Sınanmaya Vefâlı

On dört yıldır bu memlekette yaşıyorum. Vatan hasreti ne demek unuttum. Gerçi vatan kelimesini gördüğüm, duyduğum her an içimde bir yerleri bir neşterle ince ince kesiyorlar sanki, sızlıyorum. Hayır, içimde hiçbir şeye karşı hiçbir özlem yok. Özlenecek bir şey de kalmadı geride; ne ben aynı ben ne ülkem aynı ülke… Hadi geriye dön kaldığın yerden devam et deseler, gitmem. Vatan hasretinin ne demek olduğunu tarif etmem mümkün bile değil, unuttum. Ama vatan kelimesi içimi acıtıyor.

Yanımızdaki evin sahipleri olan yaşlı karı-kocayı düşünmekten sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Dün akşam üzeri eve girerken karşılaştık. Her hafta perşembe günü oğullarını ziyarete gidiyorlar, kovulup geri dönüyorlar. Selâmlaşıp hâl hatır sorduktan sonra karı-koca yine oğlandan bahsedip ağlamaya başladılar. Ne diyeceğimi bilemedim. Bir vatan kelimesinin göğsümde meydana getirdiği sızı bir de bu yaşlı çiftin evlatları için ağlaması… İkisinde de aynı sızıyı ve aynı duyarsızlığı hissediyorum. Evet derin bir duyarsızlık var içimde; acı hissetmeme rağmen üzerinde duramadığım, bilinç dışı bir yönlendirmeyle ve koşar adımlarla o acıdan uzaklaştığım bir hâl. Ama dün gece gözüme uyku girmedi…

Yaklaşık otuz beş yıl önce gelmişler buraya. Karı-koca hiç durmadan çalışmışlar. Bugün düşününce nasıl olur diyor insan ama bayağı zenginleşmişler. Oğulları da burada doğmuş. Oğlan bizden, kültürümüzden uzak kalmasın, anasını babasını saysın, etrafa örnek olsun diyerek resmen uysal bir robot gibi yetiştirmişler. Hiç sözümüzden çıkmazdı diyor annesi. Öyle ki üniversitede bir kıza âşık olmuş, kız yabancı diye ana-baba istemeyince kızla görüşmeyi kesmiş. Sonra da yirmi yedi yaşındayken ailesinin isteği üzerine bir kızla evlenmiş. Onu da bir buçuk yıl önce öldürmüş ve şimdi içeride.

Şimdi bile oğullarını anlatırken bir gurur kaynağı olarak anlatıyorlar. Nasıl yetiştirip terbiye ettiklerinden, hangi okulu kazanıp hangi kabiliyetlere sahip olduğuna kadar hiç susmadan, oğullarıyla övünmeye devam ediyorlar. Ama oğlan işlediği cinayetin ve yaşadığı pasif hayatın sorumlusu ve tek suçlusunun anne ve babası olduğunu söyleyip kendileriyle görüşmüyormuş. Ne acı; bütün hayatını evlâdına adarsın, herkesin örnek alacağı bir insan yetiştirmeye çalışıp ona bel bağlarsın, o evlât bir gün kendi eşini öldürür ve sorumlusu olarak da seni görür. Acı olan son değil, başlangıç.

(…)

Yaşadığımız ne var ki bir rastlantının eseri olsun? Belki farkındayız belki de değiliz ama gerçek şu ki hiç kimse, iddia sahibi olduğu şeyle sınanmadan bu dünyayı terk etme fırsatı bulamayacak. Üzerine düşülen, yaşamın merkezine konulan, bir üflemelik gücü olmasına rağmen, sırtımızı yasladığımız bir dağ mesâbesinde değer gören ne varsa, yok edilmeden göz yumulmayacak.

Peki benim üzerimdeki bitmek bilmeyen bu sınamanın sebebi ne olabilir? Huzursuzluktan gözümü açma fırsatı bulamadığım şu zavallı ömrüm boyunca hangi iddianın içine düşmüş olabilirim ki mutlak güç, zevk aldığı bir oyuncağı elinden düşürmek istemezmiş gibi bir an olsun beni elinden düşürmesin? Kendimi bir an iyi hissetsem ne iyilik ettim de bu hâli hak ettim diyecek kadar mutsuzluğa gömülmüş bir zihnim var, bu zihinle hangi büyüklenmeyi kendime rehber edinmiş olabilirim? İnsanlara saygı duymaktan kendine saygı duyamaz hâle gelen bir ürkekliğin esiriyim. Nasıl olur da kendimi bir başkasından üstün görmüş olabilirim? Hâl böyle olunca, bu sınama kanununun, üzerinde uygulandığı en vefâlı beşer neden benim?

Soru çok ancak bir cevap yok ötelerden…

Kendimi en aşağılara lâyık görme alışkanlığım mı sınanıyor acaba? Yoksa kendime karşı büyüklenen, kendimi aşağılayan kendim mi bu büyüklenmenin karşılığını buluyor?

Evet, kendime karşı bir parça büyüklük iddiası içinde olabilirim.

Bu da mı suç?

The following two tabs change content below.

Yavuz

Basit.

Son Yazıları: Yavuz (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın