Sohbetler (Şubat 2014)

Doktor Ali Mazhar Bey’in oğlunun vefâtı dolayısiyle çocuğun an­nesinden ve bilhassa annesinin aşırı teessüründen bahsedildi.


– “Bunlar ibret alınacak şeyler! Evlât üzerine bu kadar yanıklık nedir? Yanacaksan Allah için yan! Şimdi, bu zavallı kadıncağızı bekleyen üç çeşit ihtimal var. Ya böylece yanmakta devam ederek kendini mahveder. Yahut âh u zârını Allah yoluna döndürerek kendine bir reh­ber bulur veyahut bir gaflet daha gelir, bir cilve daha oynar, başına bundan beteri gelir. Gerek evlâdı uğruna yanarken gerek gaflette oldu­ğu halde ölümün gelmesi, kendisi için ne büyük hüsrandır.”
Server Beyefendi:
–  Buyurduğunuz gibi, eğer ikinci hal tahakkuk eder de bir kâmil mürşit bulacak olursa ancak o suretle kurtulabilir.


– “Mutlak bir kâmil mürşit bulması lâzım gelmez. Tâat ve ibâdete de düşse, Allah indinde bu da ziyan olmaz. Onun için bu da kâfidir.”
Güzide Hanımefendi:
– Bu hanım, hayat demek, çocuğum demekti, diyor.


– “Bir evlâda bu kadar iptilâya acınır. Evlât ne demek? Ana ile babanın cümbüşünden hâsıl olmuş bir vücut değil mi? O halde bunun nesine esir oluyorsun? Sen onun için dünyâya gelmedin ki… Allah’ı bilmek için geldin. Ama bu sözlerimden evlâda muhabbetsizlik ve alâkasızlık mânâsı çıkarılmamalıdır. Evlât, bir ilâhî emânettir. Yetişmesi, terbiyesi, ahlâkı, îmânı ve sıhhati için sen bir mürebbîsin. Analık babalık hakkı budur.

 

O evlât ki, vatanına, dînine, cemiyete ve ailesine faydalı olur, bir anababa için bundan büyük mükâfat olur mu? Fakat bu hâsıl olmazsa, o çocuğun olması ile olmaması birdir. Çünkü maksat, kendi vücûdunun bir parçası olan bu varlığı, Allah’ın dileğine göre hazırlamak ve yetiş­tirmektir. Bu hâsıl olmadıktan sonra, çocuğuna muhabbet eden anaba­ba fitneye düşmüş demektir.
Ölüme müteessir olmamak kabil değildir. İnsan, kedisinin bile yokluğunu hisseder. Fakat bu kadarı, yâni Allah’ı unutturacak derecesi fazla. Ağlamakla ne giden kazanılır ne de bir fayda elde edilir. Bu felâ­ket, ona bir irşattır. Eğer Allah yoluna atılabilirse, ki bu da nasipledir, o irşat ve îkaz değerlenmiş ve sahibine yararlı olmuş olur.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 89-90)


***

Ezelde ruhlara “Ben senin Rabbin değil miyim?” dendiği vakit “Evet, sen benim Rabbimsin!” cevâbını verdikleri için, onlara “Şu halde gidin, bu dâvayı dünya mahkemesinde ilim ve amel şâhitleriyle isbat edin” denilmiş. İlim, sahibini bilmek ve bulmak demektir. Yoksa maksat, zâhir ilmi yâni kıyl ü kal değildir. Amel ise, onu gerek bedenen gerek kalben işlemeye çalışmak, fiil ve hareketlerini ona uydurmaya gayret eylemektir. İşte bu iki şâhidi mürşidinin önüne getirip mukaveleyi burada tasdik ettirirsen ne mutlu sana! O zaman âhirete gittiğin vakit de rahat edersin!”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 297)

***

Vefâkâr olmaktan konuşulurken, söz, Erenköyü’nde yaz mevsimi­ni içinde geçirdiğimiz Doktor Suphi Neş’et Bey’in köşkünün bahçesin­deki ceviz ağacına intikâl etti. Hocamız bize dâimâ “Vefâ, Allah’ta ve Allâh’ın sevgililerindedir” demiş ve her söylediğini işlemesine alışmış olduğumuz için bu hükmünü de hareketleri ile doğrulamak ve isbat eylemekten geri kal­madığını göstermiştir. İşte, havalar sertleşmiş ve yazlıktan Konağa nakledeli bîr hayli zaman geçmiş olduğu halde, bir gün Erenköyü’ne gidip ceviz ağacını ziyâret etmek arzusunu gösteren Hocamız “O bana yazın süt annelik etti. Meyvesinden yedim. Şimdi gidip ağacı okşamak isterim” diyerek İstanbul’dan Kadıköyü yakasına ge­çip, ağacı ziyâret eylemiştir.

Bir gün de, Filibe’deki Alyans İzrailit Mektebi’nde sınıf arkadaş­ları arasında tercihen alâkadar olduğu İzrail Kalep ismindeki bir ar­kadaşının İstanbul’da doktorluk yapmakta olduğunu öğrenerek telefon rehberinden adresini bulup bu çocukluk arkadaşına bir ziyâret yap­mıştır. Aradan geçen uzun seneler yüzünden, eski sınıf arkadaşını ta­nımayan doktor, Hocamızı bir ecnebi hasta zannederek, evvelâ Fransız­ca olarak ne lisan konuştuğunu sormuş ve “Türkçe!” diye aldığı cevap­tan sonra, Hocamız “Bundan şu kadar sene evvel, Filibe’deki mektepte bir ders sene­si okuyan tek Türk talebe vardı. İşte o benim!” demiştir. Sevincinden ve bir o kadar da hayretinden ne söyleyeceğini şaşı­ran doktor, büyük bir muhabbet ve minnet ile Hocamızın ellerine sarıl­mış ve ağlar hâle gelmiş, misafirini evinde biraz daha tutabilmek için çocuklar gibi yalvarmış, dil dökmüştür.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 451)

The following two tabs change content below.

Ken'an Rifâî

Son Yazıları: Ken'an Rifâî (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın