Ne Haber? Gazze Ateş Altında!

İsrail’in Gazze’ye 7 Temmuz’da önce havadan ve denizden, 17 Temmuz’da da karadan başlattığı saldırılar, bugüne kadar yaklaşık 2000 Filistinli’nin ölmesine, 11000 Filistinli’nin de yaralanmasına sebep olmuş durumda… İsrail tarafı ise 64’ü asker 3’ü sivil 67 vatandaşının hayatını kaybettiğini duyurdu. Gazze’de 14 Ağustos tarihine kadar alınan son ateşkes kararına kadar 36700, 152 cami, 189 okul ve 24 sağlık merkezi hasar gördü. 5622 ev ve 64 cami tamamen yıkıldı.
Gazze’nin geleceği, 14 Ağustos tarihine kadar alınan ateşkes kararı ile şimdilik belirsizliğini koruyor. Ateşkes kararıyla evlerine dönenler, yukıntılar arasında hayatlarını sürdürmeye devam ediyorlar ve saldırıların yeniden başlamasından endişe ediyorlar.
Bu orantısız saldırılar, bugüne kadar birçok ülke halkları tarafından protestolarla kınandı. Oscar ödüllü İspanyol sinema oyuncuları mektup yazarak İsrail’i soykırım yapmakla suçladılar. Birleşmiş Milletler olayları sadece eleştirmekle kalıp ciddi yaptırımdan uzak açıklamalar yayınladı. Öte yandan Hamas Siyasi Büro Temsilcisi yardımcısı İsmail Heniye kalıcı ateşkesin sağlanabilmesi için Gazze’deki ablukanın kalkmasının gerektiğini söylüyor. Bu arada İsrail’in Gazze sınırına asker ve mühimmat yığdığının haberleri geliyor.
Bütün bunlar olurken, Türkiye, Sağlık Bakanlığı’nın ambulans uçağı ile Filistinli yaralıları Türkiye’ye getiriyor. Yaralıların sevkiyatında İsrail havaalanlarının kullanılması dolayısıyla büyük güçlükler yaşanıyor ve istenen yaralı sayısından çok daha azı Türkiye’ye ulaşabiliyor.
Uzmanlar, İsrail’in, bu saldırılar ile amacına da ulaşamadığı değerlendirmesini yapıyorlar. “İsrail uzmanı” olarak bilinen Gazze Şeridi’ndeki Ümmet Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Adnan Ebu Amir, İsrail’in başarısız olduğunu ifade ederek, “İsrail, uğruna Gazze’ye savaş açtığı hiçbir hedefi gerçekleştiremedi. Daha önceki saldırılarında da hiç bu derecede başarısız olmamıştı. İsrail çocukları, kadınları öldürmek ve sivillerin başlarına evlerini yıkmaktan başka bir şeyde başarılı olmadı” diyor.

Önümüzdeki zaman diliminde Gazze’yi güzel günlerin beklemesi için ve konu ile ilgili yetkililerin inisiyatif alarak etkili olmaları için herkes duâ ediyor.

 

Dâvâ Adamı

“Dâvâ adamı olun.”
Sâmiha Anne’nin gençliğe tavsiyesiydi, okuduğum kitaplarından birinde böyle buyurmuşlardı. Ben o cümleyi okurken kendisini bu fânî gözlerle görmeden âşık olmuştum. İçimde hissetmiş, bağlanmıştım. Kimseyi kırmadan, incitmeden, içinde hedefine doğru kararlı bir şekilde yürümek, sırât-ı müstakim kadar şaşmaz olmak, “doğru” olmanın horlandığı, ayıplandığı günümüzde “doğru” olmak…
Nereden geldiğimizi ve ne olduğumuzu sonradan uydurulmuş âyet gibi görülen tabulardan, kitaplardan değil, esas olandan öğrenmek… Bugünü yaratmada geçmişte kurulan o müthiş medeniyetin evlâtları olduğumuz duygusunun yerleştirilmesi… İşte bunlar hep onun güzel eserlerinde hâlen yaşıyor. İrşad, sır olunca daha mı güzel oluyor?
Yüz sene önce bütün toprakları istilâ edilmiş, muâsır medeniyetlere uyma bahânesiyle dili yok edilmiş, kendi dedelerinin ninelerine yazdığı aşk mektuplarını okuyamayacak duruma gelmiş, müthiş medeniyetinin kafası giyotinde kurban edilmiş, her köşe başında bulunan ve insanını harmanlayan mânevî kurumlarına balyoz indirilmiş, ümmeti birleyen kurumu yok edilmiş, senelerce uyumuş- uyutulmuş bir milletin çocuğu olarak ben Gazze’yi unutmadım, Bosna’yı unutmadığım kadar. Senelerce Peygamber Efendimiz (s.a.v) Arap ırkının mensubu olmasına rağmen, planlı-programlı bir şekilde bilinçaltımıza işlenen “pis Araplar” sloganını unutmadım, “kardeşim” Arapları unutmadığım kadar. Balkanları da unutmadım… 1915 diye bağırırken tek dişi kalmış canavar, milyonlarca Türk’ün Anadolu’ya kaçarken katledilişini unutmadım. Unutmamalarıma karşı ümmetini unutanları da unutmadım, unutamıyorum, unutmayacağım.
Bosna’da 90’ların ortasında, -ironiktir, adına Zeus’un metresinin ismini verdikleri o “iffetsiz” kızın kıtası olan “medeniyet beşiğinde”- milyonlarca insanın sırf Müslüman diye katledilişini unutmadım. “Şimdi Türk’ten intikam zamanıdır” diyip Srebrenica’ya giren o komutanı unutmadım.
İşte Gazze seni de unutmuyorum.
Peygamberi gözlerinin önünde denizleri yaran, sayısız mûcize gösteren, halvete çekildiğinde de kendi elleriyle buzağı yapıp tapanı unutmadığım gibi unutmuyorum seni Gazze.
Kudret helvaları, bıldırcınlar Rabbin izniyle göklerden inerken, yetinmeyip nimet beğenmeyen, nefsinin kurbanı o kavmi unutmadığım gibi unutmuyorum seni Gazze.
Gazze sokaklarında bir umudun yansıması olan, gençliğimize belki de kim olduğunu en güzel öğretebilecek, hangi mirasın sahibi olduğunu, sorumluluğunun ne kadar büyük olduğunu hatırlatabilecek o duvar yazısını da unutmuyorum. Düşmanın ellerinin kirlettiği, kurşun yaralarının hasar verdiği ama öldürmediği ecdad duvarlarındaki “Ottoman will come back” haykırışını.
Seni unutmuyorum Gazze.
Aklımdasın, memleketimin tevhid çekilen tekkelerinde…
Gül gibi geçinip gittiğimiz taşlı, bakımsız ama mutlu kaldırımlarında…
Stüdyo dairelerinde değil, hep beraber anamla, babamla, zevcemle, Allah’ın emâneti güzel yavrularla yaşadığım o rutûbetli konaklarda…
Boğaz’da, Rumeli’de, selâ sesleriyle Hicaz’da, Kızıl Sakal’ın diyarı Kuzey Afrika’da…
İşte biz böyle unutmaya unutmaya, gün olur belki sana döneriz Gazze.
Selâm ve muhabbetler ile…

 

Gazze’nin Duası

Zaman yaz günlerinde, bir filin yavaş ve telâşsız adımlarıyla ilerler gibidir bazen… Güneş, sisteminin ortasından mağrur bir kraliçe gibi ağır ağır yükselir. Yapraklar, ömürlerinin son demine girdiklerini bildiklerinden rehâvet içinde dalların ucunda salınırlar. Rüzgâr, kararsızca eser ve durur. Sonra yeniden esmeyi düşünür ama bekler… Çiçeklerin kokusu havada asılı kalır. Tatiller, planları askıya alır; hareketler yavaşlar… Öğleden sonraları, akşamüzerleri, her şey uzar.
Fırtına öncesi sessizlik gibidir sanki bu hâl…
Ama fırtına, sessizlikten sonra kopmaz her zaman…
Fırtına, sessizliğin yanıbaşında, kıyısında ve bazen de paralelindedir. Sessizliğe paralel bir şekilde, kendi seyrinde ilerlemektedir. Yani, çoktan kopmuştur; delice savurmaktadır, yeri göğü inletmektedir. Mağrur güneşin önüne kara bulutları geçirmiş, ucunda yaprakların sallandığı ağaçları kökünden sökmüş, kararsızlığına deli bir öfkeyle son vermiş, kadran içinde âheste âheste tıkırdayan akrebi ve yelkovanı girdaba sokmuştur.
Gazze, sessizliğe paralel bu zamanda kopmuş olan fırtınadır. Fırtınanın maddî tesirleri herkesin mâlûmudur. Kuvvete ve şiddete mâruz kalan her madde gibi, Gazze de şekil değiştirmiştir. Taşlar yerinden sökülmüş, evler, okullar, câmiler ve mahalleler yıkılmış, hastanelerin çatısı uçmuş, yollar harap olmuş, borular patlamıştır… Aynı değişiklik Gazzeli’nin bedeni için de geçerlidir: Kollar, bacaklar, kafalar kopmuş, yanmış; çocuklar, kadınlar, yaşlılar ölmüş, can candan, beden bedenden ayrılmıştır.
Bir de gönüller vardır, yürekler vardır…
Evlâdını kaybetmiş bir babanın gözlerinde, çocuğu için çâresizlikle inleyen bir ananın gökyüzüne doğru açtığı kollarında, hastasına ilâç temin edemediği için ağlayan doktorun hıçkırıklarında, cenâzelerin arkasından tekbir sesleriyle yürüyen kalabalıkların hançerelerinde, yüreklerde yaşanan fırtınanın alâmetleri vardır.
Yüreklerindeki fırtına ile sarsılan bu insanlar, belki de şu an Allah’ın en yakînidirler. Çünkü Cemâlnur Hocamızdan da sık sık işittiğimiz gibi, Allah, sıkıntı ve belâ ânında kuluna yaklaşır. Muhtemeldir ki bu yakınlık dolayısıyla da mazlumun duâsı, Peygamber Efendimiz tarafından reddedilmeyen duâlar arasında sayılmıştır.
Allah’ın her fiilinde muhakkak ki büyük hikmet vardır. Bu zulmün ve fırtınanın hikmetli sırrını O bilmektedir. Bize düşen, her bakımdan yaralı bu insanlara elimizden geldiğince yardım etmek, destek olmak, yoldaşlık ve hâldaşlık eylemektir. Zâhirde muhtaç olan onlardır. Ancak unutulmamalı ki, biz de onların Peygamber Efendimiz tarafından reddedilmediği buyrulmuş olan duâlarına muhtâcız. Ve dileriz ki, bu vesileyle, onların Allah’ın kendisine yakınlaştırdığı gönüllerinden kopacak bir içten duânın kelimelerinde adlarımız geçer ve biz de o nebînin şefaatine nâil oluruz.

 

Gazze İçin Kelebek Etkisi

Antik filozof, Empedokles’e göre evrene egemen iki güç vardır: Sevgi ve nefret. Sevgi ile var olanlar daima verirler,birleştirirler.Oysa nefret ayırıcıdır; parçalar, böler ve yok eder.
Gerçek bir insan olmak, bir psikanalist ve düşünür olan Erich Fromm’a göre “olmak”la alâkalıdır. Fromm, “Sahip Olmak ve Olmak” başlıklı kitabında gerçekte bir insanın ne olduğunu sorgular.
Kendisi Yahudi asıllı bir Amerikalıdır ve muhtemelen o yıllarda Yahudi olduğundan dolayı Almanya’dan Amerika’ya göç etmek zorunda kalır. Çünkü bu mezâlime kendini çağdaş olarak nitelendiren ülkeler suskun kalmıştır. İlk düşündüğü şey, artan şiddete karşı ne yapabileceğidir. Kendince basit bir cevap bulur ve hemen bir siyasi partiye üye olur. Fakat daha sonra şunu fark ettiğini söyler: Hiçbir siyasi parti, hiçbir politika ya da ideoloji insana özgürlüğünü veremez. Bir insana özgürlüğünü yalnız hakikat verebilir.
Evet, Gazze için insanlıktan söz edebilmek çok zor. Bu savaşa sebep olanlara şu soruyu sormak isterdim: Kendi çocuklarınızın başını nasıl okşayabiliyorsunuz? Ve neden? Bir avuç toprak ya da petrol için mi? Değer mi?
Aslında Gazze bir insanlık sınavı … Çoğu insan şunu söylüyor: “Ben ne yapabilirim ki?” İşte bu umursamazlıktır asıl insanlık sorunsalı. Oysa bu dünyadaki her hareket (yaprağın yere düşmesi bile) tıpkı bir kelebek etkisi gibidir. Bazen çok cılız bir ses çok derin bir etki yaratır ve unutulmuş insanlığı uyandırır uykusundan.
Düşman diye bir şey yoktur. Biz düşmanı korkularımızı ve benliğimizi besleyerek yaratırız. Fanatiklik, ucuz politikalar insanları birbirine düşman eder. Marmara depreminde Yunanlılar canla başla koştular yardımımıza. Biz de kıtlık zamanı onlara el uzatmamış mıydık?
Tasavvuf, bize her varlığa hürmet etmeyi öğretti, ince düşünmeyi ve sevginin kendisine teslim olmayı… Yapabileceğimiz çok şey var: Sanmasınlar ki o bebekler gerçekten öldü. Biz gayret edip insanca mücâdele ettiğimiz sürece onlar hep var olacaklar…

 

Eren Bayar

 

Lâ Mevcûde İllâ Hû

“İnsan ömrünün yaklaşık 800-1000 sene olduğu Nuh (a.s.) zamanında bir kadın ağlayarak hazrete gelir ve oğlu 275 yaşında öldüğü için ne kadar üzgün olduğundan dert yanar. Hz. Nuh “Bu kadar üzülme, âhir zamanda bir ümmet gelecek ve ömürleri sadece 70 – 80 yıl olacak, onlar ne yapsın?” der. Kadın çok şaşırır ve sorar: “Ev de yapacaklar mı?”
İnsanoğlunun, aslında olmayan dış âlemini mâmur etmekle hayli meşgul olup hakîkati ve özü olan iç âlemiyle bağlarını kopardığı ve bu kopukluğun yansımalarına üzüntü içinde şâhit olduğumuz bir devreden geçmekteyiz.
Hz. Şems’in Makâlat’ta,
“Kendi kendime dedim ki,“Beni bu şekilde yaratan Tanrı ile doğrudan doğruya konuşmadıkça ve sorduğum sorulara cevap almadıkça benim yemek ve uyku ile ne işim var? Bu âleme körü körüne yemek yiyip içmek için mi geldim? O’na neden geldiğimi ve nereye gideceğimi sormalıyım ancak ondan sonra yemek yiyip uyuyabilirim” buyurduğu gibi bizler de bu âleme gelmekteki esas amacımızı unuttuğumuz ve şehvetlerimizin esîri olduğumuz sürece nefis ile ruh arasındaki bu ezelî çekişmenin süregitmesi kaçınılmaz olsa gerek…
Sâmiha Ayverdi’nin Dile Gelen Taş adlı eserinde,
“Âlem halkı, ellerinde silahlar ve imkânlarla birbirlerini tepeleyip dururken, kapının eşiğini atlayan bahtiyarlara, evvelâ kendi iç düşmanlarına saldırmayı öğrettiğini olsun, ifşâ edeyim mi Devletlim?”
sözleriyle ifâde ettiği gibi, hırs, öfke, kin, nefret, haset, şehvet çamurlarına batmış ve tüm bu nifâkın sebebi olan nefisleri terbiye etmenin, o bireylerden oluşan halklarda, ülkelerde ve tüm âlemde barış, refah ve kemâl hâsıl edebilmenin ön şartı olduğu açıkça görülmektedir.
Ken’ân Rifâî Hazretleri de aynı mânâyı Sohbetler’de şöyle anlatır:
“Biz dervişler, kimseye lânet etmez, şu şudur, bu budur demeyiz. Bize ancak Yezid nefsimize lânet etmek yaraşır. Çünkü biz hiçbir şeye sahip değiliz. Af da bizden değil, cezâ da. La fâile illallah. Yâni Allah’tan başka fâil olmadığını bilmiyorsak yazık bize!
Yapan, yaptıran Allah’tır. Allah’ın emri olmaksızın bir kıl oynamaz. Lâyığına cezâ, müstehakına mükâfat vermek de o irâdenin şânıdır. Sen kendi başına bak. Seni Allah’tan uzaklaştıracak olan nefsindir, onu ıslâha çalış.”
Aç olmadığımız halde, zevk için yemek yediğimizde, bize ters bir lâf eden, hattâ sadece bizden farklı düşünen birine tüm kibir ve benliğimizle cevap verdiğimizde ya da bir sivrisineği sadece rahatsız olduğumuz için öldürdüğümüzde, başka ülkelerin topraklarını ele geçirmek için mâsum insanları bombalayanlar ile aramızda, fenâlık derecesinden başka ne fark kalıyor?
İşte kâinatta, tek vücut olan Hakk’ın vücudundan gayrısını görmeyen, âhirette kendisini zindana atanların peşinden koşup “Ya Rabbi! Onları cennetine almadan ben de girmem” diyerek kendisine kötülük yapanları bile seven, affeden ve onlar için duâ eden nûr-u Muhammedî vârisi irfan sahipleri, Hakk’ın isim ve sıfatlarının mazharı olan mevcûdat ile ilişkilerimizi düzenlemekte bizlere en güzel örnektir.
“Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,
Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmadı.”
sırrına eren âriflere benzeyebilmek niyâzı ile…

 

Herkesin Yapabileceği Bir Şey Var!

İnsan her yaptığı şeyin kendisine dönebildiğini görse bu kadar kötülük yapabilir miydi bilmem? Gazze’de insanlar, çocuklar, binalar yok edilirken, saldırganlar aslında kendi insanlıklarını, vicdanlarını, şereflerini, haysiyetlerini de yok ediyorlar. İleride bu kadar insanın, mazlumun âhını alan bir devlet otoritesinin başına neler gelebileceğini düşünemiyorum bile… İnsanlar gibi devletler de her yaptığının karşılığını alıyor veya alacaktır diye düşünüyorum. Bu dünyada ve öbür dünyada…
Her gün bu acının ne zaman biteceğini düşünüyor, duâ ediyoruz. Çocukların, hele çocukların böyle bir acıya mâruz kalması gerçekten çok üzücü… Onların küçücük yüreklerinde ne yaralar açılabileceğini düşünmek gerekiyor. Ama düşünmek yetmiyor, bunu biliyoruz.
Bir şeyler yapmalıyız! Maddî ve mânevî olarak kimin gücü neye yetiyorsa… O yaraları sarmalı, güçlü olmalı, bilinçli olmalı! Bu bilinç belki aldığımız bir ürünün nereye, kime hizmet ettiğini bilerek hareket etmekten başlıyor. Ve bunu süregelen bir alışkanlık haline getirebilmekten…
Çevremizi de bilinçlendirmek gerek… Maddî destek gönderebilmek kadar, sabretmek ve her şeyde olduğu gibi bunda da Allah’ın bir hikmeti olduğu bilip duâmızı hiç eksik etmemek.
Gazze için herkesin yapabileceği bir şey var!

 

İsrail’i nasıl biliriz?

İsrail’e kızabilmeyi çok isterdim fakat yapamıyorum. Çünkü bana kendimi hatırlatıyor.
Ben de tehdit altında olduğumu düşündüğüm zaman kendimi korumaya çalıştığımda başkaları için bir acıma duymuyorum. Bana zarar verildiğine, haklı olanın hep kendim olduğuna o kadar ikna oluyorum ki karşılık verebilmek için elimden geleni yapmaktan başka bir şey düşünemiyorum.
Belki benim füzelerim yok ama kelimelerim var. Belki insanları öldürmüyorum fakat şüphesiz kalplerini kırabiliyorum. Bir kalbin kutsal topraklardan ne farkı olabilir?
“Onlar” diye başlayan her cümlemde…
Bir grubu olumsuz bir sıfatla nitelediğimde…
Karşımdakinin hislerini hiç umursamadan sadece haklı çıkmak için bir tartışmaya giriştiğimde…
Gülümseyişim yerini çatık kaşlara ve anlayışlılığım yerini nefrete bıraktığında…
İsrail çirkin yüzüme bir ayna tutuyor.
Nefret bir bireyde ne ise bir millette de o değil midir?
Eğer Gazze halkı için gerçekten barışı istiyorsam nefret hissimden kurtulmam gerek. Herkesten, her şeyden ayrı bir “ben” olduğum fikrini kafamdan atmak zorundayım. Bunu yaptığım anda ne üzülürüm, ne de başkalarını üzme ihtiyacı duyarım. Sâmihâ Ayverdi’nin tavsiyesi bu değil mi? Kırılmadığım için kırmam.
Yüce Kur’an’da “Ey inananlar, içinizden bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin, olabilir ki alay edilenler, öbürlerinden daha hayırlıdır” (Hucûrat, 11) buyuruluyor.
İsrail’i her yerişimizde biz daha mı iyiyiz diye düşünelim. Kalplerimizde yeşerteceğimiz barışın dünyayı da barışa götürecek anahtar olduğunu görmemiz için Allah hepimizin yardımcısı olsun.

 

“Şimdi Yeni Bir Şeyler Lâzım”

Şiddet, savaş, saldırganlık, öfke her yerde… Özellikle bizim coğrafyamızda, komşularımızda, akşam ekranlardan yansıyan görüntülerde, sokaklarda, yanıbaşımızda… Özellikle Gazze’de yaşananlar, yürek yakan görüntüler dayanma gücümüzü zorluyor. İnsan olarak, olan bitenden utanç duyuyoruz, anlamaya çalışıyoruz ama çözemiyoruz. Bir şeyler yapmak istiyoruz ama olay öyle vahim ki ne yapacağımızı bilemiyoruz, çâresizlik belimizi büküyor.
Öte yandan paradoksal olarak müdâhale etme (ya da edememe) şeklimizden ya da içsel olarak kendi yaşadıklarımız üzerinden de kavgaya tutuşuyoruz. Şiddete karşı birtakım ses duyurma çabaları var ama onlar da ne yazık ki şiddet içeriyor.
Mevlânâ’nın dediği gibi, şimdi yeni bir şeyler söylemek lâzım…
Beyin çalışmaları, nörobilim çalışmaları bize söylüyor ki bir kelimeyi zikrettiğimiz zaman o kavramı dikkat alanımıza sokmuş oluyoruz. Yani “Şiddete karşıyız” “Kahrolsun Savaş” vs. diyerek bu duruma karşı olumlu bir şeyler yapmış olmuyoruz, hattâ bilmeden körüklenmesine bile katkıda bulunabiliyoruz.
“Peki ne yapacağız, susup oturacak mıyız?” diye sorabilirsiniz. Yine nörobilim araştırmaları bize söylüyor ki ne istemediğimizi değil, ne istediğimizi dile getirirsek, söylemlerimizde, düşüncelerimizde, hareketlerimizde daha çok isteklerimize odaklanırsak yerine gelme olasılığı daha yüksek.
Psikoloji çalışmalarında kullandığımız bir uygulama var; danışanlarımızı içsel bir sürece tâbî tutarak en içteki arzularına ulaşmalarını sağlıyoruz. Bu bir terapi tekniği, detaylarına çok girmek istemiyorum, ama asıl söylemek istediğim şu: Bu tekniği uyguladığımızda görüyoruz ki, hangi ırktan, hangi yaştan, hangi etnik kökenden, hangi sosyal sınıftan, hangi cinsiyetten (listeyi uzatabilirsiniz) olursa olsun, “insan” olduğumuz için hepimizin en derinlerdeki ortak arzumuz barış, huzur, birlik ve en önemlisi SEVGİ.
Şimdi de diyebilirsiniz ki, biz tek başımıza bu konuda ne yapabiliriz ki, sorun bu kadar büyükken?
Çalışmalarımda sıklıkla kullandığım kısa bir Hint filmi var, internet üzerinde. Aslında Hindistan’ın tanıtımı için çekilmiş. Adı “Lead India”. Seyretmenizi öneririm ama özetle içeriği ve mesajı şöyle: İşlek bir yolun üzerine kocaman bir ağaç devriliyor ve tabiî trafiği felç ediyor. Okul servisleri, özel araçlar, herkes koca kütüğün arkasında mahsur kalıyorlar. Sonra çok şiddetli bir yağmur başlıyor. Durum o kadar kontrol dışı ve kimsenin yapacak bir şeyi yok gibi görünüyor ki, herkes çâresizlik içinde araçlarının içinde durumdan şikâyetçi şekilde oturuyor. Bir şeyler yapması gereken görevliler de durumun vahameti karşısında önce yüksek sesle itiraz eden mağdur kişileri sakinleştirmeye çalışıyorlar, sonra da çekip gidiyorlar. Herkes çaresizlik içinde bekleşirken okul servisinden bir çocuk atlıyor ve kendinden kat be kat büyük kütüğe yüklenerek kaldırmaya çalışıyor. Tabiî bu durum yetişkinlere çok garip görünüyor. Ancak çocuk ağacı yerinden oynatacağına o kadar inançlı ve o kadar gayretli ki önce diğer çocuklar sonra da yavaş yavaş da olsa yetişkinler yardıma, duruma müdâhale etmeye geliyorlar. Ortak amaçlarına, kütüğü yoldan kaldırmaya hep bitlikte öyle bir asılıyorlar ki başta çok uzak bir ihtimal, hattâ imkânsız gibi görünen hâl gerçekleşiyor, yol açılıyor.
Kıssadan hisse: Eğer inanırsak ve çok çok odaklanırsak, vazgeçmeden o yolda devam edersek, etrafımızdakileri de harekete geçirme gücümüz var. Önce biz sevmeyi öğrenerek başlamalıyız. Koşulsuz, neden beklemeden, hepimiz insan olduğumuz için, aynı kaynaktan geldiğimiz, bıkmadan usanmadan sevgi gösterirsek, sevgiyi yayarsak bu sevgisiz ortamı düzeltmeye başlayabiliriz.
Hatice Cenan Hazretleri’nin hepimizin bildiği sözlerini bir kere daha hatırlatmak isterim:
“İnsanları seveceksin. Senin içinde tükenmez af, merhamet ve müsâmaha hazineleri var. Onun için bütün mahlûkatı aynı yorulmaz hız ve aynı tükenmez iştiyakla seveceksin. Sende mevcut cevheri cömertçe harcamalısın, hatâlarında ve sevaplarında onlarla bir olarak seveceksin. Doğumları ile çoğalıp ölümleri ile eksilecek kadar onlarla olacaksın.”
SEVGİ ile kalın, sevgi hissedin, sevgi yayın, sevgi konuşun, sevgi gösterin. Sevgiye odaklanın, sadece sevmeye inanarak…

 

Editörden (Temmuz 2014)

Sevgili Her Nefes dostları,   Bu çok özel ve güzel sayımızda konumuz da bir o kadar özel ve güzel. Bu sayımızı Temmuz ayında Hakk’a yürüyüşünün 64. senesini idrak etmeye çalışacağımız, gönüller sultanına, büyük ve gerçek bir öğretmene, bir insan-ı kâmil’e ayırdık. Bu sayımızda yazılı eserleri, hayatı, hâdiseleri karşılayışı ve elbette yetiştirdiği eşsiz öğrencileri ile hepimizin gönüllerinde en önemli ve en kıymetli yere sahip muhteşem bir Allah sevgilisini, Hazreti Ken’ân Rifâî’yi anlatmaya çalışacağız.   Bu kadar özel sultanları anlatmaya çalıştığımızda kelimeler yetersiz kalıyor. Kalemlerimiz tutuluyor. Bu nedenle eksik olsa da, kendi kısıtlı kabımız ölçüsünde, elimizden geldiğince, dilimizin döndüğünce O’nu hatırlamaya ve kendimizce anlatmaya çalışacağız. Anlatımlarımızın yetersizliği için bizleri hoş görmenizi diliyoruz. Mâlûm-u âliniz, söz konusu bu kadar büyük ve kıymetli bir Hazreti Peygamber âşığı olunca, kelimelerimizin kısıtlı ve yetersiz kalmasına şaşırmayın lütfen. Bu durum karşısında biz yine o muhteşem sultanın hoşgörüsüne sığınarak, karınca misâli “İnşaallah yolundayız…” diyeceğiz. Bizi yolundan, izinden, öğrencilerinden, sözünden ve özünden ayırmaması için duâ edeceğiz.   Hoşgeldiniz, sefâlar getirdiniz.

 

Sohbetler (Temmuz 2014)

Namazın Hakk’a yöneliş olduğundan, huzur ve gönül zevki ile kı­lınması gerektiğinden konuşulurken Hocamız şu vak’ayı anlattı:

“Bir gün Harem-i Şerif’te namaz kılıyorduk. Yanımda, Ali Efen­di isminde ulemâdan bir zat vardı. Onun yanında da gayet acayip hare­ketler yaparak rükûa ve secdeye varan bir kimse namaz kılıyordu. Selâmdan sonra Ali Efendi, bu ne biçim adam, namazım fâsid oldu, de­di. Kendisine, onun hareketlerinden sana ne? Namaz kılarken etrafı­mızı görmeyecek kadar huzur içinde olmamız lâzım değil mi? dedim.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 8)

***

–    Efendim, insanın bazen gönlünden iki türlü ses geliyor. Biri, yalnız sevmekle iktifâ et… yeter, diyor. Diğeri de yalnız sevmek kâfi mi­dir, sevilmek de lâzım! diye sesleniyor. Acaba ikinci ses, nefsin sesi mi­dir?

–    “Nefisle ruh arasında bir perdenin, yâni ruhtan ziyâde nefse ya­kışan bir mânânın sesidir.”

-Şu halde bu ikinci sedâya verilecek cevap nedir Efendim?

–  “Çok!.. Bir kere, ‘Sen sevdiğinden gayrı mısın ki ayrıca sevilmeye
talip oluyorsun?’ dersin. ‘Bana şirkten bahsetme, sus!’ dersin. ‘Sevmeyi,
yâni aşkı sana veren kim, a budala?’ dersin, dersin, dersin!”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 9)

 

****

Deniliyor ki: Âlem bir aynadır. Mânevî arzular orada görünür. Sen de kendi arzularını o âlem aynasında seyret ve vuslat şarabını şu görünen dudaklarınla değil, his dudaklarınla içmeye alış! Burada ay­na ve his dudaklarından maksat nedir?

-“Kesreti, yâni çokluğu vahdette gördüğün gibi, vahdeti, yâni birli­ği de kesrette gör. Hiç bu iki tecellî birbirinden ayrılır mı? His dudaklarından maksat da tecellîyi sırf mürşidinin varlığında değil, bütün cihanda seyret, demektir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 10)

******

– “Nasıl küçük bir edep Hakk’a hoş gelirse, küçük bir edepsizlik de bütün iyilikleri yıkıp alt üst etmek için kâfidir. Burada edepsizlikten maksat, vefâ ve sadâkati zedeleyen, yâni esâsa dokunan harekettir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 6)