Dur

“İnsan çok aceleci yaratılmıştır. Size yakında âyetlerimi göstereceğim. Şimdi acele etmeyin.” (Enbiyâ, 37)

Her dâim bir yerlere yetişme telâşındayız. Mâlûm, şehir trafiğinden mütevellit, bizim için beş dakika bile önemli. Toplu taşıma kullanıyor musunuz bilmiyorum fakat kullananlar iyi bilir, hep bir kargaşa, itiş-kakış… Servise binmek için mücâdeledeyiz, trene binmek için inanılmaz bir rekabetteyiz, birbirimizi ezerek yol almanın umursamaz tavrı içindeyiz. Ne için?

Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibâdetten hayırlıdır. (Hadis-i Şerif)

Her adımda ölüme biraz daha yaklaşıyor insan. Atarken farkında olmuyoruz tabiî ki… Çünkü farkındalık için bir dakika, hattâ belki Allah’ın ihsanıyla bir saniye de yeter. Durmak lâzım. Düşünmek için durmak lâzım. Hareket hâlindeyken bakarsınız, ama durursanız görürsünüz. Bakmakla görmek bir mi? O zaman, bir dakika durmak lâzım. O kaosun ortasında bir dakika durup bakın, göreceksiniz. Yersiz telâşlar insanları ne hâllere sokuyor… Bizzat tecrübe ettim. Servise yetişme telâşında koşan bir bayana başka birisi çarpıp geçti. Yere düşen bayanın ayağı kırıldı. Hepimiz baktık, geçtik, gittik. Beşerliği yaşayarak ne çok şey kaybettiğimizi bilmeden, insanlığın kıyısından geçmenin tadını almadan geçip gittik. Telâşlarımız vardı çünkü. Allah buyuruyor ya, kıyâmet günü herkesi sarhoş gibi göreceğimizi, gebe kadınların çocuklarını düşüreceklerini, emzikli bebelerin unutulup gideceğini… Sur’a üfürüldü de bizim mi haberimiz olmadı yoksa? Baksanıza, biz kendi kıyâmetimizi kendimiz yaratmış gibi hareket eder durur hâldeyiz. Bu kadar hız, bu bedenlere biraz fazla.

Hızlandırdığımız şey, yetişeceğimiz programımızdan ziyâde hesap günümüz aslında. Her adım eve gittiğini zannederken, hesap gününe yaklaştığını bir düşün. Bir adım, bir adım daha cennet ve cehennem kapılarının yüzünü gösterdiğini hayâl et. İşte bu yüzden şimdi, ünlem işaretini gördüğün an dur ve bir düşün!

Durmayı pasiflik sandıysan yanıldın. Durmak başlamak çünkü. Durursak tefekkür edeceğiz. Bakmaktan görmeye geçeceğiz. Görünce başlayacağız. Başlayınca artık hepsi içinde: Görmek, bilmek, düşünmek. Hicret etmek belki de. Beşerlikten insanlığa. Yesrib’i Medine’ye çevirmek. Gafletle Yesrib’e döndüysek, tövbeyle Medine’ye tekrar hicret etmek. Gafletten hayıra dönmek için tekrar görmek. Görmek için tekrar durmak. Hiç bitmeyen bir hayırlı bir döngü gibi sanki. Birkaç adım geri düşerken, toparlanıp ileri yürümek. İyi gittiğini düşündüğün an gaflete düşmek, kusurunu bilip yeniden kendine çekidüzen vermek, bir daha, bir daha insanlığa hicret etmek.

Dağların titreyip üstlenemediğini üstlenmek ağır tabiî; kolay olacak değildi. İşte bundan şânımız, şerefimiz… Neyim varsa senindir, sendendir, sanadır, deyişimiz. “Yalnız sana kulluk eder, yalnız sana duâ ederiz” feryâdımız… “Yalnız sendeniz, sana döneceğiz” yeminimiz…

Her hatâdan sonra yeniden doğmak ümidiyle. Öyle ya,

Dedi ki: “Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser? (Hicr, 56)

Selâm ve muhabbetler ile…

 

 

 

 

 

 

İçim, Dışım ve Rüyâlarım

 Nerede bu içerisi?

İçim, her tarafımdan dışarı yansıyarak seyrettiğim dışarımı oluşturuyor.

Dışadönük şu gözlerimi içeri çevirmem mümkün olmuyor.

Bari hislerime kulak vereyim.

Kalbimin atışını dinleyeyim.

Her nabız, o kadar çok şey anlatıyor ki bir anda idrâkimin ötesine geçiverip gidiyor.

Ben de oralara gideyim.

Gönül sohbetinin ulaştığı bahçelerde bir çiçek olayım.

Güzel güneşine açayım ve ne zaman istersen kapanayım.

Ziyâretime arıların, kuşların, rüzgârların gelsin; misafirim olsun. Neyim varsa hepsi onların olsun.

Yerleşmek için uğrayan bu mâneviyata kucak açalım da içimizi doldursun ve sevgisiyle ısıtsın.

Sâyesinde dışarı yansıttığımız da dolu dolu, sıcacık olsun.

Artık içi boş sözler sarf etme vaktinde değiliz.

Etrafımıza, dünyayı güzelleştiren, renklendiren, yaşatan isimler ve sıfatlar saçma vakti geldi.

Devir içimizi dışımızla bir etme devridir artık.

Böyle bir birlik içerisinde rüyâlar ve yaşananlar artık ayırt edilemez olur mu?

İnanıyorum ki uykuda görünen rüyâlarım, bir gün gerçek olacak. Gerçekliğim olacak.

Hocamı ben orada yaşıyorum. O diyara, yanıbaşına göç edeceğim.

O’nunla orada yüzümde bir tebessüm ve Allah’ımı tekrar hatırlayarak cemâlini hayal edeceğim.

Gerçekleşecek olan hayallerimde bu hayat rüyâsından geçerken o güzel sûretine aşk ile bakakalmak ve bir daha muhabbetinden hiç eksik olmamak var.

Yaşayabilmek nasip olur inşaallah.

Hicret İçinde Hicret

Bir umre ziyaretim sırasında seyahatimize rehberlik eden hocalardan biri “aslında hicret, bir yerden bir yere tekrar dönmek niyetiyle göç etmektir” demişti.  Beni bu anlatım çok etkilemişti. Mekke’den, yani zulüm gördüğü, ama bir yandan da doğduğu şehirden ve çok sevdiği Kâbe’den, yabancı bir şehre, Yesrib’e göç etmişti Efendimiz. Yesripliler O’na kucak aşmış ve sevgiyle karşılamışlardı. Yesrip, Peygamberimiz gelince Medine yani “Medenî” olmuştu. Bunun içindir Medine, Mekke’ye göre daha cemâlli bir şehirdir; onlar Allah’ın halifesine kucak açmışlar, Peygamber de nuru ile şenlendirmiş Medine’yi. Efendiler Efendisi Peygamberimiz Mekke’ye tekrar dönmüş, haccını edâ etmiş ve Medine’ye dönmüştür; yani hicretinden sonra niyetlendiği gibi Mekke’ye, Allah’ın evine tekrar dönmüştür.

***

Hicret  hâdisesi sadece  mekânsal değildir; içimizde de zuhur edebilir, âcizâne fikrime göre… Eğer hayvaniyetten kurtulup insan makamına erişmek istiyorsak, nefisten ruha göç etmek gerek. Bir başka deyişle, akıl denen karmaşık ve kısıtlı yerden gönle doğru,  yani Allah’ın nurunun parladığı yere doğru sefere çıkmak lâzımdır.

Nefis, cüz’î akıl ile kardeş gibidir. Akıl, nefsi beslemek için bahâneler uydurur. Vesvese ve kendince kurduğu mantık ile kandırır nefsi… Nefis ise kanmak için kendini haklı çıkarmak için hazırdır zaten. Buradaki cüz’î akıl ve nefis  “BEN haklıyım, BEN biliyorum” diyen egomuzdur. Akıl vesveseleriyle kafamızı daha çok  karıştırır, oysa biz huzurlu olma  arzusundayızdır. Nefsimiz ve aklımız ise kolkola vermiş, kendilerini yüceltme derdindelerdir.

İşte bu kısırdöngü içindeyken, hayatımız istediğimiz gibi gitse de huzursuzuzdur. Gönle doğru adımlar atarken, ışığı taşıyan bir kâmil insanın peşine takılmalı ve çetrefilli yollara dalmamalıdır. O bizi kendi içimizde yolculuğa çıkartıp maksadımıza erdirecektir. Akıldan gönle doğru yolculukta insanın içinde bir tedirginlik olabiliyor, ama her adımda aydınlığa biraz daha yaklaştığını hissediyor insan.  Tedirginlik, yerini huzura bırakıyor. Gönlün içine girince orada Allah aşkından başka bir şey olmadığını görüyorsun. Aklın ise bu işe akıl erdiremez, ama sesi kısılmıştır artık. Eskisi kadar rahatsız etmez seni, çünkü sen artık gönlünde cennetinde huzurlusundur.

Ama tekrar akla geri dönmek ve onu Allah’ın aklına yani küllî akla katmak istersin. Yoksa eksik kalır bir parçan. Gönülden akla doğru tekrar sefere çıkarsın, artık değişmişsindir ve  gönlün nuru ile gidersin aklına, aklın akıllı ise itiraz etmez boyun eğer küllüne. Akıl gönle bir secde etti mi, katar kendini Allah’ın aklına. Böylece insan makamına erişir beşer. Tabiî burada anlattığımız gibi kolay değil bu, aslında belki de zor da değil… Kimileri için bu bir öncelikle nasip, sonra da gayret işi.

Allah hepimize hicret yolllarını açsın. Vesvese ve nefsâniyeti bırakıp göç yollarımızı Allah hep açık tutsun. İnşaallah biz de nasipliyizdir gönlümüze gidip oradan da cüz’î aklımızı külle rapt etmeye…

Allah zorlaştırmasın, kolaylaştırsın inşaallah.

Âmin.

Emin

Bazen hayatın öyle bir yerinde duruyor ki insan, kendisine bahşedilen ile kalbinden geçen istekler farklı olabiliyor. Üstelik kişi, durumun böyle bir farklılık içerisinde olduğunu keşfetse bile kalbinin isteklerine tutunup kendine hayır görüleni kabullenmekte zorlanabiliyor. Bu ayın konusu, benimle beraber bir zamandır böyle ikilemlerde olan ve kendine işaret arayan herkese yol gösterici olsun inşaallah.

 

Hicret, hepimizin bildiği gibi kelime anlamı ile bir yerden bir yere göç etmek demektir. Lâkin bizler madde ile olduğu kadar, maneviyat ile de meşgul olmaya çalışmamızdan dolayı hicretin bir hayat tarzı olduğunu biliriz. Öyle ya… Ruhlar âleminden ana karnına, oradan bebekliğe, bebeklikten çocukluğa, ergenliğe, sonra yetişkinliğe, yaşlılığa ve ölüme geçişimiz hep hicrettir. Hattâ ölümden sonra bile berzah, haşr, mizan ve sırata devam edecektir seyrü seferimiz.

 

Ne var ki, insan olmanın psikolojisi içerisinde bizler, çoğu zaman yukarıda bahsi geçen kaçınılmaz geçiş evrelerinde dahi korku, telâş ve endişe duyabiliyoruz. Bunun yanısıra, bir ev değişikliği, bir iş değişikliği, yahut bir gereç yeniliği sözkonusu olduğunda da kolaylıkla strese girebiliyoruz.

 

Ben meselâ gurbette olduğum süre boyunca en az sekiz defa coğrafya ve üçünde kıta değiştirmiş olmama rağmen, her yeni “göç” vakti geldiğinde taze bir tedirginlik içinde buluyorum kendimi. Bu zamanlarda aklım hemen devreye girip “Şşşt… Bana bak: Hicret edeceksin ama gideceğin yer tanımadığın, yabancısı olduğun bir yer: Nasıl alışacak, nasıl tutunacaksın?” diye bana vesvese dolu sinyaller göndermeye başlıyor.

Bugün örneğin, kendi şirketimde, kendi işimi yaparken bir yandan kurumsal bir şirkette uzun zamanlı bir iş arayışından olmamdan dolayı aklım ara ara devreye girip “Acaba önümüzdeki aylarda geçimini sağlayabilecek misin? Acaba ailen hala seninle gurur duyuyor mu? Acaba piyasada ismin unutulmaya mı başladı? Acaba eşin seni hâlâ başarılı (ve bu yüzden çekici) buluyor mu?” vs. gibi bir sürü soru ile beni sınamaya devam ediyor.

 

Böyle zamanlarda kendimi yakalayıp aklıma diyorum ki: “Ey akıl, biz bilmiyor muyuz ki, bize bu aklı, bu gönlü, bu aşkı lâyık gören Hak, bizi asla yarı yolda bırakmaz? Senin bitmez tükenmez bir sabır ile sorduğu sualler, sadece benlik hevesinden. Var git, ötelere, ben Allah’ımdan eminim.” Zîra Nîsâ Sûresi’nde söylenildiği gibi “Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler bulur, genişlik de bulur (En-Nîsâ 4/100)”, öğrenmişiz bir kere.

 

Demek ki hicret, sadece fiziken bir yerden bir yere göç etmek değil, aynı zamanda, aklen ve kalben, her fırsatta daha iyinin, daha güzelin arayışı içinde olmaktır. Belki de daha ötesi, benlikten, günahkâr ve kalp kıran davranışlardan, zulümden ve zulümkârlardan arınarak hayra, iyiliklere, rahmet dolu söz ve davranışlara, Hak dostu kimselere doğru göç etmeyi de temsil etmektedir.

 

Rabbim hepimize idrak etmeyi nasip etsin inşaallah.

 

Vefâ

Hicret hâdisesi bana Hz. Muhammed’in tevazuunu, büyüklüğünü ve Allah aşkını hatırlatıyor. Bir de vefâsını…

 

İçilen bir kahvenin bile kırk yıl hatırı olması, bir harf öğretene kırk yıl kölelik yapılması benim için çok özeldir. Vefâ, neden bilmem, benim için çok önemli, çok kıymetli bir tavırdır. Zannederim bundan dolayı, hicret benim için en çok vericiliği ve vefâyı ifâde ediyor.  Hz. Muhammed ile birlikte hicret eden sahâbenin Allah için, Peygamber için evlerini, işlerini, gerekirse âilelerini arkalarında bırakmaları vericiliğin en güzel örneği değil midir? Okurken ve konuşurken dile kolay gelen bu hâdiseler, bugün olsa, hangimiz böyle davranabiliriz? Hangimiz Allah aşkı, Muhammed aşkı için işimizi, gücümüzü, evimizi, âilemizi bırakıp ne olduğu belirsiz geleceğe adım atarız? Öyle bir iman, öyle bir sevgi ki insan ne diyeceğini bilemiyor.  En ufak kötü huyu vermekte çok zorlanan bendeniz için aklın alması pek de mümkün olmayan ancak gönlün anlayabileceği bir hâdise hicret…

 

Öte yandan,  Peygamber Efendimiz’in kendisine zor gününde kucak açan Medine’de defnedilmeyi tercih etmesini de çok büyük bir vefâ örneği olarak görürüm. Doğduğu, büyüdüğü, evlendiği, baba olduğu, ilk vahyi aldığı ve o çok sevdiği şehirde değil de, Mekke’den oldukça uzakta olan, en dar gününde O’nu ve sahâbeyi kucaklayan ensarın olduğu yerde kalmayı tercih etmiştir Peygamberimiz. Yapılan iyiliklerin çabucak unutulduğu, hesapların hep son olaya göre değerlendirildiği, affetmenin ve hoşgörmenin zorlaştığı çağımızda ne güzel bir vefâ örneğidir peygamberimizin Medine’de defnedilmeyi istemesi…

 

Hicret bana kulluğu, vericiliği ve vefâyı anımsatır, güzel Peygamberimiz’de en üst düzeyde olan. Hicret bana hizmeti anımsatır, kendiliksiz halka dönmeyi ve halkı sevmeyi. Zorla değil, gönülden gelen hizmet aşkını, birliği ve beraberliği…

 

Evlerini hiç tanımadıkları insanlara açan ensarın vericiliğini, her şeyini Allah için bırakıp Hz. Muhammed ile birlikte göç eden sahâbenin aşkını, imanını, İslâm’ın birlik demek olduğunu, hizmet demek olduğunu…

 

Nasip etsin Allah inşaallah…

İstanbul Günleri-3: Süleymaniye ve Milli Romantizm

İstanbul gezmelerimizden bir yenisine hoşgeldiniz! Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek İstanbul’un semtlerini geziyoruz. Amacımız Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak; hem gezmek ve hem de onun bize tanıttığı fikirleri hatırlayıp üzerinde düşünmek.

Onun fikir kuşu bize yol göstersin; olursa kusurumuz şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

*

Geçmiş aylarda “Şehzadebaşı ve Mâzi Tahassürü” ile “Beyazıt ve Halk-ı Cedid”den söz ettik.  Kitaptaki sırayı izleyerek bu ay Süleymaniye’deyiz. Bu seferki gezimizde biri mümtaz, biri ay yüzlü, her ikisi de parlak aynalar gibi güzel gönüllü iki arkadaş var yanımda. Süleymaniye’yi birlikte dolaşacağız ve size anlatacağız.

Bir zaman önce Kenan Rifâî’nin “Şerhli Mesnevî-i Şerif”ini ilk kez elime alıp rastgele bir sayfa açtığımda karşıma Anadolu ve Çin ressamlarının hikâyesi çıkmıştı. Hikâyeyi bilirsiniz: Anadolu ve Çin ressamları sanatlarının üstünlüğü konusunda bahse girmişler, padişah da ortaya eser koyun demiş. Çin nakkaşları taklit olmasın diye Anadolu ressamları ile odalarının arasına bir perde konulmasını istemişler, ardından da türlü boyalar kullanarak renklerin çokluğu ve güzelliğiyle gözler kamaştıran nakışlar yapmışlar. Bu arada Anadolu ressamları ise boya falan istememişler, duvardaki pasları giderip cilâlayarak parlatacak malzemeler almışlar.

Çalışmalar uzun sürmüş. Sonunda padişah, Çinli ressamların yaptığı resimleri görmüş ve hayran olmuş. Anadolu ressamlarına gelince onlar Çin ressamları ile aralarındaki perdenin kaldırılmasını istemiş. Odalarının duvarları öylesine cilâlanmış, öyle parlak aynalar haline gelmiş ki perde kalkıp Çin nakışları bu duvarlara aksedince resimler defalarca daha güzel görünmüş. Mesnevî diyor ki “O odalar sofi gönülleridir ki en parlak aynalar gibi her türlü tozdan ve pastan tertemizdirler. Bu aynalara güzelliklerin en hakikisi akseder.“

İşte böyle tertemiz gönüllü yol arkadaşlarım var, ne şanslıyım.

*

Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabında “dininde imanında” bir semt olarak anlattığı Süleymaniye acaba bu tertibe nasıl girmiş? Şeyhülislâm Kapısı’ndan dolayı mı, İstanbul’un en büyük camii burada olduğundan mı, yoksa caminin külliyesindeki medreselerinden dolayı mı? Şimdi İstanbul Müftülüğü olan, zamanında Ağa Kapısı yani yeniçeri ağasının konağı, ardından da Şeyhülislâm Kapısı olan mütevâzi bir yapı görüyoruz. İmparatorluğun dört bir yanına dağılan fetvâlar hep bu merkezden çıkmış. Buraya ulaşan yolun adı hâlâ “Fetvâ Yokuşu.” Kimbilir kimler ne heyecanla tırmanmışlar bu yokuşu fetvâ duymak için?

Bu semt aynı zamanda esnaf ve tâcir semtiymiş. Ne Tiryaki Çarşısı kahveleri ne de Divitçiler Çarşısı var artık. Divit medreselinin hem mürekkebini, hem kalemini yanında taşımasını sağlayan metalden yapılan ve belde taşınan bir nevi yazı takımıymış. Divitçiler Çarşısı günlük olarak kullanılan her eşyayı birer sanat hârikasına çeviren o zamanın zarâfetinin bir uzantısı olarak muhteşem pirinç, gümüş,veya abanoz divitleri hazırlarmış. Divitler şimdiki öğrencilerin taşıdıkları tablet denilen bilgisayarlar gibi sanki, tabiî zamanımızda performans beklentisi estetik beklentilerin çok önüne geçmiş. Kimbilir belki de ruh, beslendiği estetikten böylece mahrum kalmış.

*

Tabiî ki bu gezinin en önemli uğrak yeri, muhteşem Süleymaniye Camii. Sâmiha Ayverdi’nin Selimiye’den bile daha çok beğendiğini belirttiği Süleymaniye Camii’ni görmek her nasılsa bana daha önceden nasib olmamıştı; bu gezi buna vesile oldu. Caminin girişindeki yazıdan şu bilgileri alıyoruz:

“Külliye, Kānûnî Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a 1550-1557 yıllarında yaptırılmış ve cami, dârüttıp, medreseler, dârülkurrâ, sıbyan mektebi, hamam, imâret, bîmarhâne, çarşı, Kānûnî ve Hürrem Sultan türbeleri gibi yapılardan meydana gelmiş.

Peki nedir Süleymaniye Camii’ni bu kadar özel yapan?

Kānûnî Sultan Süleyman İstanbul’un fethinin 100. yıldönümü için bir camii yaptırmak istemiş. Rivâyet o ki bir gece rüyasında peygamberimizi görüyor. Peygamberimiz ona caminin yapılacağı yeri, yani arsasını gösteriyor. Kānûnî heyecanla uyanıyor. Ertesi gün Mimarbaşı Mimar Sinan ve tüm etrafını toplayıp bu mekâna getiriyor. Sultan Süleyman alanı gösteriyor, Mimar Sinan “Minberi buraya koyarız, mihrabını şuraya koyarız” diye anlatıyor. Sultan bu düşünülmüş planları duyunca şaşırıyor ve “Sen bir yerden haberli misin?” diye soruyor. Mimar Sinan “Siz gece peygamberimizi gördüğünüzde ben hemen arkanızdaydım, o size tarif ederken ben de duydum” diyor.

*

Gezimize devam ediyor ve caminin içine giriyoruz. Caminin sadeliği ilk dikkatimi çeken ve beni şaşırtan özelliği oluyor. Nedense başyapıt olarak daha abartılı, süslü, bezeli, yaldızlı bir şey beklemişim. Ama o sadeliğin içinde asil denebilecek ölçülü süsü fark ediyorum. Aklıma Anadolu ve Çin ressamlarının hikâyesi geldi tekrar: “Anadolu ressamları çok renkli olmaktansa renksizliği tercih ediyorlardı…Onlar bu kadar çok rengin nihâyeti renksizliktir; mârifet, renklerin bolluğunda değil, renksizliğin zuhûrundadır inancındaydılar. Nitekim göklerdeki bulutların, göllerdeki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki güneştir.”

Bu camiiyi ortaya çıkaran bizim ecdadımız ne muazzam bir iman anlayışındaymış… Kimbilir camiyi yaparken belki de istemişler ki sâdeliğin, renksizliğin fazileti üzerimize sinsin ve gönüllerimiz Allah aşkı ile cilâlansın.

Yine bizim ecdâdımız değil mi mânânın yanısıra madde ile de bir sonraki nesillere ilham vermek istemiş? Zamanında akıl almaz bir teknoloji kullanarak yapılmış Süleymaniye; mimârî geometri başlıbaşına bir estetik hârikası imiş. Dillere destan akustiği ile mihrapta kılınan namazda hocaefendinin okuduğu duâ en arka saftakiler tarafından bile duyulabiliyormuş. Ya “is odası”na ne demeli? Cami, içindeki kandil islerini temizleyecek hava akımına uygun inşa edilmiş. Bir odada toplanan bu isler mürekkep yapımında kullanılmış. Bu mürekkeple caminin içindeki yazılar yazılmış.

*

*

Sâmiha Ayverdi’nin “İki Âşinâ” kitabında da şu anıyı buluyoruz:

İş dönüşü arabada beş yüksek tahsilli genç bulunmaktadır. Şişhane yokuşundan inerek Unkapanı Köprüsü’ne girmeden evvel karşılarına Süleymaniye Camii çıkar. Bu gençlerden İstanbul’da üniversite okumuş ama İstanbullu olmayan, diğerlerine bu caminin hangisi olduğunu sorar. Doğma büyüme Istanbullu olan gençler, Sultan Ahmet der, Fatih der, Ayasofya der ama Süleymaniye’yi bilemez. Süleymaniye olduğu anlaşıldıktan sonra daha da acısı bu gençlerin hiç birinin Süleymaniye’yi gidip görmediği ortaya çıkar.

Sâmiha Anne “Dünyanın hangi ülkesinin hele münevver kesiminde bu derece koyu bir gaflet ve maşeri şuurdan mahrum bu kadar ağır bir bilgisizlik düşünülebilir?” der ve ekler: “Bugün Türk evlâdı bir müşterek hâfıza bereketinden mahrum bırakılmıştır… Bir ilericilik damgası vurulmuş milli eğitimin günahı ile hasta düşmüş nesiller yetiştirilmiştir.”

Nihad Sami Banarlı’nın bir konuşmasını da Sâmiha Anne bize aktarır: “Türk evlâtları ne zaman Süleymaniye’nin önünden onu gören gözle geçer, milli romatizmini idrak edecek olurlarsa işte o zaman Türkiye kurtuluş ve selâmet çağının idrâkinin şuurunda olur.”

Ardından Sâmiha Anne devam eder: “Şu halde biz de ‘Ne imiş bu milli romantizm?’ diye kendi kendimize soracak olursak, şu kısa cevapla sözümüzü bitirelim:

Türk milletine ait bütün güzellikleri, değer ve hasletleri bir aşk ve şevk halinde tâ yüreğinde hissetmek, fikir milliyetçiliğinde kalmayıp gönül milliyetçisi olmak ve nesilleri bu heyecan ile yetiştirmek.”

 

Not: “Milli Romantizm” ile ilgili düşüncelerinizi, Süleymaniye anı veya fotoğraflarınızı paylaşmak isterseniz elifkdinler@gmail.com adresine veya Instagram elifkdinler hesabına yazabilirsiniz.

Editörden (Ocak 2015)

Merhabalar Dostlar,

Yeni yılın bu ilk sayısı, şimdiye kadarki tüm sayılarımız kadar güncel ve kıymetli. Ocak 2015 sayımızda konumuz “Tasavvuf ve Aile Anlayışı”. Bu sayıda dilimiz döndüğünce, Türk ve İslâm aile anlayışını çocuklarımıza ne öğrettiğimize ve bu arada bizlerin neler öğrendiğimize, ne kadar öğrendiğimize bakalım ve tefekkür edelim istedik.

Bir nebze değerlerimizi, geleneklerimizi, kültürümüzü öğrebildiysek, bunu yeni neslimize, medyatik, bilişim-bilgisayar teknolojisi uzmanı çocuklarımıza “ne kadar vermeyi denedik-deniyoruz?” diye soralım istedik. Biz ne kadar bilebildik ve aktarabildik/ aktarabiliyoruz diye bir düşünelim, hâlimizle yüzleşelim istedik. Elbette eksik hâlimiz, bilgimiz ve kaplarımız ile bu işe giriştik. Dolayısıyla ettiğimiz kelâmların, eksiklikleri de, kusurları da bize ait; hoşgörün lütfen.

Bu şekilde, yeni neslin ceddimizin bize bıraktıkları emânetleri hatırlamaları için vesile oluruz inşaallah. Kalemlerimizi elimize aldık ve gönüllerimize düşenleri aktarmaya çalıştık. Yetmedik-yetemedik elbet, yine ve her zamanki gibi yolundayız dedik, diyoruz ve sözü Sâmiha Ayverdi’nin bu konuyu çok güzel özetleyen öğütleri ile noktalıyoruz:

“Çocuklarınıza ellerinden geldiği kadar etraflarına iyilik yapmayı, şefkat ve muhabbet göstermeyi, hoş görmeyi ve affetmeyi, nankörlük etmemeyi, akıllarından ve duygularından başkalarına pay çıkarmayı ve keseleriyle de iyilik etmeyi kendi yaşadığınız hayat yoluyla bizzat gösterip örnek olun. Kezâ, kendi çektiğiniz ızdırap ve acıları başkalarına çektirmemenin insanoğlunun varabileceği ulvî duraklardan biri olduğunu öğretin.”

“Dünyanın bir okul olduğunu ve hayatın sonuna kadar da imtihanın biri biterken ötekinin başladığını, onun için de, dâimâ uyanık ve kendi kendini hesaba çekenlerden olmanın, bahtiyarlığın ta kendisi olduğunu da gene siz gösterin.”

“Dil ne kadar güzel sözler söylerse söylesin, fiil ve hareketlerin tesiri ile asla yarışamaz.”

O sultanlara bir nebze lâyık olmak dileğiyle, yeni sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

Sohbetler (Ocak 2015)

Güzide Hanımefendi:

– Bu hanım, hayat demek, çocuğum demekti, diyor.

–  “Bir evlâda bu kadar iptilâya acınır. Evlât ne demek? Ana ile ba­banın cümbüşünden hâsıl olmuş bir vücut değil mi? O halde bunun ne-sine esir oluyorsun? Sen onun için dünyâya gelmedin ki… Allah’ı bilmek için geldin.

Ama bu sözlerimden evlâda muhabbetsizlik ve alâkasızlık mânâsı çıkarılmamalıdır. Evlât, bir ilâhî emânettir. Yetişmesi, terbiyesi, ahlâkı, îmânı ve sıhhati için sen bir mürebbîsin. Analık babalık hakkı budur.

O evlât ki, vatanına, dînine, cemiyete ve ailesine faydalı olur, bir ana baba için bundan büyük mükâfat olur mu? Fakat bu hâsıl olmazsa, o çocuğun olması ile olmaması birdir. Çünkü maksat, kendi vücûdunun bir parçası olan bu varlığı, Allah’ın dileğine göre hazırlamak ve yetiş­tirmektir. Bu hâsıl olmadıktan sonra, çocuğuna muhabbet eden anaba­ba fitneye düşmüş demektir.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 90)

 

 

***

 

Güzide Hanımefendi, evlâtlarına fevkalâde haris bir ana ve ba­banın bu evlâtlar yüzünden başlarına gelenleri anlattı:

– “Hiçbir şey sebepsiz olmaz. Onun için şuna buna îtirâzı bırak­malı. O anababa, evlâtlarına ziyâde düşkünlüklerinden bu hallere mâruz kaldılar. Onun için, olduğumuz bulduğumuz hâl kendi amelleri­mizin neticesidir, başka bir şey değil. Herhangi bir mahkemenin verdi­ği hükümlere bile ses çıkarmıyor, razı oluyorsun. Ya mutlak olan hâkim nasıl yanılır? Mâruz kaldığın her hal, iyi veya kötü âmâlinin neticesi olarak verilmiş hükümlerin icâbıdır.

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 1)

 

***

Nazlı Hanımefendi, sünnet-i seniye olmadığını söyleyerek resim çıkartmayan ve şapka giymeyen, netice itibariyle de işine gidemeyen bir hocadan bahsetti.

–  “Her asırda bir kâmil insan müceddit olarak gelir. O hoca efendi
bu müşkülünü irfan erbâbı bir kimseye anlatmış olsaydı tatmin edici
bir cevap alacağı muhakkaktı.

Bir kere Zamân-ı Saâdet’te fotoğraf yoktu. Hem Resûlullah Efen­dimizin de resmi menetmesi ve ‘Benim tasvirim dahi olsa nerede gö­rürseniz ayaklar altına alınız’ diye buyurması, Arapların put âlemin­den yeni yeni kurtulmakta oldukları bir zamanda idi. Hattâ Yahudiler ‘Müslüman oluruz, ama putlarımıza dokunmazsanız…’ demekte idiler.

Bu hoca efendi, işine gidememekle ailesine de bakamıyor, demek­tir. Hâlbuki bir müslümanın ailesine bakması ve muhabbet etmesi ibâ­dettir. Ailesini seveni Allah da sever. Çünkü bütün yaratılmışlar Allah’ın ayâlidir. Ve yine Resûlullah ‘İçinizde en hayırlınız, ailesine ha­yırlı olandır’ buyurur. Yine o büyük Peygamber, birçok müşkülleriniz­de size yardım edecek bir anahtar veriyor. ‘Bu anahtar nedir?’ derseniz; Allah sizin amellerinize değil, niyetlerinize bakar düsturudur.

Onun için bu fotoğraflar bu şapkalar ki, hep toprağın dışında ka­lacak şeylerdir. Şu hâlde bunları giymenin de giymemenin de ne ehem­miyeti olur?”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 176)

“Yaratıcısını Tanımayan Çocuk Mutlu Olamaz”

Kelime anlamıyla zevc ve zevce, ayakkabının iki teki demektir. Ayakkabının iki teki birbirine eşit değildir ama biri olmadan öbürü hiçbir işe yaramaz. Berâber yürümek zorundadırlar Allah yolunda. (…) Birlik ve berâberlik çok önemli. İslâm, birlik ve berâberlik demektir. Âile, birliğin en küçük parçasıdır. Pek anlatıldığı gibi değil; İslâm’da, İslâm âilesinde kadın çok önemlidir. Peygamber’den bir örnek vermek isterim. Eşlerinden bir tânesi hafifçe yakasına yapışıp sarsmış. Kayınvâlidesi “Ne yapıyorsun, karşında peygamber var!” demiş. “Üzülmeyin anneciğim” demiş Hz. Peygamber, “Bana bundan da kötü muamele ederler, ama ben dayanırım. Çünkü Allah âilesine güzel davranan erkeği sever.”

 

Kur’ân asla kadın ve erkeği mes’uliyet yönünden birbirinden ayırmaz. Mümin, müminat diye ikisine eşit olarak vazife verir. Hz. Mevlânâ ise şöyle anlatır evliliği; İki kişi ellerine birer sünger alıp birbirini yontarlar, hangisi önce güzelleşirse o diğerine örnek olur. Bu, Allah’a giden bir yolculuktur. Bütün mutluluk ve hayat, yaratıcıyla ilişki kurmakla alâkalı. Eğer kişi ile ilişki kurarsak dâima acı ve sıkıntı var. Yaratan ile ilişki kurarsak dâima mutluluk ve huzur var.

 

“Mutluluğun Yolu Güzel Ahlâktır”

 

İnsan kelimesi Arapça bir kelimedir. İnsan, bizi anlatıyor inşaallah; insan başkalarıyla iyi geçinen demektir kelime anlamıyla. Tasavvuf her yaratılmışta Allah’ın bir ismi olduğunu, yaratıcının bir ismi olduğunu söyler, her yaratılmışta! Dolayısıyla yaratılmışa hürmet, direkt Allah’a hürmettir. Şimdi buraya dikkatinizi çekeceğim. Âyet-i kerîmede, Kur’ân-ı Kerîm’de diyor ki, her şey beni tesbih eder. Allah böyle buyuruyor, her şey beni tesbih eder. Bir mutasavvıf, şu tahtanın üzerine şöyle (sertçe) vuramaz. Der ki, milyonlarca atom Allah diyerek dönüyor burada, ben nasıl üzerine vurabilirim? Masaya vuramayan insan, başkasına nasıl kötü davranır? Bırakın kula, bitkiye, hayvana hiçbir şeye kötü davranma hakkımız olmayan bir dünyâda yaşıyoruz.

 

O hâlde mutluluğun yolu, güzel ahlâktan geçer. Peygamber’e soruyorlar, din nedir? Güzel ahlâktır, diyor. Sağına geçiyorlar, din nedir? Güzel ahlâktır. Soluna geçiyorlar, din nedir? Güzel ahlâktır. Gördünüz mü oğlum, beni kızdıramadınız, güzel ahlâktır, diyor. Büyük bir mutasavvıf İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne bir Yahudi gelmiş, kapısını çalmış, Hazret kapıyı açmış, kaçmış. Bir daha çalmış, kaçmış. On-on beş kere bu tekrarlanmış. On beşinci kerede açtığında Yahudi’yi karşısında bulmuş. Demiş ki Yahudi, “Sen mi büyüksün, şu köpek mi senden üstün?” Gülmüş İmâm-ı Âzam, demiş ki, “Eğer kendi nefsimi, egomu zapt-ı rapta almadıysam köpek benden üstün. Ancak ben kendime hâkimsem, köpekten üstünüm.”

 

Öyleyse bu âlem birlik içinde Allah’a giden bir yol. Evlenmeden, âile olmadan, başkalarının sıkıntılarına katlanmadan Allah bulunamaz. Bir hikâye anlatayım. Adamın bir tânesi dağa çıkmış. Ormanda kapanmış, Allah Allah Allah demiş, ermiş… Mûcize göstermeye başlamış. Sütü ters çevirmiş bardakla, bakmış akmıyor, “erdim!” demiş. Şehre gelmiş; kardeşi kunduracı… Kunduracıya demiş ki, ben erdim! Âferin, demiş kardeşi, gel bana yardım et öyleyse. Peki, demiş adam ve bir hanımın ayakkabısını boyamaya başlamış. Hanım da güzel bir hanımmış, süt tıp tıp tıp akmaya başlamış. Kardeşi demiş ki; köftehor, dağda ermek önemli değil, gel bu güzelliklerin içinde Allah diyerek er, o zaman seni tebrik edeyim.

 

“Çocukları kurtaracak olan tek şey Allah aşkı ve Allah sevgisidir”

 

Çok güzel bir senfoni düşünün, birçok notadan oluşmuş. Ben do’yu sevmiyorum diye do’ları çıkarın, senfoni yıkılır. O hâlde bu âlem zıtlıklarla güzelliği sağlar. Çok güzel bir hanımefendi düşünün. Çok güzel ama onun bağırsağı var, gözü var, kaşı var, aklı var, bağırsağı var… Bağırsağı çıkarıp atamıyoruz ki vücûdunun içinden. Onunla birlikte o hanımefendi güzel.

 

Bir âile kuruluyor. Karı-koca birbirinden farklı iki insan, bir araya geliyor. Meşrepler farklı, huylar farklı. Âyet-i kerîmede Allah diyor ki, sakın karına kızma. Erkeğe söylüyor Allah. Onun diyor, beğenmediğin huyları yanında mutlaka beğendiklerin de var diyor, onları önemse. Bir mutasavvıf diyor ki, karı-koca bir mâbed kuruyorlar. Mâbedi iki sütun üzerine kurarlar. Sütunları yapıştırırsanız mâbed çöker. Aralarından Allah’ın aşkı geçecek kadar yer bırakın.

 

Bir âyet-i kerîme var, her nereye dönsen Allah’ın yüzü ordadır. Her şey bu âyete dayanır: Her nereye dönsen, Allah’ın yüzü ordadır. Şimdi, bütün kānunlar bir araya gelse, insanı yanlış yapmaktan alıkoyamaz. Yalnız Allah aşkı ve Allah inancı onu korur. (…) Mutasavvıflar yıkanırken iki büklüm yıkanırlarmış, Allah beni seyrediyor, edep yerlerimi örteyim diye.

 

Ben Allah’tan çok korkuyorum. Ama bu korku, cehenneme gideceğim filan korkusu değil, o hiç umurumda değil. Cennet de beni hiç ilgilendirmiyor. Çünkü Yûnus Emre öyle diyor, “Cennet Cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç hûri, isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” diyor. Ben çok korkuyorum, ciddi korkuyorum. Ya beni sevmezse diye korkuyorum (…). Ya beni bugün beğenmezse, ya bana yanaşmazsa, benimle olmazsa diye korkuyorum. İşte çocuklarımıza bunu aşılamalıyız. Çocukları kurtaracak olan tek şey Allah aşkı ve Allah sevgisidir. Öyleyse önce onları beslemek, vitaminlerle, yaz tatillerini ayarlamak ya da hangi okullarda okuyacaklarını programlayıp kendi egomuzu ön plana çıkarmak yerine, onları nasıl mutlu edebiliriz, nasıl Allah aşkı ile doldurabiliriz diye düşünmek lâzım. Annelerin çoğu, çocukları başkalarıyla mukāyese ediyor. Çocuğu başkasıyla mukāyese etmek kadar yanlış bir şey olamaz. Çocuğu, bir gün önceki hâliyle mukāyese etmek gerek, daha mutlu mu acaba diye.

 

Yetişirken en büyük derslerden birini kız kardeşimden aldım. Ben inanamayacaksınız ama eskiden biraz topluydum yani. Ve pantolon giymekten çok utanıyordum. Bir gün kardeşim bana dedi ki, senin istediğin gibi bacaklar bütün kızlarda var ama hiçbiri bir Cemâlnur değil, dedi. O hâlde onlara kendi değerlerini ortaya çıkaracak kadar özgüven verelim.

 

“Allah cezâ vermiyor; cezâyı biz kendimize veriyoruz.”

 

Özgüven nedir? Özgüven, kendinden emin olmak, egoist olmak, ben en üstünüm demek değildir. Hz. Mevlânâ kendini beğenmiş adamı anlatırken şöyle diyor: At idrarını yapmış, üzerine bir saman çöpü konmuş, üzerine bir sinek oturmuş, var mı benim gibi kaptan-ı deryâ diye geziyor. Öyleyse özgüven, kendindeki Allah’a güvenmektir. Kendindeki egoyu yenip orada Allah’a sığınmak ve O’na güvenmektir. Bu nasıl olacak? Nefsimizi esir etmekle olacak. Meselâ Diyojen İskender’le karşılaştığında, Büyük İskender gelmiş, Diyojen’in ülkesini almış, Diyojen bir yerde oturuyor. Kalk esir, demiş Diyojen’e. Diyojen demiş ki, esir sensin. Nasıl ben esir olurum demiş, ben bu ülkeyi aldım. Sen esirsin demiş Diyojen, çünkü sen nefsinin esirisin. Bense o nefsi ayaklarımın altına aldım. İslâm, kusuru kendinizde arayın, der. Başkalarından önce kendinizde arayın. Bütün her şey burada yatıyor. Asıl nefsini yenmek, kızgınlığını yenmektir. Hz. Mevlânâ anlatıyor; Hz. Îsâ’ya soruyorlar, Allah’tan korkar mısın? Evet, Allah’ın celâlinden, kızgınlığından çok korkarım diyor Hz. Îsâ. Peki diyor, bu kızgınlığı bu öfkeyi görmemek için ne yapmalıyız? Kendi kızgınlığımızı yenmeliyiz, diyor.

 

Çocuklarımıza bu dünyanın bomboş ve yalan olduğunu anlatmalıyız. Burası bir karagöz oyununa benzer, kukla oyununa. Bunu göstermeliyiz çocuklarımıza. Biliyorsunuz kukla oyununda birçok şahsiyet vardır, kötü kız, iyi kız, delikanlı, aralarına giren cadı… Sonra oyun bitince bir de bakarsınız hepsini tek kişi oynuyordur, başkası yok ortada. Öyle değil mi? Allah’ı sevdirmek lâzım çocuklarımıza. Geçenlerde bir arkadaşımın çocuğuna sordum, Allah’ı seviyor musun diye. Dedi ki, anneanneminkini seviyorum, babaanneminkini sevmiyorum, dedi. Çünkü anneannesi büyük ihtimalle seven, kucaklayan, affeden bir Allah anlatıyordu, babaannesi de kızgın, cezâlandıran… Allah cezâlandıran değil; cezâyı biz kendimize veriyoruz. Allah cezâ vermiyor. Kur’ân-ı Kerîm’de diyor ki, korkutmayın, yaklaştırın, sevdirin. Çocuklarımıza Allah’ı yaklaştıralım, Allah’la tanıştıralım. Yaratıcısını tanımadan mutlu olmasının imkânı yok çocukların.

 

Öyleyse nasıl yapacağız? Bana hep bu soru soruluyor: Çocukları nasıl terbiye edeceğiz? Çocukları terbiye etmeyeceğiz, kendimizi terbiye edeceğiz. Örnek olarak göstereceğiz, önce kendimizi adam edeceğiz. Peygamber’e soruyorlar, zîna yapan Müslüman mıdır diye. Diyor ki, duâ ederiz bir daha yapmaz… Yalan söyleyen Müslüman mıdır deyince, hayır Müslüman değildir, diyor. Biz çok iyi öğrendik ki, çocuk terbiyesi anne karnında başlar. Yani çocuk annesinin yalan söylediğini karnındayken öğrenir ve yalana alışır. Üç yaşında da bütün şahsiyet gelişimi biter. Yani anne karnında başlar, üç yaşında biter.  (…)

 

 

“Annem bize sözünde durmayı öğretti,‘söz, kula değil, Allah’a verilir’ derdi”

 

Şimdi kendi âilemden örnekler vereceğim. Ben hârikulâde bir anne-babayla yetiştim. Dünyânın en şanslı insanıyım herhâlde. Bir kere bizim evde hiçbir şey büyümedi, problem olmadı, dert olmadı. 1960 yılında babam ihtilâl dolayısıyla hapse girdiğinde annemin başı seccâdedeydi ve çok şükür Hz. Yusuf’a eşlik ediyoruz, diyordu. O hâlde demek ki felâket diye bir şey yoktu. Her şey güzeldi, her şey Allah’ın bir takdiriydi. Kızım öldüğünde de annemin başı secdedeydi, bana da “hadi secde et, Hz. Fatma’ya eşlik ediyorsun, ne şanslısın” dedi. Evet, bir acı çekiyordum ama bir yandan da huzurluydum, iyi bir şey yapıyorum gāliba diyordum. Allah bizi seçmişti herhâlde bu acı için. Eve hırsız girdiğinde, annem şöyle dedi: Hırsızın bizden çok hakkı varmış o malda. Üzülmeyelim, ne kadar şanslıyız.

 

Sözünde durdu, hiç yalan söylemedi. Bize sözünde durmayı öğretti. Çünkü derdi ki, söz Allah’a verilir, kula verilmez. Hiç kimsenin aleyhinde konuşmadı, hiç duymadım. O’nun aleyhinde konuşanlar olduğunda da çok sevinirdi, onlar beni temizliyorlar, derdi. Çünkü fitne kelimesi, Türkçe’de çok önemli bir kelimedir; arabozuculuk demektir fitne. Bizim kimyâ ilminde de fitne, bakırı altından ayıran ateş demektir. Fitne çıkacak ki, bizim bakır kısımlarımız eriyip gitsin, altından altın çıksın. Tevâzu öğretti bize, başkalarından aşağı olduğumuzu öğretti. Hiçbir gücün bizde olmadığını, beş dakika sonramızı dahî programlayamadığımızı öğretti. Çok iyi anladık mı bilmiyorum, iki kardeş iki büklüm durmaktan kambur olduk ama, gerçekten mütevâzi olmayı çok istiyorum ben şahsen. Gerçek tevâzunun, başkalarının kötü muâmelelerine aldırmamak olduğunu, herkesin Allah’ın bir istediğini bize tekâmül için lûtfettiğini öğretti. Bu âlemde her şeyin yerli yerinde olduğunu öğretti.

 

Mesnevî’den çok hikâyeler anlatırdı. Meselâ şu hikâyeyi anlattı: Sivrisinek çok kızmış rüzgâra. Çünkü çok hızlı esiyormuş, öleceğim demiş, gitmiş şikâyet etmiş. Bu rüzgâr çok kötü esiyor, beni öldürecek… O zaman Hz. Süleyman da, ki biliyorsunuz hepsinin dilinden bilen, rüzgâra demiş ki, bu kadar kuvvetli esme, günah, ölecek sivrisinek. Rüzgâr demiş ki, beni Allah esmek üzere yaratmış, es der eserim, o da önümde sivrisinek olmayıversin. Öyleyse herkesin bir vazifesi vardı bu âlemde ve onlar vazifelerini yapacaklardı. Hoş görmeyi ve affetmeyi öğretti. Benim hayatımı zehir eden birisi için bana şöyle dediğini hatırlıyorum: Çam ağacını niye sevmek için elini uzatıyorsun, o batar, uzaktan sev.  Çam ağacı batar öyleyse ama o çam ağacının da güzel tarafı var, yaz kış yemyeşil maşaallah, hiç bozulmadan duruyor aslanlar gibi.

 

Çok öğrenmeyi, ilmimizi geliştirmeyi öğretti ama bununla övünmemeyi de öğretti. Birçok hikâye anlattı bununla ilgili. Adamın bir tânesi, âlim, gemiye binmiş kaptanı çağırmış. Gel bakayım, demiş, sen fizik, kimya, matematik falan bilir misin? Bilmiyorum, demiş kaptan; ne bilsin zavallı. Peki, fıkıh, hadis, Kur’ân falan, onları bilir misin? Biraz, demiş kaptan. Demiş ki âlim, sen benim gözüme gözükme bu yolculuk boyunca, mâdem bu kadar câhilsin, senin ömrünün yarısı boşa geçmiş. Birkaç gün sonra kaptan gülerek gelmiş, âlim bey demiş, yüzme biliyor musunuz? Hayır, demiş âlim. Öyleyse biraz sonra fırtına çıkacak, siz de batınca öleceksiniz, bütün o ilminiz boşa gidecek demiş. Annem derdi ki, ilim seni Allah’a götürmüyorsa batırır, başka bir işe yaramaz.

 

Annem, Hz. Ali’nin şu sözünü çok tekrarlardı. Çocuklarınızı devrin ilmiyle yetiştirin, eski devrin ilmiyle değil. Öyleyse bugünü hoş görmek, onların davranışlarını güzel karşılamak, bizim devrimiz bitti, çocukların devri geldi şimdi, bunu anlamak lâzım. Annem bize arkadaştı, her şeyi konuşurduk onunla. Her zaman hayır demezdi, her zaman evet de demezdi. Hayır demesi gereken yerde hayır derdi ama çoğunlukla evet derdi. Hiçbir şeye bizi mecbur etmedi, ibâdet konusunda hiç zorlamadı. Ama biz hep onun başını secdede ve seccâdenin üzerinde gördük. O yüzden de ibâdeti zevk edindik. Mecbûriyet değil, zevk edindik.

 

“Hiç kimsenin çocuğu hayâl ettiği gibi olmuyor, ama benim vazifem onu Allah’a götürmek”

 

Annem, babamla çok iyi geçinirdi çünkü kavga olduğu zaman çocukların bundan çok etkileneceğini çok iyi bilirdi. Bunun sırrını çok araştırdım ve şunu tespit ettim. Onlar, birbirlerinin kusurunu görmek için birbirlerine bakmıyorlardı. Onlar elele Allah’a gitmeleri gerektiğini biliyorlardı. Allah fikri bizim evde çok kuvvetle vardı ve annemin devamlı söylediği şey şuydu: Sakın birini başkasına şikâyet etme, çok şikâyetçiysen Allah’a şikâyet et. Allah’ınla konuşmanın zevkini öğretti bize. Yani başka hiçbir varlığımız olmadığını, anamızın, babamızın, kardeşimizin, her şeyin yalnız Allah olduğunu öğretti. O yüzden hiç kimsenin ölümü bizi sarsmadı. Zaten ölümü düğün gecesi gibi kabul eden bir anneyle yetiştik. Ölüm onun için kavuşma ve düğün gecesiydi. Ölürken de öyle gitti. Bir şey daha öğretti, Allah’ı sevmenin benim kâbiliyetim olmadığını, O beni sevdiği için benim O’nu sevebildiğimi öğretti.

 

Demek ki, anlaşılıyor ki âile çok önemli bir birliktir. Farklılıkların hoş görüldüğü ilk yerdir âile. Farklılıkların hoş görüldüğü ilk yer…. Biz Türkler, güzeli böyle (bütün parmaklarını birleştirerek) gösteririz, bakın beş parmak da birbirinden farklı ancak birbirini kabul ettiği zaman güzel oluyor. İşte âile bu farklılıkların birbirini kabul ettiği yerdir.

 

Maalesef hiç kimsenin çocuğu hayâl ettiği gibi olmuyor. Ama benim vazifem onu Allah’a götürmek. Mesnevî’de çok güzel bir hikâye var. Hz. Nuh, Allah’a diyor ki, Allah’ım, bu benim oğlum değil mi? Neden gemiye gelmiyor, neden dağa çıkıyor? Üç kere söylüyor, benim oğlum değil mi, benim oğlum değil mi?.. Allah’tan cevap geliyor: Ne zaman senin oğlun oldu yâ Nuh? Onu sana sâdece bir ömürlük, beni öğretesin diye verdim ben. Öyleyse emânetleri yerine götürmek için çalışıyoruz, bizim evlâtlarımız değil onlar. Bize âit hiçbir şey yok bu âlemde, hiçbir şey. Hepsini bırakıp gideceğiz. Yalnız îmân… Hemen bir ispat edeyim bunu. Çok güzel bir film seyretmiştim, gerçek bir hayattan alınmış. Filmin adı “Iris”, tavsiye ederim, inşaallah seyredersiniz. Çok meşhur bir felsefeci hanımefendi İngiltere’de. Herkes ona hayran, önündeki on senesi dolu programlarının, öyle bir hanımefendi. Bir günde alzheimer oldu, her yere tuvaletini yapmaya başladı. Herkes ondan kaçtı, bırakın dinlemeyi, kaçtılar ondan nefretle. Ve bir çöp evde, yoksulluk içinde öldü. Aynı zamanda benim bir arkadaşımın annesi de alzheimer oldu. Ben onu şöyle gördüm, her gün kalkıyordu, kızım bugün bayram değil mi, hadi namaz kılalım, diyordu. Gayet mutluydu, alzheimer ona hiçbir şey yapmamıştı, çünkü imânı vardı.

 

Öyleyse çocuklarımıza îmân aşılayalım, onları Allah’la tanıştıralım, yaratıcısını tanımayan çocuk mutlu olamaz. Mutlu olmayan da, dünyâya gelmekten maksadını hâsıl edemez.

[1] 27 Kasım 2014 tarihinde Frankfurt’ta Kutsal Kadın Kilisesi’nde verilen konferansın deşifresidir.

Âileden Maksat

“Âilem için güzel çaba göstermekle kazandım Rabbimi

Bana meşgûliyetimde inâyeti gösterdi

 

Eğer onlar olmasa olmazdım ben ne mukarreb bir kul

Ve ne de siyâdet (efendilik) ve fazîlet sâhiplerinden

 

Eğer engellemeseydim âlemle meşgul olmasını onun,

Tutmazdı nefsim dosdoğru yolu

 

Seçilmişlerden oldum ben O’nun Arş’ının gölgesinde

Ensâr resûllerle birlikte geldiğinde

 

(Mânevî Seferler, İbnü’l Arabî, s. 68)

 

İbnü’l Arabî, “Âile için Çabalama Seferi” olarak adlandırdığı bölümde “Bil ki, iyiliğin tamâmı başkaları için gayret etmektir. Âile için çabalama da buna dâhildir” der. Biz Türkler, âile kavramına ayrı bir önem atfeder ve âile bağlarımızı her şeyin ötesinde tutarız. Peki, âile olmaktan, âile kurmaktan maksadımız nedir? Batılı toplumlarda âile kurumu yok olma tehlikesi yaşıyorken, biz âile kavramına gereken hürmeti gösteriyor muyuz?

 

Belki bir-iki kuşak önceki nesillerde, efendi olmak ve hanım olmak adına farklı bir sükût ve edep bugünden daha çok hâkimdi. İnsanlar hoşlanmadıkları davranışlara mâruz kalsalar da, âilelerinden gördükleri terbiyeye hürmeten sükût eder, sabreder, fedâkarlık ederlerdi. Ve bunun karşılığını mutlaka -kuldan olmasa bile, Allah’tan- alırlardı. Ama yeni nesillerce bu edep, sessizlik ve sabır “eziklik” olarak görülmeye başlanınca, sükût edişler yerini tartışmalara bıraktı. Sabır ve fedâkarlık, yerini bencilliğe ve altta kalmama sevdâsına bıraktı. En baştan “aman, kendini ezdirme” diye tembihleyen zihniyet, nikâhlarda “imzâyı atar atmaz, önce ayağına sen bas” diye bir ayağa basma töreni oluşturdu. Oysa ben Cemâlnur Hocamızın bir konuşmasında, geline yakılan kınanın anlamını öğrenince hayretler içinde kalmıştım:

 

“Peygamber milletiyiz biz… Biz ya koyunumuzu kınalarız, ya askere gidecek evlâdımızı ya da gelinimizi. Gelin de kınalanarak şahâdete gider, değil mi? Eşiyle bir olarak, berâber olarak, kendi varlığını şehit eder.” diyordu. Aslında zevc ve zevce olarak, yâni ayakkabının iki eşi olarak, “el ele, el Hakka” yürünen bu âile yolunda varlığını eşinde şehit etmek ne demektir? Havvâ’nın, vatanı olan Âdem’e dönüp varlığını onda şehit etmesi nasıl bir olgudur? Biz niye bunları hiç düşünmüyoruz…

Belki de toplumumuzda yaygın olarak âile saadetinin yakalanamamasının nedeni, sırf kendi mutluluğumuz için âile kurup yine kendi mutluluğumuz için çocuk sâhibi olmayı istememizdir. Biz mutlu olmak istiyoruz, sevilmek, güvenmek, rahat etmek, yüceltilmek istiyoruz. Ama varlığın devâm etmesi için gerekli olan âile kurumu, Allah’ı tanıyabilmemiz ve gelecek nesillerin de Allah’ı ve Peygamber’ini tanıyabilmesi için var olan bir kurum. O arada bütün bunların amacını ve aslında kimler için olması gerektiğini unutuveriyoruz.

 

Allah’a odaklanarak O’nun rızâsını gāye edinen insanların âile içinde yaşanan sıkıntılara da, “eşim beni törpüledi, çocuğum beni terbiye etti, Allah onlardan râzı olsun” diye bakabildiklerini ve asla huzurlarının bozulmadığını görüyorum. Öte yandan, eğer eşimiz, çocuğumuz, anne-babamız bize istediğimiz gibi davranmadıysa, maddî-mânevî beklentilerimiz karşılanmadıysa âilede tam bir savaş hâli hüküm sürmeye başlıyor. Birbirimiz için değişmek yerine, birbirimizi değiştirmeye çalışıyoruz. Oysa karşımızdakileri değiştirmeye çalışmadan, oldukları gibi sevebiliyor muyuz? Varlıklarıyla, sağlıklarıyla mutlu olabiliyor muyuz? Önemli olan, bunu gerçekleştirebilmektir.

 

Sırf kendi mutluluğumuza hizmet etmeye odaklandığımızda, tam tersine mutsuzluk ve huzursuzluk içinde bocalıyoruz. Bunun yerine âileler çocuklarına hakkı, hürmeti, sevgiyi ve birliği öğrettiklerinde, birbirlerinin mutluluğuyla mutlu olmayı öğrettiklerinde gerçek anababalık vazifesini yapmış olacaklardır. Peygamber ahlâkını yaşayarak, devâm ettirebildiğimiz zaman Allah rızâsı için âile olabilmenin maksadı hâsıl olacak ve Türk âile hayâtı dünyâya emsâl bir hâl teşkil edecektir. Allah nasip etsin, âmin…