Sıradan bir yaz günü işten dönmüş, yemek yedikten sonra biraz televizyon seyretmiş ve ertesi gün işe giyeceğim kıyafetleri düşünüp karar verdikten sonra uyumuştum. Sıcak bir yaz akşamıydı. Gece şiddetli bir sarsıntı ile uyandım. Ne olduğunu anlamadım ilk anda, sonra yataktan fırladım. Dışarısı kızıl renkteydi, salona koştum, ilk aklıma gelen şeyi yaptım, kapı kirişi altında ellerimi başımın altına alarak sarsıntısının geçmesi için duâ etmeye başladım. Evde yalnızdım, dolapların kapakları açılıp kapanıyordu ve içimden şöyle duâ ettiğimi hatırlıyoru: “Allah’ım, evimiz başımıza yıkılmak üzere, merhamet et, dursun artık.”
Sarsıntı bittiği an, hızla evden çıkmak için harekete geçtim, merdivenleri yürüyerek indim, bahçeye vardım. Pek çok insan evlerinden çıkmıştı. Yere oturdum, bacaklarım titriyordu. Ne yapacağımı düşündüm. Beklemeye karar verdim. Bir süre sonra telefonum çaldı, ağabeyim nasıl olduğumu soruyor, beklememi, gelip beni alacaklarını söylüyordu. Rahatladım. Tarih 17 Ağustos 1999 idi ve birkaç saat sonra İzmit merkezli depremin detaylarını ve yarattığı hasarı öğrenecektim.
Sabah olduğunda işe gitmem gerektiğini düşündüm, tüm uyarılara rağmen hazırlanmak üzere evimize girdim. Her zaman sığınağım olan eve girdiğimde ise bir an önce dışarı çıkmak istediğimi fark ettim. Hızla hazırlandım ve kelimenin tam anlamıyla kendimi evden dışarı attım.
Takip eden günler artçı sarsıntılar, evinize girmeyin uyarıları ile geçti. Bu dönemde ülkemizde yaşanan bu acı olayın etkilerine, kayıplara, parçalanan ailelerin yaşadıklarına şâhitlik ederken, bir başka sarsıntı sonrasında evden çıkmıştık. Dışarıda küçük bir duvara yaslanmış otururken şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Allah’ım, ne kadar büyüksün, her zaman en güvenli olduğunu zannettiğim evimiz bir anda tehlikeli oldu. Büyük zannettiğim sıkıntılarım bir anda önemsiz oldu. İnsanın kendi evine rahatça girememesi ne korkunçmuş, bugüne kadar şikâyet ettiğim, üzüldüğüm her şey için beni affet.” Ülkemizde büyük kayıpların yaşandığı o deprem ile ben bir insanın evinde, şehrinde, ülkesinde güven ve huzur içinde yaşamasının ne büyük bir lûtuf olduğunu fark etmiştim.
Maalesef uzun zamandır komşu ülkelerde ve şimdi de Gazze’de insanlar evlerinde rahat uyuyamıyorlar. Atılan bombalar, basılan evler, çıkan yangınlar, feryatlar, kayıplar içinde hayatta kalmaya çalışıyorlar. Evlâtsız anneler, annesiz evlâtlar dolaşıyor her yerde. Çocuklar için okula gitmek, oyun oynamak güvenli değil. Böyle bir durumda insan evinden çıkarken nasıl ayrılır ailesinden? Çocuğunu okula gönderirken ne der? Evini terk edip yola düştüğünde ne hisseder? Yıllardır sürüp giden bu şiddete insan alışır mı dersiniz? Kanıksar mı? 4 yaşındaki bir çocuğa nasıl anlatırsınız sürekli patlamaları, kan göllerini, artık eve gelmeyen babasını, amcasını, ninesini?
Hepimizin medyadan takip ettiğimiz bu elim olayları seyrederken insan insana bunu neden yapar diye düşünüyorum. Hz. Hamza’nın kalbini söküp yiyen Vahşi’yi hiç anlayamadığım gibi, hiç tanımadığı insanları öldürürken zevkten dans eden insanları da anlayamıyorum. Anlayamamakla birlikte her şeyin Allah’ın idâresinde olduğuna da yürekten inanıyorum. Bugüne kadar okuduklarım ve dinlediklerim, “herkes yaratılışı gereği hareket eder” diyor ve, en büyük cihâdın kendi nefsimiz ile verdiğimiz savaş olduğunu söylüyor. İçi cehennem olan insanın dışını da cehenneme çevirmek istediğini, nefsin terk edilmesi gereken kin, kibir, haset, öfke, riyâ, yalan gibi özellikleri olduğunu, bu özellikleri terk etmeden insan sûretinde de olsak tam insan olamayacağımızı…
Peki bu durumda ne yapmalı diye kendime sormadan edemiyorum. Ne yapmalı? Her zaman dışarıdakini eleştirmeden önce kendini eleştirmenin en iyi yol olduğunu öğretmemişler miydi bana? Öyleyse öncelikle kendi evime bakmakla işe başlamaya karar verdim. Kendi nefsimi yenmek için daha sıkı mücâdele etmeliyim diye düşündüm. Çünkü nefis öyle bir canavar ki kestiğimiz başın yerine yenisi zuhur ediyor, yeteri kadar dikkatli olmazsak… O zaman önce kendi nefsime zulmü bırakmalıyım diye düşünüyorum, dışarıdaki zulümleri görüp ne kadar zararlı olduğunu idrak ettikçe.
Mânâda bununla uğraşırken dünyamız koşullarında ne yapmak gerekir peki? Yine deprem günlerine gidiyor aklım, herkesin tek vücut olduğu, acının paylaşıldığı, gücü yettiğince herkesin diğerine yardıma koştuğu… İmanımızı kaybetmeden, yapanın ve yaptıranın Allah olduğunu bilerek fakat yaşananlardan ders alıp tekrarlanmaması için o zaman nasıl seferber olduysak şimdi de her zamankinden fazla birlik olup yaşanan bu acıların durması için, barış için, huzur için gücümüz ölçüsünde çaba göstermeliyiz diye düşünüyorum. Öfkenin öfkeyi yok etmediğine, aksine arttırdığına, sevginin, sağduyunun her zaman kazandığına, bazen daha uzun sürse bile daha kalıcı sonuçlar yarattığına inanıyorum. Bu yüzden bu mücâdele bize yakışan şekilde olmalı. Doğrudan şaşmadan, bireye zarar vermeden, yalnızca kavramlar ile mücâdele ederken, yetim başı okşamak dahî dinimizde yüceltilmişken, binlerce yetime nasıl şifâ olunur diye araştırarak…