Ne Haber? “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri,10. Defa Sahiplerini Buldu

Allah bize ruhundan ruh üfleyerek bu âleme gönderirken kendisini bilme, tanıma, anlama fırsatı vermiştir. Bu yüzdendir ki biz beşerler için en büyük ödül, dünyaya insan olarak gelişimizdir. Yaratıcının bizlere sonsuz armağanlarından en güzeli olan Hz. Muhammed’in (a.s.) doğumunun yıldönümü vesilesiyle düzenlenen 10. “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri programı 18 Ocak 2014 tarihinde gerçekleşti.

 

Bu yıl “Dost” Ödüllerinin konusu “Ashâb-ı Kirâm”

 

Açılış konuşmasını yapan Diyanet işleri Başkanlığı Aile ve Dini Rehberlik Daire Başkanı Huriye Martı “Bir tarafta kendini helâk edercesine onlar icin gayret gösteren bir peygamber, diğer tarafta sanki başlarına bir kuş konmuş gibi saygı ve özenle dinleyen sahâbiler… Elbette ki Ashâb-ı Kirâm derken yeknesak bir topluluktan bahsetmiyoruz.  Onlar, farklı yaş, cinsiyet ve sosyal konumlara sahiplerdi. Değisik kabilelerden gelmeleri sebebiyle farklı kültür ve geleneklerin izlerini tasıyorlardı. Hayattaki öncelikleri, zevkleri, alışkanlıkları ve sorumlulukları da farklıydı. Ancak farklılıkkların yok olduğu nokta, Allah Resûlü’ne karşı duydukları muhabbet ve gösterdikleri itaatti” dedi.

 

TÜRKKAD İstanbul Şubesi başkanı ve mutasavvıf-yazar Cemâlnur Sargut, yaptığı kısa konuşmada şunları söyledi: “Hz. Muhammed’in (s.a.s) huzurunda hazır olan herkes, kendi nefsinde Allah’ı müşâhede eder. İşte sahâbe budur. Bu sene O’nunla yaşayan ve vasıflarını giyinenlerle, O’nun sonsuz güzelliğini anlamaya çalışacağız. Ki onlar, mübârek nûrunu görmüş, o nurdan bereketlenip hâl etmiş ve ’Ümmetimden öyleleri vardır ki cevherleri, himmetleri benimle müşterektir’ hadisi ile O’nun, dolayısıyla da zât-ı ilâhînin iltifatına mazhar olmuşlardır. Sahâbe, gönül aynalarında Muhammedî Hakîkat yansıyanlar zümresidir. Sadakat makamında Peygamber ahlâkını yaşamış ve ’Ben onları hangi nurla görüyorsam, onlar da beni aynı nurla görüyorlar’ hitâbına mazhar olmuşlardır.”

 

Bu kutlu bir gecede çoşku ile konuşanlardan biri de Doç. Dr.  Emin Işık idi. Kendisi sahâbenin özelliklerini ve faziletlerini anlattığı bir konuşma yaptı.

İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) doğumunun 1443. yılı vesilesiyle, İstanbul Büyükşehir Belediyesi sponsorluğunda, dört sivil toplum kuruluşunun (Cenan  Eğitim  Kültür  ve  Sağlık  Vakfı, Kerim Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı, Türk  Kadınları Kültür Derneği ve Altay Kültür ve San’at Eğitim Vakfı) müşterek olarak tertiplediği “Dost” Ödülleri Gecesinde ödüllerden biri, ABD’den Pakistan asılı Doç Dr. Asma Sayeed’e verildi. Sayeed, “Women and the Transmission of Religious Knowledge in Islam” adlı kitabında İslâm topraklarında kadınların hadis nakil geleneğinin son 10 asırdaki gelişimini inceliyor. İkinci ödül ise Muhammed Emin Yıldırım’a “Sahabe iklimi” adlı kitap serisi çalışmasından dolayı takdim edildi.

Gecede, altı yaşındaki 8 çocuk Kenan Rifâî Hazretleri’ne ait “Nāt-ı Hazreti Nebevî” başlıklı şiiri okudular. Ödül töreni. gelenekselleşen Lâ Edrî Grubu konseri ile son buldu.

Na’t-ı Hazret-i Nebevî

Rûh u cism ü bâtın u zâhirsin elhak yâ Resûl

Hey’et-i kevn ü mekâne şems-i nûrsun yâ Resûl

 

Nûr-ı vechinden alır feyz encüm ü şems ü kamer

Zâde-i rûhundur insanlar cihanda yâ Resûl

 

Çâresizler dest-gîri dertliler dermânısın

Gâfilin imdâd-resi, bîçârenin âmânısın

 

Bildiren sensin Hudâ-yı Zü’l-Celâl’i kullara

Enbiyâ’nın, asfiyânın, şahların sultânısın

 

Hil‘at-i “Levlâk”i giydin zâhir oldun âleme

Bu zuhûrundan vücûd buldu bu varlık ya Resûl

 

Şânını vasf eylemek hiç kimseye kābil değil

Hak bilir ancak ulüvv-i kadr ü şânın yâ Resûl

 

Genc-i nîmettir kapın dünyâ vü ukbâya heman

Sâhib-i fermân-ı dâreyn sensin ey kenz-i cinân

 

Rahmetin bâbında Ken’ân ahkar u ednâ kulun

Vuslatından eyleme bir lahza mehcûr yâ Resûl

 

 

Ken’an Rifâî

Şükürler Olsun

“Rahim” sıfatı koruyan , esirgeyen, merhamet eden, gözeten mânâsındadır. Müslümanlığın en sık kullanılan, bilinen ifadelerinden olan “bismillahirahmanirahim”, Yaradanın rahman ve rahim sıfatlarına vurgu yapar.  Her an dilimizde olan bu kelimeyi söylerken Allah’ın Rahman ve  Rahim isimlerini söyleriz gün içinde defalarca. Rahimde olduğunu bilen yani her ne olursa olsun Allah’ın kendisini koruduğunu bilen ve bundan emin olan kimse İslâmdır, teslimdir, emindir.

 

Tıpkı anne rahminde vaktinin gelmesini bekleyen, olup biteni idrak edip çerçevesini algılayan, ancak rahimdeyken sessiz, sâkin, sabırlı bir bebek gibi, dünyada yaşarken de olayları farkeden, izleyen ve ne olursa olsun “bu benim için hayırdır, Allah beni muhakkak ki korur” diyen insane, benim için aynı bebek sâfiyetindedir. Böyle bir sâfiyet ve idrak, Allah’ın çok özel insanlara ihsânı hariç, ancak bir insân-ı kâmil terbiyesi ile mümkündür. Çünkü nefis kendi başına bırakıldığı an “ben” der, “haklıyım” der, “istiyorum” der. Çünkü nefis susma ve itaat etme değil, isyan ve itiraz ehlidir.

 

Yaşanılan olaylar, karşılaşılan insanlar, muameleler karşısında sükûnetini koruyup olayların ve kişilerini hakikatini anlamaya gayret gösteren bir kul için annelik kendisini doğuran, büyüten, gözeten kişi ile sınırlı değildir. Kendisine ilm-i ledûnu, basit olaylar içinde anlatan, nefsine muhâlefeti öğreten, ne oluyorsa olsun Allah en iyisini bilir ve Allah ne yaparsa iyidir dedirten, evlâdını göğsünden gelen süt ile değil de gönlünden akan süt ile besleyen mürşid-i kâmil de annelik makamındadır. Doğuran anne et ve can verirken mürşid hayat verir.  Diriltir, yaşamın ve varlığının mânâsını idrak ettirir. Böyle bir mürşid, Allah’ın Rahim sıfatının tam tecellisidir. Evlâdını en zor sınavlara sokarken dahî korur, gözetir. Annedir; evlâdı ona sırtını dönse gitse bile o evlâdını bırakmaz, gidene gönül koymaz, gelince suçlamaz. Çok sever, ama terbiyesi ile sorumlu olduğu evlâdını yeri gelince cezalandırır. Cezalandırdığı evlâdı durumu anlayıp biraz mahzunlaşınca dayanamaz, gülümser.

 

Beni doğuran binbir zahmetle büyüten, bana Allah’a ve yaşama dâir ilk bilgileri veren, -çok klasik olacak ama- yemeyip yediren, giymeyip giydiren, en ufak bir derdimde ne yapacağını bilemeyen ve beni çok sevdiğinden emin olduğum, hayatımın en zor günlerinde yaşıma başıma bakmadan bana kol kanat geren anneme gönül borcum ve sevgim büyüktür. Bu âhir ömründe onun için kolaylaştırabileceğim her şey benim için lûtuftur.  Biliyorum ki anne hakkı ödenemez ve biliyorum ki annem bu hakkı ödememi benden beklemez.  Biliyorum ki ben annemi severim, annem de beni sever.

 

Öte yandan, 32 yaşımda tanıştığım, neyi nasıl yaptığını anlamadan beni değiştiren, dönüştüren, gönlümü ferahlatan, ağzımın tadı, gözümün nuru, görmesem de gönlümde olan, çağırmasa da hep yanımda olan, bana karşı çok sabırlı, çok şefkatli, ezelde sözleştiğim, âhirette yanında haşrolmayı umduğum bir sultan var hayatımda… Annemim kıymetini  dahî idrak ettirten, öte yandan anne olmanın ne demek olduğunu bana gösteren…

 

Dünyada kaç kişiye nasiptir bilmem iki defa anne sevgisini tatmak… Birinde dünyayı, diğerinde  hem dünyayı hem âhireti sevmek.  Kaç kişiye nasiptir böyle bir anne sevgisi ile kuşatılmak? Zor ama bir o kadar da keyifli olan bu dünya âleminde her canım acıdığında, her büyük sevincimde yanına koşabileceğimi bildiğim kişileri için şükürler olsun. Tıpkı Nazım Hikmet’in çok sevdiğim bir şiirinin son mısrâında denildiği gibi:

 

Seviyorum seni

yaşıyoruz çok şükür der gibi.

 

Elele

Benim iki tane annem var. Biri beni doğuran ve büyüten canım annem. Diğeri ise beş yıldır elimden tutup beni cehennemden cennete çeken sultânım efendim Cemâlnur Annem.

 

Annemin, her anne gibi, üzerimde emeği çoktur, ancak benim için en zor sınavlardan biri annemle olan sınavımdı. (Gerçi bu sınavın bittiğini düşünmüyorum. Yalnızca bu aralar şiddeti azaldı, çok şükür.) Ben son yıllara kadar annemle hiç  anlaşamazdım. Sürekli bir çatışma içinde, iki geçimsiz kız kardeş gibi bir ilişkimiz vardı. Annemi hoşgörmeyi, onun güzelliklerini  farketmeyi  sultanım sayesinde öğrendim. Hocam, anneme olan bakış açımı değiştirdi. Annemi anne olarak sevmeyi  öğrendim.

 

Cemâlnur  Annemin sesini ilk duyduğumdan beri O’na yavaş yavaş çekildiğimin farkındaydım. Öyle ki, sanki bildiğim, tanıdık  birine sokulur gibi  sokuldum eteğine. Bazen çocuklar annesinin eteğinin altına saklanır ve oradan bakar etrafa. Ben de, küçücük bir kız çocuğu olarak sokuldum eteğinin altına; oradan  çevreye baktım, O’nu dinledim. Tâ ki kendimi güvende hissedene kadar orada kaldım. Kâbe’nin örtüsünün altında olmak gibi birşeydi benim için. Benim gibi küçük, hırçın ve güvensiz bir çocuk için bulunmaz bir yerdi. Güvenli, tanıdık ve huzurlu mekânımda çok mutluydum. Sıkı sıkı  yapışmıştım eteğine ve çıkmaya hiç de niyetim yoktu açıkçası. Ne  var ki annem yavaş yavaş dışarı çağırdı beni. Ne zaman kendimi kötü hissetsem eteğine yapışabileceğimi bildiğim için sürüne sürüne çıktım dışarıya. Baktım, azıcık da büyümüşüm sanki. Ama yine de elimi bırakmasan, hep elele yürüsek beraber der gibi gözlerine  baktım. Elimi tuttu. “Hadi bakalım, yola devam” der gibi önümüzde uzanan yol boyunca yürümeye başladık. Diğer yanımda da annem vardı. O da katılmıştı bizim yürüyüşümüze. Biz hâlâ yürüyoruz beraber. Arada bir durup iki adım geri gitsek de, arkamıza baksak da, Cemâlnur Annem zarifçe elimizi tutup yola tekrar sokuyor bizi. Tatlı tatlı, hep severek anlatıyor. O anlattıkça taşıyor, bizim taş olmuş yüreklerimizi bir nebze aşkıyla ısıtıyor. O bıkmıyor ve yorulmuyor ve en önemlisi vazgeçmiyor. Biz ne kadar kusurlu, baştan aşağıya hatâ olsak da her zaman yanımızda. Allah ellerimizi ve yolumuzu ayırmasın inşaallah.

 

Âmin.

Şiir

Ölüm vakti gelmeden

Kıl namazı ey beden,

Zülf-i yâre değmeden…

Olmaz boynun eğmeden

 

Kıblendir sana dümen

Yakındır sana Yemen

Sakın eğri ol demen

Dosdoğru dön sen hemen

 

Hundi yârini gördü

Günleri bir bir ördü

Nasıl olur döner ki

O yar ona dönmeden

Mânevi Annelik

Annelik,  Allah’ın biz kadınlara verdiği en özel duygu. Ve o kadar zor bir konu ki ne kadar anlatsak da anlatamayız herhalde;  annelik fiziksel bir bağ ile başlayıp ölene dek sürecek olan mânevî bağ ile devam eden bir meslek… Emekliliği olmayan bir meslek de denebilir bence.

Fiziksel olarak başlayan serüven, içinde büyüyen çocuğun, onunla birlikte değişen sen ve bu değişimden dolayı yaşadığın huzur, mutluluk, akıl alır duygular değil. Sonrasında merakla beklenen küçük emânet, aramıza katılır ve olaylar hızlanır. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır ama bundan dolayı kimse şikâyetçi değildir. O güne kadar sana zor gelen her şeye çocuğun için katlanır, şikâyet bile etmeden annelik vazifelerini yerine getirirsin. Çünkü tamamen sevgi üzerine kurulu bir ilişkidir bu. Sabrı, karşılıksız vermeyi, önce hep onu düşünmeyi ve birçok mesleği öğrenirsin anne olunca… Çocuğunun doktoru, terzisi, aşçısı, kısacası tüm ihtiyaçlarını karşılayan kişisisindir yani ANNESİSİNDİR.

Zaman daha bir hızlı geçer anne olunca… Dişi çıktı, emekledi, yürüdü, konuştu derken, bir bakarsın büyür çocuğun ama fiziksel olarak gerçekleşen bu büyüme anneler için hiçbir zaman tam olarak gerçek değildir. Annelerin gözünde çocukları hep çocuktur. Derken, farklılıklar, fikir ayrılıkları başlar. Hani her anne çocuğuna “Anne olunca anlarsın” der ya, işte gerçekten anne olmadan birçok şeyi anlamak mümkün değildir.

Kuşlar, yavrularını beslemek için önce kendileri yer, yediklerini öğütür, yavruların yiyebileceği kıvama getirir ve tekrar ağızlarından çıkararak yavrularının karınlarını doyururlar ya, anneler de hayatın onlara öğrettiği şeyleri, deneyimlerini, hatâlarını, doğrularını, yanlışlarını içlerinde öğütüp sindirerek çocuklarına sunarlar, öğretmeye çalışırlar. Ama herhalde bizleri kuşlardan ayıran en önemli özellik, onların içgüdüleri ile davranmaları, biz insanların ise her konuda akıllarını devreye sokup önce düşüp sonra kalkmayı öğrenmeleri, sanırım.

Anne olarak en önemli vazifemiz, çocuklarımızın bizlere emânet olduğunun farkında olarak onları millî ve mânevî duygularla yetiştirmemiz olsa gerek. Sonuçta her çocuk terbiye olurken aynı zamanda da anababasını terbiye eder. Aslında onlar, biz annelerin tekâmül etmeleri için çok önemli fırsattırlar. Sâmiha Annemizin de buyurdukları gibi “Çocuklarımıza haramı, helâli öğretmek” en önemli vazifemizdir. Yine Ken’an Rifâî, buyurmuşlar ki “O evlat ki vatanına, dinine, cemiyete ve ailesine faydalı olur, bir anababa için bundan büyük mükâfat olur mu? Fakat bu hâsıl olmazsa, o çocuğun olması ile olmaması birdir. Çünkü maksat, kendi vücudunun bir parçası olan bu varlığı, Allah’ın dileğine göre hazırlamak ve yetiştirmektir. Bu hâsıl olmadıktan sonra çocuğuna muhabbet eden anababa fitneye düşmüş demektir.”

Anne olunca pek çok şeyi anlarsın, ama bence asıl anneliği anlamak, gerçek bir anne görünce, onunla karşılaşınca oluyor. Anneliğin ne demek olduğunu o zaman biraz da olsa idrak edebiliyorsun. Fiziksel annelik çok önemli ve özel ama mânevî annelik bambaşka… Bu madde dünyasında yolumuzu bulabilmemiz  için bize her zaman ışık tutan, bizleri  hiç darda koymayan, hâdiseleri her zaman iyi karşılamamızı sağlayan, bizlerden hiçbir zaman vazgeçmeyen, en büyük hatâlarımızda bile bizi hep affeden, her zaman zayıfın yanında olan, herkesi sevmeyi, hoşgörmeyi öğreten, yaşatan,  hayatımızı her alanda kolaylaştıran ve bize anne olmayı, çocuklarımıza tapmayı değil de bakmayı, onları terbiye edebilmemizin lâf ile değil hâl ile olabileceğini öğreten mânevî annemiz için Allah’ıma her dâim şükrediyorum. Allah her zaman onun dizinin dibinde, yolunda olmayı nasip etsin inşaallah. Âmin.

Allah sizi başımızdan eksik etmesin; her zaman size  lâyık evlâtlar olabilmeyi nasip etsin inşaallah sevgili Cemâlnur  Annemiz…

 

Sibel İnci

Meyve Çekirdeğinden

Meyve, dalından yere doğru süzülüyor.

Ağacın dalından köklerine doğru…

Ağaç, eliyle bıraktı kibarca meyveyi…

Meyve de ağaç da memnundular.

Esen rüzgâr söyledi ona hangi iklimin meyvesi olacağını

Nerede nasıl eseceğini bilen rüzgâr

Güneş parladı yüzüne, bulutlar ona gölge ederken…

Çıkarken aydınlığı vücuduna palto gibi sarmasını tembihledi.

Yağmur yağar gibi oldu hafiften,

Tatsız, görüntüsüz, şekilsiz damlalar, meyveyi okşayıp kapladılar…

Ay göründü gökte. O da paltosu ile dolaşıyordu…

Unutma ya da hatırla dercesine süzülüyordu gökte.

Meyvenin gözünden bu dünya avuç içi kadar bir topraktan ibâretti.

Ağaçtır göğe ve yere uzanan.

Meyve ağacı ileydi.

Ayaklarının dibindeydi ağacının.

Çekirdek de içerilerde.

Cennetten uçan bir bülbülün gözüne göründüler.

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Âşıkların Kıblesi Mevlânâ’dır”

“Âşıkların kıblesi Mevlânâ’dır”

 

Aralık ayı, Hz. Mevlânâ ile özdeşleşmiş bir ay… Şeb-i Arus dolayısıyla Hz. Mevlânâ bir kere daha yâd edilmiş ve kendilerinin mânâsının feyzinden istifâde edilmiş oluyor. Biz de bu vesileyle Cemâlnur Sargut Hocamızla Hz. Mevlânâ üzerine sohbet ettik.

 

Müge Doğan: Hocam, her sene olduğu gibi dünyanın dört bir yanından gelen binlerce insan Şeb-i Arus’u idrak etmek niyetiyle Konya’daydı. Şeb-i Arus’un mânâsını açar mısınız bize?

 

Cemâlnur Sargut: Şeb-i Arus, Hz. Mevlânâ’nın tasavvufî bakış açısı ile ölümün ne kadar güzel birşey olduğunu bize tekrar öğrettiği ve ölüme bakışı değiştirdiği bir isim. Yani kendi ölümünü düğün gecesi olarak adlandırıyor. Kendileri buyuruyorlar ki, “ana karnındaki çocuk nasıl karından çıkmak istemez de o karındaki hayatı çok güzel ve yegâne hayat olarak düşünürse, dünyaya geldiğinde de eskiden ne dar yerdeymişim diye üzülürse ölüm de ana karnı gibi olan dünya sıkıntısından kurtulup gerçek hakikate ve sonsuz derinliğe kurtulma ve çıkma mâcerâsıdır.” Sultan Veled de öleceğini hissettiği zaman “çok şükür, bu gece vücûdumdan kurtuluyorum” diyor. Demek ki ölümü tanıdığın zaman, Allah’ın sevgili ile kavuşması ve birleşmesi olur. Bütün ömrünce beklediğin bir şeyin gerçekleşmesidir. Artık o kişi için en büyük lûtuftur ama tabiî Allah’ını bilmeyen, tanımayan, nereye gideceğini idrak etmeyen için en korkunç, en acı, en sıkıntılı bir şeydir. Dolayısıyle Allah’ı bilmek, tanımak, iman etmek, Allah aşkını hissedebilmek her türlü sıkıntı ve belâya karşı ilâç gibidir.

 

Mânevî büyüklerimizin ne kadar zevkle gittiklerini gördüğümüz zaman onların ölümlerinde  aynı zevki biz tadıyoruz. Bunun yanında imanlı olmayanların da ölmemek için yaptıkları gayretleri görünce gerçekten bu dünyanın yegâne fırsat olduğunu insan bir kere daha hissediyor. Ölüm çok güzel bir şey ama inşaallah idrak edilsin, önemli olan o.

 

“Allah’a ulaşmada elimizdeki yegâne silâh, aşktır”

 

Müge Doğan: Hz. Pîr denince aklımıza hemen aşk geliyor; zaten kendilerine Kâbet’ül Uşşak, yani “âşıkların Kâbesi” deniyor. Neden? Aşk anlayışından biraz bahseder misiniz?

 

Cemâlnur Sargut: Bir kere tarikatlerin hepsinin Allah’a giden birer yol olduğu düşünülürse, her yolun da bir metodu vardır. Bu, çeşitli dillerde eğitim yapan okulların aynı dersleri öğrettiği halde farklı metodları kullanmasına benzer. Mevlevîliğin metodu aşktır. Aslında aşk bütün tarikatlerin, bütün yolların erişmesi gereken son noktadır. Aynı zamanda da başlangıç noktasıdır. Ama bazısı aşka tevâzû ile erişir, bazısı ilim ile erişir, bazısı da direkt âşık olarak erişir. Tabiî direkt âşık olmak, yolların en kolaylarından biridir. İnsanı huzûra, mutluluğa, sonsuz rahatlığa kavuşturur. Dünya dertleri ve sıkıntılarından insanı kurtarır. Mevlânâ, yolun böyle olduğunu bize öğreten bir sultan. Kendisi de aşkla Allah’ı bulmuş. Yani aşktan önce âlimmiş, aşka kavuşunca da hakikaten mâşuk olmuş. Âşıkmış, mâşuk olmuş. Zâlimlikten kurtulmuş, hakiki insan seviyesine yükselmiş. Onun için diyor ki “Allah’a ulaşmada elimizdeki yegâne silâh, aşktır.” O yüzden de âşıklar, O’nun yöntemini kullandıkları için O, âşıkların Kâbesi yani aşk noktası oluyor. Buradan da anlaşılıyor ki, mâşukluk aşkın kendisidir ve insanlar ona ulaşmaya gayret ederler. Mevlânâ’nın, aşkı Hz. Şems’den öğrendiği de muhakkaktır ve hiç tartışılmaz, zirâ Hz. Şems var mıydı, vücud muydu, orası bile tartışılır. Ama Allah’ın tam aşk enerjisi ile tecellisi rahmet sıfatı idi ve yağdırdı Mevlânâ’nın üzerine… Dolayısıyle de O’nun hakikate ermesine sebep oldu. Bu yüzden de âşıkların kıblesi Mevlânâ’dır.

 

Müge Doğan: Dünya’nın dört bir yanından insanların akın akın ona çekilmesinin sebebi de bu aşk…

 

Cemâlnur Sargut: Aşk ve aşkın getirdiği yan ögeler Mevlânâ’ya çekimi kolaylaştırıyor. Aşk olduğu zaman, her şey sevdiğinin bir parçası olduğu için herkesi sevmeye başlıyorsun. İşte bu hoşgörüyü getiriyor. Hoşgörü geldiği zaman kusur görmemek ve başkası gibi düşünmemek yani kimseyi ötekileştirmemek zuhur ediyor. Herkesin kendinin bir parçası olduğunu düşünüyorsun. Meselâ bir vücud içerisinde nasıl bir bağırsak varsa, göz varsa, bize zarar veren insanı da vücudumuzun bağırsağı gibi düşünüyoruz ve o olmasa vücudun çalışmayacağını idrak ediyoruz. Dolayısıyle aşkın getirdiği hoşgörü, aşkın getirdiği güzel bakış, aşkın getirdiği herkesi ve herşeyi sevebilme kabiliyeti mecbûren insanları bir araya topluyor. Tıpkı Allah’ın rahmet ve rahman isminde topladığı gibi.

 

“Ledûnî ilmin getirdiği, infaktır”

 

Müge Doğan: Biraz da ilim anlayışından ve Konevî Hazretleri ile olan ilişkisinden bahsedebilir miyiz?

 

Cemâlnur Sargut: Hz. Mevlânâ tabiî ki önce ilimle Allah’ı bulmaya çalışmış bir sultan. Meselâ Burhaneddin Tırmizî Hazretleri ve babasında da felsefî bir ilim anlayışı yok. Ledûnî ilme meyil var fakat ledûnî ilmi elde etmek için tıpkı Mısrî Niyâzî gibi önce maddî ilimlerden de geçmesi gerektiğine inanmışlar. Şahsen âcizâne ben de evlâdıma Allah aşkı öğretmeden önce bunu yapmayı tercih ederdim. Hani meşhur resim hikâyesi var ya Hz. Mevlânâ’nın… İki duvara resim yapılmış… Bir tarafa Çinliler inanılmaz güzel bir resim yapmışlar, diğer taraftaki duvarı ise Türkler sadece yontmuşlar ve sonuçta perde aradan kalktığında bu muazzam güzel resim, yani Allah’ın sonsuz güzelliği gibi olan her rengi kapsayan resim, öbür duvarda, yani yok olmuş Peygamber’in gönlünden aksedince ortaya şaheser çıkmış. Mısrî Niyâzî bu resim hikâyesini şöyle anlatıyor ve diyor ki “bu hârikulâde güzel, Çinlilerin yaptığı resim, maddî ilimdir ve o yontulmuş bir kalbde aksettiği zaman ledûnî ilim hâline döner ki ortaya şaheser çıkar.” Şimdi Mevlânâ’da böyle bir zuhûrat olmuş yani bütün öğrendiği ilimler Şems sâyesinde ledûnî ilim hâline dönmüş.

 

Müge Doğan: Peki Şems’in onun bütün kitaplarını atışının iç mânâsı da bu mudur?

 

Cemâlnur Sargut: Yani O’nun orada kalmaması gerektiğini ve O’nu yontulmuş kalbe aksettirip ledûnî ilme döndürmesi gerektiğini öğretiyor. Ve tabiî, ledûnî ilimde hiçbir şeye takılmamak gerektiğini bize öğretiyor. Herşeyi infak etmesi ve herşeyi kendinden vermesi gerektiğini bize öğretiyor. Yarın korkusunu verecek, kendi ilmini verecek, bilgisini verecek. Yani ledûnî ilmin getirdiği infaktır. Dolayısıyle Mevlânâ, o ilmi öğrendikten sonra, yani aşk ilmini öğrendikten sonra kendini sorguluyor. Artık daha fazla ilim öğrenmesem mi, ilim artık bana köstek mi oluyor diye düşünmeye başlıyor. Yani O’nun sonsuz Allah ilmini öğrenmeye başladıktan sonraki ikilemleri de var. Onlar da bize çok örnek oluyor, yani öğrendiğim şeyler beni engelliyor mu, bende tevâzuumu yok edecek derecede bir bilgi, bilim havası yaratıyor mu gibi. Bu bakımdan kendimizi devamlı sorgulamamız gerektiğini de Mevlânâ bize öğretiyor. Yani orada hiç takılmamamız ve herşeyi aşmamız gerektiğini öğretiyor.

 

Konevî ile ilişkisine gelince… Konevî daha ilmî bir sultan ama O’nun ilminde de ledûnî ilim var. Çünkü İbn Arabî, ledûnî ilme sahip ve Konevî de öyle. Ama Konevî’nin ilminin içinde şeriat daha hâkim ve Mevlânâ’da aşk hâkim olunca şeriatı aşkın aracısı gibi kullanmayı tercih etmiş. Yani şöyle diyor namaz kılarken: “Ben hiç kimsenin kıldığı âyetlerle kılmam, o an sevgilim bana ne fısıldıyorsa onunla kılarım.” İşte burada artık şeriatın içinde, onu terketmeden, onun kalıpçılığından kurtulmak var; yani ilmin içinde ilmi terketmeden, ilmin kalıpçılığından kurtulmak gibi. Konevî’de daha o kalıpçılık hâlâ biraz var. O yüzden başta Mevlânâ’yı reddetmiş fakat sonra o kadar güzel bir dostluk oluşmuş ki Mevlânâ namaz kıldırırken Konevî’ye “siz Peygamber gibi kıldırıyorsunuz, o yüzden siz kıldırın” demiş. Fakat bir hadis açıklanacağı zaman herşeyi bilen Konevî, “siz Peygamber gibi açıklıyorsunuz, benden çok daha iyi açıklarsınız” diyerek hadis açıklamayı Hz. Mevlânâ’ya bırakıyor. Böylece birbirleri ile çok güzel bir işbirliği ile zıtlıkların birliğini nasıl oluşturacaklarını anlatmışlar.

 

“Sultan Veled olmadan Mevlânâ ve Şems’i anlamak mümkün değildir”

 

Müge Doğan: Hz. Pîr’in “Bir ayağım şeriatta sâbit, bir ayağımla yetmiş iki milletle beraberim” deyişininin mânâsı nedir?

 

Cemâlnur Sargut: Bu çok önemli bir nokta. Bugünün en büyük problemi bu. Yani insanlar ya şeriata aşırı düşkün oldukları için hakikati görmekten uzaklaşıyorlar, tevhidden uzaklaşıyorlar ve sadece şekille Allah’a varmaya çalışıyorlar. Diğer taraftan şekli tamamiyle ihmâl eden insanlar da -Allah korusun- bu sefer sapıtıyorlar ve yanlış yollara sapıyorlar. Gerçek âşık olması gereken yere yönelmeyip o rahatı, huzuru sağlayacağını, kendine huzur getireceğini zannettiği her yanlışı yapıyorlar çünkü şeriat olmuyor hayatlarında. Dolayısıyle orta noktayı bulmak ancak insân-ı kâmilin işidir. Benim onu bulamadığım için insân-ı kâmilin peşinden ayrılmamam lâzım.

 

Müge Doğan: Hz. Şems, Hz. Mevlânâ ve Sultan Veled üçlüsünün makamları neyi temsil eder? Bu üçlü bize neyi anlatır?

 

Cemâlnur Sargut: Hz. Mevlânâ ruh gibidir. Sultan Veled kalb gibidir. Hz. Şems Allah’ın ahadiyeti, birliği gibidir. Şems’te tamamen Allah’ın ilmî tecellisi, aşkî tecellisi var. Yani Allah’ın zuhûru var. O zuhur Mevlânâ’ya aksedince ruh gibi onu diriltiyor; fakat O’nun eğitimi, rabbiyeti Sultan Veled sâyesinde oluyor. Dolayısıyle vücud içerisindeki tecelliler, Sultan Veled ile ortaya çıkıyor. Çünkü bütün Mevlevîliği kalıplaştıran, insanlık âlemine bugün Mevlevîliği yayan, Mevlânâ’nın unutulmamasına sebep olan, işin şeriatını yazan Sultan Veled’dir. Dolayısıyle Sultan Veled olmadan Mevlânâ ve Şems’i anlamak mümkün değildir. Mevlânâ’sız Şems anlaşılmaz çünkü Allah’ın hakikatinin Peygamber’de zuhur etmesi gibi Şems’in hakikati de Mevlânâ’da zuhur eder. Yani Mevlânâ’sız Şems, Şems’siz de Mevlânâ anlaşılmaz.

 

“Sâmiha Ayverdi dinin şeriatının, hakikatinin ve tarikatinin korunması için mücâdele vermiştir”

 

Müge Doğan: Bu sene Sâmiha Ayverdi hakkında Ankara’da “Bir Büyük Öğretmen: Sâmiha Ayverdi” başlığı altında bir program yaptık ve hemen ardından Konya’ya gittik. Sâmiha Ayverdi’nin Hz. Pîr için birçok hizmeti var. Semâ âyinlerinin yeniden başlatılması hususunda…

 

Cemâlnur Sargut: Çok doğru aslında. Sırf semâ âyinlerini değil, Yunus Emre festivallerini de Sâmiha Anne başlattı. Ken’an Rifâî âilesi ile Mevlânâ âilesi arasında çok eskiye dayanan, tâ hocama icâzet verilmesine -yani son derece güzel Mesnevî şerhi yaptığı için icâzet verilmesine- dayanan bir beraberlik ve birlik var. Sâmiha Anne de bu dostluğu perçinlemiştir. Hattâ Esin Çelebi’nin çok defalar “biz hanımefendi olmayı Sâmiha Ayverdi’den öğrendik” dediğini ben çok iyi biliyorum. Dolayısıyle bu beraberlik ve birlik, Atatürk zamanında bütün tekkeler kapatıldığı, bütün âyinler ve zikirler yasaklandıktan sonra, âilenin zaman zaman kendi çocuklarına dahî semâ öğretemeyişlerinden şikâyet ettiklerini ve bunun içinde yer bulamadıklarını anlattıklarını biliyoruz.

 

Bunun üzerine Ekrem Ayverdi ve Sâmiha Anne, yalıyı açarak orada Resuhi Bey’in çocuklara semâ öğretmesini sağladılar. Buna karşılık bir ricâda bulundular, bizim çocuklarımıza da öğretir misiniz diye. O devrin Milli Eğitim Bakanı, Rifâî olan Tevfik İleri Beyefendi de bunun üzerine Sâmiha Annenin konferansları şeklinde Konya’da bir çalışma yaptı. Konferanslar bir-iki sene sonra âyin-i şeriften küçük bir parçanın gösterimi ile devam etti. Ve ilk parça gösteriminde bizim abilerimiz ile Mevlânâ’nın âilesi birlikte döndüler. Bu dönüşlerden sonra, yavaş yavaş birkaç sene sonra tamamen âyin-i şerif icrâ edilmeye başladı. 1960 yılına kadar bu iki âile birlikte döndüler. Yani bizim âilemiz ve Mevlânâ âilesi… Hattâ çoğu zaman Mevlevîlerin bile Rifâîler için şöyle dediğini biz duyduk: “Onlar, mürşidleri önlerindeymiş gibi semâ yapıyorlar.” Bu kadar güzel bir beraberlik oluştu.

 

Bu birlik ve beraberlik de çok önemlidir tarikatlar arasında, fakat tabiî sonra Mevlevîler yeterli derecede yetişince hürmet olarak Sâmiha Anne kendi öğrencilerini geri çekti. İstanbul’daki âyin-i şeriflerde veyâ başka şehirlerde dönmeleri için izin verdi. Daha sonra ise Rifâîliğin asıl çalışmasının zikir üzerine olması gerektiğini düşünerek -zikir de yasak olduğu için o devirde sadece unutulmaması için Ken’an Rifâî Hazretleri’nin büyük torunu Orhan Büyükaksoy’a rica ederek- zikir derslerinin devamını sağladı. Bu şekilde zikir bugün daha kabul görür bir zamana geldiğinde zikrin bütün kuralları, edebi ve birliği ile unutulmamasını sağlamış oldu.

 

Buradan görülüyor ki Sâmiha Anne her yaptığı ile devrim yapmıştır Türkiye’de. Türkiye’de yeniden imanın, dinin ve dinin şeklinin, şeriatının, hakikatinin ve tarikatinin korunması için sonsuz bir mücâdele vermiştir. Dinî taassuptan da korumuştur tıpkı Mevlânâ’nın da yaptığı gibi, gerçek insân-ı kâmilin yaptığı gibi… Onun taassup anlayışı da sadece şeklî taassup değildi, ilmî taassuptan da korumaya çalıştı dini. Yani sadece Allah’ı ilimle bilmenin değil, ilmi hâl ederek bilmenin gerekli olduğunu bize öğretti ve tevâzûyu ön plana aldı. O gerçek bir mürşiddi. İşte onun gerçek mürşidliğinde de en büyük rolü Ken’an Rifâî Hazretleri oynamıştır. Ayrıca  şunu da söylemek lâzım ki Sâmiha Anne bir devrimi de, kadından mürşid olur mu olmaz mı tartışmalarının içinde, “er kişiden mürşid olur” ifâdesini Râbiyatül Adviye gibi kullanarak, hâli ile kullanarak hiçbir mürşidlik iddiası olmadan bütün âleme göstermiştir. Bütün âlem bilir ki, Sâmiha Anne kadın bir mürşid-i kâmil’dir. Kadınlığını yitirmemiş, ama nefsânî bakımdan er kişi olmuş bir mürşid-i kâmil’dir. Herşeyi ile örnekti. Dünya yaşantısı ile, şıklığı ile, edebi ile, herşeyi ile örnekti. Hâl etmiş bir sultandı. Allah mânâsından ayırmasın. Allah bize Mevlânâ’yı öğretenlerden, İbn Arabî’yi öğretenlerden râzı olsun. Bizde de hâl haline getirsin inşaallah.

 

Müge Doğan: Âmin.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’den Bugüne Kalanlar

(… ) İlim ve felsefe insanı ne tanır ne de tanıtabilirdi. Hatta bir bakıma dinler de öyle… Sanat ise, anlaya­na, ancak bulanık işaretler verebilirdi. İnsanı ve kâi­natı kemâliyle tanıyan, sâdece büyük peygamberler, büyük mistiklerdi. İşte onlardan biri de Mevlânâ Ce­lâleddîn-i Rûmî idi.

Ne ki Celâleddîn’e, ateş püsküren yanardağlar gi­bi, aşk ve şevk lâvlarını akıtacak manevî müdâhale­nin, Şems-i Tebrîzî denen mürebbî-mürşitten gelmesi mukadderdi. Nitekim bu müdâhale Mevlânâ’ya, insa­nın, kendi kudretini kendi hâsıl eden bir dinamo ol­duğunu öğretti. Böylece de, cansız maddeyi hayâta kavuşturan, yükseltip ona kemal bahşeden sırrı bul­muş oldu.

Halbuki Şems’i tanımadan evvel genç Celâleddin, deve yükü bilgisi ile Konya’ya yerleşip vaaz kürsüleri­nin ve medreselerin gözbebeği olmuştu. Fakat o kür­süler, o medreseler, asırlar boyu nice şöhretler gör­müş, hemen hepsi de ilmini ve fazlını, oralardan hal­kın üstüne akıtmış, lâkin insanlık âlemine bir temel fikir getiremeden silinip gitmişlerdi. Çünkü pek çoğu, o basamaklara varlıklarıyla çıkmışlar, bu varlığı, bir libas gibi üstlerinden soyup çıkaramadan da geçip git­mişlerdi.

Başka türlü de olamazdı. Zira beşeriyete istikâ­met ve hedef çizebilmek için mutlaka o yükü atmak lâzımdı. Nitekim müşahhas bir yokluk sembolü olan Şems-i Tebrîzî ismindeki rehber-mürşit Mevlânâ Celâleddîn’in elini tutar tutmaz, müridini bir anda var­lık sahilinden yokluk kıyısına fırlatıp attı. Böylece de onu kendi engin manâsıyla yüzleştirip tanıştırdı.

Bu bir transformasyondu. Nice zaman sonra yüce mürit, hâdiseyi şöyle dile getirdi: “Onun sayesinde kurtulanların canlarına yemin ederim ki, kurtuldum. Hürüm. Eskiden Utarit gibi deftere düşkündüm. Ediplerin üst yanına geçip otururdum. Sâkînin alın yazısını görünce sarhoşu oldum. Kalemleri kırdım.”

“Kalemleri kırdım” diyen büyük hakîm, varlıkla söylenmiş sözleri silip, yokluk defteriyle başbaşa kal­dıktan sonra, gazelleri, rubaileri ve Mesnevî’si gibi, beşeriyeti kıyamete kadar sürecek armağanlarla ma­yalayıp kabartmış ve idraklerini uyandırmış bulunan müstesnalar kafilesinden olmuştu. Zira o, indifa gü­nünü bekleyen bir volkandı. Kendini Şems’in büyük aşkına teslim ettikten sonra, lâvları bütün dünyâyı tutan bir yanardağ oldu.

Tek başına insan neydi? Amma, dünyânın iyilik­leri, kötülükleri, güzellik ve çirkinlikleri ortasında ye­rini tâyin etmiş insan bir yapı taşı, cemiyet binasının inşâcısı demekti.

İşte Şems’in Mevlânâ’ya gösterdiği de bu idi; ken­di hakikati, gerçek gücü ve bu gücü, insanlar lehine sebil etme şevki idi.

*

Şems-i Tebrîzî, felsefeye ve sıra şeyhlerine mua­rızdı, sertti. “Bilgi bir vâsıtadır; hakikate ise, buyruk dinlemek ve aşkla ulaşılır,” derdi. Böylece de bilgideki aczi göstermek suretiyle, yokluk içindeki büyük kud­reti belirtmiş oluyordu.

“Akıl, hakikate perdedir. Eğer bu mânâlar, okun­mak ve bellenmekle elde edilebilseydi, âlemin hâli de­ğişir, bir başka hâle dönerdi. O vakit, Bâyezid ve Cüneyd, Fahreddîn-i Râzî’ye haset ederler ve Fahreddîn’e yüz yıl talebelik etmeleri icap ederdi. Fakat ge­ne de yüz binlerce Fahreddîn-i Râzî, Bâyezid’in izinin tozuna bile erişemez, kapı halkası gibi dışarda kalır; hem de harem dâiresinin kapı halkası değil, dış kapı­nın halkası gibi…

Hakikate bilgi ile değil, feyz ve cezbe ile erişilir. Tanrı kullarından bir kul, Eflâtun’u bir anda bütün bilgilerinden soymaya kadirdir. Bil ki her şey insana fedâdır. İnsan ise kendisine… Allah, hiçbir defa: Biz gökleri, arşı ululadık, dedi mi? Arşa çıksan da faydası yok; arşın üstüne çıksan da, yedi kat yerin dibine gir-sen de… Lâzım olan, gönüle, gönül sahibine yâr ol­maktır. Bütün peygamberlerin, erlerin, erenlerin çalı­şıp can vermeleri hep bunun içindir. Bütün âlem bir kişidir. İnsan kendini bildi mi, her şeyi bildi demek­tir,” diyordu. Müslümanlık, teslimdir. Yâni halkın kendisinden emin olmasıdır. Hikmetin ve muhabbetin canlı örneği olan Mevlânâ da, inanılan, sevilen, elinden, dilinden kötülük beklenmeyen insandır: “İki cihan bir araya gelse gene bende şer niyeti, dünyâyı birbirine katma dileği yok” diyen o, topsuz tüfeksiz giriştiği aşk ve irfan savaşıyla, hâli ve geleceği de feth eylemiş büyük dehâdır.

Böylece de onun fikir ve duygu hazînelerinden hikmet ve irfan aşısı almış, ham, durgun, dağınık ve işlenmemiş insan yığınları, cevval, uyanık, aktif ve bilhassa bir müşterek gayeye bağlı yapıcı merkezler olarak cemiyet içine yayılmıştır.

Bir beşer fedaîsi ve örnek terbiyeci olan Mevlânâ, kütleleri şevk ve îman potasında birleştirip bütünledikten sonra, bu şevk ve îmânı, beşeriyetin müşterek enerji kaynağı hâline getiren merkezî otoritedir. Bu gaye uğrunda da sanatını, îmânını, aşkını, hulâsa ne­si var nesi yoksa seferber etmek suretiyle, etrafına, güzelliğin, iyiliğin ve kemâlin zevkini tattırmış; beşe­rî ve nefsânî duygular altında ezilip uyuklayakalmış ruhanî ve manevî kudreti dürtüp faaliyete geçirmek suretiyle de, ferdî egoizmi musaffa bir enerji hâline getirmeyi, beşeriyete karşı borç bilmiştir. (…)

 

———-

Kaynak: Sâmiha Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul, 2006, s. 29-32.

 

 

Hak Ziyâsı

“Ey Hak âşığı Hüsâmeddîn, sen öyle bir ersin ki Mesnevî,

senin nûrunla ayı bile geçti, aydan bile parlak bir hâle geldi.”

 

Hz.  Mevlânâ

 

Asırlardır insanlığı kendine çekmiş bir ulu deniz Hz. Mevlânâ. Herkes onu kendinden bilmiş, her meşrep kendine yakın bulmuş. Bugüne kadar kalemler kurumuş, denizler mürekkep olup tükenmiş ama yine de anlatmaya yetmemiş o mübârek insan-ı kâmili. Oysa o, kendini sorana şöyle buyurmuş:

 

Yaşadığım sürece, Kur’an’ın kölesiyim,

Muhammed Mustafa’nın yolunun ben tozuyum,

Kim benden naklederse buna aykırı bir söz!

Ondan da, o sözden de bilin şikâyetçiyim!

 

Hz. Pîr, yolunu tarîk-i Muhammedî ve sebeb-i varlığını aşk-ı ilâhî olarak ortaya koymuş bir büyük sultan… Bende-i Kur’an…

Bir de kıymetlileri var. Karşısında Hakk’ın tecellîsini seyretmekten zevk duyduğu gönlünün yakinleri… Başka kâmil ruhlar…

“Keşşâf’ül Kur’an” olarak nitelendirdiği Mesnevî’si gönül imbiğinden 26.000 beyit olarak dökülürken, kendisine hemdem olan ve kalemi tutan hele bir kıymetlisi var ki yanında, huzûr-u Pîr’e girerken hemen sağ tarafta karşılar sizi. Makamı üzerinde “ Mevlânâ’nın Kâtibi” yazar, benim de içim sızlar.

Çelebi Hüsamed^din Hazretleri’ni salt bir “kâtip” olarak tanıtmak nasıl bir nasibsizliktir?

Oysa orijinal sandukasının başında “Burası şeyhler şeyhinin, âriflerin uydukları zâtın, hidâyet ve yakıyn imamının, arş hazinelerinin anahtarı, yeryüzü definelerinin emini, zamanın Cüneydi, devrin Bâyazid’i olan faziletler sahibi, Tanrı ışığı Hasan oğlu Ahî Türk diye tanınmış Muhammed’in oğlu Hüsâmeddin Hasan’ın türbesidir” diye nakşolunan kitâbe bu mübârek sultanın mânâsını az da olsa târife kiyâfet etmiş belli ki.

 

O, devrin ileri gelenlerinden birinin oğlu iken tüm servetine yüz çevirmiş, kendilerinin irşad halkasında en özel yerlerden birine, iltifat ve muhabbetlerine mazhar olmuş bir ulu velidir. Dergâh-ı Pîr’de önemli hizmetlerde bulunmuş, Hz. Pîr kendisini halîfe tayin ettiğini cümleye ilân etmişken yine de Hazret, âlem-i bekâ’ya göçtükten hemen sonra -oğlu olması hasebiyle- Hz. Sultan Veled’e postu teslim etmiş bir hiçlik sultanıdır.

 

Lâkin, bir başka Allah eri olan Sultan Veled Hazretleri’nin zâtının önünde baş kesmesiyle on yıl posta geçmiş ve hilâfetinde Mevlevîlik yolunu tesis etmiş gerçek “Hak Ziyâsı”dır.

 

Allah, Mesnevî’nin yazılmasında onun ricâsını vesile kılmıştır. Öyle gizli bir hazinedir ki o, Hz. Pîr onunla rahatlar, coşar, hakikat ilminden sırları paylaşırmış. “Can memesinin sütünü emen”, emdikçe daha çok süt gelmesini sağlayan yine de susuzluğu geçmeyenmiş o.  Hz. Pir,

 

“Dinleyen susuz ve arayıcı olursa, va’z eden ölü bile olsa söyler.

Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile, sözde bülbül kesilir.”

 

diyerek Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri’nin Mesnevî’ye olan katkısını kalem tutan bir elden çok öteye taşımış ve Mesnevî’sinde hitap buyurmuş:

 

Çelebi Hüsâmeddîn, âriflerin muktedâsı, hidâyet ve yakîn ehlinin imâmı, kalb ve akıl sâhiblerinin emîni, âcizlerin imdâdına yetişen bir kâmil şeyh ve bir mükemmel mürşiddir.

Çelebi Hüsâmeddîn mahlûkat arasında Allah’ın emânetidir.

İnsanlar içinde Allah’ın güzîdesidir.

Allah’ın Resûl-i Ekreme tavsiye eylediği muhterem şahsiyetlerdendir.

Kıymet ve şânını, ümmetin içindeki tertemiz kullarından gizlediği kişidir.

Çelebî Hüsâmeddîn, arş hazînelerinin anahtarı, yeryüzü defînelerinin emîni, zâhirî ve bâtınî fazîletlerin sâhibi olan Ahî Türk oğlu diye tanınan, Hakk’ın ve dînin keskin kılıcı, Hasan oğlu Muhammed’in oğlu Hasan’dır.

Çelebî Hüsâmeddîn vaktin Bâyezîd’i, zamanının Cüneyd’i, sıddîk oğlu sıddîk oğlu sıddîkdır.

Allah ondan da, atalarından da râzı olsun.

 

Hz. Pîr’in sınırsız hazinesinden 26.000 beyitin dökülmesine vesile olan, tarîk-i Mevlevî’yi kurarak bizlere kadar taşıyan, Hz. Pîr’in deyimiyle Hakk dininin Husamı, Hakk nûru ve hâle ziyâsı…

 

Ey Hüsammeddin Çelebi Hazretleri!

Çeşme-i feyzlerinizden bizi de nasiplendirmeniz niyâzıyla…