“Yaratıcısını Tanımayan Çocuk Mutlu Olamaz”

Kelime anlamıyla zevc ve zevce, ayakkabının iki teki demektir. Ayakkabının iki teki birbirine eşit değildir ama biri olmadan öbürü hiçbir işe yaramaz. Berâber yürümek zorundadırlar Allah yolunda. (…) Birlik ve berâberlik çok önemli. İslâm, birlik ve berâberlik demektir. Âile, birliğin en küçük parçasıdır. Pek anlatıldığı gibi değil; İslâm’da, İslâm âilesinde kadın çok önemlidir. Peygamber’den bir örnek vermek isterim. Eşlerinden bir tânesi hafifçe yakasına yapışıp sarsmış. Kayınvâlidesi “Ne yapıyorsun, karşında peygamber var!” demiş. “Üzülmeyin anneciğim” demiş Hz. Peygamber, “Bana bundan da kötü muamele ederler, ama ben dayanırım. Çünkü Allah âilesine güzel davranan erkeği sever.”

 

Kur’ân asla kadın ve erkeği mes’uliyet yönünden birbirinden ayırmaz. Mümin, müminat diye ikisine eşit olarak vazife verir. Hz. Mevlânâ ise şöyle anlatır evliliği; İki kişi ellerine birer sünger alıp birbirini yontarlar, hangisi önce güzelleşirse o diğerine örnek olur. Bu, Allah’a giden bir yolculuktur. Bütün mutluluk ve hayat, yaratıcıyla ilişki kurmakla alâkalı. Eğer kişi ile ilişki kurarsak dâima acı ve sıkıntı var. Yaratan ile ilişki kurarsak dâima mutluluk ve huzur var.

 

“Mutluluğun Yolu Güzel Ahlâktır”

 

İnsan kelimesi Arapça bir kelimedir. İnsan, bizi anlatıyor inşaallah; insan başkalarıyla iyi geçinen demektir kelime anlamıyla. Tasavvuf her yaratılmışta Allah’ın bir ismi olduğunu, yaratıcının bir ismi olduğunu söyler, her yaratılmışta! Dolayısıyla yaratılmışa hürmet, direkt Allah’a hürmettir. Şimdi buraya dikkatinizi çekeceğim. Âyet-i kerîmede, Kur’ân-ı Kerîm’de diyor ki, her şey beni tesbih eder. Allah böyle buyuruyor, her şey beni tesbih eder. Bir mutasavvıf, şu tahtanın üzerine şöyle (sertçe) vuramaz. Der ki, milyonlarca atom Allah diyerek dönüyor burada, ben nasıl üzerine vurabilirim? Masaya vuramayan insan, başkasına nasıl kötü davranır? Bırakın kula, bitkiye, hayvana hiçbir şeye kötü davranma hakkımız olmayan bir dünyâda yaşıyoruz.

 

O hâlde mutluluğun yolu, güzel ahlâktan geçer. Peygamber’e soruyorlar, din nedir? Güzel ahlâktır, diyor. Sağına geçiyorlar, din nedir? Güzel ahlâktır. Soluna geçiyorlar, din nedir? Güzel ahlâktır. Gördünüz mü oğlum, beni kızdıramadınız, güzel ahlâktır, diyor. Büyük bir mutasavvıf İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne bir Yahudi gelmiş, kapısını çalmış, Hazret kapıyı açmış, kaçmış. Bir daha çalmış, kaçmış. On-on beş kere bu tekrarlanmış. On beşinci kerede açtığında Yahudi’yi karşısında bulmuş. Demiş ki Yahudi, “Sen mi büyüksün, şu köpek mi senden üstün?” Gülmüş İmâm-ı Âzam, demiş ki, “Eğer kendi nefsimi, egomu zapt-ı rapta almadıysam köpek benden üstün. Ancak ben kendime hâkimsem, köpekten üstünüm.”

 

Öyleyse bu âlem birlik içinde Allah’a giden bir yol. Evlenmeden, âile olmadan, başkalarının sıkıntılarına katlanmadan Allah bulunamaz. Bir hikâye anlatayım. Adamın bir tânesi dağa çıkmış. Ormanda kapanmış, Allah Allah Allah demiş, ermiş… Mûcize göstermeye başlamış. Sütü ters çevirmiş bardakla, bakmış akmıyor, “erdim!” demiş. Şehre gelmiş; kardeşi kunduracı… Kunduracıya demiş ki, ben erdim! Âferin, demiş kardeşi, gel bana yardım et öyleyse. Peki, demiş adam ve bir hanımın ayakkabısını boyamaya başlamış. Hanım da güzel bir hanımmış, süt tıp tıp tıp akmaya başlamış. Kardeşi demiş ki; köftehor, dağda ermek önemli değil, gel bu güzelliklerin içinde Allah diyerek er, o zaman seni tebrik edeyim.

 

“Çocukları kurtaracak olan tek şey Allah aşkı ve Allah sevgisidir”

 

Çok güzel bir senfoni düşünün, birçok notadan oluşmuş. Ben do’yu sevmiyorum diye do’ları çıkarın, senfoni yıkılır. O hâlde bu âlem zıtlıklarla güzelliği sağlar. Çok güzel bir hanımefendi düşünün. Çok güzel ama onun bağırsağı var, gözü var, kaşı var, aklı var, bağırsağı var… Bağırsağı çıkarıp atamıyoruz ki vücûdunun içinden. Onunla birlikte o hanımefendi güzel.

 

Bir âile kuruluyor. Karı-koca birbirinden farklı iki insan, bir araya geliyor. Meşrepler farklı, huylar farklı. Âyet-i kerîmede Allah diyor ki, sakın karına kızma. Erkeğe söylüyor Allah. Onun diyor, beğenmediğin huyları yanında mutlaka beğendiklerin de var diyor, onları önemse. Bir mutasavvıf diyor ki, karı-koca bir mâbed kuruyorlar. Mâbedi iki sütun üzerine kurarlar. Sütunları yapıştırırsanız mâbed çöker. Aralarından Allah’ın aşkı geçecek kadar yer bırakın.

 

Bir âyet-i kerîme var, her nereye dönsen Allah’ın yüzü ordadır. Her şey bu âyete dayanır: Her nereye dönsen, Allah’ın yüzü ordadır. Şimdi, bütün kānunlar bir araya gelse, insanı yanlış yapmaktan alıkoyamaz. Yalnız Allah aşkı ve Allah inancı onu korur. (…) Mutasavvıflar yıkanırken iki büklüm yıkanırlarmış, Allah beni seyrediyor, edep yerlerimi örteyim diye.

 

Ben Allah’tan çok korkuyorum. Ama bu korku, cehenneme gideceğim filan korkusu değil, o hiç umurumda değil. Cennet de beni hiç ilgilendirmiyor. Çünkü Yûnus Emre öyle diyor, “Cennet Cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç hûri, isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” diyor. Ben çok korkuyorum, ciddi korkuyorum. Ya beni sevmezse diye korkuyorum (…). Ya beni bugün beğenmezse, ya bana yanaşmazsa, benimle olmazsa diye korkuyorum. İşte çocuklarımıza bunu aşılamalıyız. Çocukları kurtaracak olan tek şey Allah aşkı ve Allah sevgisidir. Öyleyse önce onları beslemek, vitaminlerle, yaz tatillerini ayarlamak ya da hangi okullarda okuyacaklarını programlayıp kendi egomuzu ön plana çıkarmak yerine, onları nasıl mutlu edebiliriz, nasıl Allah aşkı ile doldurabiliriz diye düşünmek lâzım. Annelerin çoğu, çocukları başkalarıyla mukāyese ediyor. Çocuğu başkasıyla mukāyese etmek kadar yanlış bir şey olamaz. Çocuğu, bir gün önceki hâliyle mukāyese etmek gerek, daha mutlu mu acaba diye.

 

Yetişirken en büyük derslerden birini kız kardeşimden aldım. Ben inanamayacaksınız ama eskiden biraz topluydum yani. Ve pantolon giymekten çok utanıyordum. Bir gün kardeşim bana dedi ki, senin istediğin gibi bacaklar bütün kızlarda var ama hiçbiri bir Cemâlnur değil, dedi. O hâlde onlara kendi değerlerini ortaya çıkaracak kadar özgüven verelim.

 

“Allah cezâ vermiyor; cezâyı biz kendimize veriyoruz.”

 

Özgüven nedir? Özgüven, kendinden emin olmak, egoist olmak, ben en üstünüm demek değildir. Hz. Mevlânâ kendini beğenmiş adamı anlatırken şöyle diyor: At idrarını yapmış, üzerine bir saman çöpü konmuş, üzerine bir sinek oturmuş, var mı benim gibi kaptan-ı deryâ diye geziyor. Öyleyse özgüven, kendindeki Allah’a güvenmektir. Kendindeki egoyu yenip orada Allah’a sığınmak ve O’na güvenmektir. Bu nasıl olacak? Nefsimizi esir etmekle olacak. Meselâ Diyojen İskender’le karşılaştığında, Büyük İskender gelmiş, Diyojen’in ülkesini almış, Diyojen bir yerde oturuyor. Kalk esir, demiş Diyojen’e. Diyojen demiş ki, esir sensin. Nasıl ben esir olurum demiş, ben bu ülkeyi aldım. Sen esirsin demiş Diyojen, çünkü sen nefsinin esirisin. Bense o nefsi ayaklarımın altına aldım. İslâm, kusuru kendinizde arayın, der. Başkalarından önce kendinizde arayın. Bütün her şey burada yatıyor. Asıl nefsini yenmek, kızgınlığını yenmektir. Hz. Mevlânâ anlatıyor; Hz. Îsâ’ya soruyorlar, Allah’tan korkar mısın? Evet, Allah’ın celâlinden, kızgınlığından çok korkarım diyor Hz. Îsâ. Peki diyor, bu kızgınlığı bu öfkeyi görmemek için ne yapmalıyız? Kendi kızgınlığımızı yenmeliyiz, diyor.

 

Çocuklarımıza bu dünyanın bomboş ve yalan olduğunu anlatmalıyız. Burası bir karagöz oyununa benzer, kukla oyununa. Bunu göstermeliyiz çocuklarımıza. Biliyorsunuz kukla oyununda birçok şahsiyet vardır, kötü kız, iyi kız, delikanlı, aralarına giren cadı… Sonra oyun bitince bir de bakarsınız hepsini tek kişi oynuyordur, başkası yok ortada. Öyle değil mi? Allah’ı sevdirmek lâzım çocuklarımıza. Geçenlerde bir arkadaşımın çocuğuna sordum, Allah’ı seviyor musun diye. Dedi ki, anneanneminkini seviyorum, babaanneminkini sevmiyorum, dedi. Çünkü anneannesi büyük ihtimalle seven, kucaklayan, affeden bir Allah anlatıyordu, babaannesi de kızgın, cezâlandıran… Allah cezâlandıran değil; cezâyı biz kendimize veriyoruz. Allah cezâ vermiyor. Kur’ân-ı Kerîm’de diyor ki, korkutmayın, yaklaştırın, sevdirin. Çocuklarımıza Allah’ı yaklaştıralım, Allah’la tanıştıralım. Yaratıcısını tanımadan mutlu olmasının imkânı yok çocukların.

 

Öyleyse nasıl yapacağız? Bana hep bu soru soruluyor: Çocukları nasıl terbiye edeceğiz? Çocukları terbiye etmeyeceğiz, kendimizi terbiye edeceğiz. Örnek olarak göstereceğiz, önce kendimizi adam edeceğiz. Peygamber’e soruyorlar, zîna yapan Müslüman mıdır diye. Diyor ki, duâ ederiz bir daha yapmaz… Yalan söyleyen Müslüman mıdır deyince, hayır Müslüman değildir, diyor. Biz çok iyi öğrendik ki, çocuk terbiyesi anne karnında başlar. Yani çocuk annesinin yalan söylediğini karnındayken öğrenir ve yalana alışır. Üç yaşında da bütün şahsiyet gelişimi biter. Yani anne karnında başlar, üç yaşında biter.  (…)

 

 

“Annem bize sözünde durmayı öğretti,‘söz, kula değil, Allah’a verilir’ derdi”

 

Şimdi kendi âilemden örnekler vereceğim. Ben hârikulâde bir anne-babayla yetiştim. Dünyânın en şanslı insanıyım herhâlde. Bir kere bizim evde hiçbir şey büyümedi, problem olmadı, dert olmadı. 1960 yılında babam ihtilâl dolayısıyla hapse girdiğinde annemin başı seccâdedeydi ve çok şükür Hz. Yusuf’a eşlik ediyoruz, diyordu. O hâlde demek ki felâket diye bir şey yoktu. Her şey güzeldi, her şey Allah’ın bir takdiriydi. Kızım öldüğünde de annemin başı secdedeydi, bana da “hadi secde et, Hz. Fatma’ya eşlik ediyorsun, ne şanslısın” dedi. Evet, bir acı çekiyordum ama bir yandan da huzurluydum, iyi bir şey yapıyorum gāliba diyordum. Allah bizi seçmişti herhâlde bu acı için. Eve hırsız girdiğinde, annem şöyle dedi: Hırsızın bizden çok hakkı varmış o malda. Üzülmeyelim, ne kadar şanslıyız.

 

Sözünde durdu, hiç yalan söylemedi. Bize sözünde durmayı öğretti. Çünkü derdi ki, söz Allah’a verilir, kula verilmez. Hiç kimsenin aleyhinde konuşmadı, hiç duymadım. O’nun aleyhinde konuşanlar olduğunda da çok sevinirdi, onlar beni temizliyorlar, derdi. Çünkü fitne kelimesi, Türkçe’de çok önemli bir kelimedir; arabozuculuk demektir fitne. Bizim kimyâ ilminde de fitne, bakırı altından ayıran ateş demektir. Fitne çıkacak ki, bizim bakır kısımlarımız eriyip gitsin, altından altın çıksın. Tevâzu öğretti bize, başkalarından aşağı olduğumuzu öğretti. Hiçbir gücün bizde olmadığını, beş dakika sonramızı dahî programlayamadığımızı öğretti. Çok iyi anladık mı bilmiyorum, iki kardeş iki büklüm durmaktan kambur olduk ama, gerçekten mütevâzi olmayı çok istiyorum ben şahsen. Gerçek tevâzunun, başkalarının kötü muâmelelerine aldırmamak olduğunu, herkesin Allah’ın bir istediğini bize tekâmül için lûtfettiğini öğretti. Bu âlemde her şeyin yerli yerinde olduğunu öğretti.

 

Mesnevî’den çok hikâyeler anlatırdı. Meselâ şu hikâyeyi anlattı: Sivrisinek çok kızmış rüzgâra. Çünkü çok hızlı esiyormuş, öleceğim demiş, gitmiş şikâyet etmiş. Bu rüzgâr çok kötü esiyor, beni öldürecek… O zaman Hz. Süleyman da, ki biliyorsunuz hepsinin dilinden bilen, rüzgâra demiş ki, bu kadar kuvvetli esme, günah, ölecek sivrisinek. Rüzgâr demiş ki, beni Allah esmek üzere yaratmış, es der eserim, o da önümde sivrisinek olmayıversin. Öyleyse herkesin bir vazifesi vardı bu âlemde ve onlar vazifelerini yapacaklardı. Hoş görmeyi ve affetmeyi öğretti. Benim hayatımı zehir eden birisi için bana şöyle dediğini hatırlıyorum: Çam ağacını niye sevmek için elini uzatıyorsun, o batar, uzaktan sev.  Çam ağacı batar öyleyse ama o çam ağacının da güzel tarafı var, yaz kış yemyeşil maşaallah, hiç bozulmadan duruyor aslanlar gibi.

 

Çok öğrenmeyi, ilmimizi geliştirmeyi öğretti ama bununla övünmemeyi de öğretti. Birçok hikâye anlattı bununla ilgili. Adamın bir tânesi, âlim, gemiye binmiş kaptanı çağırmış. Gel bakayım, demiş, sen fizik, kimya, matematik falan bilir misin? Bilmiyorum, demiş kaptan; ne bilsin zavallı. Peki, fıkıh, hadis, Kur’ân falan, onları bilir misin? Biraz, demiş kaptan. Demiş ki âlim, sen benim gözüme gözükme bu yolculuk boyunca, mâdem bu kadar câhilsin, senin ömrünün yarısı boşa geçmiş. Birkaç gün sonra kaptan gülerek gelmiş, âlim bey demiş, yüzme biliyor musunuz? Hayır, demiş âlim. Öyleyse biraz sonra fırtına çıkacak, siz de batınca öleceksiniz, bütün o ilminiz boşa gidecek demiş. Annem derdi ki, ilim seni Allah’a götürmüyorsa batırır, başka bir işe yaramaz.

 

Annem, Hz. Ali’nin şu sözünü çok tekrarlardı. Çocuklarınızı devrin ilmiyle yetiştirin, eski devrin ilmiyle değil. Öyleyse bugünü hoş görmek, onların davranışlarını güzel karşılamak, bizim devrimiz bitti, çocukların devri geldi şimdi, bunu anlamak lâzım. Annem bize arkadaştı, her şeyi konuşurduk onunla. Her zaman hayır demezdi, her zaman evet de demezdi. Hayır demesi gereken yerde hayır derdi ama çoğunlukla evet derdi. Hiçbir şeye bizi mecbur etmedi, ibâdet konusunda hiç zorlamadı. Ama biz hep onun başını secdede ve seccâdenin üzerinde gördük. O yüzden de ibâdeti zevk edindik. Mecbûriyet değil, zevk edindik.

 

“Hiç kimsenin çocuğu hayâl ettiği gibi olmuyor, ama benim vazifem onu Allah’a götürmek”

 

Annem, babamla çok iyi geçinirdi çünkü kavga olduğu zaman çocukların bundan çok etkileneceğini çok iyi bilirdi. Bunun sırrını çok araştırdım ve şunu tespit ettim. Onlar, birbirlerinin kusurunu görmek için birbirlerine bakmıyorlardı. Onlar elele Allah’a gitmeleri gerektiğini biliyorlardı. Allah fikri bizim evde çok kuvvetle vardı ve annemin devamlı söylediği şey şuydu: Sakın birini başkasına şikâyet etme, çok şikâyetçiysen Allah’a şikâyet et. Allah’ınla konuşmanın zevkini öğretti bize. Yani başka hiçbir varlığımız olmadığını, anamızın, babamızın, kardeşimizin, her şeyin yalnız Allah olduğunu öğretti. O yüzden hiç kimsenin ölümü bizi sarsmadı. Zaten ölümü düğün gecesi gibi kabul eden bir anneyle yetiştik. Ölüm onun için kavuşma ve düğün gecesiydi. Ölürken de öyle gitti. Bir şey daha öğretti, Allah’ı sevmenin benim kâbiliyetim olmadığını, O beni sevdiği için benim O’nu sevebildiğimi öğretti.

 

Demek ki, anlaşılıyor ki âile çok önemli bir birliktir. Farklılıkların hoş görüldüğü ilk yerdir âile. Farklılıkların hoş görüldüğü ilk yer…. Biz Türkler, güzeli böyle (bütün parmaklarını birleştirerek) gösteririz, bakın beş parmak da birbirinden farklı ancak birbirini kabul ettiği zaman güzel oluyor. İşte âile bu farklılıkların birbirini kabul ettiği yerdir.

 

Maalesef hiç kimsenin çocuğu hayâl ettiği gibi olmuyor. Ama benim vazifem onu Allah’a götürmek. Mesnevî’de çok güzel bir hikâye var. Hz. Nuh, Allah’a diyor ki, Allah’ım, bu benim oğlum değil mi? Neden gemiye gelmiyor, neden dağa çıkıyor? Üç kere söylüyor, benim oğlum değil mi, benim oğlum değil mi?.. Allah’tan cevap geliyor: Ne zaman senin oğlun oldu yâ Nuh? Onu sana sâdece bir ömürlük, beni öğretesin diye verdim ben. Öyleyse emânetleri yerine götürmek için çalışıyoruz, bizim evlâtlarımız değil onlar. Bize âit hiçbir şey yok bu âlemde, hiçbir şey. Hepsini bırakıp gideceğiz. Yalnız îmân… Hemen bir ispat edeyim bunu. Çok güzel bir film seyretmiştim, gerçek bir hayattan alınmış. Filmin adı “Iris”, tavsiye ederim, inşaallah seyredersiniz. Çok meşhur bir felsefeci hanımefendi İngiltere’de. Herkes ona hayran, önündeki on senesi dolu programlarının, öyle bir hanımefendi. Bir günde alzheimer oldu, her yere tuvaletini yapmaya başladı. Herkes ondan kaçtı, bırakın dinlemeyi, kaçtılar ondan nefretle. Ve bir çöp evde, yoksulluk içinde öldü. Aynı zamanda benim bir arkadaşımın annesi de alzheimer oldu. Ben onu şöyle gördüm, her gün kalkıyordu, kızım bugün bayram değil mi, hadi namaz kılalım, diyordu. Gayet mutluydu, alzheimer ona hiçbir şey yapmamıştı, çünkü imânı vardı.

 

Öyleyse çocuklarımıza îmân aşılayalım, onları Allah’la tanıştıralım, yaratıcısını tanımayan çocuk mutlu olamaz. Mutlu olmayan da, dünyâya gelmekten maksadını hâsıl edemez.

[1] 27 Kasım 2014 tarihinde Frankfurt’ta Kutsal Kadın Kilisesi’nde verilen konferansın deşifresidir.

The following two tabs change content below.

Cemâlnur Sargut

Son Yazıları: Cemâlnur Sargut (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın