Türkiye’nin Ermeni Meselesi – I

Bu sayımızdan itibaren Sâmiha Ayverdi’nin “Türkiye’nin Ermeni Meselesi” isimli kitabının Sertaç Karaağaoğlu tarafından hazırlanmış bir özetini bölümler hâlinde dergimizde yayınlamaya başlıyoruz. Bu vesileyle Sertaç Karaağaoğlu’na teşekkür ederiz.

***

  1. MEŞRUTİYETİN İLÂNINA KADAR ERMENİ MESELESİ

Hangi idrak ve iz’an kabul eder ki, bir devlet bir kavmi dokuz yüz sene himâyesinde bulunduracak ve dokuz yüzüncü sene, üstelik zayıf olduğu bir dönemde, o kavmi yok etmek isteyecek. Eğer Türk Devleti hâmi ve efendi millet şahsiyetine sahip olmasaydı, evvelce de belirttiğimiz gibi, bugün yeryüzünde değil Ermeni, bir Bulgar, bir Yunan, bir Sırp kavmi mevcut bulunmazdı.

Trabzon’daki İngiliz Konsolosu, Osmanlı Devleti nezdindeki İngiliz sefiri Sir Philip Currie’ye 28 Ekim 1895’te verdiği raporda şu itirafta bulunmaktadır:

“Hınçaklılar, hareketleri dışarıdan idâre ediyorlar, kendileri tamamıyla emniyet içinde bulundukları halde Türkiye’deki ırkdaşlarının hayatlarını altüst ediyorlar, maksatları, İslâmları Hristiyanlara karşı tahrik etmek ve katliamlar çıkartarak memleketi dehşet içinde bırakmaktır. Bütün dünyaca mâlûm olmalıdır ki, bu teşkilâtın anarşik bir karakteri vardır.”

Avusturya Konsolosu, hükümetine verdiği raporda aynen şunları yazmıştır:

“Türklerin Ermenilere zulmetmekte oldukları yaygaraları yalandır. Türk hükümeti Ermenilere hiçbir kötülük yapmıyor. Belki hükümetin kayıtsızlığından faydalanan Ermeniler ihtilâller hazırlıyor, dağlara çeteler çıkarıyor, Türkler ise ancak bu çetelerin takibine ve ihtilalleri bastırmaya koşuyorlar.”

Bir zamanlar İngilizlerin, yakın devirlerde de Amerika’nın sempatilerine kulak veren Ermeni kavmine Ruslar asla güvenmemiş, rüzgâra tâbi bir fırıldak gibi kâh o tarafa kâh bu tarafa dönen bu kavmi, işlerine geldiği gibi kullanmış, gene işi ve menfaatleri icap ettikçe de ezmiş ve ezmekte devam etmişlerdir. Rusların Ermenilere karşı bu yok etme politikası Türkiye’deki Ermenileri kullanma yörüngesine göre şekil değiştirmiştir. Ve işin hazin tarafı da Rusların Kafkasya’daki Ermenileri satın almış olmalarına rağmen, onlara gaddarca davranmış bulunmalarıdır. Meselâ 1906 senesinde, bütün Rusya’da Ermenilere fevkalâde mezâlim icra edilmiş, Ruslaştırma siyaseti bilhassa Kafkasya’da Ermenilerle meskûn havâlide şiddetle tatbik olunmuştur. 21 Haziran 1903’te çarın fermanıyla Gregoryan Ermeni Kilisesi’nin emlâkına el konulmuş, bütün Ermeni mektepleri Rusça tedrisat yapmaya mecbur tutulmuştur.

1905’te Ruslar Ermenilerin meskûn olduğu 148 köyle 476 aileyi mahvettiler. 3000 de sürgüne gönderildi. Halbuki bu sıralarda Osmanlı Devleti’nin zindanlarında siyâsî mahpus bile yoktur. Rusya’da ise hiçbir hapishanede boş yer bulunmamaktadır. Kafkas Ermenisi Taşnaksaganlar hapisten, işkenceden, sürülmekten, Sibirya’dan kurtulmak için İstanbul’a Osmanlı memleketine ilticâ ediyorlardı.

Viscomte R. des Coursons:

“Âsiler İngiltere’den gelmiş mükerrer ateşli silahlarla her şeyi yapmışlar, yangın, kıtal … Tahkikat heyeti, Osmanlı Hükümeti’nin âsilere karşı asker göndermekle en meşru hakkını istimâl etmiş olduğunu tespit etmiştir. Âsiler, Anduk Dağlarındakilerle birlikte, çeteler teşkil ettiler. Bu çetelerde civardaki aşiretlerde korkunç kıtaller, yağmalar yaptılar. Ömer Ağa’nın yeğenini diri diri yaktılar. Güllü-Güzan köyünden üç-dört saat ötede İslâm kadınlarına tecâvüz ettiler, bunları boğazladılar. Birçok Müslümanlar, gözleri oyularak, kulakları kesilerek, en müthiş ve alçakçasına hareketlere mâruz bulundurularak Hristiyanlığı kabûle ve haç öpmeye icbar edildiler. Türkler tarafından ise, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, ahkâm-ı İslâmiye ve beşeriyettin emrettiği surette muamele olunmuştur. Ölen âsiler, teslim olmayı kabul etmeyen ve memleketin kanûnî ve meşrû hâkimiyetine karşı mücadeleyi tercih edenlerdi.”

General Mayevski:

“1895’te Van İhtilâlcileri, Avrupa’nın Ermeni meselesine dikkatlerini celbetmek için çalıştılar. Ermeni zenginlerinden para istediler ve bunları ölümle tehdit ettiler. Bu müddet zarfında Van Ermeni Komitesi’nin emriyle siyâsî cinayetler yapıldı.”

1895-1897 yılları arasında Kafkasya ve İran yoluyla Rus ordusunda da tâlim görmüş komiteci Ermeniler Sasun’a yerleştiler. 1898’de Taşnaksutyun Çetesi isyan için karar vererek, külliyetli miktarda silâh, mühimmat temin edildi. 1903 yılı sonuna kadar parça parça devam eden anarşik hareketler bundan sonra şiddetlendi. Birçok Müslüman, kolları, bacakları, burunları, kulakları kesildikten sonra ateşte yakılarak katledildi.

Taşnaksutyun Komitesi, İstanbul ve İzmir’de çeşitli suikastlar tertip edilmesine karar verir. Bu karara dayanarak Türk hükümdarı II. Abdülhamit Han katledilecektir. Belçika’dan husûsî surette getirilmiş bir arabanın içine yerleştirilen bomba, padişahın camiden çıkacağı dakikalar hesaplanarak ona göre uyarlanmış, fakat padişah, mûtad dışı olarak, birkaç dakika şeyhülislâm ile konuşup muayyen saati geçirdiğinden, saatli bomba padişah gelmeden birden patlayarak maksat tahakkuk etmemişse de, pek çok masum insan canından olmuştur. Bu suikastte vazife alan bütün Ermeniler tespit edilmiştir. Fakat efendi ve hâmî milletin sultanı, dünya tarihinde belki ilk defa canına kastedenleri affetmiştir.

  1. MEŞRUTİYETİN İLÂNINDAN SONRA ERMENİ MESELESİ

1908 Meşrutiyetinin ilânından sonra Avrupa’da faaliyet gösteren Ermeni komitecileri, siyâsî cürüm mahkûmları, firârîler, serseriler pâyitahta doldular. Hükümet, Ermeni ileri gelenlerine devlet hizmetinde mühim vazifeler verdi. Ermenilerin dinî merâsimlerinde hükümet erkânı da hazır bulunuyordu. Ermeni hayır müesseseleri için verilen müsâmere ve konserleri, memleketin yüksek simâları himâyelerine alıyorlardı.

Komiteler mekteplere de el attılar; ayrıca kütüphane, kulüp vs. gibi vâsıtalara da müracaatla, ihtilâl fikirlerini yeniden ekmeye başladılar. Kütüphanelerde okutulan kitaplar, Cenevre’de komite tarafından tab ediliyordu. Türkleri tezyif ve tahkir eden bu eserler, Rusya’da yazılıyordu ve Rus parasıyla neşrettiriliyordu. Çünkü Rusların daha oyuncağa ihtiyaçları vardı.

Erzurum, Kayseri, Diyarbakır ve Van’dan husûsî adamlar seçilerek bomba yapmayı öğrenmeleri için Rusya ve Amerika’ya gönderildiler. Komitenin menfur neşriyatı hemen hemen Ermeni kavminin her ferdine ulaştırılıyordu. Bunlarda da halkı tahrik etmek için utanmadan Ermeni katliamından bahsediliyordu. Rusya’dan kaçan birçok komiteci Türkiye’ye sığınmış, efendi ve hâmi millet olan Türkler topraklarına sığınan bu mültecilere hüsn-ü kabul göstermiştir. Fakat aynı sığıntılar, sonrada Türk Devleti’nin başına belâ kesilmişlerdir.

Bu derece müsâmaha, asla Türk devletinin aczinden değildir. En kritik zamanlarında dahî, Türk Devleti, Ermeninin vahşi isyanlarını, babanın çocuğunu kıskıvrak yakalayıp okşaması yolu ile yatıştırma cihetine gitmiştir.

Hınçak reislerinden Sabah Külyan “Müstakil Ermenistan” gazetesinde şunları yazıyordu:

“Bir aralık, Türklerin lâkaydîsinden istifâde ederek bütün ahâliyi silâhlandırmaya karar verdik. Bu maksatla merkezlerde silâh mağazaları açmak ve yarı fiyatla ve hatta meccânen ahâlinin her tabakasına silâh tedârik etmeyi kararlaştırdık.”

Kafkas Ermeni komitecilerinden Tonvan ismindeki şahıs, 1910’da komite tarafından gizlice tab ettirilen “Müdaafa-i Şahsiye için Tâlimât” isimli bir eser yazdı. Bu eser bütün Ermenilere dağıtılmıştır. Bu kitapta silâh tedârikinden baskına varıncaya kadar bütün ihtilâl programı verilmiştir. ‘Köylere Hücum İçin’ başlığı altında Türk köylerine nasıl baskın yapılacağı, halka nasıl zulmedileceğini anlatan maddeler Anadolu’daki bütün Ermeni isyanlarında uygulanmış, köyler ve kasabalar yakılmış, Müslüman ahâli perişan edilmiştir. Balkan Harbi Ermenilerden mürekkep bir çete ile Rumeli’de Edirne, Keşan, Malkara ve Tekirdağ’da bîçâre, âciz Müslüman kadın ve çocukları boğazlıyor, çocukları ve ihtiyarları camilere doldurarak diri diri yakıyordu.

Ermeniler Rus murakebesi altında muhtâriyet için Rus işgalini istiyorlardı.

Önce hâdise çıkarmakta, arkasında, Türkiye’de ve Avrupa’da neşrettikleri gazetelerde, olayları tersyüz ederek zulüm ve katliamdan bahsetmekteydiler.

  1. Meşrutiyet’in ilânından hemen sonra 27 Mart 1909 tarihinde, Ermeniler Adana Vak’asını çıkarmışlardır. Ruslar eskiden beri Ermenileri Adana’da isyana teşvik etmekteydiler. Başlatılan isyan hareketinde, birçok Müslüman şehit etmişler, fakat Avrupa’da, Türklerin otuz bin Ermeniyi öldürdükleri iftirâsını yaymışlardır. O sıralarda dahiliye nâzırı olan ve isyânın bastırılmasından sonra kurulan Divân-ı Harb’de, suçsuz Müslümanlara idam hükmü verilmesi için baskı yapan ve sonra yâd ellerde Ermeniler tarafından öldürülen Talât Paşa, “Hâtırat”ında hâdiseden şöyle bahseder:

“Adana hâdiselerini müteâkip dahiliye nâzırı oldum. Bütün arzu ve hedefim muhtelif milliyetleri, bilhassa Ermeni ve Türkleri bir dostluk bağı ile birleştirmekti. Adana hâdiseleri hakkında tahkikat evrâkını dikkatle tetkik ettim. Hâdiselerin Ermeniler tarafından tahrik edilmiş olduğu, tahkikat komisyonu âzâsı olan Ermenilerin şahâdeti ile de teeyyüd ediyordu. Komisyon âzâsından biri olan Agop Babikyan Efendi bunu bizzat bana da itiraf etti. Adana hâdiseleri 31 Mart’ta vuku bulmuştur. Tâkip edilen maksadın, halk kitlelerinin taassubunu tahrik ederek katliama sebebiyet vermek sûretiyle Avrupa’nın dikkat nazarlarını üstlerine çekmek ve Kilikya’da muhtar bir Ermeni birliği vücuda getirmek olduğunda şüphe yoktu.”

Yine komiteciler Türk-Ermeni kavimleri arasında hâdiseler çıkarmak için tertipler kuruyorlardı. Ayrıca Ermenilerden komiteye yardım topluyorlar, vermek istemeyenleri tehdit ediyorlar, gerekirse dövüyor hatta öldürüyorlardı. Bu nevî hâdiselerin çok olduğu Bitlis vilâyetindeki Ermenilerde Taşnaksutyunlar’a karşı bir hoşnutsuzluk başlamıştı. Fakat Taşnaksutyunlar’ın zorbalık ve baskılarına karşı koymak mümkün değildi. Bu yüzden birçok Ermeni katledilmekteydi.

 

Hikâye: Mutlu muyum?

Kırkıncı yaş kutlamamı okyanus semalarında bir uçakta yapmak da nasib oldu ya ölsem de gam yemem. Şimdiye dek hiçbir doğumgünü kutlaması benim için bir sürpriz niteliği taşımamıştı. Aslında on altı yaşımda tutuklanıp hapse atılmamı saymazsak hayatımda sürprizlere pek de yer olmadı diyebilirim. İlk defa hiç beklemediğim bir anda ve sadece benim için özel olarak hazırlanmış bir partinin içinde buldum kendimi. Mutlu muyum? Hayır.

Kırk yaş peygamberlik yaşı derler. Tüm maddi isteklerinden arınmış ve kişilik gelişiminin zirvesinde olan biri olarak, başkalarının hayat yolculuğuna yoldaş olabilme kabiliyetine sahip olmanın sembolüdür. Yalan değil, bir fahrî psikolog olarak tüm çevrem tarafından özel ilgi ve sevgiyle taltif ediliyorum. Yaşadıklarımın bunda payı büyük elbette. Sanki bütün insanların yaşayabileceği ne varsa hepsini ben yaşamışım gibi herkes kendi hayat yolunda benim deneyimlerimden ilham alarak yürüyor. Ama fikirlerimle yol alanlar bilmiyorlar ki fikirlerimin bana pek faydası yok; sorsalar mutlu muyum? Hayır.

Uçağın inmesine yaklaşık iki buçuk saat var. Yaklaştıkça heyecanım artıyor; kızım ve müstakbel damadım tarafından karşılanacağım. Kızım deyince bile içimin bütün yağları eriyor. Ayşe’nin küçükken istediklerini yaptırabilmek için bana nazlanması, şımarması, dudağını büküp hüzünlü ama kızgın bir bakış atması yok mu, bütün savunmamı yok edip beni adeta efendisine hizmet eden bir köle haline getirirdi. İki bacağım koptuktan sonra, tekerlekli sandalye bile buna engel olamadı. Onun mutluluğu her şeyin üstünde yer aldı. Yıllar geçti, büyüdü, koca kız oldu ama benim için ondan ötesi asla olmadı. Bakalım kocasının da efendisi olabilecek mi? Göreceğiz… Kız babası olmak pek güzel de araya başka bir erkek girince insan kıskanmıyor değil. Neyse, mutlu olsunlar da… Ya ben mutlu muyum? Hayır.

Vicdanlı bir çocuk yetiştirmenin vicdânî rahatlığı içindeyim. Başarılı ve azimlidir Ayşe, tuttuğunu koparır. Ama önüne bir çiçek çıksa önce onu ezmeden alıp kenara koyar sonra yoluna devam eder. Bu konuda babasıyla hep gurur duyması kendisinin de nihayet o hale bürünmesini sağladı. Örnek insanın örnek evlâdı…

Örnek… tek, biricik…

Kim var ki tek olmayan? Kimin aynısı var hayatta? Herkes ve her şey -iyi ya da kötü- yaşamın içinde birer örnek değil mi? Kaldı ki iyilik ve kötülük bir karşılaştırmanın eseri olduğuna göre bir üstüne göre kötü olanın, bir altına göre iyi olduğu söylenemez mi? Yani çok zor durumdayım da neye göre?

Hayat bana karşı pek cömert olmadı ama kime göre?

Mutlu muyum?

Düne göre hayır; ama yarına göre, umutluyum.

 

Bir Deli Türk ve Sarı Gelin

Günlerden Perşembe…
Yer, bir Batı şehri.
Mekân binlerce yıllık bir müzik holü…
Şahnede bir klasik müzik orkestrası ve kuyruklu bir piyano…
Derken, deli bir Türk sahneye çıkıyor.
Üzerinde şehzâdeleri anımsatan turkuaz mavisi yakasız bir gömlek.
Asilce seyirciye selâm duruyor.

Ben içimden ‘işte uzaklarda bir sanatçı daha’ diye düşünürken,
niden oturuverdiği tabureden orkestraya ‘başla’ işareti verip
Minicik elleriyle piyanonun üst tellerini kucaklıyor.
Parmakları ile dokunduğu telleri seviyor âdetâ…
Çalmıyor, sadece telleri okşuyor…
Kendime gelip ne yaptığını anlamaya çalışırken bir başka ânî hamle ile klavyeye gidiyor o eller,
Ve çalmaya başlıyor…

Konser bir saat sürüyor.
O, dinleyenleri müziği ile mest ediyor.
Alkışların ardı arkası gelmiyor,
Dört defa selâma çıkıyor sanatçı, belli ki dinleyici bis istiyor
O deli Türk, sonunda ikna olup
Taburesine geri dönüyor…
Bir süre bekliyor -bizde nefesler tutuk-
Derken, Sarı Zeybek dökülüyor parmaklarının ucundan –notasız-
Gözlerimizden sanki bütün gece beklemişiz gibi yaşlar süzülmeye başlıyor.

O parça bir ömür sürüyor.
Bir ömür Osmanlı yıkılıyor, bir ömür asker ve halk beraber savaşıyor, bir ömür cumhuriyet kuruluyor, bir ömür biz doğuyoruz, köyümüze elektrik geliyor,
Bir ömür bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor…

Parça bitiyor, film karesi donuyor, kalplerde bir ince sızı hissediliyor.
Bütün salon o Türk’ü ayakta alkışlıyor.
İman ediyorum, insan en çok en sevdiğini eleştiriyor hayatta…
Ve yine iman ediyorum, eleştiri ileri götürüyor insanı, toplumları…
Başkalarını yargılamak çok kolay…
Oysa bir sanatçı en çok duyguları ile var oluyor; duygu ise düşünce ile…

Ben biliyorum ki, uzakta da olsa bir virtüöz Türk piyanisti
Konser gecesinde misafir edildiği şehirde ısrar üzerine geri döndüğü sahnede bir Türk türküsünün uyarlamasını çalarak ülkesine en derin sevgisini ifade ediyor.

Bence Sâmiha Anne de aynen bunu anlatımaya çalışıyor sanat anlayışında… Sanat, sanatçının iyiliği yayma vesilesi oluyor… Allah hepimize anlamayı nasıl etsin inşaallah.

Editörden (Şubat 2016)

Merhaba Her Nefes Dostları,

İlkbaharın yaklaştığının habercisi bugünlerde yeni sayımızla karşınızdayız. Şubat 2016 sayısında konumuz başta Meşkûre Annemiz, kıymetli Meşkûre Sargut Hanımefendi olmak üzere, Nazlı Hanımefendi, Kâinat Hanımefendi, İlhan Ayverdi, ve Mehmet Dedemiz gibi yaşama bakışları, yaratılmış her şeye muameleleri, özetle hâlleri ile bizleri eğiten, örnek olan ve bu ay içinde Hakk’a, yegâne sevdiklerine, Allah’a kavuşan müstesnâ büyüklerimiz olsun istedik. Elbette bu muhteşem öğretmenler vesilesi ile, hâlleri, hâdiselere bakışları ile örnek tüm büyüklerimizi analım ve inşaallah öğrettikleri edebi ve Allah aşkını siz dostlarımız ile birlikte yaşayalım, yaşatalım istedik.

Bu kadar Allah sevgilisinin bir arada olduğu Şubat sayımızda, her nefesleri ile bize örnek olan, eşi – benzeri olmayan kıymetli büyüklerimizi dilimiz döndüğünce anlatmaya niyet ettik. Ettik ama bu görev, oldukça sorumluluk isteyen bir görev oldu. Mâlûmâliniz, ne bizler onları anlatmaya yeteriz, ne de ciltlerce kitaplar o güzelleri anlatmaya yeter. Bu nedenle siz koca gönüllü Her Nefes dostlarından bütün eksik ve kusurlarımızı hoşgörmenizi rica ediyoruz. Başta Meşkûre Annemiz olmak üzere adı geçen büyüklerimizin bir kısmını şahsen tanıma şerefine ermiş bir beşer olarak, onların biz eksik çocukların hatâlarını hoşgöreceklerine cân-ı gönülden inanıyorum. İnşaallah, bizler de o güzellere, onların bize lûtfettiği nazarlarına ve sohbetlerine lâyık olabilelim duâsı ile Şubat 2016 sayımıza hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz.

Hürmetlerimizle efendim…

Sohbetler (Şubat 2016)

“İnsanı hayvanlardan ayıran ilk alâmetlerden biri tebessümdür! Bir çocuk yeni doğduğu vakit beşikte tebessüm eder. Çocuğun, kundaktaki tebessümleri ailenin saadetine saadet katar.

Aşk da, o kadar kanlı şanlı olan aşk da evvelâ tebessümle başlar.”

Sâmiha Hanım:

   Hâfız-ı Şirâzî’nin ‘Aşk evvel kolay göründü, fakat ona intisaptan sonra nice müşküller belirdi’ dediği gibi…

   “Öyledir. Aşkın bidayeti tebessüm fakat nihayeti gözyaşı ve yürek yanığıdır.

Tebessümün insanlık âlemindeki mevkii çok ehemmiyetlidir. Hep muvaffakiyetler tebessümle hâsıl olur. Gülümsemez bir kimseyi görürsen hasta zannedersin. “Bu adam hiç gülmüyor, hasta veya asabî…” dersin.Tebessümü bilmeyen bir koca, karısını mes’ud edemez ve nihâyetinde de anlaşma hâsıl olmaz. Kezâlik tebessümü bilmeyen bir kadın da kocasını mes’ud edemez.

Milletler arasındaki karakter farkında da tebessümün yeri büyüktür. Şen bir millet, muvaffakiyet ve refah içinde demektir. Bir doktor tebessüm etmeyi bilmezse, mesleğinde muvaffakiyet gösteremez.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 151)

 

*****

 

  • Tevhîdin hakikati nedir?
  • “Muhiddîn-i Arabî Hazretleri ‘Tevhîdin hakikati sükûttur’ buyurmuşlardır. Tarîkattan maksat da edeptir. Hele îtiraz, tarîkatin en büyük düşmanıdır. Yine Muhiddîn-i Arabî Hazretleri öyle buyurur: Lisânı tutmak her şeyden iyidir. Fakat anlamak, itminan hâsıl etmek, yâni emin olmak, kanaat getirmek için sormak başka.”

 

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 151)

 

*****

 

“İki cihanda da sermâye, aşk ve edeptir. Fakat bu her ilim gibi akılla bilinmiyor. Onun medresesi yok. Onun medresesi cemâl. İnsan demek görmek, bilmek, idrak etmek demektir. Gören, bilen, idrak eden yalnız, yalnız aşk…”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 402)

 

****

 

“Dervişlik kime bağışlanırsa onun kalbi pâk olur. Etrafına gölgesini yayan, yemişi tükenmez, dâim taze olan ağaca benzer. Onun nefesinden misk ü amber tüter. Budağından etrafı yeşillenir, yaprağı dertliye derman olur. Gölgesinde birçok hayırlar işlenir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 452)

“İnsan-ı kâmilin gönlüne girmek Allah’ın gönlüne girmek demektir”

Her Nefes’in bu sayısında maddî ve mânevî varlıklarıyla bizlere mürşitlik eden büyüklerimizin mânâlarını daha iyi idrak edebilmek niyâzıyla çıktık yola… Onları yâd etmek, onların himmetlerini dilemek üzere… Cemâlnur Sargut Hocamızla da kendisinin hayatına yön vermiş hocaları üzerine sohbet ettik. Hocaları Ken’an Rifâî’yi birebir yansıtan Nazlı Anne, Sâmiha Anne ve Meşkûre Anne’nin hâtıralarıyla dopdolu olan bu söyleşiyi büyüklerimizin varlığından dolayı sükürle siz okuyucularımıza sunuyoruz.

 

Müge Doğan: Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin birçok eseri bulunuyor ancak kendilerinin asıl eserinin insanlar olduğu ifade ediliyor. Nazlı Hanımefendi bu eser insanlar arasında hangi mertebeyi temsil ediyor?

 

Cemâlnur Sargut: O, Peygamber Efendimiz’in yanındaki Hz. Ebû Bekir makamında…. Yani tam sıddık makamını temsil ediyor. Gerek sadâkatiyle, gerek ilmiyle, gerek Peygamber’e olan aşkı gibi efendisine olan hürmeti, saygısı ve ondaki tecelliye olan aşkıyla ve Hz. Ebû Bekir’in Peygamber’in ahlâkını giyinişi gibi Nazlı Anne’nin de Efendimin ahlâkını giyinmiş olmasıyla anlıyoruz ki orada tamamen Efendim’le olan ilişkide Ebû Bekir-Peygamber ilişkisi var. Zaten Hz. Peygamber’in, Hz. Ebû Bekir için “Ölmeden önce ölü görmek isteyen ona baksın” buyurdukları gibi, aynı sözü Efendimiz de Nazlı Anne’ye söylemiştir.

Sâdıklık çok yüce bir makamdır. Sâdıklık onun ahlâkını giyinmek, onun rengine boyanmak demektir. Onun söylediği her söze şeksiz şüphesiz iman etmek demektir. Kendi varlığını aradan çekerek mürşidinin varlığında yok olup fenâfişşeyh olmak demektir. Sadâkat artık varlık istemez, yokluk ve hiçlik ister. Nazlı Anne’de bunu çok bâriz görürdük. Hiçbir zaman kendi için yaşamadı, dâimâ etrafı için yaşadı. Enteresan olan tarafı, hayatını tamamıyla adadığı mürşidinin vefâtında annem ağladığı zaman, “niçin ağlıyorsun, onlar ölür mü ki ağlıyorsun?” diyecek kadar dirâyetli. Gene mürşidi herkesle tek tek vedâlaştığında üç gün boyunca, onun odasına girmeyip onu rahatsız etmeyecek kadar da gerçekten sevmeyi bilen bir insandı.

 

Müge Doğan: Anneniz Meşkûre Sargut, Nazlı Hanımefendi’den, Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin âlem-i cemâle yürüyüşlerinden sonra Hz. Ebû Bekir’e sığınır gibi Nazlı Sultan’a sığındık diye bahsediyor. Bu süreçteki vazifelendirilme ne şekilde oldu?

Cemâlnur Sargut: Ken’an er-Rifâî Hazretleri’nin vefatından sonra Sâmiha Anne ve Nazlı Anne iki değişik vazifeyi birden yüklendiler. Birisi yazarak mürşidini anlattı ve bu çok büyük bir vazifeydi çünkü eğer Sâmiha Anne, Ken’ân Rifâî’yi anlatmamış olsaydı, kimse Ken’ân Rifâî’yi öğrenemeyecekti. Kulaktan dolma bilgilerle veya kendi bakış açısıyla Sâmiha Anne’ye bakarak ya da anneme bakarak onu görmeye çalışacaktı. Ama onların hakikatini göremeyeceği için de Ken’ân Rifâî’yi bilemeyecekti. Ancak kendi kadarıyla idrak edecekti. Ama kitapları onun iç mânâsını anlatıyor; yani Peygamber’in hakikati nasıl Kur’an’da yazılıysa ve sonsuza kadar Peygamber’in hakikati bâkî kalacaksa, Sâmiha Anne, -Nezihe Araz, Safiye Erol ve Sofi Huri’nin de yardımıyla-, Ken’ân Rifâî’nin hakikatini anlatan “20. Yüzyılın Işığında Müslümanlık” isminde bir kitap yazdı. İşte bu kitap Kur’an’ı da anlatan bir kitap oldu, Mesnevî’nin de özünü anlatan bir kitap oldu. Daha doğrusu bu bir “anahtar kitap” oldu ve bu kitap vâsıtasıyla insanlar İlâhiyât-ı Ken’ân’ı çözdüler önce. İlâhiyât-ı Ken’ân’ın hakikatinde Mesnevî ve Kur’an’ın iç mânâlarını ve kapılarını açtılar.

 

Müge Doğan: Siz Nazlı Hanımefendi’den “duasıyla doğduğum sultan” diye bahsediyorsunuz. Bu sultan size “öğretmen olacaksın” diye buyurmuşlar. Siz dünyevî ve mânevî öğretmenliğinizde kendisi de senelerce öğretmenlik yapmış olan Nazlı Hanımefendi’den nasıl etkilendiniz?

 

Cemâlnur Sargut: Annemle babamın on sene çocuğu olmamış. Annemin artık ameliyatsız çocuğu olamayacağını söylemişler doktorlar. Babam da annemin ameliyatına izin vermemiş. Çünkü kendisi de doktor olduğu için ve o devirde ameliyatların çoğu ölümle neticelendiği için babam böyle bir riski çok sevdiği karısı için almak istememiş. Daha sonra ihvânın içinde birisi işsiz kalınca, Nazlı Anne her zamanki gibi el atmışlar çünkü bütün ihvânın derdine dermandı o. İki çocuğuyla karısı ortada kalıyor ve adam işsiz kalıyor; verem olduğu için atıyorlar işten. O zaman babamın da Demokrat Parti ilçe başkanlığı var o devirde. Nazlı Annem, anneme diyor ki “Faruk gitsin, bu beyefendiye iş bulsun, gelsin.” Dünyada babama en zor gelen şey; çünkü başkasından bir şey asla istememiş bir adam. İkincisi de borç içinde çünkü yeni açmış muayenehanesini ve bir gün bile oradan ayrı kalmak babam için çok zor. Annem “başüstüne” diyor ama babamın ne tepki göstereceği hakkında da çok bir bilgisi yok. Dolayısıyla babama geliyor, babam her şeye rağmen “emrederler” diyor. İşte babamın o teslimiyeti, babamın işini kolaylıyor. Muayenehaneyi kapatıyor, Ankara’ya gidiyor fakat daha trenden iner inmez Ticaret Bakanı Enver Güreli’yi görüyor. O da “Sen burada ne yapıyorsun Farukcuğum?” diyor -İstanbul Erkek Lisesi’nden sınıf arkadaşı. Sen diyor, böyle kimseye bir şey istemek için gelmezsin. “Ama bir mübârek istedi benden” deyince, “sen git benim odamda dinlen, ben sana iş bulayım.” diyor. Gidiyor dinlenmeye babam ve on beş, yirmi dakika sonra da iş bulunmuş haberi geliyor. Ve onu duyunca, babam İstanbul’a o gece dönüyor.

Nazlı Annem de ağlayarak, babamın bu teslimiyeti üzerine duâ ediyorlar hayırlı bir evlâdı olsun diye. Annem o ay hâmile kalıyor. Bu gerçek mûcizedir. Allah’ın büyük lûtfudur. Sonra Efendimiz ve Valide Sultan her gece Şevket Bacı’nın rüyasına girerek, “Sâmiha’ya da söyle” diye emrediyorlar, “bir kızı olacak, adını Cemâl koyacağız, başka isim asla istemiyoruz, asla! Meşkûre’ye söyleyin, asla!” diyorlar. Onun üzerine Nazlı Annem de, “Biz de Nur ekleyelim” diyor. Burada da tabii bir hikmet var. Cemâl, cemâlî bir isim. Fazla cemâlî isimlerse zorlayıcı ve zorludur. Cemâlle celâlin bir arada olması lâzım ki kemâl zuhur etsin. Nur, celâlî isimdir. Onun için ikisini birleştirmiş Nazlı Annem.

 

Müge Doğan: “Öğretmen olacaksın” diye buyurmalarıyla ilgili ne söylerdiniz?

Cemâlnur Sargut: Dördüncü sınıftaydım, o sene vefât ettiler… Çok zorlandım, çünkü çok âşıktım hocalarıma. İkisine de… Konak sağ taraftaydı -Hırka-i Şerif’e inen yolun karşısından bir sokak iniyordu. O sokağın başının bir köşesindeki villada Nazlı Annem, karşı köşesindeki villada Sâmiha Annem oturuyorlardı. Nazlı Annem benim her zaman dünyada en sevdiğim insan oldu. Yani annemdi o benim, biliyordum, ruhumun annesiydi. Sonra dördüncü sınıfta karnemi aldığımda -Asuman da karnesini aldı- bizi beraber emrettiler, gelin karnelerinizi okuyun diye. Karneleri okudu Behire Teyze ve Nazlı Annem bana kızı Semiha Cemâl’in Gül Demeti kitabını uzattı ve aynen şöyle dedi: “Sen öğretmen olacaksın.” “Ol” ya da “olmalısın” değil! “Bu kitabı çok iyi oku.” Ben bizim yaşımızda, devrimizde, akıllı kızlar mühendis olur gibi saçma sapan bir kavram olduğundan kimya mühendisliğini tercih ettim.

 

Müge Doğan: “Kaç yaşındaydınız bunu söylediğinde?”

Dördüncü sınıftaydım ve yani (o sınıf için) bir yaş küçük olduğuma göre dokuz yaşında filandım… O bir de elimize bir çift çorap verdi, “babana söyle bunu giysin de gelsin” dedi. Ve biz Adana’ya gittik, iki senedir babamı hiç görmüyorduk. Adana Cezaevi’ne götürmüşlerdi. Biz Adana’da öğrendik vefat ettiğini. Bu, Nazlı Annem’i son görüşüm oldu benim. Sonra geldim, mühendis oldum ve eşim çalışmamı yasakladı. O sırada ben de o kadar bitirmişim okulu, bir de çocuğum olmuş, çalışmak istiyorum… Araştırdım araştırdım, Güneş Koleji’nde part time öğretmenlik buldum. Yarım gündü. Yalvar yakar onu kabul ettirdim. Öğretmenlik doğuştan olan bir şey, sonradan olmuyor, başlayınca mikrop gibi zaten insanın içine işliyor ve bir daha da onu değiştiremiyorsun. Sonra Allah’ın lûtfu olarak da resmî okula tâyinim çıktı. Ben Nazlı Annemin -sonradan Sâmiha Annem de aynı şeyleri söylediler- bu yorumlarını bu öğretmenlikle alâkalandırdım; ama sonra anladım ki onun bahsettiği öğretmenlik bu değildi. Bu öğretmenlik sadece hakiki öğretmenlik için bir hazırlıktı. İnsanları tanımam, onları sevmem, onları severken beklentisiz olmam için. Ve sonra asıl mânevî öğretmenliği yani bana verdiği kitapta öğretilen aşkın öğretmenliğini, Allah bana nasip etti. Aşkın, öğretmenin en güzel vasfı yahut en lûtuf vasfı, öğretirken hep kendisinin öğrenmesidir. Öğrenmekten zevk aldım ve ömrümün sonuna kadar zevk alacağıma inanıyorum.

 

Müge Doğan: “Sâmiha Ayverdi ile Sırra Yolculuk” kitabınızın “Üç Kadın Bir Resim” başlıklı bölümünde Nazlı Anneyi, Sâmiha Ayverdi ve anneniz Meşkûre Sargut ile birlikte hayatınızın merkezindeki üç kadından biri olarak sayıyorsunuz. Bu üç kadın “âmânınız” olarak andığınız Ken’ân Rifâî Hazretleri’yle temsil edilen resmi hangi yönlerden yansıtıyorlardı?

Cemâlnur Sargut: Bir kere Nazlı Annem’de yokluk, hiçlik, Ebû Bekir vasfı; Sâmiha Anne’de adâlet, sevgi, Hz. Ömer gibi idâre vasfı ve muazzam bir anlatım kabiliyeti; annemde ise yaşayan Ken’ân Rifâî’yi seyrettim. Üçü bir arada olmasaydı, ikisinden bilgi edinip tam yaşamanın nasıl olduğunu görmeyecektim ama annemin varlığı çok büyük hizmet etti bize yani iki evlâdına ve çevresine… O, yaşayan Ken’ân Rifâî’ydi. Olduğu gibi yaşadı ve yaşattı. Sâmiha Anne ve Nazlı Annemi çok seviyordum ama her saniye birarada olamıyorsun. Ama annenle her saniye bir aradasın. Annem, celâlli bir anneydi, benim çok iyi yetişmem için çok uğraştı. Hiç tâviz vermedi. Ama bütün bunların içinde ben annemi çok sevdim. Ben ayrı bile kalamazdım o zaman. Onun için herhalde Allah beni gurbetlere attı. Çok uzun süreler ayrı kaldım. Ama bu ayrılıklar da Şems’den Mevlânâ’nın ayrılışı gibi beni eğitti ve öğretti, yetiştirdi, aşkımı artırdı sonra baktım ki artık sevdiğim annem filan değil yani. Ben Allah’ımı seviyorum. Yani peygamberimi seviyorum; Peygamber’i çok seviyorum, çok… Onları öğrendim. Annemin efendisine olan sevgisi bana bunları öğretti. Onun için hepsine çok müteşekkirim. Yani herkesin hayatında erkekler olur, benim kadınlar oldu…

 

Müge Doğan: Çağımızın insanının Nazlı Anne misalinden öncelikle neyi öğrenmesi ve hayatına hangi prensipleri geçirmesi gerekir?

Cemâlnur Sargut: Bir kere o  devrinin Harakânî’si gibiydi. Sabah insanlığa nasıl hizmet ederim diye kalkardı. Kendi varlığını tamamen unutmuştu. İyice, her şeyini efendisine fedâ etti. Otuz dört yaşındaki kızı ölürken “oh oh maşallah” dedi. Semiha Cemâl Hanım “efendimi görmek istiyorum, ölmek üzereyim” dediğinde, “hayır, efendimin istirahat saati, göremez” dedi. Yani bu çok yüksek bir seviyedir, herkesin anlayacağı bir seviye değil. İşte bu idrâki öğrendik Nazlı Anne’den. Onun için ben ölümü çok güzel karşılamayı Nazlı Anne’den öğrendim. Ölümde ağlamamayı… Kat’iyen ağlamazlardı. Çok kızarlardı ağlayana. Annem de tamamen Nazlı Anne gibi hareket etti ömrü boyunca.

Nazlı Anne verici, fedakâr, başkaları için yaşayan, her şeyini başkaları için fedâ eden bir sultandı. Efendisinin kulu kölesiydi. Efendisi olmuştu… Öyle bir sultandı. Anneme “Meczuplar gelecek, sen tahammül edemezsin, bunlar dört gün dört gece konuşmak isterler, yemezler, içmezler, ben dayanabilirim, sen evine git kızım” dermiş.

Anneannem de çok aşklıydı ve bir gün anneannemle sohbet ederken şöminenin üzerindeki çam kozalağı kendini ateşe atmış onların aşkından. Böyle yürümüş tak tak tak tak ve kendini ateşe atmış. Ondan sonra elini uzatmış, ateşin içinden o yarı yanmış yarı yanmamış çam kozalağını almış Nazlı Anne… Onu Efendimin sürahisine kapak yapmış, ancak ona lâyıktır diye.

Çocuktan büyüğe kadar herkese hürmet ederdi. Geçen gün bahsedildiği gibi ya torununu soyardı ya beni soyardı, fakir çocuklara kıyafet olarak bizimkileri giydirirdi. Beni de çocuğu gibi görürdü; yani onun çocuğuydum ben. Hatta evlendiğimde kızı Behire Teyze bana bir hediye getirmiş ve üstüne şöyle yazmış: “Efendisinin ve Nazlı Annesinin pek kıymetlisi” diye… Böyle kıymetliydim ben. Yani insan, kıymetli olduğuna sevinmiyor da onların “kıymetlim” demesine seviniyor. Çünkü insan-ı kâmilin gönlüne girmek Allah’ın gönlüne girmek demektir.

Ben verem geçirdikten sonra yürüyemiyordum; bir gün gene annem Efendimize gitmişler ve demişler ki, bunu alacaksan al, her gece 40 ateş, her gece 40 ateş… Üç ay hiç yürümedim; bacaklarım böyle pâre pâre, ciğerlerim çok kötü durumdaydı, şişmiş… Sonra “alacaksan al” dediği gece ateşim düşüyor işte. Demek ki annemin teslimiyetini bekliyor Efendim.

Bir kırmızı elbise dikmişti ablam bana, çok şıktı. Ablam da o zaman Olgunlaşma’da okuyor. Onu giydim ve doktora gittim. Doktor da “esmere al bağla, geç karşısına ağla” dedi. Ondan sonra Nazlı Annemi istedim, onu görmek istiyorum dedim, o da beni görünce “ne güzel, ay kızım yürümüş gelmiş” diye iltifatlar ettiler, sonra da “elbiseni çıkar, buradaki fakir kızın ihtiyacı var” dediler. Ama ben çok sevindim çünkü benden bir şey istiyordu ve vereceğimden emindi yani o çok…

Biz onları memnun etmek için yaşadık. Asuman’la okula giderdik, her gün önünden… -konakta oturan fakir ihvan vardı; o zaman Efendimizin eşi orada böyle sığınacak kişileri oraya almıştı konağın bazı odalarına. Onlara seslenirdik ama gözümüz Nazlı Anne’nin penceresinde -o bizi görüyor mu acaba, bir şeye ihtiyacınız var mı efendim, alalım, diye. Onlar bizi beğensin üzere yaşadım ben. Hayatımı onlar için geçirdim. Ne biliyorum, küçücüktüm de sadece o önemliydi yani onların bizi sevmesi ve beğenmesi… Tabii bunda annemin çok büyük rolü var. Annemin o sonsuz sevgisi, babamın -bu kadar çocuklarına, bana düşkünken- bizi fedâ edecek kadar onlara hürmeti ve saygısı, -tabii ki, ezelî nasibimiz de var çok şükür ama- bizim yetiştirilmemizde çok doğru rol oynadı. Teslimiyeti öğrettiler annemle babam bize. Yani muazzam! Dedem, babam, annem, anneannem de dâhil -ki en zor teslim olan oydu- hepsi teslimdi. Bizim ailenin hepsinde, -efendisine bizim kadar bağlı olanlar var, olmayanlar var- ama hepsinde bir efendi sevgisi vardır.
Allah bize de onların halleriyle hallenmeyi nasip etsin hocam…

Nûr İken Adı Oldu Meşkûre

Sosyal medyanın ilk tohumlarını atan mâlûm şahıs henüz Harvard’da öğrenciyken yeni bir devrin pimini çektiğinden haberdar mıydı acaba? Artık yaşa bakmaksızın cümlemizin yeni emziği sayılan akıllı telefonlarımıza müptelâ, dijital dünyada hayallerimize açtığımız alanlarda yaşıyoruz. Bu ifade şeklinin vücudumuza salgılattığı dopamin ile dijital dünyada hiç olmadığımız kadar renkli, hiç olmadığımız kadar cesuruz. Hele bir de bilgeyiz ki sormayın gitsin. Bilgece sözler, dijital kişiliklerimizden dökülen sebil inci taneleri… Pek çoğunun da atfedilen müellifine ait olup olmadığı meçhul. Durum o raddeye varmış durumda ki Hz. Pîr’in mübârek ism-i şerifi cümle erdemli sözlerin dijital dünyadaki mahlâsı sanki.

Hâşâ, tüm bu paylaşımları eleştirmek değildir niyetim; zaten yazının amacı da bu değil. Nihayetinde bu fakir de bu dijital dünyanın kendince oyuncusudur haddizâtında. Aksine dijital kişiliklerimiz aslında olmadığımız edep ve irfânı üzerine hâl olarak giyinmiştir çoktan. Dijital kişiliklerimiz gerçekte olmak istediğimizin bayraktarlığını yapmaktadır bir nevî. Gerçek olmayan bir dünyanın daha da gerçek olmayan bir mecrâsında ânı yaşayan, her şeye şükreden, tüm yaradılmışı seven, mutlu olmayı ıskalamayan mümbit bir derviş vahası vardır. Lâkin dünya sahnesinde beden giyinip rolünü oynamaya ve tekâmüle muhtaç ruhlar olarak dijital kişiliklerimiz kadar kolay şekilde “hal” üzere olabilseydik keşke.

Oysa “gerçek” dünyada gündelik sorumluluklarımız ve zorluklarımız var. Bize dünyayı “dar” edenler var. Başarıyı, mutluluğu ve kişiliği maddî ve aklî parametrelere bağlayan ve bizi ancak bu “norm”lara uygunsak mutlu, başarılı ya da güzel sayan bir anlayışın egemen olduğu bir dünya var. Erdemli olmayı dijital kişiliklerimizin üzerinden sıyırıp gerçek bedenlerimize giyinmek mi? Hodri meydan. Haydi kolaysa buyurun…

Kolay değil muhakkak, hiçbir devirde de olmamış. Her devir kendine has baskı ve zorluklarıyla karabasan gibi dolanmış sâlikin bacaklarına. Yine de yılmadan deneyeceğiz, niyet etmişiz bir kere. Lâkin ezelden nasipli bazı ruhlar var ki Allah’ın hikmetleriyle donanmış da gelmişler. Onlar aradığımız “hâl” üzere teşrif etmişler bu dünyaya. Varolan devrin koyduğu düzene uyum sağlamışlar, ancak o kural ve dayatmaları da zerrece “umursamadan”, aşmadan ve şaşmadan yollarında yürümüşler. Hayatın dünyasını “dar” etmek üzere kendilerine sunduğu zorlukları hediye kabul eder gibi baştâcı etmişler. O denli ki zorluklar karşısında ortaya koydukları teslimiyet, şükür ve tüm irfânî meziyetler, dijital kişiliklerimizin bile cesâret edemeyeceği kadar fevkalâdelikler içerir.

Bizim zaten sanal olan dünyada daha da sanal olan dijital gerçekliklerimize inat onlar gerçek diridirler. Birisinin adı da Meşkûre Anne’dir. Kendisiyle tanışmak ve birkaç anı biriktirmek şerefine nâil olmuş olsam da, kendisini tanımadığımı ve hâlâ tanımak için gayrette olduğumu hissederim.

Meşkûre Anne henüz küçük bir kız çocuğu iken yüksek idrak ve istikrar ile mürşidinin dizinin dibine koymuş ömrünü, bir daha da hiç kalkmamış oradan. Başında kavak yelleri uçması beklenen o en “havâî” yaşlarda kendi ifadesiyle “kâh var olup cemâle durmuş, kâh yok olup cemâli olmuş.” Şeklî olarak o huzurdan Efendi’nin âlem-i cemâle vardığı 1950’de kalkmış olsa da hep o huzurda kalmış, pür edep ve pür mutlulukla hep huzurlu, hep huzurda. Tâ ki vuslata kadar. Hayatı kolay yaşamamış ama her geleni lûtuf bilmiş. Eşiyle, evlâtlarıyla, malıyla sınanmış. Eşi haksızlıkların en büyüğüne mârûz kalıp tevkif edildiğinde Hz. Yusuf’a eşlik etmenin şükrünü yaşamış. Evine giren hırsıza aldıklarını helâl etmiş.

Her sabah, her akşam, her an efendisine niyaz etmiş. Ölüm dahî onu niyazda yakalamış. Hz. Mısrî “nur iken adı oldu Niyâzi” derken salt kendinden bahsetmez elbet. Kendi gibi Hayy isminin bütün sultanlarınadır hitâbı muhakkak. O ezelden nasipli kâmil ruhlar her halleriyle bize örnek olmak için vardırlar. Ezelden ebede elimizi tutmak, tökezlediğimizde ayağa kaldırmak, dünyayı kendimize “dar” etmemize müsaade etmeden hakikati bize göstermek için yaşarlar. Dünyayı ayakta tutan kolonlar ve kirişlerdir onlar.

İşte o büyük sultanlardan biri de Meşkûre Anne’dir. Nûr-u Muhammedî’nin bir başka vechesi olarak varlığından dolayı hâlaâ şükrettiğimiz ve hep şükredeceğimizdir.

Mutlu İnsanlar

Merkez Efendi Hazretleri’ne varıp, oradan Ken’an er-Rifâî Hazretleri’nin ayak ucuna koşunca kendimi târifsiz bir bahçede buluyorum. Orada kimler yok ki… Efendimin anacığı Hatîce Cenân Sultan hemen kendilerinin yanında. Semiha Cemâl Hanım ve Hayriye Hanım da hemen efendimin yanındalar. Efendimin ayakucunu ise zâhiren orada olan, olmayan tüm büyüklerimiz, ezel akrabalarımız doldurmuşlar. Yine hemen orada Sâmiha Ayverdi, Meşkûre Sargut, Nazlı Anne, İlhan Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi derken biraz ilerleyince Cemâlnur Hocamın babası Ömer Faruk Sargut, sonra derslerde hep anlattığı yeğeni Züliş!.. Ve sonra Kâzım Amca…

Oraya gidince ayrılamıyorsunuz çünkü orada huzur var. Hava buz gibi soğuksa da orada âdetâ duyulmuyor, yakıcı derecede sıcaksa da… Kaç saat geçmiş, bilmiyorsunuz. Bambaşka bir huzur, bambaşka…

Sorularım, komik sorunlarım, neyim varsa orada kaybolur. Duâ etmek isterim, ne diyeceğimi bilemem! Sadece bakarım, seyrederim, şükretmeye çalışırım. Yok, yok, yok hiçbir şey. Allah var… Orada işte bunu görürüm. Onlara her bakış Allah’ı tekrar tekrar hatırlatır. Onları târif etmek için, mâlûm, denizler mürekkep olsa… Bir o kadar da eklense… Hiçbir şekilde târife yetemiyor. Benimse varsa eğer tek bildiğim, o huzurun içindeki sessiz sözsüz mutluluk hissidir. Onlar, “Hazret-i insanlar”…. Onlar mutlu insanlar… Onlarlayken ben de onlarla olmanın mutluluğunu yaşarım. Sadece orada değil, nerede olursam olayım, mutluluğu, nasıl mutlu olunacağını onlardan görüp tanırım. Aslında zaten başka bir mutluluk yok ve zaten onlar orada yatıyor da değiller. Onlar hakikatleriyle, ezelî ve ebedî dirilikleriyle her an her yerde bizimleler. Gidip sarıldığım, öptüğüm mezar taşları değil. Ama izinin tozuna yüzümü sürmekten de kendimi alıkoymam mümkün değil…

Onların hakikatini, mânâsını bu âlemde vücut içinde görebildiğim Cemâlnur Hocam’la aynı ortamda bulunabilmişsem eline öpmeye kıyamadan, kenardan bakıp acaba gözü bana değer mi diye bakışını beklediğim çoktur. Böyle bir bakışı beklerken kendi kendime düşünmüş, düşüncemle zevke dalmıştım. Bu âlemde elini öpmeyi, gözünün bana değmesini ümit ederek neşeyle coştuğum mürşidim, zaten hakikatiyle ezel âleminde beni görmüş, bana dokunmuş, beni yanına almış ki ben burada onun sohbetinden zevk alabiliyorum, onun ilminin ışığıyla yürümeye çalışabiliyorum diye hatırlamıştım. O beni zaten daha o yüce meclisteyken yanına almış… Allah’ım, bu nasıl bir lûtuf, nasıl bir güzellik!.. Yoksa onu bulmak ya da onu sevmek bile benimle ilgili olan, bana ait olan şeyler değil. İnsanın mutlu olması için bunu hatırlaması iki cihanda ona yeter. Mutluluğun başka bir yolu yok.

İnsanın mürşidini bulması, mürşidini araması onu bir adreste bulmaya denk düşmüyor. Zaten bize Allah’ın ilmiyle, aşkıyla dokunmuş, bizi ezel âleminde bayrağı altına almış, evlâdım demiş olan mürşidi kaybeden kim? Mürşidini bulmaktan benim anladığım şey, onun varlığını, üzerimizdeki etkisini gönlünde, içinde bulmak, eserini içinde tanıyabilmek demektir. Onun aşkıyla ve ilmiyle hâllenebiliyorsam, bununla inşallah kirlerimden paslarımdan temizlenmeye çalışabiliyorsam mürşidim zaten benimle demektir. Benim putlarımı birer birer kim kırıyorsa benim mürşidim odur demektir. Tüm âlemin bana mürşit olduğunu, beni terbiye ettiğini bana öğreten benim gerçek mürşidimdir. Vücutların geçici olduğunu, bugün gri elbisesiyle doğudan gelenin yarın yeşil elbisesiyle batıdan gelebileceğini, binek atlarının üstündeki tek padişahın Allah olduğunu bana öğreten benim mürşidimdir. Hiçbir şeyden etkilenmemeyi, ne acının ne de sevincin üzerinde durmamayı, her şeyin gelip geçiciliğini, Allah’tan başkasının olmadığını, huzurun sadece Allah’ın huzurunda olmakla mümkün olduğunu bana gösteren benim mürşidimdir. Nazlı Anne, Sâmiha Anne, Meşkûre Anne… Hepsi benim mürşidimdir. Onlardan görünen Ken’ân er-Rifâî Hazretleri’dir.

Cemâlnur Hocam’ın deyişiyle, Allah bizden mutlu olmamızı ister. Onlarsa mutluluğu elde etmiş ve bize de nasıl elde edeceğimizi göstermekle vazifelendirilmiş insanlardır. Mutluluğun ancak Allah aşkıyla yaşanabileceğini, o aşkın da mürşitle anlaşılabileceğini bize hâlleriyle gösteren insanlar… Tüm istekleri bizim Allah’ın huzurunda râzı ve mutlu olarak yaşamamız olan insanlar onlar. Onlar Allah’ın mutluluk elçileri.

Onlara bakarım, mutluluktan orada bulunuşuma hayret ederim.
Onlara bakarım, Allah’ın güzelliğini seyre dalarım…

Aşk Olur Masal

Önünden her geçenin gözlerine yakalanan ve mânâsıyla Fatih semtini saran bir ev var. Gidip gelerek büyüdüğüm, içinde sohbetler dinleyerek beslendiğim ve bir zamanlar odamın camından seyrettiğim… Şu deli kıza ne büyük lûtuftu! Yoksa kimbilir nerelerde yetişip hangi yollarda kaybolurdum. Şimdi bile bu kadar kararsızken, başına buyrukken…

Bu evle ilgili hatırladığım ilk şey, küçüklüğümde bahçesinde koşturduğum bir gün. Evin içi kalabalıktı ve birkaç çocuk dışarıda oynuyorduk. Sonra bahçede dolanırken yanındaki apartmanla arasında yer alan boşlukta bir tabut görünce korkup uzaklaştım. Çocuk hali işte… Meğer güzel sultan Sâmiha Ayverdi yatarmış içinde! Ve zihnimdeki bu görüntüler bir rüyâ mı, yoksa gerçek mi hâlâ emin değilim. Sormadım da kimseye…  

Yıllar sonra bir pastırma yazı sıcağında bu kez ev, İlhan Ayverdi için dolup taşarken ben de bahçesinde oyun oynamayacak, o günün hepimiz için neler ifade ettiğini anlayacak kadar büyümüştüm. Evin içi de dışı da âdeta mahşer yeri gibiydi. Zaman durmuş, hayat gailesi unutulmuş. Herkes dünyaya neden geldiğini sanki o gün durup da bir hatırlamış. Hepsinin yarası aynı, gözyaşları bir… Kimi annesiz kalmış kimi ablasız kimi de dostsuz… Üstelik onlara bunu güzel karşılamak öğretilmiş ama işte, toz kaçmış bütün gözlere…

Şimdi o günü düşünürken içim hep buruk… Çünkü altı yıl önceki o kızcağızı gözümün önüne getirdiğimde hep ağlıyor, insanlar kâh sırtını sıvazlarken kâh sarılırken gönülcüğü çok yanıyor. Zira çoğu kimse benzer bir günü Sâmiha Anne’nin vefatlarında tatmışken benim için bütün bu yaşanılanlar çok yeniydi. Hayatta en çok sevdiğim insanı kaybetmiştim, ilk defa cansız bir beden görmüştüm ve o benim annemdi… O günden sonra ilk defa insanın ne olursa olsun her şeye alışabildiğini, zamanın gerçekten ilâç olabileceğini anlamıştım ve giden, benim annemdi…  

Daha çocukken, İlhan Anne’nin diğer büyüklerden farklı olduğunu hissetmeye başlamıştım. Bu, Allah tarafından bana verilen bir hediyeydi ve gönüllerdeki çerâğı uyandıran bir rehberin varlığını duydukça içimde canlanan da sadece onun cemâliydi. Sanırım Allah lûtfettikten ve nasip olduktan sonra gönlün bir yaşı yoktu. Aslında bu, ezelde âşinâ olduğun birini bambaşka bir âlemde tanıyıp da ona meyletme zevki değil de neydi?

Ben annemin hem Küçük Hanım’ı idim hem de meslektaşı… Zaman zaman bana böyle hitap ederlerdi. Her zaman görme imkânım olmazdı, onunla çok vakit geçiremezdim ama yanımda olduğunu bana hep hissettirirdi. Öğrendiğim her şeyin temelinde ondan dinlediklerim vardı. Benliğimden sıyrılıp da dışarıya yansıttığım bir hal varsa ondandı. Çevremdeki insanlardan farklı olarak gösterdiğim bir ölçü, bir tavır varsa yine ondandı. Hâsılı, varlığımdaki bütün güzelliklerin sahibiydi; bütün kötülükler ise benim âcizliğimdendi. İlhan Anne, Allah yolunda ruhumu en güzel şekilde işlemişti ama kalıcı olması için hem onun himmetleri gerekliydi hem de benim gayretim…

En son vefatlarından sonra bir yazı kaleme almışken şimdi bunları karalamak benim için hiç kolay değil. Çünkü gönül dilim, ruhuma bir şeyler fısıldıyor ama tercümanım yok. Gözyaşlarıma hâkim olmaktan başka bir şey yapamıyorum. Annem, bu cümleyi Ken’an Rifâî Hazretleri için söylemişler; âcizane ben de onun için dile getirerek ve himmetlerini niyaz ederek satırlarımı sonlandırmak istiyorum:

“Hayat yolumun sizinle kesişmesi, yaşadığım en büyük bahtiyarlıktır.”   

 

“Sen de Bana Duâ Et!”

Hayat kısa.
Doğarsın, yaşarsın ve tekrar doğarsın sonsuzluğa.
Ölürsün, gidersin demedim.
Tekrar doğarsın sonsuzluğa.
Kıyamet âyetlerini bir hikâyeymiş gibi okuma; edebiyattan anlıyorsan âlemlerin Rabbi fiillerde geçmiş zamanı kullanmış. Şimdi bir daha oku da dehşetin artsın mâdem. Belki de kıyâmet dedikleri senin gidişinmiş kendi “meçhûlüne”.

***

Sayfalarca doldurduğun, kariyerinin her ayrıntısını yazdığın CV’lerin nerede, bir saati bulan yaz tatili hatıraların, beş sene önce izlediğin, aklının köşesine sinen o maçın o en güzel ânı, çocuğunu ilk kucağına alışın, okulundan mezun olduğun gün, “bilindik” bilinmeyene giderken aklına mı gelecek sanıyorsun?

Haydi diyelim ki dünyevî şeylerle vaktini çok harcamadın… O kıldığın namaz mı gelecek aklına veya ilk umren, o meşk geceleri…
Hiçbir şey.
Bir hiç olduğunu anlayacakken, aklına gelenin bir hiç olması da ne demek acaba?
Neden bu kadar kavga mâdem öyle?

***

Sonu olan başlangıç ile sonu olmayan başlangıç arasında geçen sürede pek çok şey girdi hayata, pek çoğu geldi-geçti, pek çoğu çıktı.

Kişinin kemâline yolculuğunda hepsi birer vazifeliydi.
Herkes birbirinin yolculuğu için vazifeli.
Sen çocuğun için, çocuğun senin için, sen baban için, baban arkadaşı için, babanın arkadaşı onun için, o şunun için.
Bu ne müthiş bir düzen!
Kader dediğin ne diye sorup duruyorsun ya, al sana kader.
“Her şey bizim içindir ama hiçbir şey bizim değildir.”
Değil mi?

***

Anneanne demeyi severdim.
Eski İstanbul’u sorardım, anlatırdı.
Blok blok üstümüze çöken İstanbul’un, inci gibi ruhları işlediği zamanlarını anlatırdı.
Mânâdan bahsederdi.
Fakir bilmezdi, o bilirdi. Fakir görmezdi, o görmüştü.
Sonradan öğrendim:
“Keşke yola baş koysa” dermiş.
Son görüştüğümüzde “sana duâ edeceğim, sen de bana duâ et” demişiz.
Etmiş.
Vesselâm.

***

Şehit olanlara ne mutlu.
Şehit demek şâhid olan demek değil mi?
Onlar diridirler fakat biz anlamayız.