Velvele

Can cânına “Canım” dedi

“Benim” demeden

“Ümmetim…” dedi

Bizlere de can dedi

Can bulduk

 

İç, içine “İçim” dedi

İçiçe,

Şerbetten içtik

 

Yansıdı

Yan yana

Başladı

Başbaşa

Seyrettik

 

Kendi, kendine seslendi

Kendinden kendine

Kendiliğinden

“Ol” dedi

Olduk

 

Cân-ı Can

 

“Akıl adlı ihtiyar fikir adlı çocuğunu aşk mektebine yollamış… Ondan bir şeyler öğrensin diye… Ama nâfile, hiçbir şey öğrenememiş çocuk… Tâ ki kitapları atıp GÖNÜL olarak gidince öğrenmiş hakikati…”

İnsan ne tuhaf… İçimizde olan, bize en yakın hâlleri, hakikatleri göremiyoruz da, binlerce ötedeki herşeylerden haber oluyoruz.

Her birimizde bir kalp var, çok şükür. Biz vaktiyle kalbi olan herkesi bir zannederdik ve hatta ‘herkesin bir kalbi var işte’ diye bilir, üstünde durmadan geçerdik. Meğer öyle değilmiş: Kalp ayrı seymiş, gönül ayrı, can ayrı seymiş… Herkesteki kalp aynı şekilde zuhur etmezmiş.

Kalp denilen şey, maddî görevini yapan bir organcıkmış sadece. O organ ki ancak sahibi hakikat yoluna girip irfan ile aydınlanınca, diğer bir deyişle üzerine ilâhî ilim yansıyınca, onda Hak kendini gösterirmiş. İşte ancak o vakit kalp gönüle dönüşürmüş. Gönül ki, hakikat nuru ile aydınlanınca asla eşitlikten, haktan, çabadan, zarâfetten ve aşktan geçmezmiş.

Can ise insanın ruhuymuş, sırrıymış. Yaratılışımızdan gelen, bizdeki gizli isimlerin saklı yeriymiş. Tasavvufî eserlerde can kelimesi bazan Allah anlamında, bazan Resûlullah, bazan da şeyh için kullanılmakta… Demek ki biz de Allah’tan, Hz. Muhammed’den ve ustamızdan birer parça gizli… ama derinde… çok derinde… ve çaba göstermeden kendini âşikâr etmiyor. Bunu bilmek bile insanı heyecanlandırıyor.

Bir zamandır ‘cevher’ diyorum ben bu sırlara; belki doğru, belki yanlış… Dünyadaki en güzel seslerde söyleyenin cevherini duyuyorum veya çizilmiş bir tabloda çizenin cevherini görüyorum. Beyaz beyaz pamukçuk gibi hayal ediyorum o sırları ve yufka yufka görünmelerine rağmen sanıyorum ki çok zor onları taşımak, ağır bir görev ve mücadele istiyor. Belki de bu yüzden çok başarılı insanlar dünyevî bağlar üzerinden cebelleşmeye çalışıyorlar konumları ile diye de düşünüyorum. Bütün dünyanın dinlediği bir ses bahşedilmişse sana örneğin, fakat kimse sana içindeki sırdan bahsetmediyse ve bir usta sana o cevher ile başa çıkmayı öğretmediyse, bocalıyorsun.

Bu yüzden biz ihvan dostlarını ve kendimi dünyanın en şanslı insanları addediyorum. Bize dokunup gözlerimizin perdesini açan olmuş, çok şükür, ki şimdilerde içimizdeki cevheri dışarı çıkarmak için çabalıyoruz diye düşünüyorum. Sanıyorum Yunus Emre de “Bir ben vardır, benden içeru” derken, aynı bu sırra, sırlara atıfta bulunuyordu. Allah hepimize o sırlara erişmeyi ve minnacık bir atomdan halka halka çoğalmış gibi hayvanı katmanlarımıza sarılmış cevherleri bir bir açık etmeyi nasip etsin inşallah.

 

Zaman

Sahnede 11-12 yaşlarında bir kız çocuğu var. Seksenli yılların henüz en başında kardeş kavgasından yorulmuş, aşınmış bir memleketin hafif karanlık, biraz melankolik ve çokça tevâzu dolu dünyasında gelecekle ilgili hayaller kuran bir çocuk. Kendini bildi bileli zamanı geçer akçe saymış. Sabahları 08:30’da kalkılır. 9:00’da kahvaltı yapılır. 11:00’de radyoda Çocuk Bahçesi programı vardır. 12:30’da okula gidilir. Akşam 18:00’de mutlaka yine radyonun başında olunmalıdır. O zamanlar adına henüz “jingıl” denmeyen hep aynı mandolin sesinin tıngırtısı ile başlayan “Arkası Yarın”lar için sabırsızlanır bu çocuk. Efekt, Korkmaz Çakar’dır ve piyesler hayallerini hep yeni malzemelerle donatır. O dönemde televizyonun açılış kapanış saatleri vardır.  Pazartesiler Milliyet Kardeş günleri, Cumartesi semt pazarına giden annenin filelerini taşımaya yardım günleri, Pazar mutlaka banyo günleridir. Velhâsıl zamanı bilmek gerekir, zaman pek kıymetlidir.  

O dönemin Türkiyesi tüketimle henüz tanışmamış. Zincir marketlerin ışıltılarının altında beğeniye sunulan sınırsız çeşidi bilmez bu çocuk. Mahalle bakkallarında tezgâhın önünde duran açık teneke kutulardaki bisküviler ziyâdesiyle yeter onu mutlu etmeye. Bir de özel günlerde kapı girişindeki ipe asılan yaldızlı şemsiye çikolatalardan alınırsa değmeyin keyfine. Babasının her ay başında zarf içinde eve getirdiği tek maaşı meşakkatle ama aynı zamanda basiretle çeviren annesi, zorlukları ne ona ne de kardeşine hissettirmez ki. Mutludur çocuk. Bilmez hayatında hiçbir şeyin eksiğini. Onun için para değil zamandır geçer akçe.

İlkokulu bitirdiği yaz babası bir akşam müjdeli bir haberle gelir. Ertesi gün birlikte Tahtakale’ye gideceklerdir. Niyesini bilmez, meraklı ve sabırsız meşrebine rağmen nedenini bile sorgulamaz. Tahtakale’ye gezmeye gitmek bile başlıbaşına bir karanavaldır onun için. Kız, babasının elini tutar. Babası onu Saatçiler Hanı’na götürür. Kahverengi deri kayışlı, içi altın yaldızlı, küçük diktörgenden zarif bir saatle dönerler eve. İlkokul bitirme hediyesidir bu. O güne kadar görev bildiği hiçbir şeye karşılık hediye almamış bu çocuk, saati gururla takar koluna. Bir daha da ömrünce hep kolunda saat ile yaşar bu hayatı.

Allahını çok sever. Hep koruyan, yardım eden, müşfik bir Allah vardır onun için. Din, pamuk anneanne ve dedesinin bu dünyada başkanlığını yaptığı bir sistemdir sanki onun için. Üstelik zamana pek kıymet verir onun dini. Her şeyin zamanı vardır. Namazın, orucun, kurbanın… Her şey tastamam zamanında olmalıdır. Yalnız aklı şu cennet hayatını bir türlü kesmez bu çocuğun. İyi bir insan olmak ister, Allah onu cennetine koysun ister. Bolluk ve neşe içinde bir cennet hayatına iman eder. Lâkin aklı sonsuzluğu kesmez. Sonsuz da nedir yahu? Zamanla nasıl takip edilir ki bu sonsuz? Yok yok, aklı kesmez ama çözmek için büyümeye bırakır bu meseleyi.

Sonra büyür bu çocuk. Güya daha karmaşık meselelerle uğraşan, aklı başında bir yetişkin gibi dolaşsa da ortalarda aslında hayata dair basit okumalar yapmayı seçer. Zaman onun için hâlâ kıymetlidir. Geçmiş ve gelecek kavramları, hayallerinin ve planlarının merkezine oturur. Ama tüm putları kırmaya muktedir olan mürşid, tam da bu esnâda devreye girer ve filmlerdeki akla kazınan sahneler gibi bir anda zaman kavramını da yer ile yeksân eder. Bittabî yerine Allah aşkını koymak şartıyla. Lâkin dışıyla yetişkin, içiyle çocuk olan bu kız zamanın, lineer bir çizgi olmadığını anlamakta ve dünya planını keşfetmek için kullanılan bir mecazdan, bir vehimden öteye bir anlam taşımadığını idrak etmekte bir hayli güçlük çeker. Geçmiş yok, gelecek yok, ayân-ı sâbite olarak kodlanan isimlerimizi ortaya çıkarmak için çok evvelden yazılmış bir senaryoyu oynayan vücutlar olduğumuzu anlamak onun için çok zordur. Nasıl zor olmasın? En büyük meselesi olan sonsuzluğu idrak etmek için elindeki tek ölçü birimi olan zaman kavramı da elinden alınınca başı kesik tavuk gibi ortalarda öylece kalakalmıştır.

Mesele burada bitse de düşünmeyi terkedip kendini olayların akışına bıraksa yine iyi. Lâkin bu deprem, artçılarıyla gelmiştir: Okullarda onsekiz yıl boyunca harcadığı mesâiyi bir anda ehemniyetsiz bırakan, vakit ve zamanın birbiri ile eş anlamlı olmadığını farkettiği an bir başka artçının habercisidir. Vakit tam mânâsıyla AN olarak karşısına konur. Ne geçmiş ne de gelecek. Tam da tecrübe edilen tecelliyat ve içinde bulunulan hâlin adıdır vakit. O halde vakte riâyet de o hâle riâyet etmek, hâlin gereğini yerine getirmektir. Dahası vaktin bir sahibi vardır. Makamlar kime işaret ederse etsin, sâlik için mürşididir bu. Yani vakte riâyet bir anlamda mürşidin onun için işaret ettiğine de riâyettir. Bulmuştur işte; zaman değilse de vakit yine geçer akçedir.  Tedâvülde kalması ise mürşide rapt ile mümkündür.

Kız mutludur artık, zamanın sırrını bulmuştur….

Kendime

Kimseye bir şeyler öğretmek zorunda değilsin, kimseye bir şeyler anlatmak zorunda da değilsin. Hatta ve hatta hiç bir olaya anlam yüklemek zorunda da değilsin.

Sen mutluysan olay bitmiştir!

Kimse sana ve senin bilgine muhtaç değil. Kimse senden öğrendikleriyle nirvanaya ulaşmayacak. Kimselere kendini kanıtlamak zorunda da değilsin.

Sen mutluysan olay bitmiştir!

Varsın, sustuğun için sana câhil desinler, hatta sana ahmak da diyebilirler. Varsın sana ‘o’cu, ‘bu’cu desinler. Varsın, sana en beğendikleri kimlikleri giydirsinler. Herkes kendi seviyesi kadar giydirecektir seni ve sen “desinler”in kölesi olmadığın sürece sorun yok.

Sen mutluysan olay bitmiştir!

Yarın ölüp gitsen senin yerini dolduracak binlerce insan var bu dünyada. Küçücük bir vücutsun, neyinle övüneceksin? Mezar taşın mermerden olsa ne olur, tahta parçasından olsa ne olur?

Sen mutluysan olay bitmiştir!

Ancak…

Ancak hâlâ kalbinde bir kırgınlık, öfke, kin, üzüntü, endişe, korku, mutsuzluk varsa o zaman daha yolun başındasın demektir.

Hiç arkana bakma, arkan bomboş!

 

Ceyhun Özdemir

Aşk-ı Hırs

Metrobüs meydan savaşlarını bilirsiniz; eğer mesai saatlerinin başlangıç ve bitiş zamanlarında metrobüse binmeyi göze aldıysanız başınıza ne geleceğini umursamadan zorlu bir mücadeleye girişmeyi de göze almışsınız demektir. Siz dilediğiniz kadar nezaketle sıraya girip kimseye dokunmadan o kapıdan içeri girmeye çalışsanız da muhakkak birileri, o eşsiz koltuklardan birine oturabilme aşkıyla sizi adeta ezip geçecektir. Sonuçta herkesin tek istediği şey rahat bir yolculuk yapmaktır. Bunun tek yolu ise “boş bir koltuğa sahip olmak için başkalarını ezmek ve geçmektir.”

Kâbe’nin tam yanında, metrobüs meydan savaşları misâli, hatta ondan daha da zorlu bir itişip kakışma içine girdiğinizi düşünün. Ayıp, günah ve edepsizce mi dersiniz? Asla değil!

Eğer Kâbe’de Hacer’ul Esved’e dokunmak istiyorsanız, aman sıraya gireyim, itişip kakışmayayım, kimseye zarar vermeyeyim gibi düşünceler içinde olamazsınız. Gidenler bilirler; Hacer’ul Esved’e dokunmak ve ona yüz sürmek için herkes müthiş bir mücadele içindedir. İnsanlar birbirlerini iterek, önündeki kişiyi çekip onun yerine geçmeye çalışarak, adeta savaşarak ilerler. İnsan o hengâmede arada belki birilerine vurur, zarar verir. Ve elbette kendisi de başkalarından zarar görür. Bu uğurda kaburgaları çatlayan, ayak parmakları ezilen çok kişi bilirim. Ama dönüp de kimseye sen niye bana zarar veriyorsun denilmez. Her türlü bedensel darbeye rağmen kimse kimseye kızmaz, darbelere kimin sebep olduğuna bakılmaz. Herkes hedefe kilitlenip devam eder.

Sebep? Aşk.

Herkes aynı aşkla aynı hedefe doğru ilerler. Evet, herkesin aşkının şiddeti, aşkı tanımlaması başkadır, ama temel aşka dayanır. Aşk bir olunca herkes birbirini anlar, birbirinin aşkına hürmet eder. Alınan darbeler bir aşkın eseridir. Zarar veren kişinin tek maksadı aşkına ulaşmaktır, kimseye ne yaptığının farkında bile olmaz. Zarar gören kişinin maksadı da aynıdır, kimden ne boyutta zarar gördüğüyle ilgilenmez.

Peki, kâinatta kaç türlü aşk vardır diye sorsak bir tane mi cevap alırız? Herkesin aşkı, aşk tanımı başkadır. O halde dünya aşkı da bir aşk değil midir? Çoluk çocuk, mal mülk, eş dost, makam mevki aşkları da birer aşk değil midir? Sosyal hayatın içinde bir şekilde birlikte yol almak zorunda olduğumuz hırslı ve egolu insanların hırsları da birer aşk değil midir? Ve dahası, sırf hırsları yüzünden bize zarar veren, ezmeye çalışan bu insanların bize verdiği zarar da bir aşk uğruna değil midir?

Evet, kabul etmek gerçekten çok zor. Ama gerçek bu.

Eğer Hacer’ul Esved’i öperken kaburganı kıran kişiye sırf aşkı yüzünden hürmet edip yoluna devam edebiliyorsan, para, makam hırsı yüzünden sana zarar vermeye çalışan kişinin bu aşkına da hürmet edip yoluna devam etmeyi öğrenebilmelisin. Herkes bir aşk uğruna sağına soluna bakmadan yoluna devam etmeye çalışıyorsa sen de kendi aşkının ne olduğuna karar verip, başkalarına aşkları sebebiyle hürmet edip, kendi hedefine kilitlenmeyi öğrenmelisin. Etrafa takılıp kimseyle meşgul olmamayı artık öğrenmelisin. Aksi halde uygulamaya çalıştığın din şuursuz bir mecburiyetten, tasavvuf bir moda akımı olmaktan öteye gitmez.

Benden kendime söylemesi.

Birliği Görmeye Niyet Ettim

 

Sabaha kavuşmayı bekleyen gecenin misâfiriyim yine. Uykum başını alıp gitti ve bedenim yürümekten yorgun fakat uyuyamıyorum. Zihnim dolu, gönlüm âvâre… Penceremin kenarına oturdum, bir boydan bir boya uzanmış şu caddeyi seyrediyorum. İçten içe de bu renkliliğin hikmetini, çokluktaki birliği, zıtlıkların birbirini nasıl tamamladığını idrak edebilmek istiyorum.  

Dünya, âdetâ ezel ile ebed arasına köprü olmuş bir bahçe… Kendimize güvenip yerin, göğün yüklenmekten edep ettiği emânete biz sahip çıkmışız. İsim ve sıfatlarımızı kuşanıp gönderilmişiz bu cenk meydanına. Her birimiz başka bir sûrette; herkes kendi mânâsının kokusunu yayıyor. Kimi sümbül kimi menekşe kimi kaktüs kimi ot… Hepsi Gül’ün yüzü suyu hürmetine yaratılmış ve her farklılık birbirini tamamlıyor. Denge kurulmuş; her şey yerli yerinde bu meydanda. Ancak kimse farkında değil.

İnsan, emânetten bîhaber, isyan içinde! Eline imkân verilse meydandaki bütün düzeni değiştirir, çünkü hiçbir şey yolunda değildir ona göre. Arzu ettiği yahut hayal ettiği ona verilmiyordur. Cezalandırılması gereken, mutlu mesut yaşıyordur; mükâfatlandırılması gereken ise dertlerle meşguldür. Ne yaşanılanlarda ne de insanlar arasında adâlet vardır. Bu gafletin teşhisi de belli; sûretleri ve hâdiseleri kendimize perde yapınca bütünü görmekten, yani yapan ve yaptıranın kim olduğunu idrak etmekten âciz kalıyoruz. Benim sadece şu pencerenin çerçevesinden görünenleri seyre dalmam, ötesinden habersiz olmam gibi… Meselâ şu cadde, hakikatin bize yansıyan aynalarından biri ve bu yolda herkes âlemdeki rolü icabı hareket ediyor; kimi sağa sola sapıyor kimi düz gidiyor kimi geri dönüyor kimi de sadece duruyor… Aslında kendi kokusunu nerede duyarsa oraya meylediyor.

Bu cümleler neden şimdi zihnimde deverân ediyor, bilmiyorum. Uzun süredir çokluğa takılıp her şeyi sorguladığım için belki de… Halbuki farkında olmadan pek çok bahçede gezerek yetiştim. Türlü türlü çiçekler koklamak nasip oldu. Hem sevdim hem sevildim. Sonra büyüdüm ve bir gün nefis dikenlerine rastlayınca meydanın orta yerinde kalakaldım. Yaram var ey bahçedekiler, son günlerde çok kanıyor! Sizler birbirinizden uzaklaşıp birliği görmezden geldiğiniz için değil. Sizleri örnek alırken hayal kırıklığına uğradığım için de değil. Benlikten kurtulamadığımdan, O’nunla (c.c) râbıta kuramadığımdan! Önce kendime anlatabilsem aslında Gül’ün bahçesinde olduğumuzu… Gönlümü, gözlerimi, dilimi nefsime âlet etmesem ve kimsede kusur görmeyip darılmasam… Hani O’nun rızâsı olmadan bir yaprak dahi kıpırdamazdı? Dinleyip ne çabuk unutuyorum!

Şu dünya sahnesinde yeterince yükümüz varken kendimize ve birbirimize ettiğimiz zulüm neden? Cennet O’nun (c.c) olduğu yerken, O’nun olmadığı hiçbir yer de yokken bahçeyi yağmalamak neden? Emâneti hatırlasak, biraz durulup baksak… Aynı ağacın farklı dalları misâli, hakikatte sûretlerin hepsi vazifesini yerine getiriyor. İyi de kötü de kökten, yani O’ndan (c.c) beslenip hayat buluyor. Ve Cemâl’i sırlayan bu çokluk, aslında bir ağaç gibi Birlik’te yeşerip vuslata eriyor. Sonra aşk doğuyor! Gül’ün râyihası âlemi sarıp sarmalıyor. Belki de yaratılışın hikmeti burada aşikâr oluyor vesselâm…