı? Kulundan vazgeçer mi?” diye sordu çocuk.

 

“Hiç olur mu?” dedi dedesi. “Meselâ bir anne için en hayırlı evlâdı da en hayırsızı da birdir. Bak komşumuz Şükriye Hanımlara…. Bir oğlu annesini hep arar sorar, herkese iyilik yapar. Hiç ailesini üzmeden okudu işe girdi evlendi. Diğer oğlu ise nerede akşam, orada sabah… Hayırsızın teki; bir baltaya dahî sap olamadı, ama sen git bir de Şükriye Teyzene sor. Oğulları için ‘iki gözümün nurları’ der de sevgide ikisini de birbirinden ayırmaz. Hâlâ hayırsız olan oğlunun düzelmesini sabırla bekler, ‘oğul, sana bir şey olursa benim ciğerim yanar’ diye ekler.

 

Şimdi sen diyebilirsin ki, eğer iyi çocuk olmamla kötü çocuk olmam arasında bir fark yoksa, annem beni her hâlükârda ayırım yapmadan ablam kadar severse, ben de o zaman yaramazlık yapabilirim. Aslında bir fark vardır , tek fark eden bir evlâdın annesinin yanağında gamze, diğerinin iki kaşı arasındaki çatıklık olmasıdır. Anne, evlâtlarını ayırmadan sevme ve onlardan asla vazgeçmeme konusunda bir karar vermez ama sen bir karar ver, gamze mi olmak istersin annenin yanağında? Yoksa gözünde nem mi? İşte Allah da kulları arasında hiç ayırım yapmadan sever ve bu sevgiden asla vazgeçmez. Aynı anne gibi şartsız ve beklentisizdir ama sen kul olarak bir karar vermelisin.”

 

***

 

O gün Allah hakkında çok şey öğrenmişti çocuk  ve bu onu çok mutlu etmişti. “Bu kadar ‘nasıl’ olduğunu bildiğim bir varlığı gece rüyâmda da muhakkak görürüm artık” diye düşündü ve o gece heyecanla erkenden yatmaya karar verdi. Yatar yatmaz anneannesinin ona öğrettiği duâları okudu; ama bu sefer çok emindi kendisini duyanın yalnızca Mıstık olmadığına… Daha duâsını bitiremeden döndüğü sağ yanından daldı uykuya ve bütün gece rüyâsında annesini gördü.