Sermâyem Samimiyet Olsun
Erden Hakk’a ermek gerek
Erenleri bulmak gerek
Bulmaz isen sen onları
Cân u dilden sevmek gerek
Sevenler buldu anları
Erişdi Hakk’a canları
Bütün oldu imanları
Cân u dilden sevmek gerek
Hz. ÜFTÂDE
Mesnevî’deki meşhur hikâyeyi bilirsiniz: Adamın biri Hz. İsa’nın diriltme gücünü kendisine öğretmesini ister dururmuş. Hz. İsa sonunda adama diriltme yeteneğini vermiş. Adam karşısına gelen ilk iskeleti diriltmiş ve bir anda iskeletten bir aslan canlanıp adamı yiyivermiş. Hz. İsa’nın sorusu üzerine aslan açıklamış: “Karşında oturup senden ilim öğreneceği yerde, ‘senden ne alıp başkasına satabilirim’in peşine düşmüştü de ondan yedim.” Ne yapsın adamcağız, ahmakmış işte…
“Nûr iken adı oldu Niyâzi…” Bu sefer adı Üftâde idi. Muhammedî nûru taşıyan kandillerden bir diğeri… Aynı mânânın farklı bir vechesi. Her karış toprağı bir başka mübârek zatla mayalı Bursa’da üç gün sürecek sempozyuma gelirken Mesnevî’deki ahmağın durumuna düşmemek için niyaz ve duâ ile koyuldum yollara. Üftâde Hazretleri’nin halefi bir diğer kâmil sultan Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin duâsına uygun olarak, ilim denizinde boğulmadan kabımı ölçüsünce doldurma gayreti kuşanırken, diğer taraftan mânâ ummânından alıp alabileceğimin ancak bir katreden ibâret olduğunu kendime telkin ederek geldim. Telkin ettim ki, dünyanın yarattığı sanrılar içinde her dâim tuzağına düştüğüm varlık iddiam burada da hastalık yaratmasın üzerimde.
Buz gibi bir havada kalın bir yorganın içinde olmanın verdiği tatlı sıcaklığı yaşadım üç gün. Sanki dış dünyaya burnumu çıkarsam tekrar içim üşeyecek, titreyecekmişim gibi daldım mânâ sohbetlerindeki güzelliğe. İlmini sayfalara akıtmış onlarca profesör tebliğlerini sunarlarken kâh bir katre kopardım, kâh zerresini anlamadan içimdeki hayâllere daldım; ama her dakikasında tatlı bir huzur, bitmeyen bir zevk yaşadım.
Bugüne kadar dünya sahnesinde gerçek olduklarını sandığım sanrılarımla yüzleştim konuşmalar arasında: Bu âlem âhirette tâbir edilecek bir rüyâdan ibâret iken ne çok şeyi beynimin yarattığı sanal gerçeklik içinde yaşıyormuşum. Dil ile “lâ ilâhe illallah” demek, hakiki tevhide ulaşmak için yeterli değilmiş; bunu hâl ile de tasdik etmek gerekliymiş. Hakk’ta bâkî olabilmek için kendi varlık iddiandan bütünüyle soyunman ve yok olman gerekirmiş. Tıpkı Kaknüs kuşu gibi… İyi de Kaknüs kuşuna özensem de tekrar gençleşebilmek ve bekāya varabilmek için kendimi ateşe atar mıydım? Ateşe atılmak da o kuşun fıtratından gelmez mi? Hani ya gayret edersem herşeyi olabileceğimi sandığım dünyevî sanrım neredesin? Söylesene ben bir Kaknüs kuşu olabilir miyim?
Aynı mertebeden olanlar, aynı dili konuşup aynı mânâyı anlatırlarken ben kimin kimden etkilendiğini idrâk etmeye çalışıyorum, sanki öncelik ve sonralık varmışcasına… İlim diye tâbir ettiğim nur, onların hakikati iken ve her şey nûr-u Muhammedî’den ibâret iken, ey herşeyi doğrusal bir zaman boyutunda açıklamaya çalışan dünya idrâkim! Aynı mânâya teknolojik tâbir ile “yeni versiyon” muâmelesi yapman mümkün müdür?
Bu dünya sofrasında bütün zıddiyet, birbirini âşikâr etmek için bulunurken, şeklen uzakta olmak mânen yakîn olabilmek için bir şekil şartından ibâretmiş yalnızca. Kulluk için uzaklık gerekli iken kulluğun ortaya çıkması ancak yakınlık ile mümkünmüş. Ancak yakîn olabilmek, yine yalnızca ihsan ile olacak bir işmiş. Her ortamda iddiâda bulunan nefsim, söylesene… İhsânı bulacağını garanti edebilir misin?
Bu hayatta herşeyi çok karmaşık sanırdım. Oysa karmaşık olan, boyumdan büyük iddiâlara kalkışmaktan dolayıymış. Herşey aslında en basitin içinde gizliymiş.
Yok, vallahi yok! Hiçbir şey için garantim yok! Bu dünyada mürşidime duyduğum samimi sevgi ve bağlılıktan gayri hiçbir sermâyem yok. Yolumu O’nun yolu yapayım, hâlime ahvâlime bakmaksızın sâbit kadem huzûrunda olayım ve böylece kendi hakikatimi bulayım. Benim karmaşıkla işim yok, herşey en basitin içinde ve sır samimiyette. Gerisini O bilir zaten…