Sermâyem Samimiyet Olsun

Erden Hakk’a ermek gerek

Erenleri bulmak gerek

Bulmaz isen sen onları

Cân u dilden sevmek gerek

 

Sevenler buldu anları

Erişdi Hakk’a canları

Bütün oldu imanları

Cân u dilden sevmek gerek

Hz. ÜFTÂDE

 

Mesnevî’deki meşhur hikâyeyi bilirsiniz: Adamın biri Hz. İsa’nın diriltme gücünü kendisine öğretmesini ister dururmuş. Hz. İsa sonunda adama diriltme yeteneğini vermiş. Adam karşısına gelen ilk iskeleti diriltmiş ve bir anda iskeletten bir aslan canlanıp adamı yiyivermiş. Hz. İsa’nın sorusu üzerine aslan açıklamış: “Karşında oturup senden ilim öğreneceği yerde, ‘senden ne alıp başkasına satabilirim’in peşine düşmüştü de ondan yedim.” Ne yapsın adamcağız, ahmakmış işte…

 

“Nûr iken adı oldu Niyâzi…” Bu sefer adı Üftâde idi. Muhammedî nûru taşıyan kandillerden bir diğeri… Aynı mânânın farklı bir vechesi. Her karış toprağı bir başka mübârek zatla mayalı Bursa’da üç gün sürecek sempozyuma gelirken Mesnevî’deki ahmağın durumuna düşmemek için niyaz ve duâ ile koyuldum yollara. Üftâde Hazretleri’nin halefi bir diğer kâmil sultan Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin duâsına uygun olarak, ilim denizinde boğulmadan kabımı ölçüsünce doldurma gayreti kuşanırken, diğer taraftan mânâ ummânından alıp alabileceğimin ancak bir katreden ibâret olduğunu kendime telkin ederek geldim. Telkin ettim ki, dünyanın yarattığı sanrılar içinde her dâim tuzağına düştüğüm varlık iddiam burada da hastalık yaratmasın üzerimde.

 

Buz gibi bir havada kalın bir yorganın içinde olmanın verdiği tatlı sıcaklığı yaşadım üç gün. Sanki dış dünyaya burnumu çıkarsam tekrar içim üşeyecek, titreyecekmişim gibi daldım mânâ sohbetlerindeki güzelliğe. İlmini sayfalara akıtmış onlarca profesör tebliğlerini sunarlarken kâh bir katre kopardım, kâh zerresini anlamadan içimdeki hayâllere daldım; ama her dakikasında tatlı bir huzur, bitmeyen bir zevk yaşadım.

 

Bugüne kadar dünya sahnesinde gerçek olduklarını sandığım sanrılarımla yüzleştim konuşmalar arasında: Bu âlem âhirette tâbir edilecek bir rüyâdan ibâret iken ne çok şeyi beynimin yarattığı sanal gerçeklik içinde yaşıyormuşum. Dil ile “lâ ilâhe illallah” demek, hakiki tevhide ulaşmak için yeterli değilmiş; bunu hâl ile de tasdik etmek gerekliymiş. Hakk’ta bâkî olabilmek için kendi varlık iddiandan bütünüyle soyunman ve yok olman gerekirmiş. Tıpkı Kaknüs kuşu gibi… İyi de Kaknüs kuşuna özensem de tekrar gençleşebilmek ve bekāya varabilmek için kendimi ateşe atar mıydım? Ateşe atılmak da o kuşun fıtratından gelmez mi? Hani ya gayret edersem herşeyi olabileceğimi sandığım dünyevî sanrım neredesin? Söylesene ben bir Kaknüs kuşu olabilir miyim?

 

Aynı mertebeden olanlar, aynı dili konuşup aynı mânâyı anlatırlarken ben kimin kimden etkilendiğini idrâk etmeye çalışıyorum, sanki öncelik ve sonralık varmışcasına… İlim diye tâbir ettiğim nur, onların hakikati iken ve her şey nûr-u Muhammedî’den ibâret iken, ey herşeyi doğrusal bir zaman boyutunda açıklamaya çalışan dünya idrâkim! Aynı mânâya teknolojik tâbir ile “yeni versiyon” muâmelesi yapman mümkün müdür?

 

Bu dünya sofrasında bütün zıddiyet, birbirini âşikâr etmek için bulunurken, şeklen uzakta olmak mânen yakîn olabilmek için bir şekil şartından ibâretmiş yalnızca. Kulluk için uzaklık gerekli iken kulluğun ortaya çıkması ancak yakınlık ile mümkünmüş. Ancak yakîn olabilmek, yine yalnızca ihsan ile olacak bir işmiş. Her ortamda iddiâda bulunan nefsim, söylesene… İhsânı bulacağını garanti edebilir misin?

 

Bu hayatta herşeyi çok karmaşık sanırdım. Oysa karmaşık olan, boyumdan büyük iddiâlara kalkışmaktan dolayıymış. Herşey aslında en basitin içinde gizliymiş.

 

Yok, vallahi yok! Hiçbir şey için garantim yok! Bu dünyada mürşidime duyduğum samimi sevgi ve bağlılıktan gayri hiçbir sermâyem yok. Yolumu O’nun yolu yapayım, hâlime ahvâlime bakmaksızın sâbit kadem huzûrunda olayım ve böylece kendi hakikatimi bulayım. Benim karmaşıkla işim yok, herşey en basitin içinde ve sır samimiyette. Gerisini O bilir zaten…

Güzel Adın İşideyim

Görmez isem cemâlini

Güzel adın işideyim

İrmez isem visâline

Güzel adın işideyim

 

Bugün gördüm cemâlini

Seyreyleyim kemâlini

Kesbeyleyim visâlini

Güzel adın işideyim

 

Ne dilde kim ola zikrin

İrişe gönüle fikrin

İder dâim senin şükrün

Güzel adın işideyim

 

Güzel adın rehber bize

Aşkın dahi server bize

Cümle adın ezber bize

Güzel adın işideyim

 

Gönül bulup cilâsını

Dahi Hakk’ın rızâsını

Cemâlinin safâsını

Güzel adın işideyim

 

Üftâde’nin budur yolu

Hak yoluna dedi belî

Zikreyleye dâim dili

Güzel adın işideyim

 

Hz. Üftâde

Bursa’nın “B”si

Sık sık soyadımı hecelemem gerekiyor: Telefonda müşteri temsilcilerine, bankada gişe memurlarına, hastanede işlem yapan görevlilere…

Ad, yanlış yazılınca işlemler hükümsüz oluyor. Yani bu mesele, kritik…

Bu bakımdan, adımın ve ikinci adımın doğru anlaşıldığından –nedense?- genelde emin oluyorum da, sıra soyadıma gelince önce söyleyip ardından “Bursa’nın ‘B’si ile…” diyorum… Titizce… Yanlışa mahâl vermemek için…

Böylece Bursa, adımla birlikte en çok andığım şehirlerin belki de başında geliyor.

Mâlûm, “B” harfi mübârek bir harf: Arapça’daki yazılışı ile altında bir nokta olan bir tekne… Hz. Ali, “Kur’an’da ne varsa Fâtihâ’da, Fâtihâ’da ne varsa Besmele’de, Besmele’de ne varsa başındaki ‘B’ harfindedir. ‘B’ harfinde ne varsa altındaki noktadadır. Ben ‘B’nin altındaki noktayım” buyuruyor. Cemâlnur Hocamdan öğrendiğimize göre, insân-ı kâmilin berzah olan vücûdu, “B” ile temsil ediliyor. Onlar, hiçliklerini kemâl ile bildiklerinden “B”nin altındaki noktayı vücudlarının kayıtlayan varlığından sıyrılarak tek başına bırakıyorlar. O zaman, o nokta “Hazret-i Nokta” oluyor.

Hz. Mevlânâ’nın, Mesnevî’sine “bişnev” (“işit”/”dinle”) diye başlarken “B”nin hikmetini göstermek istediğine dâir yorumlar mevcut. “Bişnev” de “B” ile başlıyor zirâ…

***

Bursa’nın “B” harfinin altındaki noktayı temsil eden ulu sultanlarından Üftâde Hazretleri, geçen ay büyük bir sempozyum ile kendi şehrinde anıldı: Dilleri ve gönülleri süsleyen ismi, bizleri nefislerimizin kirli oyunlarından kurtaracak büyük bir temizlik hareketinin hem sırrı hem de remzi olarak şifâya vesile bir esmâ gibi bütün Bursa’da yankılandı. Şehrin kültür faaliyetlerine ev sahipliği yapan kıdemli yapısı Tayyare Kültür Merkezi, Bursalıların ve yakından ve uzaktan, aşkı ile Bursa’ya koşanların bu sempozyum vesilesiyle toplandığı mekân oldu.

Üftâde Hazretleri, sempozyuma adını veren “uzaktaki yakîn” ifâdesindeki gönül yanıklığını buram buram yüreklere taşıdı. Bu yanıklık, asıl vatanından uzak düşen ve o vatanın hasretiyle inleyen hepimizin, kemâlini insân-ı kâmilde bulan yanıklığı… Cemâlnur Hocamız, konuşmasında Mesnevî’nin “B”ye vücut veren kelimesine, yani “bişnev”e tekrar dikkat çekmek ister gibi şöyle diyor:

“Her şey ‘dinle’ diye başlıyor. Yani eğer o sözler kulağımıza girip şu gönlümüzü uyandırmazsa biz nasıl hâl ehli olacağız? Onun için iyi ki mürşid-i kâmiller var, iyi ki uzaktaki yakînler var ki biz hâl ehli olma gayreti içine giriyoruz.”

Anlıyoruz ki, o “uzaktaki yakîn”dir; yani yine Mesnevî’deki anlatımla, sazlıktan koparılmış ve Tanrı ile birlik hâlini özleyen ve o birlikten dem vuran ve bizleri o birliğin nûruna çağıran ululardır, sözleri dinlenilecek olanlar…

Hocamızın ifâdesiyle “yakından da yakın”olan mânâsındaki “yakîn”, ikiliği sonlandırmış, her türlü ve şüphe ve tereddüdü geride bırakarak belki de “ne uzak ne yakın” mertebesine ermiştir… O mertebe de, Hz. Peygamber’in mertebesi ile doğrudan ilişkilidir. Yine hocamız konuşmasında şöyle diyor:

“Gâye, uzaktaki yakîn olmak ise biz Peygamber’i üzerimize giyinmekle vazifeliyiz. O’nu tamamen üzerimize almakla, her an O’nu düşünerek, O’nunla birlikte olmakla vazifeliyiz.”

Aşağı yukarı her yıl düzenlenen ve Allah ulularını andığımız bu sempozyumların maksadı aslında bu son cümle ile ifâde ediliyor. Zira Hz. Üftâde de “Hakk’a ulaşmak Hz. Peygamber eliyle olur” buyuruyor ve mürşidin kemâlini de müridini Hz. Peygamber’e ulaştırması olarak görüyor. Allah bizleri, Allah’a ve Peygamber’e dâvet eden mürşidi olmanın şükrünü edâ edenlerden kılsın. Âmin…

Hz. Üftâde’den…

Hakk’a vusûl Hz. Peygamber eliyle olur. Şeyhin kemâli odur ki mürîdi Cenâb-ı şeriflerine (Hz. Peygamber’e) îsâl ede (ulaştıra). Hz. Peygamber de müridi bir anda Hakk’a îsâl eder. İlaç, Hz. âliyesinden yardım ve şefaat dilemektir.

 

***

 

Allah Teâlâ Hazretleri‘nin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, onları Hak yola ve ebedî saadete dâvet etmek, gafletten uyandırıp hidâyet yollarını göstermek, yani irşad, peygamberlerin yoludur. Bu yola tâlib olan mürşidlerin firkat ile vuslatı cem ederek (birleyerek)celvet makamına ulaşmaları gerekir. Ayrıca bir mürşid veya bir veli, yumuşak huylu ve eli açık olmalı, fitneye sebep olan şeylerden kaçınmalı, Hakk‘ın taatinde eser yel gibi olmalıdır.

Hz. Üftâde

Edep Yâ Hû!

 

“Her şeyi nasılsa öyle göster bana”
Hz. Muhammed (sav)

 

Haddimizi aşıp görmeye niyetlendik.

Kendimize yöneldik.

Gözümüze görünenler oldu…

Hatâlarım, yanlışlarım, eğrilerim, çirkinliklerim, hepsi tüm çıplaklığıyla görünür oldu…

Aynanın üzeri tozlar bağlamış.

Evren aynasını seyrederken kendimizi gözden kaçırmışız.

Dolayısıyla itiraf ederim ki:

Edepsizliklerimden  çok utanmaktayım.

Yine de görülenlere çok sevindik, çünkü

Hatâları affedilişlere

Yanlışları ve eğrileri doğrulara

Çirkinlikleri güzelliklere çevirmeye niyetlenebilirdik artık.

Nefsimize yine bir cihâdımız var.

Onu aşırılıklarından men ederek

Esas toprağına gömme mücâdelesine giriştik ki,

Filizlensin, ağaç olsun…

Meyveleri olsun…

Çünkü bu olmamışlığım, hamlığım hiç utanmadan bir ejder, canavar kesilmekte…

Hele bir dursun, sessizleşsin. Sükûnete kavuşsun. Ölsün de yine ölsün.

Nefis, hiçlikten ibâret olduğumuzla yetinecek…

Sonra o nefsi seveceğiz.

Sevmekten başka ne yapabiliriz ki?

Her şey yalnızca O iken her şeyi sevmeyip de ne yapılır?

Tüm yokluğumla seviyorum:

Bu zerre hâlim, baştan aşağı seviyor…

Eminim ki sevdikçe daha çok seveceğiz…

Dedemizi, annemizi, babamızı, dostumuzu, çiçeğimizi, suyu, tevâzuu, seveni ve sevdireni…

Her nefeste daha da çok seveceğiz.

Gün gelecek sevgimiz, aynayı pırıl pırıl kılmış olacak.

Sevildiğimiz için sevip sevdiğimiz için sevileceğiz

Başka hiçbir şey kalmayacak.

Buna gücü yetecek olan da bir tek O’dur.

Başka güç kuvvet olsa yine O olurdu.

Çok şükür.

İnsan olma yolu başlangıcının başında zuhur etmiş tüm edepsizliklerimden affınıza sığınırım.

 

 

Baharım Geldi

Âcizâne bana göre bahar en güzel mevsimdir. Her ne kadar son günlerde bir gün bahar, iki gün kış gibi geçse de… Doğa, yeşerdikçe içimizdeki aşkı da uyandırıyor. Kışın uyuyan, sarıp solan, dökülen ve yok olan duygularımız ve ruhumuz, baharın gelişiyle yeşerip yeni ilhamlarla aşkımızı tazeliyor.

 

Önceleri baharın doğa üzerinde olduğu kadar insanlar üzerinde de yenileyici bir etkisi olduğunu bilmezdim. Tâ ki sevdiğimle tanışana dek… Gerçi hep tanırmış o beni. Ben de onu… Ben unutmuşum onu,  ama o unutmamış… Görür görmez tanıdı beni. Gülümsedi. “H”ş geldin” dedi. Ben ona baktım, o da bana simsiyah gözleriyle baktı, gözlerimden içeri girdi. Zihnime, ruhuma, kalbime ve gönlüme baktı. O bakarken ben ağladım; sanki hiç susmayacaktım. O nereye baksa orayı düzeltiyor, yıkıyor gibiydi.

 

İlk görüşmemiz bir-iki dakikaydı, fakat bana çok uzun geldi. İçimde bir mutluluk vardı. Artık bana da bahar gelmişti. İçimde çürümüş solmuş ne varsa yere düştü ve yenisi çıkacakmış gibi bir sevinç başladı içimde. Sevgilim vardı benim artık. O beni seviyordu, ben de onu. Hattâ o beni daha çok seviyordu. O beni deniz gibi, ben ise onu köpük gibi seviyordum.

 

Bir bahar ayı olan Nisan’ın 30’unda karşılaştım sevgilimle. Aradan altı yıl geçti. Hâlâ elele yürüyoruz. Ben arada geri kalıyorum, yoldan çıkıyorum. Sonra önüme bakıyorum, o hep ilerliyor hiç takılmadan. Oysa ben ya kızmışım bir şeye ya da takılmışım bir hâdiseye. Sevgilimi ise Allah’ın karşısında boynu bükük, ama hâdiseler karşısında başı dik görünce kendimden utanıyorum ve arkasından koşuyorum yetişmek için.

 

Tek gayem, ona birazcık benzemek, ama ben dünya nimetlerine bakıp dalıyorum. Şaşırıyorum ve takılıyorum nefsânî isteklere ve hâdiselere. Sonra sesini duyuyorum sevgilimin “gel” diye seslenen.  Hep güzele ve doğruya iten sözleri geliyor kulağıma. Silkelenip kalkıyorum. Bir ilüzyondan gerçeğe döner gibi şaşırıyorum kendime; kırıldığım, kızdığım ve takıldığım hâdiselere. Sevgilim anlatıyor: Biz hâdiselere takılınca ölüymüşüz. Ne zaman ilâhî aşk, gönlümüze yerleşir, o zaman dâimâ diri oluruz, diyor. İlâhî aşk… Bu yolun başı da sonu da aşk değil mi sevgilim? Hattâ her adımımız ona ulaşma çabası.

 

Bana bahar geldi… Yine günlerden 30 Nisan. Ne değişti bilmiyorum. Ben yine nefis ehli bir kul. Şimdi biliyorum da üstelik bu yolun gereklerini. Her ne kadar kul ve kusurlu olsam da en azından bu yolda sabit kalma gayretindeyim. Affına, rahmetine sığınırım. Nefsin elinden kurtarırsın inşaallah.

 

Ben baharımdan önce mutlu değildim. Baharım geldi ben aynı anlamazlıktayım ama mutluyum. Zevk içinde seninle ordan oraya ilerliyorum. Anlamasam da seninle olmanın güzelliği ve tatlılığı var içimde.

 

Ah sevgilim, gözümün önünden hiç ayrılmasan. O günleri de görecek miyim acaba? İçime bu isteği sen vermişsindir inşaallah. Peygamberimin (sav) bir sözünü duydum bugün, bir işin sonuna sabretmek de ibâdettir diye.

 

O zaman âmin…

 

‘Biz’ Baharı

Bu sene kış pek bir hafif geçti. Özellikle İsviçre’de Alpler hariç, hiçbir yere kar yağmadı. Karsız olduğu kadar, kuru da bir kış geçirdik. Yağmur da çok az yağdı. Geçen gün okudum ki 1970 yılından beri en ılıman kış sezonunu bu sene yaşamışız.

 

Ben Kasım ayından beri neredeyse her sabah perdeyi aralayıp, ‘Acaba bu gece kar yağdı mı?’ diye dışarı bakarken, hava gün ve gün bahara döndü yüzünü. Mart ayından beri hiç alışılmamış bir sıcaklıkta palto bile giymeden gezebiliyor, piknik yapabiliyoruz nehir kenarında.

 

Bahar erken geldi… Hattâ belki hiç gitmedi bu sene…

 

Kendime soruyordum ‘Niye bahar böyle erken geldi? Çiçekler niye böyle erken açtı?’ diye. İçimden ‘Kesinlikle küresel ısınmanın etkisi’ diye geçiriyordum.

 

Dün tekrar başına döndüğüm Mesnevî’de şu sözler ile karşılaştım: “Ey Can! Evvelâ farenin şerrini def et, sonra buğday toplamaya çalış!”

 

Kitabın şerhinde ve sözlü ders açıklamasında şöyle diyordu öğretmenim bu hikaye için: “Ambardan murat, insan vücudu, buğdaydan murat, ruhun başardığı iş ve fareden murat nefistir. Yahudi veziri nasıl bir şeytan vazifesi görerek, hristiyanları kandırıyorsa insan vücudundaki nefis de aynı şeytanlıkla ruhun iyi hareketlerini kötüye götürüp iyilikleri yok ediyor.” Demek ki herşeyden evvel ‘fare’den, yani insanın kendi nefsinden korunmayı öğrenmesi gerekiyor.

 

***

 

“Bu hikâyenin ne alâkası var bahar ile?” diyebilirsiniz. Haklısınızdır da… Bu hikâye beni, işin özüne götürdü. İşin özü… Yani edep; yani nefsimize sahip çıkmak. Birçoğumuz genelde ancak yaşadığımız zorluklardan, başımıza gelen sıkıcı olaylardan sonra sınandığımızı fark eder, belki de ‘pişmemiz’ , yani kendi seyahatimizde olgunlaşmamız gerektiğini anlarız.

 

Benim uzun zamandır aklımda hep ülkem var, milletim var. Uykularımda bile insanımızı görüyorum, o derece bir hassasiyet, bir duâ var içimde. Dolayısıyla, ben şöyle yorumladım baharın erken gelişini, Mesnevî’deki hikâye üstünden…

 

Bahar tasavvufta yeniden doğuşu simgeler. Bahar, doğanın yeniden can bulmasıyla, insanın kendisine, hayatına dışarıdan bakabilmesi, belki de kötü düşüncelerinden, davranış ve alışkanlıklarından kurtulması için bir fırsattır. Tıpkı evlerimizde bahar temizliği yaptığımız gibi, içimizde de bahar temizliği yapmamız beklenir bu güzel mevsimde. Peki biz ne yapıyoruz?

 

Biraz evvel “aklımda hep ülkem var” dedim. Mâlûmunuz dünyada ve özellikle ülkemizde çok sancılı bir süreçten geçiyoruz yaklaşık bir senedir. Direnişler, isyanlar, isyancılar, söylevler… Daha neler neler… Neredeyse her gün yeni bir manşet ile başlıyoruz güne.

 

Ben baharın erken gelişini ve belki de hiç gitmeyişini Rabbimin bizlere yeniden doğuş için zevk vermesi ve hattâ yaşanan olaylar karşısında bizi tefekküre yöneltmesi için olduğuna yordum. Sanki biz inatla nefsimize tutunurken, inatla herşeyi bildiğimizi sanıp herkese hükmettiğimizi düşünürken, yaratıcımız inatla kendimizi sorgulamamız gerektiğini söylüyordu bize. Bu yüzden bütün güzellikleri ile baharın belirtilerini sundu önümüze. ‘Bak’ dedi âdetâ, ‘bak, yenilenme vakti geldi’. ‘Dur’ dedi sanki, ‘dur ve düşün, nereye gidiyorsun.’ ‘Birleştir’ dedi belki de, ‘ayırma, birleştirici ol’.

 

Gel gör ki insan nefsine yenik düşmeyegörsün. O fare ambara girdi mi bir defa, maalesef ne göz görüyor, ne kulak duyuyor, ne gönül hissediyor…

 

Ne yapacağız peki? Uyanacağız Allah’ın izniyle. Bir bir, bireysel olarak uyanacağız uyuduğumuz uykulardan. Ki zaman içinde toplumsal bir değişime uğrayabilelim.

Ben bu kadar şiddetli bir bahar haykırışı sonrası, yeniden uyandım resmen. Bugüne kadar biraz bir yola baş koyduğumdan, biraz başka şeylere konsantre olduğumdan, hiç yapmadığım şeyleri yapmaya başladım. Örneğin, ülke dışında yaşasam da ülkem adına gönüllü projelere katılmaya başladım. Türkiye’ye daha sık gidip gelir oldum. Örneğin, Türk aileleri daha çok evime dâvet etmeye başladım. Dâvetlerde bilerek sohbetler açtım. İsteyerek ‘biz kardeşiz’ demeye çalıştım. Kısaca, çuvaldızı kendime batırdım.

 

Bilmem doğru mudur yaptıklarım ama baharın habercisine ‘Yenilenmeye çalışıyorum’ diyebilmek istedim sesim çıktığı kadar.

 

İnancım odur ki hepimizin yenilenmeye ihtiyacı var bu bahar mevsimi ile. Dilerim hepimiz benzer uyanışlardan geçer, tez zamana huzura doğru adım atarız inşaallah. Zira bir el girmeli ki duvarın altına, başka bir el için umut doğsun taşın oynayışından.

 

Bedenen yaşamaya devam ederken insan olmanın çok ağır olduğu bu dönemde, gönüllerimizin hep bahar kalması dileğimle…

 

Ne Haber? Bir Sempozyum Daha Geçti: “Uzaktaki Yakîn” Uluslararası Hz. Üftâde Sempozyumu

18-20 Nisan 2014 tarihleri arasında Bursa’da Tayyare Kültür Merkezi’nde “Uzaktaki Yakin” Uluslararası Hz. Üftâde Sempozyumu gerçekleştirildi. Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nin Bursa Büyükşehir Belediyesi ve Kerim Eğitim, Sağlık ve Kültür Vakfı ile ortaklaşa düzenlediği uluslararası sempozyum, 18 Nisan Cuma günü Hazreti Üftâde’nin türbesinde yapılan duânın ardından başladı. Açılışta Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi başkanı Cemâlnur Sargut bir konuşma yaptı. Sargut konuşmasında “geçen yıl düzenlediğimiz Hacı Bayram Veli Sempozyumu’nun ardından Oxford Üniversitesi’nde Hazret hakkında bir ders açılması memnuniyet vericidir. Dileğimiz, diğer büyükler de Harvard, Oxford gibi büyük üniversitelerde okutulsunlar” dedi. İslamofobinin ancak akademilerde gerçek İslâm’ın öğretilmesi ile kurtulunabileceğini belirten Sargut, “Hazreti Peygamber’in aynadaki aksini Hazret’te görebilmenin idrakini yaşayalım” dileği ile konuşmasını tamamladı.

Cemâlnur Sargut’un konuşmasının ardından Kerim Vakfı Başkanı Sait Kayahan ve Bursa Büyükşehir Belediye Başkan Vekili birer konuşma yaptılar. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Süleyman Uludağ, tasavvufun temellerini anlatan bir açılış tebliği sundu.

19 Nisan Cumartesi günü Başbakan yardımcısı ve Bursa milletvekili Bülent Arınç’ın da hazır bulunduğu oturumlarla sempozyum devam etti. Sempozyumunun bu ikinci gününde Bülent Arınç bir konuşma yaptı. Yerli ve yabancı 26 akademisyenin tebliğ sunduğu sempozyum, Bursa’dan ve Bursa dışından gelen binlerce izleyici tarafından ilgi ile takip edildi. Sempozyumda sunulan tüm tebliğler Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından kitap hâline getirilecek.

Editörden (Nisan 2014)

Merhabalar Dostlar,

 

Nisan 2014 sayımıza hoşgeldiniz. Bu sayıda konumuz Mehmed Muhyiddin Üftâde (k.s) Hazretleri, yani Bursa’nın sahibi bir güzel ve özel Allah sevgilisi, Allah âşığı…

 

Konumuz Üftâde Hazretleri (k.s) olarak belirlendikten sonra girişte ne yazacağım koca sultan hakkında diye epey bir düşündüm. Ne kadar biliyorum ki, yazayım? Sonra Bursa’ya gittiğimde dâima uğramaya çalıştığım sultanın benim gönlüme her zaman “münbit toprak” kelimelerini düşürdüğünü fark ettim ve bunu yazmaya karar verdim.

 

Münbit toprak, yani bereketli toprak… Burada bahsettiğim toprak, benim gibi dünya ilmiyle uğraşarak çok şey bildiğini sanan ve aslında ne kadar cahil olduğunu fark edenler için, “içine ekilen tohumun filizlenmesin sağlayan, besleyen, büyüten toprak” olarak algılanabilir. Gerçekten âlim olanlar ve gerçek ilmi bilenler için ise, sanırım Hz. Mevlânâ’nın dediği “Toprak gibi olun..” mânâsında bir toprak… O’na öğrenci olanları, benliğinden geçirip, birliğe götüren, süt olan Allah ilmi ile besleyip, tevâzû suyu ile sulayan, serpilen tohumları Allahı’nın izniyle başka tohumlara can versin diye hâlden hâle sokarak, münbit toprak eyleyen bir gönül sultanı Mehmed Muhyiddin Üftâde (k.s) Hazretleri…

 

Tasavvuf ehline göre Üftâde (k.s) Hazretleri, bir başka münbit vatan toprağı Bursa’nın sultanı, sahibi diye biliniyor. Bursa şehrine bakınca, bereketli toprak kelimesi hakkını buluyor. Bursa, tasavvuf âlimlerine göre Mekke, Medine, Kudüs ve Şam’dan sonra en mübârek beşinci şehir kabul ediliyor. Bağrında çok sayıda mânevî ve maddî sultanı beslemiş, serpilmesini sağlamış, gerçekten bereketli, müstesnâ bir şehir… Bağrında taşıdığı, beslediği bu sultanlardan her biri ayrı bir münbit toprak… Bu müstesnâ Allah sevgilileri arasında Emir Sultan, Somuncu Baba, Molla Fenârî Hazretleri ve daha niceleri var.

 

Bu şehrin toprakları o kadar bereketli ki, bağrında Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran, Şeyh Edebâli’nin öğrencisi, hocasının evinde edebinden ayak uzatamadığı için, oturur vaziyette uyurken rüyasında kuracağı devletin yeşeren ve büyüyen ulu bir çınar ağacına dönüştüğünü gören, müstesnâ ceddimiz Osman Bey, Orhan Bey, I. Murat ve daha nice padişahlar, şehzâdeler, sultanlar yatıyor. Yine öyle bereketli bir toprak ki, , menkıbelerin, gönül sultanlarının mekânı olan sanat şaheseri Ulu Cami de tıpkı o ulu çınarlarlar gibi bu şehirde yer alıyor. Velhâsıl bu sayımızda böyle münbit ve bereketli bir konumuz var.

 

Evet dostlar, güzeller güzeli sultanı ve yaşadığı bu mekânı ben kendi eksikliğimle ancak böyle anlayabiliyor ve anlatabiliyorum. İnşaallah sizler dergimizde ve 18-20 Nisan 2014 tarihleri arasında düzenlenecek olan Mehmed Muhyiddin Üftâde (k.s.) Hazretleri konulu sempozyumda bunları çok daha güzel bir şekilde anlar, tanır ve hissedersiniz. Kusurları, bizlere güzellikleri derginin sahibine ait olarak, yeni sayımıza hoş geldiniz efendim.

Sohbetler (Nisan 2014)

Münîre Hanımefendi, Bursa’daki Keşiş Dağına (Uludağ) ismi verilmiş olan keşişe ait bir hikâye anlattı. Bir gün Emir Sultan Hazretleri, bir mânevî işaret üzerine keşişi ziyarete gider ve kulübesinin kapısını vurunca, içerden “Buyurun yâ evlâd-ı Resûlullah!” diye cevap alır. Emir Sultan Hazretleri içeriye girip de, kendisine bu türlü hitap etmesinin sebebini sorduğu vakit keşiş “Bu akşam Resûlullah Efendi­miz, yarın, sana evlâtlarımdan biri gelecek, diye haber vermişlerdi” der.

Münîre Hanımefendi, mûtat tatlı anlatışı ile hikâyesini bitirince:
–   “Olabilir!” diye kayıtsızca bir cevap aldı. Bunun üzerine Sabîha Hanımefendi, Hazret-i Mevlânâ Efendimiz’in de böyle bir keşişi vardı, deyince, işi lâtifeye dökerek:
–  “Ken’an Efendimiz’in de bir keşişi vardı. Hem de bayağı papaz değil, patrik idi!” diye tebessümle bahsi kesti…

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 91-92)
*****

Nazlı Hanımefendi:

  • Biz öyle bir deryaya gark olmuşuz ki nihâyeti yok. Mesnevîler, manzûmeler, ilâhîler, sohbetler ve bin türlü şeyler ile bize hakikatleri akıtmaya uğraşıyorsunuz:

“(Tebessümle) Bize şunu da söylemedin, demeye hakkınız yok şu halde… Gerçekten de size söylemedik bir şey bırakmamışımdır. Çünkü dervişler, mürşidin kalbinin sahîfeleridir. Sizi gören, sizde mürşidinizi göreceğinden, mes’ûlsünüz ve öğrenip bildiklerinizle amel etmeye de mecbursunuz. Bursa’da bulunduğumuz sırada bir kadıncağız, anacığımı ziyarete gelmiş ve söz arasında şeyhine, keman çalmanın günah olup olmadığını sorunca, şeyhinin de “Bu, kalbe göre değişir. Senin gönlünde Allah ol­duktan sonra ne istersen çalabilirsin” dediğini söylemiş.

Bu sözü söyleyen zâtın bir Nakşî şeyhi olması bilhassa hoşuma gitti ve kendisini arayarak buldum ve ziyaret ettim. Ârif bir zattı. İşte dervişi, mürşidinin kalbinden bir sahîfe açarak onu bize göstermiş oldu.

Sabîha Hanımefendi:
Bu zat, biz İstanbul’a döndükten sonra arkanızdan haber yolla­mış ve beni yaktı, tahammül edemiyorum, kendine kavuştursun… diye hâlini arzeylemiş ve kısa zaman sonra da vefât etmişti.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 228-229)

*****

Sâmiha Hanım:

  • Bir kimsenin kendinde kudret ve kuvvet tasavvur etmesi ne ka­dar boş değil mi Efendim?
  • “Görmek isteyen ve görmek nasibi olan için öyledir. Evet kudret ve kuvvet yalnız Allah’a mahsustur, fakat bunu da bildirmesi lûtfudur, ihsânıdır, sevgisidir. Kudret ve kuvvetin kendinde olduğunu gösterme­si pek büyük bir nimettir. Bunu bildirmemesi ise aksidir ve verdiği gaf­lettir.”

 

((Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 100)