Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Allah’a yakîn olmaktan başka çâremiz yok”

Allah’a yakîn olmaktan başka çâremiz yok

 

Bu ay, Anadolu’nun kalbinin derinliklerinde yatan sultanlardan Üftâde Hazretleri hakkında Türk Kadınları Kültür Derneği’nin öncülüğünde Bursa’da gerçekleştirilecek olan “Uzaktaki Yakîn” başlıklı uluslararası sempozyum vesilesiyle Cemâlnur Hocamızla bu büyük velîye dâir sohbet ettik.

 

 

 

Müge Doğan: Hocam, “üftâde” ne demektir? Üftâde Hazretleri’ne neden bu isim verilmiştir?

 

Cemâlnur Sargut: “Üftâde” birçok mânâ taşır ama bunlardan bir tanesi, “değerinden, makamından düşen” demektir. Bir diğeri, “Allah sevgilisi, mecnun, âşık” demektir. Bütün bunlar, Hz. Üftâde’ye uymuş aslında. 16 yaşından itibâren muazzam sesiyle Ulu Câmi’de ezan okumaya başlamış ve müezzinlik yapmış. Bu arada inanılmaz şekilde kemal ilimlerini öğrendiği için, ilm-i leduna sahip olduğu için de aynı zamanda çok küçük yaşta ders vermeye başlamış. İşte bu özelliklerinden dolayı orada uzun süre imamlık yaptığı için, devlet o zamanlar imamlara maaş vermeyi planlayınca, o da farkında olmadan o maaşı alınca, o gece rüyâsında şeyhinin kendisine “bu gece makamından düşürüldün” anlamına gelen “sen artık üftâdesin” dediğini görmüş. Anlatılanlardan bir tanesi, kendisine Üftâde isminin verilmesinin sebebini bu olarak söylüyor. Birkaç tanesi de aslında çok Allah aşkıyla dolu olduğu ve ilm-i leduna sahip olup da dünya insanının çok derinini idrak edemediği bir güzelliğe sahip olduğu için Üftâde adını taşıdığını söylüyor. Fakat benim anladığım kadarıyla kendisi bu “makamından düşürüldün” ismini de çok sevmiş. Çünkü kendisinin mütevâzi yapısı ile çok uygun gördüğü için ve dâimâ makamından düşürülebileceğini ona hatırlattığı için bu ismi de hâl etmiş ve kullanmış.

 

MD: Biraz melâmî meşrep mi?

 

CS: Bütün mürşitlerde melâmî meşrep olur, hepsi bir taraflarıyla mutlaka melâmîdirler. Tabiî hakiki mürşitlerden bahsediyorum. Tevâzûda had safhaya varırlar. Üftâde Hazretleri’nde de bunu had safhada görüyoruz.

 

MD: Peki Celvetîlik ve Halvetîliği birleştirdiği söyleniyor. Celvetîlik ve Halvetîlik nedir? Birleşmesi ne mânâya gelir?

 

CS: Sanki fenâ ile beka gibidir Celvetîlik ve Halvetîlik. Halvet, insanın kendi nefsi ile mücâdeleyle Allah’la bir olması ve vücûdunda Hak’tan başka hiçbir şey bırakmaması demektir. İbn-i Arabî Hazretleri’ne göre aslında zaten herkes halvettedir. Yani mecbûren halvettedir. Çünkü kimsede Hak’tan başka bir şey yoktur, diyor. Ama bunu hissetmesi için de var zannettiği nefsi ile uzun uzun mücâdele etmesi lâzım. Celvetîlikte ise bu hâle gelmiş insanın tekrar halka dönerek Hak’la birlikte olup halka hizmet etmesi demektir. İkisini ardarda söylediğimizde Hak’ta halkı halkta Hakk’ı görme makamı ikisinin birleşme makamıdır. Kesrette vahdeti, vahdette kesreti seyrederler. Sanki Celvetîlik -bir nokta farkı ile yazılır- Halvetîliğin devamı ve kolu gibidir. Dolayısıyla da bir bütünlük arz etmeleri gerekir. Bu İslâma ait bir özelliktir, bekadır. Bekada artık kendinde Hak’tan başka birşey kalmadığı için, şahsı için inanılmaz bir tevâzu fakat mânâsı için de muazzam bir kibriyâ gözükür. Onun için o ikisini üzerinde taşır; bu iki özelliği o bakımdan çok önemlidir Celvetîlik.

 

 

“Hz. Aziz Mahmud Hüdâyî, Üftâde Hazretleri’nin öğrencisi olmakla kalmamış, Üftâde Hazretleri tarafından yegâne vârisi seçilmiştir.

 

MD: Üftâde Hazretleri “Tarik tarik dedikleri tevhiddir” buyuruyor. Bu ifadeyi açabilir misiniz?

 

CS: Aslında bakarsan tarikatler çok eleştiriliyor. Yani tarikten maksat Allah’ın her yerdeki tecellisini görmektir. Yoksa “ben tarikatteyim” demek, “şu yoldayım, bu yoldayım, Celvetîyim, Halvetîyim” demek, yolda olmak demek değildir diyor. Yolda olmak bile tevhidi hissetmek, idrak etmek, herkesin fikrine hürmet etmek, herkesle bir ve beraber olmaktır, diyor. Onun için yol son noktadır, son nokta yoldur zaten. Bana “aşk nedir, yol mudur, varış yeri midir?” diye soruyorlar. “Hem yoldur, hem varış yeridir” diyor hocam Ken’an Rifâî Hazretleri. “Aşkla gidersen, aşka varırsın” diyor. Sonuç olarak, başka da bir şey olmadığını hissediyorsun.

 

MD: Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin Üftâde Hazretleri’nin öğrencisi olduğunu biliyoruz. Onların arasındaki mürşid-mürid ilişkisinden bahsedebilir misiniz?

 

CS: Tabiî Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Üftâde Hazretleri’nin öğrencisi olmakla kalmamış, yegâne vârisi seçmiştir Üftâde Hazretleri onu. Bu da o devir için çok önemlidir. Çünkü ancak çok yüce seviyedeki mutasavvıflar kendi oğullarını değil de daha ziyâde hakikaten yetiştirdiklerini vâris seçme yoluna gitmişlerdir. Ve Üftâde Hazretleri de kendi tek vârisinin Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri olduğunu işaret etmiştir. Tabiî bu makama erişmek için Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri çok büyük bir nefis mücâdelesine girmiş. Zirâ kadı imiş. Ben Nezihe Araz’ın “Anadolu Evliyâları”ndan okuduğum kadarıyla kadı olduğunu ve Bursa’ya geldiğinde oldukça kibirli olduğunu ve birçok bilgiye sahip olduğunu biliyorum. Ama o rahatsızlığı da üzerinde duymuş olmalı ki bir mürşide intisab etme ihtiyacı içinde; çünkü ezelinde çok büyük bir mürşid olmaya meyil var; yani ilm-i ledun onun ezelinde var. Dolayısıyla bu bakış açısından başlamış hayata.

 

Atının üstünde ilk Üftâde Hazretleri’ne geldiği zaman, orada tarım yapan bir kişi görmüş ve ona sormuş “buralarda bir Üftâde varmış, kimdir?” diye. Hz. Üftâde imiş o kişi. “Sen onu göremezsin” demiş ve Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri çok üzülmüş ve “sen kim oluyorsun ki ben onu göremiyorum?” demiş. Nezihe Araz böyle anlatıyor. O zaman “işte bu kibirle onu göremezsin” diyor Hazreti Üftâde, ve o zaman anlıyor Üftâde olduğunu. Ve kibrinin olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ama Hazreti Üftâde tabiî bir kere onu görmüş, anlamış ve ezelindeki güzelliği görmüş. Arızî kibrini yok etmek için de onu sırmalı kıyafetiyle sırıklardaki ciğeri sattırmaya yollamış. Ancak bu şekilde bana intisab edebilirsin, demiş. Hazret almış ciğerleri, bir sopanın iki ucuna asmış ve gitmiş bir kenara köşeye saklanarak ciğer satmaya çalışmış. Yanından geçenler, “bu şekilde olsun istemiyor mürşidin, ortaya çık ve herkese bağır” demişler. O zaman sırmalı cübbesiyle ve sırıklarıyla ortaya çıkarak bağırmaya başlamış “ciğerci ciğerci” diye. Kadı delirdi diye taşlamaya başlamışlar. İşte o ilk taşlama nefsini taşlama olduğu için onun sonradan büyük bir sultan olmasına sebebiyet vermiş . Kimsenin yapamayacağı birşeyi yapmış. Seviyesinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin.

 

Yıllarca mürşidine hizmet ediyor, tıpkı Üftâde gibi. Üftâde de küçücük yaşında intisab ettiği Hz. Hızır’a -ki o bir çoban ve hayvanlarını güderken dondurucu soğuktan iki ayağı da kangren oluyor ve ayaklarını kesiyorlar- senelerce hizmet ediyor. Üftâde Hazretleri mürşidini sırtında taşımış 18 yaşına kadar. Onun dâimâ bütün hizmetlerinde kendisi bulunmuş. 18 yaşında vefat etmiş. Sonra o bir üveysî, yani direkt Peygamber’den almış ondan sonra tâlimini. Kadı olan Hz. Aziz Mahmud Hüdâyî  de odun kesiyor, ateşini yakıyor, sabah suyunu ısıtıyor, getiriyor. Hakaret görüyor, susuyor, ısınmamış diyor, tekrar ısıtıyor. Hattâ bir gece  rüyâsında Peygamber Efendimiz’i gördüğünde sabah kalkıyor ki ezan okunuyor ve su ısınmamış. Çok üzülüyor, alıyor ibriği ve kalbinin üstüne tutuyor. Sonra Hz. Üftâde’ye götürdüğünde dökünce mürşidi haşlanıyor ve Hz. Üftâde diyor ki “bu normal ısıyla ısınmış bir su değil. Sen oldun. Bundan sonra aynı yerde olamayız. İstanbul’a git; sen artık padişahlara mürşid olacaksın.” Daha sonra hakikaten I.Ahmed’e mürşitlik ettiğinde, “sadece mürşidim emrettiği için bu mürşidliği yaptım” diyor. I. Ahmet’in  rüyâsını kimse tâbir edemezken yalnız Aziz Mahmud Hüdâyî çok güzel bir tâbir gönderiyor ve o şekilde tanışıyorlar. Ondan sonra I. Ahmed onu mürşid olarak addediyor. Hattâ bir keresinde “mürşidim keşke bana bir mûcize gösterse” demiş içinden. I. Ahmet, o zaman Aziz Aziz Mahmud Hüdâyî de demiş ki: “Sen ibriğimle suyumu döküyorsun, Vâlide Sultan havlumu tutuyor, ben abdest alıyorum, daha başka ne mûcize istiyorsun?” diyor.

 

“Hz. Üftâde’de Celvetîliği, Hz. Hüdâyî’de de o Celvetîliğin dünyaya yayılışını görüyoruz.”

 

Hz. Üftâde’nin Aziz Mahmud Hüdâyî’yi irşad etmek için yazdıkları kitap Arapçadır ve çok derin bir kitaptır. Çok üst seviyede bir sohbet ihtivâ eder. Ama onun dışında kendi yazdığı bütün şiirleri, divânı, eserleri, sanki Yunus Emre’nin yolundan gitmiş bir sultan gibi öztürkçe yazmıştır Üftâde Hazretleri. İki özelliği yani Türkçeyi ve Arapçayı çok güzel kullanışı ve tıpkı Ken’an Rifâî Hazretleri’nde olduğu gibidir. Hz. Mevlânâ, Ken’an Rifâî Hazretleri’ne rüyâsında teşrif edip “bundan sonra Mesnevî şerh etmeni istiyorum” dediklerinde “ben Farsça bilmiyorum” dediğinde “sen başla, Farsça da öğretiriz” buyurmuşlar. Üftâde Hazretleri, Arapça ve Farsçayı bildiği halde Türkçe yazmıştır eserini. Dolayısıyla çok büyük bir sultan.

 

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin bir başka özelliği de bildiğiniz gibi kendi öğrencilerini ve kendine intisap edenleri boğulmaktan tamamen korumasıdır. Hattâ “mezarıma bir kere bile gelenler ve bana duâ edenler boğularak ölmeyeceklerdir” der. Bunun iç mânâsı, “benim mezarıma bir kere bile gelse benim ilmim onu hayatta tutar, zirâ su ilimdir, ilmim onu hayatta tutar; hiçbir zaman dibe götürmeyecektir” demektir.

 

O yüzden de Üsküdar ile Beşiktaş arasındaki yol, gemiler bile işlemese, mutlaka işler ve orada hiçbir kişi fırtınalardan etkilenmez. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin gene bir başka özelliği de şu: Gece ezan okurmuş, sabah namazını gece saat birde okurmuş. Civar, hastane ile dolu olduğu için, hastanedekiler de gece uyumadıkları için, sabah oldu zannedip de mutlu olsunlar diye… Yani bir sultanın iki tecellisini görüyoruz aynı devirde. Mürşidde Celvetîlik, müridde o Celvetîliliğin dünyaya yayılışını görüyoruz. Dolayısıyla Celvetîlik açısından çok önemli bir makam ihtivâ ediyor.

 

MD: Üftâde Hazretleri sadece Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri için gelmiştir diyebiliyor muyuz?

 

CS: Tabiî ama aslında bugün bütün dünyayı irşad eden bir sultan. Arapça bir kitabı olması dolayısıyla Batı âlemi daha iyi tanıyor onu. Hacı Bayramı Velî Hazretleri’ne nazaran daha iyi tanıyorlar. Nasıl Ankara’da yapmış olduğumuz Hacı Bayram Veli Sempozyumu’ndan sonra Hazret, Oxford’da okutulmaya başlandıysa, inşaallah  -Batılı profesörler de katılacağı için- tıpkı Hacı Bayramı Veli gibi Oxford’da Üftâde Hazretleri ile ilgili derslerin de başlatılmasını, ve inşaallah daha derin bilgilerle dünya tarafından hatırlanmasını dilerim.

 

MD: İnşaallah hocam. Üftâde Hazretleri, “tabiat ve nefs mertebelerini ıslah eden, sâlih mârifetullaha kabiliyet kazanır. Dost haberleri gelmeye ve canan semtinden vuslat bad-ı sabâları esmeye başlar; meşakkat gider rahat gelir, zahmet gider rahmet gelir. Ancak ayrılık acısı kalır” diyor. Neden ayrılık acısı kalıyor?

 

“Sevgiliye kavuşmak, aslında onu özlemekten başka birşey değildir. Hz. Üftâde bize bunu hatırlatıyor.”

 

CS: Çünkü vücud olduğu sürece bu vücud tamamen Allah’a kavuşmayı engeller. Neden? Çünkü karnın acıkacak, yemek yiyeceksin; her an kalbin Allah’la bile olsa nefsinin arzu ve istekleri seni vücudundan dolayı Allah’tan uzak tutar. Tabiî Peygamber gibi onların da üstüne çıksan gene de ten varlığı kısıtlama yaptığı için ve belli şekilde o kısıtlamanın içinde kaldığın için, dünyaya bağlı kaldığın için seni Allah’tan bir ölçüde alıkoyar ve oradan ayrılık acısı duyarsın diyor.

 

Üftâde Hazretleri çok güzel bir sınıflama yapmış. Diyor ki, vücudda dört bölüm vardır. İkisi dünyevî, ikisi uhrevîdir. Bu dünyevî iki bölüm, nefs ve tabiattır, diyor. Yani meşreplerdir. İnsan meşreplerini edebe çekmeye başladığı zaman nefsi terbiye olmaya başlar, diyor. Yani meşreplerde zorluk var; çünkü ben yapamıyorum, işte şu olmazsam bunu yapamıyorum… Onları yapabileceğine iman ettiği zaman terbiye olmaya başlar, diyor. İkisini terbiye ederse zaten ruh bütün diriliğiyle vücudda hâkim olur ve ruh diriliğiyle hâkim olunca da sır âşikâr olur, diyor. Yani ruh ve sır da vücud içindeki gaybûbetteki yani Melekût âleminin iki özelliğidir, diyor. Dolayısıyla aslında benim deminden beri anlattığım Halvetîlik, bu ilk iki tarafı terbiye içindir. Celvetîlik de ikinci iki tarafın ortaya çıkmasından dolayı halka tesir etmenin gücünü anlatır.

 

MD: Ken’an Rifâî Hazretleri, “Hayatın mânâsı hicranla karışık vuslat, heyecanla karışık sükûnet, gizlilikle karışık aşikârlık” derken Hz. Üftâde de “Hicranda olan için huzur yoktur. Ne acâyiptir ki ben visalle birlikte hicrandayım” diyor. Bundan ne anlamalıyız?

 

CS: Yani insan çok sevdiği zaman, aslında sevdiğine kavuşmanın ayrılık olduğunu hisseder; çünkü kavuştuğu zaman, Allah’a kavuştuğunu hissettiği zaman sonsuzun içinde kavuşamadığını anlar. Nereye erişse hiçbir şekilde ona erişilemeyeceğini idrak eder. İlmine erişse ilminin sonsuz olduğunu ve kendi cehâletini anlar. Birazcık mânâsına erişse kendi eksikliğini aczini ve hiçbir zaman onu tam mânâsıyla idrak edemeyeceğini hisseder. Dolayısıyla sevgiliye kavuşmak, aslında onu özlemekten başka birşey değildir. Hz. Üftâde bize bunu hatırlatıyor.

 

MD: Neden “uzaktaki yakîn”? Uzaklaşılarak nasıl yakîn olundu?

 

CS: Şöyle olundu: Denizin içindeki balığın denizden hiç haberi olmaz ama balığı denizden çıkarırsan denizsiz yaşayamayacağını hisseder. O zaman aslında sadece yakîn olduğu yerin deniz olduğunu idrak eder. Biz de bu âleme geldiğimiz zaman Allah’a yakîn olmaktan başka hiçbir çâremiz olmadığını idrak edebiliyoruz. Biz bunu idrak ederken kâmil insanlar aslında şeklen uzak olsalar bile mânen yakîn olduklarını farkediyorlar. Yani onlar ezelden yakındalar, hattâ çok yakındalar. Yani mi’rac seviyesinde yakınlar; fakat şeklen de vücûden de uzaktalar. Yani sen onu bu âlemde uzakta görme; aslında onlar mânâ olarak Allah’a çok yakın bir mesâfedeler anlamında koydum ben bu ismi –sempozyumun başlığı olarak. Zaten kendisi de o ismi bence onun için kullanmış.

 

MD: Çok teşekkürler efendim..

 

Dizinin Dibinde Olmak

Başım önümde, gözlerim kapalı, huzurdayım…

Aklıma ilk tanıştığımız gün geldi. Değişik bir doğumgünü hediyesiydi. Seneler evvel bir arkadaşım doğumgünümde beni O’nun huzuruna getirdiğinde fark etmiştim: Bursa’da yaşayıp da bilmediğim ne çok zenginlik vardı.

Sonra “cemâli nur”  olan hocam tanıştırdı beni O’nunla. “Hâmil-i Kart yakînimdir” demişti belli ki hocam, ondan sonra açılmıştı Hazret’in kapıları bir bir.

“Yakîn olmak” ne demekti acaba?

Başım önümde, gözlerim kapalı, huzurdayım…

Kulağıma bahçedeki kuşların sesleri geliyor. Türbenin içini doldururan bir cıvıltı, cennetten bir bahçe gibi… Nasıl da huzurlu bir yer burası…

Okudukça öğreniyorum, meğer “üftâde”nin başka anlamı da varmış. Meğer “üftâde” “âşık” demekmiş…

Sonra hayatımdaki ‘Üftâde’leri düşünüyorum.

İlk olarak Sâmiha Anne lûtfettiler hayatıma girerek… “Yaşayan Ölü” ve “Ateş Ağacı”ydı benim dönüm noktam… Satırlarında aşkın keskin kokusu vardı ve bu koku beni benden alıp sarhoş etmişti.

Sonra Meşkûre Anne öğretti, nasıl “üftâde” olunması gerektiğini; anlattıklarını hâlinde gösterdi bizlere. “Cemâli nur” olan hocam da anlatırlar hep: “Annem, sabah kalktığında ilk iş olarak efendisinin resimlerine selâm verip öperdi, Efendisinin ismi besmele olmuştu dilinde” demişti. Ne kadar yakın gelmişti anlattıkları bir anda bana.

Başım önümde, dizinin dibindeyim…

Yanağımda süzülerek inen yaşlar var. Kulağıma kırılan putlarımın sesleri geliyor…

Hiç nasip olmadı bana Mekke ve Medine’ye gitmek. Her seferinde niyetlendim ama bir şeyler çıktı; gidemedim. Ağladım, çok ağladım… Sonra bu gidemeyişlerin bana anlatmak istediği bir şey olmalıydı diye düşündüm.

Sığındığım yer, yine Kavaklı mahallesindeki türbeydi.

“Sevr mağarası” gibiydi burası. Mekke de, Medine de, Arafat da burasıydı benim için.

Huzurdayım, huzurluyum ve dizinin dibindeyim.

“Yakîn olmak” buymuş demek ki..

Üftâde olan Cemâli Nûrum’dan öğreniyorum: Boyasına boyanmanın nasıl olması gerektiğini, aşkın nasıl hizmete dökülmesi gerektiğini ve Celvet’in mânâsını…

Lûtfunun büyüklüğü karşısında ağırlaşan omuzlarım ve başım secdeye vardığında hafifliyor ve dilimden dökülen duâya “âmin” diyorum:

“İzinden, gözünden, sözünden, özünden Allah ayırmasın. Ey hakkı bildiren, O’na götüren, perdeyi kaldırıp O’nu gösteren, Hakk’ın var olduğunu, varlığın Hak olduğunu, görünenin gösteren, gösterenin görülen olduğunu bildiren! Bu dünyada, o dünyada Allah senden ayırmasın.”

Ülkü Bozkurt

Peygamber’e Uymak

Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamber’e hitabla şöyle buyurulmaktadır: De ki: Eǧer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin (Âl-i İmran, 31).  Tasavvuf ehli, kemâle “yaratılmışların en hayırlısı”nı takip etmekle eriştiklerini ifâde ederler, ki bu da zâhirde şeriatin emir ve yasaklarına uymak, bâtında ise tarîkatin makamlarını geҫmek sûretiyle olmaktadır.

Hz. Üftâde de müridi Hüdâyî Hazretleri’ne hilâfet verirken “Şeriat-i şerîfeye her hâlde riâyet eyle, Her ne kadar âlî mertebede olursan da” diye öǧüt verir.

Hz. Üftâde’nin amel konusundaki hassasiyeti, kulluk ve şeriati her konuda ön planda tutması en bâriz özelliklerinden olup onun zühd ve takvâ hususundaki titizliǧi, sünnetin teferruatla ilgili meselelerine dahî son derece önem vermesi, ileri yaşlarına kadar nâfile ibâdet ve taatlere düşkünlüǧü bilinmekte idi. Teferruat  denebilecek konularda dahî Hz. Peygamber’in sünnetini araştırmış ve onunla amel etmeye gayret etmiş, hakikate ulaşmakla üzerindeki teklifin kalkacaǧını düşünen kimseleri şiddetle eleştirerek onları “mülhid” (inkârcı, dinsiz) olarak deǧerlendirmişti.

Ona göre hakikate vâsıl olanlar namazı, orucu, zekâtı azaltmaz, tam tersine artırırlar; ҫünkü namazda müşâhedeleri artar. Peygamber bu yüzden “Gözümün nuru namaz” buyurmuştur. Hz. Üftâde hangi makamda olursa olsun, teklif yurdunda bulunduǧu müddetҫe mükelleften şer’î tekliflerin düşmeyeceǧini ifâde eder. Kâmil veliler, farz, sünnet ve nâfilelere riâyet ettikleri gibi dinin edeplerine de riâyet etmişlerdir. Onların işleri böyledir. Şâyet bir velî, dinin adâbından bir şey terketti ise onun velâyette bir kemâli yoktur. Bir mürîd, ömrünün sonuna kadar mücâhedeyi elden bırakmamalı ve bunu da kendine bir saâdet vesilesi bilmelidir.

Hz. Üftâde iҫin şeriat, kendi keşfinin de önünde gelip bu hususta mürşidi Hızır Dede’nin kendisine vasiyetini esas almıştı: “Şeyhim, mülk ve melekûtta bulunan şeylerin tamamı size keşf olunsa şer’a uydurmaya gücünüz yetiyorsa ne âlâ, yok eǧer yetmiyorsa o keşfi terk edin, fakat şeriati terk etmeyin derdi.” Hızır Dede’nin “Keşfi terkedin” sözünü Hz Üftâde “şeriata aykırı olan keşfinizi gizleyin ve onunla amel etmeyin, bu arada tevhidle meşgul olun, bir zaman gelip mertebeniz yükselince keşfiniz de şeriata uygun hale gelir” şeklinde yorumlamıştır. Demiştir ki: “Bizim itikādımız ve îmânımız Hz. Peygamber’in îmânı gibidir. Ashâbın îmânı gibidir. Ol itikāddan rücû eylemeziz. Hatta ol itikāda muhâlif şuhud hâsıl olsa âna iltifat etmeziz, itikadımız üzre sabit oluruz.”

Ayrıca Hz. Üftâde’ye göre insan keşfini başkalarının kusurlarını araştırma ve görme iҫin kullanmamalıdır. Genҫliǧinde kendisine gelen bir hâlle kendisine insanların kusurları görünmeye başlamıştı. Durumu şeyhine anlatınca şeyhi ona “Böyle deme, zirâ her kulun temiz ve iyi bir yönü vardır (ona bak)” demiş ve onu bu vartadan kurtarmıştı. Müridi Hüdâyî’ye de bu makamlara ulaştıǧı zaman âsî ve günahkâr kimselere bedduâ etmemesini, bilâkis Allah Teâlâ’nın sabır ve tahammül denizinden kendisine tahammül vermesi iҫin O’na yalvarmasını tavsiye etmektedir. Müşrikler de Peygamber’in başını yardıkları ve dişini kırdıkları halde o “Allahım kavmine hidâyet et, zira onlar bilmiyorlar” diye duâ etmişti.

Hz. Üftâde, keşf ve mârifetle ilgili hususların herkese anlatılmasına karşı ҫıkmaktadır. Eǧer anlatılacaksa bu tür meseleler şeriat elbisesi ile örtülmeli ve öyle anlatılmalıdır ki bunu da yapabilmek iҫin ilim gerekmektedir. İnsanlara anlayış seviyelerine göre hitab etmek gerektiǧini, peygamberlerin böyle yaptıǧını, insanların akıllarının alacaǧı şekilde konuştuklarını söyler. Melekût âleminin sözü ile mülk âleminin sözü farklı farklı olduǧundan, melekût aleminde seyreden bir sâlik, o âlemin meselelerini mülk âleminde bulunan ve bu âlemin kayıtları ile baǧlı olan bir kimseye anlatmamalıdır. Hakikati keşfeden sâlik, aǧzını şeriatin iǧne ve ipliğiyle dikmeli, konuşursa ya ehline konuşmalı, ya da şeriata uygun biҫimde konuşmalıdır.

Hz. Üftâde’ye göre bir mürid, ömrünün sonuna kadar mücâhedeyi elden bırakmamalı ve bunu da kendine bir saâdet vesilesi bilmelidir.

Varlığın Yokluğuma Değiyor…

Gece, varlığın yokluğa değmesinden doğan bir rüzgâr ile ses buluyor.

Varlığın, yokluğuma değiyor; ince bir sızı yüreğime doluyor… Uludağ’ın etekleri, bir dervişin tennûresinin etekleri gibi, kendisini giyinmiş olan yokluğun etrâfında dönüyor. Belli belirsiz, ağır ağır…

Eski bir zamanda karalanmış satırları hatırlıyorum…

Dağın etekleri dönerken, benim de başım dönmüş: Çiziktirmişim…

Varlığının yokluğuma değişi, ince bir jilet gibi nasıl çizmişse tenimi, kendi kendime kanamışım:

“Dağa yaslar sırtını ya da sırtı, bizzat kendi dağıdır. Yüzünü nereye dönsen, yön, adını dağa göre alır. Dağ, pencerenin ardında salınan dalların sessizliğine koyu bir fonla eşlik eder. Dallar içten içe haykırır ama dağ susar.

 

Bursa’da zamanın nabzı, eski bir câmi avlusunda değil, küçük şadırvanda şakırdayan suda da değil, o dağda atar… O dağın gölgesinde yürür, yolumuzu buluruz. Susayınca eğildiğimiz çeşmelere o dağın gölgesi düşer. Şehirdeki yokuşlara sebep, hep o dağdır; inişler de ondandır.

 

Sabah uyanınca kış mıdır yaz mıdır, bilinmez. Dağın söyleyecekleri beklenir. Dağ, sabah namazından sonra konuşur. Câmi avlusunun, şadırvandaki suyun, yuvasındaki güvercinin, asırlık çınarın, yeni döşenmiş kaldırımların söylediklerini dinlemiştir. Şimdi buyuracaktır, zaman ne, mevsim hangisi…

 

Ama dediklerini duymak ve anlamak için onunla göz göze gelmek gerekir.

 

Göz göze gelmek ve bir müddet öylece kalmak gerekir.

 

O bakışlar altında can çekişmek ve can vermek gerekir.

 

Zamanın ve mevsimin olmadığını anlamak için…”

 

***

Üftâde…

Huzurundayken, açık pencereden gelen sesi hatırlıyorum.

Sıcak bir yaz gününün kulağına fısıldanan serinlik müjdesi gibi… Bu serinlik ki, aşk çilesi ile kavrulmuş gönüllere doğan bereketin âleme armağanıdır. Derde tâlip olarak önden gidenlerin, insanlığa ihsânıdır. Çocukların yüzündeki gülücükler, ağaçlardaki taze tomurcuklar, kuşların kursağına tek tek bırakılan buğday taneleri, o zahmetin mukabilinde varlığa hediye edilen rahmet vesilesiyledir.

Senin de gözlerini bu dağa dikip onu uzun uzun seyrettiğini hayâl ediyorum. Sonsuz bir hasretin kanattığı yaralı yüreğindeki deprem bütün bir âlemi sarsarken, dağın bu sarsılışın en yakın şâhidi ve en büyük nasipdârı olduğunu düşünüyorum.

Senin gibi bir uluya şâhitlik eden bu dağ, muhakkak ki bu yüzden “ulu” sıfatıyla anılmaktadır.

Seni seyretmekle ömür süren bu dağ, muhakkak ki mübârektir.

Ve her sabah, o yangının tatlı hâtırasını yâd etmek üzere içi ürpererek ezan sesini beklemektedir. Zîrâ o ezan, bir zamanlar minârelerinden beş vakit büyüklüğünü haykırdığın Allah’ın, İslâm’ın beşinci makamı olarak mukaddes kıldığı Ulu Câmi’den yükselecek ve dağın göğsüne çarpıp onu âdetâ Nur Dağı kılacaktır.

Bu gece ben de sabah vakti göğsüme çarpıp beni Nur Dağı kılacak o ulu kelâmı beklerken, himmetini umarak duâ edeceğim…

Derinlerden dağın “âmin” diyerek beni Allah’ımın huzurunda yalnız bırakmayacağı ümid edeceğim.

Elvis Presley ve Ciğer Satmak

Bundan yaklaşık on beş yıl önce, Manhattan’ın en lüks kafelerinden birindeyiz. İçeriye baştan ayağa Elvis Presley kostümü giymiş, saçını onun gibi taramış, onun tarzında yarım gölgeli koca çerçeveli güneş gözlükleri takmış biri giriyor. Kendinden emin adımlarla ilerlerken içeridekiler yarı şaşkınlık, yarı merakla onu izlemeye başlıyorlar. Kafenin tam orta yerine geldiğinde bir amfiyi yere koyuyor, buna bağlı mikrofonu alıyor ve çok da güzel olmayan sesiyle başlıyor Elvis’in en bilindik şarkılarından birini söylemeye… Gülümsemeler yavaş yavaş kahkahalara dönüşüyor. İnsanlar bunun ne olduğuna bir anlam veremiyor ama hepsi de çok eğleniyorlar. Biri hariç: Bu adamı çok yakından tanıyan eşim, bu kafede o dönem garsonluk yapıyormuş. Tüm bunlar olup biterken “Aman Allahım, beni tanıyıp selâm falan verirse rezil olacağım!” stresiyle bir köşede âdetâ saklandığını hatırlıyor.

Neyse ki adam, eşimi tanımadan oradan çıkıyor. İnsanlar neyin ne olduğunu anlamadan kaldıkları yerden devam ediyorlar yaptıklarına. Sonradan işin aslı ortaya çıkıyor. Aldığı liderlik eğitiminde adamın hocası bütün sınıfa bir ödev veriyor: Kendini insanların ortasında gülünecek duruma düşürmek. Bu arkadaş da görevini tam anlamıyla yerine getiriyor.

Üftâde Hazretleri’nin muhteşem öğrencisi Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne verdiği benzer ödevi bilirsiniz. Üftâde Hazretleri,  Aziz Mahmud Hüdâyî herkesin itibar ve iltifat ettiği çok fâik bir kadı iken ona sokaklarda ciğer satmasını söyler. Günümüzde şoför ve korumalarıyla gezen bir hâkimin sokakta bir arabada kokoreç sattığını düşünün. İşte belki de bir insana verilebilecek en zor görevdir bu: Ha Elvis, ha ciğerci… Kendi aklımızca kurduğumuz itibârı ayaklar altına alabilmek… Aslında böyle bir itibârın olmadığının farkında olabilmek…

Gerçi böyle eğitimler, iki örnekte de olduğu gibi bir mürşid nezâretinde yapılmalı muhakkak. Fakat yine de zaman zaman bu meseleyi aklımıza getirmemiz lâzım. Biraz burunlarımız havaya dikildiğinde, kendimizle dalga geçemediğimizde ya da şirk-i hafînin, yani gizli şirkin eteklerinde gezdirirken kovulmuş Şeytan bizi, Elvis gözlüklerini taktığımızı aklımıza getirmeliyiz. En kötü ne olabilir ki? Kendimizi fazla ciddiye almaktan daha mı gülünç oluruz? Bırakalım, insanlar bizlere gülsün…

“Gülenler gülsün efendim,

Dost bizim olsun!”

 

Başkalarından takdir ya da en azından teyid beklediğimiz her an, deliliğe doğru yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Hakîkatle alâkamız giderek azalıyor. Kocaman bir “hiç” olduğumuz gerçeğini unutup kendimizi uyuşturuyoruz âdetâ.

Zaten övülecek neyimiz var? Övgü, yalnız O’na mahsus değil mi?

Elhamdülillah!

Dertli Âşıklar Tabibi

Kaynaklara göre, Bursa’nın sultanlarından Üftâde Hazretleri, iki kişiyi en mükemmel  şekilde yetiştirmiştir. Bunlardan biri Kemal Dede Hazretleri’dir. Kemal Dede, şeyhinin önderliğinde kemalâta ermiştir, fakat şeyhinin vârisi olmamıştır. İkincisi ise Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’dir. Şeyhinin  halifesi olarak irşâda devam  etmiştir.

 

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Bursa’da müderrislik ve kadılık hizmetlerinde bulunmuştur. Ancak Üftâde Hazretleri’ne talebe olduktan sonra, hocasının isteği üzerine makamından, malından mülkünden vazgeçip kendisini Hak yoluna adamıştır. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin ezelî nasibi ve tasavvuf  ilmi bilgisi onun hocasına tam teslim olmasını sağlamıştır. Bu teslimiyet, onu üç yıl gibi bir sürede yetiştirip kemâlâta eriştirmiştir.

 

İnsan, kâmil mürşid bulup da ona teslim olursa nefsini alt etmesi kolaylaşır. Ne var ki,  nefsimiz, kendi başına buyruk hareket etmeyi seviyor. Allah’a  sırtını yaslamak ve nasibine râzı olmak, ona akılsızlık gibi gelir. Oysa aslında akıllı olmak, Allah’ın verdiklerine râzı olmaktır, çünkü Allah bizim için en iyisini bilir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, hep tevekkülden bahsederek yapan ve yaptıran Allah’tır demiyor mu?

 

Biz gayret ederek nefsimize ağır gelen şeyleri yapmaya çalışmakla mükellefiz. Ama bizden bir Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri çıkar mı, bunu bilemeyiz. Bu, Allah’ın takdiridir. Her hâlükârda yolda olmak ve gayret etmek de çok güzeldir ve aslında bu da bir nasip meselesidir.

 

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, hocası Üftâde Hazretleri için yazdığı medhiyede “dertli âşıklar tabibi hazreti Üftâde’dir” demektedir. Bu sözlerden de anladığımız gibi, mürşid, müridin tabibidir. Mürid, mürşidi sâyesinde Allah’a ulaşır ve nefsin esâretinden kurtulur. Biz yeter ki mürşide teslim olalım inşaallah…

 

Âmin…

 

Uzaktaki Yakîn

Farsça bir kelime “Üftâde”… Anlamı, “düşkün”, “düşmüş”. Bir başka anlamıyla “tutkun”, “âşık”, “sevdâlı”. Aslında Farsça’da bir kadın ismi “Üftâde”.

 

Hz. Üftâde, aşkı ile yakînlikten düşmüş, bir daha da yakînliğinden hiç dem vurmamış sevdâlı bir nur.

 

Genç yaşta kendi Hızır’ı ile karşılaşmış, Karacabeyli Hızır Dede’sinin çobanlık yaparken soğuktan donan ayakları, eli ve en sonunda gönlü olmuş bir âşık, aşkı ile yakînlikten düşmüş bir nur, ilk adı ilk nurdan bir zuhur: Muhammed Muhyiddin Üftâde.

 

Eğer huzurunda içlerinde nokta kadar kibir varsa kadıların dahî kabul bulmadığı, her nefesi mûcize olmuşken mûcize göstermenin makbûl olmadığı, gönül kırmamak için kendini eleştirenlere dahî cevap vermekten sakınırken, rüyâlarında Muhyiddin-i Arabî’den aldığı derslerin zekâtını kendisinden sonra gelenlere fazlasıyla vermekten sakınmayan, nakleden bir nur, aşkı ile bu âleme düşmüş bir tecellî-i zuhur…

 

TÜRKKAD tarafından her yıl düzenlenen, yere göğe sığmayanın dahî sığabildiği o gönül sahiplerinin gönüllerinin bize açıldığı sempozyumlardan bu yıl yapılacak olanın konusu “Uzaktaki Yakîn: Üftâde Hazretleri”

 

Bu yıl da geçen yıllarda olduğu gibi küçücük kaplarımızı yanımıza alarak annesinin o daha bebekken içinde oğlunu yüzerken gördüğü süt ırmağının yanına gelip el açtığımız, hâk-i pâyilerine yüz sürdüğümüz, Bursa’nın ve aşkı ile düşen âşıkların hocası Mehmed Muhyiddin Üftâde Hazretleri’nin tecellî-i zuhurlarının huzurundayız.

 

Hakikati olan Muhammedî nur tecellî ederek O’nu bu âleme aşk ile düşürmüş (indirmiş), âşık olarak mâşûkunu her yerde temâşâ edebilmek  için ikilik âleminde uzaklığa râzı olmuş,  ama onu bu âleme düşüren aşkı ile kulluğunu, hiçliğini ve aczini  bilerek  fenâ bulmuş ve uzaktayken yakîn olmuş bir âşık.

 

Biz ise kapısında birer râcî, el açıp niyâz ediyoruz. İçinde yüzdüğü süt ırmağından, sâkîsinin elinden içtiği aşk şarabından, uzaklıklarını bilerek yakîn olanlarla girdiği bal nehirlerinden, kendi hâliyle hâllendirdiği öğrencilerinin boğulmaktan emin olduğu su nehirlerinden el açıp niyâz ediyoruz. Kapılarına gelen hiçbir günahkârı geri çevirmediklerine güvenerek, ceplerimizde tövbelerimiz, ellerimizde yılların hatâ ve isyanları ile el açıp niyâz ediyoruz.

 

Parayla Saadet Olur

Para ile saadet olmaz… Bu sözü her birimiz kimbilir kaç kere duyduk. Bu konuda başka atasözlerimiz, hatta birçok Yeşilçam filmimiz bile var. Ammâ velâkin araştırmalar, bunun tam tersini iddia ediyor. Yani, para ile saadet oluyor. Fakat paranı başka insanlar için harcadığında…

Bir araştırmada, üniversite öğrencilerinden bir gruba 5 ve bir gruba 20 dolar veriyorlar. Bu iki grubu da kendileri için harcama yapanlar ve başkaları için harcama yapanlar olmak üzere ikiye bölüyorlar. Ve sonuçlar gösteriyor ki paranın miktarından bağımsız olarak parayı başkaları için harcayanlar, kendilerini daha mutlu hissediyorlar. Yine aynı araştırma çerçevesinde, bir satış ekibinin elemanlarına para veriliyor. Elemanlarının parayı kendilerine harcadığı ekibin satışlarında bir fark olmazken, birbirleri için harcayan ekibin satışları artıyor. Aynı şekilde bir spor takımının oyuncularına para verildiğinde kendileri için harcayan takımın performansında bir fark olmazken birbirleri için harcayan takım, ligde daha üst sıralara tırmanmaya başlıyor.

Amerikalı araştırmacıların 2010’larda fark ettikleri şeyleri, İslâm dini bize yüzyıllar öncesinden tavsiye ediyor. İslâm dininin beş şartından biri olan zekât, hem kişinin mutluluğunu, hem de toplumsal birlik, mutluluk ve başarıyı sağlayan bir uygulama olarak süregidiyor. Cemâlnur Hocamız da infâkın öneminden sohbetlerinde sıkça bahsediyor. Örneğin sık sık örneği anlatır: Biz vermek deyince dolabımızı açıp şu kıyafeti giymiyorum, bu kıyafeti giymiyorum diye giymediklerimizi toparlamaya çalışırız. Oysa gerçekten makbul olan infak, en sevdiğimiz kıyafeti, giydiğimizde en hoşumuza gideni vermektir. Yani, vermesi kolay olanın değil, verirken insanın canını acıtan şeylerin verilmesi güzeldir.

Yine hocamızdan nakille bir hâdise: Kendileri küçükken vereme yakalanmışlar ve hayâtî tehlike atlatmışlar. Yeni iyileştikleri dönem bayrama rastgelmiş ve ablaları kendilerine kırmızı kadife bir elbise dikmiş. Hocam bu elbiseyi giydiğinde yaşadığı duyguları “bana göre dünyadaki en güzel kız bendim” diyerek anlatır. Elbise üzerlerinde olduğu hâlde hastalığı döneminde kendisi ile ilgilenen doktora gittiklerinde, doktor “Esmere al bağla, geç karşısına ağla” deyince sevgili hocamın kendi kendisine dair pozitif duyguları daha da yükselmiş. Bu duygular ve özgüven ile Kenan Rifâî Hazretleri’nin bendelerinden, kendisi de bir Allah sevgilisi olan Nazlı Anne’nin ellerini öpmeye koşan hocam, bu her şeyi Allah yoluna vermiş hanımefendinin “Cemâlnurcuğum, ne güzel olmuşsun. Fakat şu karşıdaki fakir kızın hiç böyle bir elbisesi olmayacak, istersen çıkar da ona ver” demesi üzerine elbiselerini çıkarıp sözkonusu kıza vermişler. Bu hâdise vesilesiyle de hem kendileri daha o yaştan vermenin asıl bayram olduğunu idrak etmişler hem de bu hadiseyi bize kadar naklederek gerçek insanlık mertebesine de -ki bence gerçek insan, aynı zamanda mutlu insandır- vererek ve infâk ederek çıkılacağını göstermişler.

Benim de kendim için Allah’tan niyâzım, gerçek saadetin mal biriktirerek, pahalı şeylere sahip olarak, kendi için harcayarak ele geçmeyeceğini, tam aksine, vererek, ihsan ederek, infâk ederek elde edilebileceğini mantık seviyesinde değil de duygu seviyesinde bana idrak edebilmemdir. Allah hepimize elimizdekini paylaşmayı nasip etsin inşaallah.

Mürşid İle İşlenmek

Anglo-Sakson dillerinde ortak kökten gelen bir sözcük vardır. Fransızca bir tâbir olarak zaman zaman Türkçe konuşmalarda da yer bulur: “Cultivé” ya da Türkçe okunuşu ile “kültive.” Bir anlamıyla “işlenmiş toprak” diğer anlamı ile ise “kültür ve görgü sahibi kimse” demektir. Bu iki sesdeş sözcük, ilk bakışta alâkasız gibi dursa da, içerik bakımından birbiri ile oldukça benzer bir nedensellik kurgusu taşır. “Bu başlangıç da ne böyle?” demeyin. “Ziraat” (agriculture) kelimesi ile “bilgili, görgülü” mânâsındaki “kültür”ün aynı kökten geliyor olması, nedense dikkatimi çekti. Etimolog olmadığıma göre, bu yazıda bilimsel ya da bilgece bir karşılık ortaya koyabilmem mümkün değil. Eh, bu iddiasızlığın verdiği özgürlük ile yalnızca içimde yarattığı çağrışımlar üzerinden yazmanın zevkine varmak istedim ben de…

 

Toprak tek başına bırakıldığında kendi tabiatına uygun bitki örtüsünü vücuduna toplar. Bazen coşkulu bir nebat, bazense öylesine çorak… Çoğunlukla bereketlenmek için bir insanın eline muhtaçtır. Bir insan çorak arâziyi önce taşlarından temizler. Üzerinde net çizgiler oluşturur, eker, sürer ve cinsine uygun şekilde ürün çıkmasını sağlar.

 

Batılı zihin haritası, işlenmiş toprak ile kültürlü insan ifadelerini aynı kökten besliyor. Buradaki sihirli sözcük “işlenmiş” olmalı. Bilinçli bir işlem görmüş, belli bir disipline tâbî olmuş, tanımlı çizgileri olan, üreten toprak ile tanımlanmış şablonlar üzerinden okumuş, belli konularda bilgi ve fikir sahibi olmuş kültür sahibi insanlar arasındaki benzerlik.

 

İşte benim çağrışım dediğim kısım tam da burada başlıyor galiba… Batı normlarının ortaya koyduğu işlenmişlik târifinin kendi kültürümüzdeki yer buluş şekline karşı çıkıyorum. Son dönemde uzun zamandır görmeye alışkın olmadığımız türden toplumsal bir girdabın içinde bulduk kendimizi. Millet olarak tarafların ayrıştığı, insanların birbirini sürekli yargıladığı, herkesin yalnızca kendini haklı gördüğü ve kendine benzemeyeni ötekileştirdiği bir tünelin içindeyiz. Kalabalıkların havaya kaldırdığı toz bulutları yavaş yavaş çökerken ortaya çıkan fotoğraf, tarafların kendi zanlarınca yorumlayacakları ne de çok malzeme sundu. Muhakkak ki bu yaşananlar, keskin hâfızalar için tarihin bir tekerrüründen ibârettir ve yaşanan muhakkak “Hak”tır. Ama ben kendi adıma bu süreçten tefekkürle çıkabilmeyi ve payıma düşen öğrenme hissesini cebime koyabilmeyi istiyorum.

 

İşe kendi geçmişimi sorgulamakla başlarsam iyi olur. Seksenli yılların sonunda eğitim sisteminin bilinçsizce meslek seçtirdiği her genç gibi gerçekten istediği değil ama puanından dolayı “yakışacağına” inandığı üniversiteye girmiş olarak görüyorum kendimi: “Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler.” Bu bölüm yıllar içinde kendisinden en beklenmeyecek etkiyi yaptı bana. Çoğu öğrencisine yaptığı gibi… Politikayı bir an önce üzerinden atılması gereken bir sorumluluk olarak tasvir eden, “mâdem buradayım, en azından şu geçmişi adâbıyla bir öğreneyim” diye bir merak dahî taşımayan, seçmeli İşletme derslerine yönelerek kendine özel sektörde kariyer hazırlamaya çalışan, parlak Boğaziçi diplomasından dolayı ayrıcalıklı hissi taşıyan ama apolitik ve sığ bir genç olarak katıldım kalabalıklar arasına.

 

Aslında görünürde herşey çok yolundaydı. Ayrıcalıklı bir toplumsal duruş, parlak bir kariyer… Batılı ve “modern” bir hayat tarzı. Toplumun belli bir kesiminin ortaya koyduğu şablonlarla uyumlu “kültür” sahibi bir “elit”. Yukarıdaki tâbir ile, “kültive” bir vatandaş.

 

Sözde eşitlikten yana bir demokrat ama gerçekte ise eşitler arasında kendini daha “eşit” hissetmeye meyleden, toplumda ayrıcalıklı söz sahibi olmayı doğal kabul eden cür’ette bir zavallı. Kendisinden farklı olana hürmet etmeyen, sözde kültürlü ve aydın…

 

Buradaki analoji bellidir; vücudum toprağında kötü huylarımdan ve nefsimden müteşekkil taşlardan bîhaber bir hayat sürüyordum. Başka türlüsünü bilmediğimden ya da bu taşları bir parçam gibi gördüğümden, değişmeye, dönüşmeye çalışmadan geçiyordu yıllar. Ama ben, çok şükür nasipli bir toprakmışım. Bir gün bir “insan” benim çorak toprağıma girdi, içimdeki taşları tek tek ayıklamaya başladı… Taş çok olunca temizlemek zaman alıyor. Bir yandan Allah aşkı ekiyor içime, diğer yandan ahlâk-ı Muhammedî ile suluyor. İşliyor beni anlayacağınız…  Tohum vereceğim bir gün inşaallah. Niyâz ediyorum ki nasibimde hangi “rızık” olmak var ise o olacağım. Dünyaya gelmekten maksadım hâsıl olacak inşaallah, “insan”a karışacağım ve ben de insan olacağım. Yeter ki karşısında çorak bir toprağın kımıltısızlığı ile teslim durmayı becerebileyim.

 

İşte o zaman gerçek kültür bende zuhur edecek ve ancak o zaman “kültürlü/kültive” olacağım. Artık eminim ki kültür batı normları ile bugüne kadar zihnime kazınmış olan kavram değil. Diploma sahibi olmak, kariyer yapmak, sosyal dayatmalara uygun değerler taşımak değil. “İşlenmişlik” hiç değil. Eğer sahip olduğunuz “kültür” sizde başkalarına kıyasla “ayrıcalıklılık” hissi yaratıyorsa, atın o kültürü bir köşeye. Sırtınızda işe yaramayan bir yükten ibarettir yalnızca. Toplumda ayrışmayı ve taraf yaratmayı besleyen fitneden ne farkı kalır o “kültür”ün? Kültür, başkalarını daha farklı görerek toplumda ayrıcalıklı bir yer kapma kaygısı değil ki. Gerçek işlenmişlik, gerçek kültür, yaratılmış herşeyde Yaradan’ı görerek muâmele etmekten öte bir şey değil. Demem o ki, ilimle işlenmeyen, mürşidle mayalanmayan, dahası aşkla yoğrulmayan kültürünüzü de, eğitiminizi de atın çöpe; nâkıstır.

 

Kardeşe Mektup

Kardeşim!

 

Aslına bakarsan bu mektubu sana neden yazıyorum bilmiyorum; zirâ sen beni bilirsin ben de seni! O halde bu mektup da neyin nesi? Gel sen bunu “duâ” gibi düşün. Duâ gibi! Tıpkı kendinden kendine müracaat ve münâcat edenin duâsı… Hem söyleyenin hem dinleyenin bildiği ama gene de söylenmesi, vücûda gelmesi gereken, vücuda gelirken de ne söyleyenin ne de dinleyenin bildiği hâliyle kalan bir duâ.

 

Beni bilirsin, en az benim bildiğim kadar. Bilmek demişken, ne kadar muhtacımdır bilmeye ve emin olmaya. Yaradılışım bu olsa gerek ki hep imtihan ve zorluk da buradan erişir bana. Bilmenin sonu yok ve emin olmak ise imkânsız. Öyle ki bu içimdeki bütün huzuru bir anda hortumlayıp, beni kuşku cehenneminde dolanan bir kaçığa çevirebilir. İşte tam da bu noktada inanç erişir de elimden tutarsa ve beni bilginin sağladığı emin oluşa tutsaklığımdan azâde kılarsa, içimdeki sıkıntı ve vesvese de bir anda yerini huzur ve teslimiyete bırakıverir. Derler ki; inanç da bir tür afyondur ve onu kullananların beyni uyuşur ve hakikati göremez olurlar. Öyle olabilirdi belki, eğer inancın zihinle işi olsaydı! Gel gör ki o oraya hiç uğramaz, onun kabulgâhı kalptir, istenmediği yere varmaz.

 

Yakından tanıyanım olarak sen de şâhitsin ki, ben inancını zirvede yaşayan ve nedensellikle bağlarını kopartabilmiş biri değilim. Çoğunlukla nedenlerle kayıtlı kaldığım için yüksek gerilim hattında yaşadığıma da en yakın şâhit yine sensin. Lâkin geldiğim ya da getirildiğim son nokta yine de iman olur… “Mâdem dönüp dolanıp buraya geleceksin, o halde akıllı olsan da dönüp dolanmadan gelsen” diye kendi kendime söylenirim. Ne yaparsın ki, bu da fıtrat.

 

******

 

Neye inanıp, iman ediyorum o hâlde? Beni ve bütün âlemi yaratan, Sübhan ve Rahman olan bir Allah’a iman ediyorum. O’nun dışında hiçbir şeyin olmadığına ve yapanın, edenin doğrudan O olduğuna, kendi kendine, kendini sürdüğüne inanıyorum. Bu âlemin O’nun a) kendisi b) sahnesi c) kurgusu d) hepsi ve e) hiçbiri olduğuna iman ediyorum. Çoğu zaman bu inancımı davranış olarak gösteremiyorum çünkü bu şıklardan “e” şıkkını tam olarak kaldıramıyorum. Kuvvetle akan bir nehrin en minik damlası olarak akmaya devam ediyorum ve bunun farkında olduğum o kısacık anlar ise hayattan tam anlamıyla zevk aldığım yegâne zaman dilimleri.

 

Peki yaşanmış, somut, örnekleştirilmiş olaylardan ne anladım? Hiçbirinin akıl yoluyla anlaşılamayacağını anladım. Bildiğim bütün peygamberler hakaret ve zulüm gördü, duyduğum bütün âlimler yakıldı, yıkıldı ve horgörüldü; yakınlık duyduğum bütün Veliyullah ise iftiraya uğradı, o veya bu şekilde… O hâlde bu dünyanın düzeni pek de bizim anladığımız mantık düzenine uymuyor. Allah da diyor aslında “ne hayırlarda ne şerler, ne şerlerde ne hayırlar gizlerim” diye. İşte bu nokta, tam da benim bir kere daha gördüğüme, duyduğuma ve bildiğimi sandığıma dayanmaktan vazgeçtiğim nokta. Mûsâ ile Hızır hikâyesi gibi yani.

Sen benim kardeşimsin ve hem insanlıkta hem de mâneviyat yolunda benden kat be kat ötelerdesin. Sen, “bir pîrin eteğin tuttum, ana belû deyup gittim” demişsin, şimdi “küçük âlem”de neler olduğundan çok “büyük âlem”de olanlara bakma zamanı… Dünyada ve bu ülkede her an, her vesile yalnızca Allah’ın dediği olmakta! “Kûn fe yekûn” oldu bile!

 

Peki ya şimdi senin safın ne? Kimin tarafındasın? Aklının mı yoksa aşkının mı? İlm-i Mûsâ’ya mı tâlipsin yoksa irfân-ı Hızır’a mı? Birinci ki onu miraçta yanına alamazsın. Alınabilseydi Peygamber Efendimiz alırdı. Olabilseydi eğer, “Beni bu gözle göremezsin ya Mûsâ” hitâbı duyulmazdı. İkinci ki onunla da dünyayı mâmur edemezsin, yanındaki Mûsâ olsa hâlinden bilmez.

 

O hâlde tercihini yap! Allah Kur’an’da inandık deyip kurtulamayacağımızı, türlü zorluklarla deneneceğimizi, sözümüzde sâbitkadem olup olmadığımıza bakılacağını, yani “dildeki dâvâya elde delil isteneceğini” söylüyor. Her şey güllük gülistanlıkken iman sınanır mı hiç? Güneş, etrafı parıl parıl aydınlatırken kim virâneden geçmekten korkar?

 

Üç günlük yalan dünyanın gâilesine aldanıp zülfiyâre dokunmaktan sakın. Sen, ameliyat olduktan sonra bir gün bana kendini “kabz”da hissettiğini söylemiştin; ben de sana “hayır, sadece post-op depresyondasın” demiştim. Çünkü nâçizâne fikrime göre kabz, “kabz”da olduğunun farkında olmamayı gerektirir. Allah, seni de beni muhâfaza eylesin. Âmin.