“Âşıkların kıblesi Mevlânâ’dır”
Aralık ayı, Hz. Mevlânâ ile özdeşleşmiş bir ay… Şeb-i Arus dolayısıyla Hz. Mevlânâ bir kere daha yâd edilmiş ve kendilerinin mânâsının feyzinden istifâde edilmiş oluyor. Biz de bu vesileyle Cemâlnur Sargut Hocamızla Hz. Mevlânâ üzerine sohbet ettik.
Müge Doğan: Hocam, her sene olduğu gibi dünyanın dört bir yanından gelen binlerce insan Şeb-i Arus’u idrak etmek niyetiyle Konya’daydı. Şeb-i Arus’un mânâsını açar mısınız bize?
Cemâlnur Sargut: Şeb-i Arus, Hz. Mevlânâ’nın tasavvufî bakış açısı ile ölümün ne kadar güzel birşey olduğunu bize tekrar öğrettiği ve ölüme bakışı değiştirdiği bir isim. Yani kendi ölümünü düğün gecesi olarak adlandırıyor. Kendileri buyuruyorlar ki, “ana karnındaki çocuk nasıl karından çıkmak istemez de o karındaki hayatı çok güzel ve yegâne hayat olarak düşünürse, dünyaya geldiğinde de eskiden ne dar yerdeymişim diye üzülürse ölüm de ana karnı gibi olan dünya sıkıntısından kurtulup gerçek hakikate ve sonsuz derinliğe kurtulma ve çıkma mâcerâsıdır.” Sultan Veled de öleceğini hissettiği zaman “çok şükür, bu gece vücûdumdan kurtuluyorum” diyor. Demek ki ölümü tanıdığın zaman, Allah’ın sevgili ile kavuşması ve birleşmesi olur. Bütün ömrünce beklediğin bir şeyin gerçekleşmesidir. Artık o kişi için en büyük lûtuftur ama tabiî Allah’ını bilmeyen, tanımayan, nereye gideceğini idrak etmeyen için en korkunç, en acı, en sıkıntılı bir şeydir. Dolayısıyle Allah’ı bilmek, tanımak, iman etmek, Allah aşkını hissedebilmek her türlü sıkıntı ve belâya karşı ilâç gibidir.
Mânevî büyüklerimizin ne kadar zevkle gittiklerini gördüğümüz zaman onların ölümlerinde aynı zevki biz tadıyoruz. Bunun yanında imanlı olmayanların da ölmemek için yaptıkları gayretleri görünce gerçekten bu dünyanın yegâne fırsat olduğunu insan bir kere daha hissediyor. Ölüm çok güzel bir şey ama inşaallah idrak edilsin, önemli olan o.
“Allah’a ulaşmada elimizdeki yegâne silâh, aşktır”
Müge Doğan: Hz. Pîr denince aklımıza hemen aşk geliyor; zaten kendilerine Kâbet’ül Uşşak, yani “âşıkların Kâbesi” deniyor. Neden? Aşk anlayışından biraz bahseder misiniz?
Cemâlnur Sargut: Bir kere tarikatlerin hepsinin Allah’a giden birer yol olduğu düşünülürse, her yolun da bir metodu vardır. Bu, çeşitli dillerde eğitim yapan okulların aynı dersleri öğrettiği halde farklı metodları kullanmasına benzer. Mevlevîliğin metodu aşktır. Aslında aşk bütün tarikatlerin, bütün yolların erişmesi gereken son noktadır. Aynı zamanda da başlangıç noktasıdır. Ama bazısı aşka tevâzû ile erişir, bazısı ilim ile erişir, bazısı da direkt âşık olarak erişir. Tabiî direkt âşık olmak, yolların en kolaylarından biridir. İnsanı huzûra, mutluluğa, sonsuz rahatlığa kavuşturur. Dünya dertleri ve sıkıntılarından insanı kurtarır. Mevlânâ, yolun böyle olduğunu bize öğreten bir sultan. Kendisi de aşkla Allah’ı bulmuş. Yani aşktan önce âlimmiş, aşka kavuşunca da hakikaten mâşuk olmuş. Âşıkmış, mâşuk olmuş. Zâlimlikten kurtulmuş, hakiki insan seviyesine yükselmiş. Onun için diyor ki “Allah’a ulaşmada elimizdeki yegâne silâh, aşktır.” O yüzden de âşıklar, O’nun yöntemini kullandıkları için O, âşıkların Kâbesi yani aşk noktası oluyor. Buradan da anlaşılıyor ki, mâşukluk aşkın kendisidir ve insanlar ona ulaşmaya gayret ederler. Mevlânâ’nın, aşkı Hz. Şems’den öğrendiği de muhakkaktır ve hiç tartışılmaz, zirâ Hz. Şems var mıydı, vücud muydu, orası bile tartışılır. Ama Allah’ın tam aşk enerjisi ile tecellisi rahmet sıfatı idi ve yağdırdı Mevlânâ’nın üzerine… Dolayısıyle de O’nun hakikate ermesine sebep oldu. Bu yüzden de âşıkların kıblesi Mevlânâ’dır.
Müge Doğan: Dünya’nın dört bir yanından insanların akın akın ona çekilmesinin sebebi de bu aşk…
Cemâlnur Sargut: Aşk ve aşkın getirdiği yan ögeler Mevlânâ’ya çekimi kolaylaştırıyor. Aşk olduğu zaman, her şey sevdiğinin bir parçası olduğu için herkesi sevmeye başlıyorsun. İşte bu hoşgörüyü getiriyor. Hoşgörü geldiği zaman kusur görmemek ve başkası gibi düşünmemek yani kimseyi ötekileştirmemek zuhur ediyor. Herkesin kendinin bir parçası olduğunu düşünüyorsun. Meselâ bir vücud içerisinde nasıl bir bağırsak varsa, göz varsa, bize zarar veren insanı da vücudumuzun bağırsağı gibi düşünüyoruz ve o olmasa vücudun çalışmayacağını idrak ediyoruz. Dolayısıyle aşkın getirdiği hoşgörü, aşkın getirdiği güzel bakış, aşkın getirdiği herkesi ve herşeyi sevebilme kabiliyeti mecbûren insanları bir araya topluyor. Tıpkı Allah’ın rahmet ve rahman isminde topladığı gibi.
“Ledûnî ilmin getirdiği, infaktır”
Müge Doğan: Biraz da ilim anlayışından ve Konevî Hazretleri ile olan ilişkisinden bahsedebilir miyiz?
Cemâlnur Sargut: Hz. Mevlânâ tabiî ki önce ilimle Allah’ı bulmaya çalışmış bir sultan. Meselâ Burhaneddin Tırmizî Hazretleri ve babasında da felsefî bir ilim anlayışı yok. Ledûnî ilme meyil var fakat ledûnî ilmi elde etmek için tıpkı Mısrî Niyâzî gibi önce maddî ilimlerden de geçmesi gerektiğine inanmışlar. Şahsen âcizâne ben de evlâdıma Allah aşkı öğretmeden önce bunu yapmayı tercih ederdim. Hani meşhur resim hikâyesi var ya Hz. Mevlânâ’nın… İki duvara resim yapılmış… Bir tarafa Çinliler inanılmaz güzel bir resim yapmışlar, diğer taraftaki duvarı ise Türkler sadece yontmuşlar ve sonuçta perde aradan kalktığında bu muazzam güzel resim, yani Allah’ın sonsuz güzelliği gibi olan her rengi kapsayan resim, öbür duvarda, yani yok olmuş Peygamber’in gönlünden aksedince ortaya şaheser çıkmış. Mısrî Niyâzî bu resim hikâyesini şöyle anlatıyor ve diyor ki “bu hârikulâde güzel, Çinlilerin yaptığı resim, maddî ilimdir ve o yontulmuş bir kalbde aksettiği zaman ledûnî ilim hâline döner ki ortaya şaheser çıkar.” Şimdi Mevlânâ’da böyle bir zuhûrat olmuş yani bütün öğrendiği ilimler Şems sâyesinde ledûnî ilim hâline dönmüş.
Müge Doğan: Peki Şems’in onun bütün kitaplarını atışının iç mânâsı da bu mudur?
Cemâlnur Sargut: Yani O’nun orada kalmaması gerektiğini ve O’nu yontulmuş kalbe aksettirip ledûnî ilme döndürmesi gerektiğini öğretiyor. Ve tabiî, ledûnî ilimde hiçbir şeye takılmamak gerektiğini bize öğretiyor. Herşeyi infak etmesi ve herşeyi kendinden vermesi gerektiğini bize öğretiyor. Yarın korkusunu verecek, kendi ilmini verecek, bilgisini verecek. Yani ledûnî ilmin getirdiği infaktır. Dolayısıyle Mevlânâ, o ilmi öğrendikten sonra, yani aşk ilmini öğrendikten sonra kendini sorguluyor. Artık daha fazla ilim öğrenmesem mi, ilim artık bana köstek mi oluyor diye düşünmeye başlıyor. Yani O’nun sonsuz Allah ilmini öğrenmeye başladıktan sonraki ikilemleri de var. Onlar da bize çok örnek oluyor, yani öğrendiğim şeyler beni engelliyor mu, bende tevâzuumu yok edecek derecede bir bilgi, bilim havası yaratıyor mu gibi. Bu bakımdan kendimizi devamlı sorgulamamız gerektiğini de Mevlânâ bize öğretiyor. Yani orada hiç takılmamamız ve herşeyi aşmamız gerektiğini öğretiyor.
Konevî ile ilişkisine gelince… Konevî daha ilmî bir sultan ama O’nun ilminde de ledûnî ilim var. Çünkü İbn Arabî, ledûnî ilme sahip ve Konevî de öyle. Ama Konevî’nin ilminin içinde şeriat daha hâkim ve Mevlânâ’da aşk hâkim olunca şeriatı aşkın aracısı gibi kullanmayı tercih etmiş. Yani şöyle diyor namaz kılarken: “Ben hiç kimsenin kıldığı âyetlerle kılmam, o an sevgilim bana ne fısıldıyorsa onunla kılarım.” İşte burada artık şeriatın içinde, onu terketmeden, onun kalıpçılığından kurtulmak var; yani ilmin içinde ilmi terketmeden, ilmin kalıpçılığından kurtulmak gibi. Konevî’de daha o kalıpçılık hâlâ biraz var. O yüzden başta Mevlânâ’yı reddetmiş fakat sonra o kadar güzel bir dostluk oluşmuş ki Mevlânâ namaz kıldırırken Konevî’ye “siz Peygamber gibi kıldırıyorsunuz, o yüzden siz kıldırın” demiş. Fakat bir hadis açıklanacağı zaman herşeyi bilen Konevî, “siz Peygamber gibi açıklıyorsunuz, benden çok daha iyi açıklarsınız” diyerek hadis açıklamayı Hz. Mevlânâ’ya bırakıyor. Böylece birbirleri ile çok güzel bir işbirliği ile zıtlıkların birliğini nasıl oluşturacaklarını anlatmışlar.
“Sultan Veled olmadan Mevlânâ ve Şems’i anlamak mümkün değildir”
Müge Doğan: Hz. Pîr’in “Bir ayağım şeriatta sâbit, bir ayağımla yetmiş iki milletle beraberim” deyişininin mânâsı nedir?
Cemâlnur Sargut: Bu çok önemli bir nokta. Bugünün en büyük problemi bu. Yani insanlar ya şeriata aşırı düşkün oldukları için hakikati görmekten uzaklaşıyorlar, tevhidden uzaklaşıyorlar ve sadece şekille Allah’a varmaya çalışıyorlar. Diğer taraftan şekli tamamiyle ihmâl eden insanlar da -Allah korusun- bu sefer sapıtıyorlar ve yanlış yollara sapıyorlar. Gerçek âşık olması gereken yere yönelmeyip o rahatı, huzuru sağlayacağını, kendine huzur getireceğini zannettiği her yanlışı yapıyorlar çünkü şeriat olmuyor hayatlarında. Dolayısıyle orta noktayı bulmak ancak insân-ı kâmilin işidir. Benim onu bulamadığım için insân-ı kâmilin peşinden ayrılmamam lâzım.
Müge Doğan: Hz. Şems, Hz. Mevlânâ ve Sultan Veled üçlüsünün makamları neyi temsil eder? Bu üçlü bize neyi anlatır?
Cemâlnur Sargut: Hz. Mevlânâ ruh gibidir. Sultan Veled kalb gibidir. Hz. Şems Allah’ın ahadiyeti, birliği gibidir. Şems’te tamamen Allah’ın ilmî tecellisi, aşkî tecellisi var. Yani Allah’ın zuhûru var. O zuhur Mevlânâ’ya aksedince ruh gibi onu diriltiyor; fakat O’nun eğitimi, rabbiyeti Sultan Veled sâyesinde oluyor. Dolayısıyle vücud içerisindeki tecelliler, Sultan Veled ile ortaya çıkıyor. Çünkü bütün Mevlevîliği kalıplaştıran, insanlık âlemine bugün Mevlevîliği yayan, Mevlânâ’nın unutulmamasına sebep olan, işin şeriatını yazan Sultan Veled’dir. Dolayısıyle Sultan Veled olmadan Mevlânâ ve Şems’i anlamak mümkün değildir. Mevlânâ’sız Şems anlaşılmaz çünkü Allah’ın hakikatinin Peygamber’de zuhur etmesi gibi Şems’in hakikati de Mevlânâ’da zuhur eder. Yani Mevlânâ’sız Şems, Şems’siz de Mevlânâ anlaşılmaz.
“Sâmiha Ayverdi dinin şeriatının, hakikatinin ve tarikatinin korunması için mücâdele vermiştir”
Müge Doğan: Bu sene Sâmiha Ayverdi hakkında Ankara’da “Bir Büyük Öğretmen: Sâmiha Ayverdi” başlığı altında bir program yaptık ve hemen ardından Konya’ya gittik. Sâmiha Ayverdi’nin Hz. Pîr için birçok hizmeti var. Semâ âyinlerinin yeniden başlatılması hususunda…
Cemâlnur Sargut: Çok doğru aslında. Sırf semâ âyinlerini değil, Yunus Emre festivallerini de Sâmiha Anne başlattı. Ken’an Rifâî âilesi ile Mevlânâ âilesi arasında çok eskiye dayanan, tâ hocama icâzet verilmesine -yani son derece güzel Mesnevî şerhi yaptığı için icâzet verilmesine- dayanan bir beraberlik ve birlik var. Sâmiha Anne de bu dostluğu perçinlemiştir. Hattâ Esin Çelebi’nin çok defalar “biz hanımefendi olmayı Sâmiha Ayverdi’den öğrendik” dediğini ben çok iyi biliyorum. Dolayısıyle bu beraberlik ve birlik, Atatürk zamanında bütün tekkeler kapatıldığı, bütün âyinler ve zikirler yasaklandıktan sonra, âilenin zaman zaman kendi çocuklarına dahî semâ öğretemeyişlerinden şikâyet ettiklerini ve bunun içinde yer bulamadıklarını anlattıklarını biliyoruz.
Bunun üzerine Ekrem Ayverdi ve Sâmiha Anne, yalıyı açarak orada Resuhi Bey’in çocuklara semâ öğretmesini sağladılar. Buna karşılık bir ricâda bulundular, bizim çocuklarımıza da öğretir misiniz diye. O devrin Milli Eğitim Bakanı, Rifâî olan Tevfik İleri Beyefendi de bunun üzerine Sâmiha Annenin konferansları şeklinde Konya’da bir çalışma yaptı. Konferanslar bir-iki sene sonra âyin-i şeriften küçük bir parçanın gösterimi ile devam etti. Ve ilk parça gösteriminde bizim abilerimiz ile Mevlânâ’nın âilesi birlikte döndüler. Bu dönüşlerden sonra, yavaş yavaş birkaç sene sonra tamamen âyin-i şerif icrâ edilmeye başladı. 1960 yılına kadar bu iki âile birlikte döndüler. Yani bizim âilemiz ve Mevlânâ âilesi… Hattâ çoğu zaman Mevlevîlerin bile Rifâîler için şöyle dediğini biz duyduk: “Onlar, mürşidleri önlerindeymiş gibi semâ yapıyorlar.” Bu kadar güzel bir beraberlik oluştu.
Bu birlik ve beraberlik de çok önemlidir tarikatlar arasında, fakat tabiî sonra Mevlevîler yeterli derecede yetişince hürmet olarak Sâmiha Anne kendi öğrencilerini geri çekti. İstanbul’daki âyin-i şeriflerde veyâ başka şehirlerde dönmeleri için izin verdi. Daha sonra ise Rifâîliğin asıl çalışmasının zikir üzerine olması gerektiğini düşünerek -zikir de yasak olduğu için o devirde sadece unutulmaması için Ken’an Rifâî Hazretleri’nin büyük torunu Orhan Büyükaksoy’a rica ederek- zikir derslerinin devamını sağladı. Bu şekilde zikir bugün daha kabul görür bir zamana geldiğinde zikrin bütün kuralları, edebi ve birliği ile unutulmamasını sağlamış oldu.
Buradan görülüyor ki Sâmiha Anne her yaptığı ile devrim yapmıştır Türkiye’de. Türkiye’de yeniden imanın, dinin ve dinin şeklinin, şeriatının, hakikatinin ve tarikatinin korunması için sonsuz bir mücâdele vermiştir. Dinî taassuptan da korumuştur tıpkı Mevlânâ’nın da yaptığı gibi, gerçek insân-ı kâmilin yaptığı gibi… Onun taassup anlayışı da sadece şeklî taassup değildi, ilmî taassuptan da korumaya çalıştı dini. Yani sadece Allah’ı ilimle bilmenin değil, ilmi hâl ederek bilmenin gerekli olduğunu bize öğretti ve tevâzûyu ön plana aldı. O gerçek bir mürşiddi. İşte onun gerçek mürşidliğinde de en büyük rolü Ken’an Rifâî Hazretleri oynamıştır. Ayrıca şunu da söylemek lâzım ki Sâmiha Anne bir devrimi de, kadından mürşid olur mu olmaz mı tartışmalarının içinde, “er kişiden mürşid olur” ifâdesini Râbiyatül Adviye gibi kullanarak, hâli ile kullanarak hiçbir mürşidlik iddiası olmadan bütün âleme göstermiştir. Bütün âlem bilir ki, Sâmiha Anne kadın bir mürşid-i kâmil’dir. Kadınlığını yitirmemiş, ama nefsânî bakımdan er kişi olmuş bir mürşid-i kâmil’dir. Herşeyi ile örnekti. Dünya yaşantısı ile, şıklığı ile, edebi ile, herşeyi ile örnekti. Hâl etmiş bir sultandı. Allah mânâsından ayırmasın. Allah bize Mevlânâ’yı öğretenlerden, İbn Arabî’yi öğretenlerden râzı olsun. Bizde de hâl haline getirsin inşaallah.
Müge Doğan: Âmin.