Editörden (Ocak 2015)

Merhabalar Dostlar,

Yeni yılın bu ilk sayısı, şimdiye kadarki tüm sayılarımız kadar güncel ve kıymetli. Ocak 2015 sayımızda konumuz “Tasavvuf ve Aile Anlayışı”. Bu sayıda dilimiz döndüğünce, Türk ve İslâm aile anlayışını çocuklarımıza ne öğrettiğimize ve bu arada bizlerin neler öğrendiğimize, ne kadar öğrendiğimize bakalım ve tefekkür edelim istedik.

Bir nebze değerlerimizi, geleneklerimizi, kültürümüzü öğrebildiysek, bunu yeni neslimize, medyatik, bilişim-bilgisayar teknolojisi uzmanı çocuklarımıza “ne kadar vermeyi denedik-deniyoruz?” diye soralım istedik. Biz ne kadar bilebildik ve aktarabildik/ aktarabiliyoruz diye bir düşünelim, hâlimizle yüzleşelim istedik. Elbette eksik hâlimiz, bilgimiz ve kaplarımız ile bu işe giriştik. Dolayısıyla ettiğimiz kelâmların, eksiklikleri de, kusurları da bize ait; hoşgörün lütfen.

Bu şekilde, yeni neslin ceddimizin bize bıraktıkları emânetleri hatırlamaları için vesile oluruz inşaallah. Kalemlerimizi elimize aldık ve gönüllerimize düşenleri aktarmaya çalıştık. Yetmedik-yetemedik elbet, yine ve her zamanki gibi yolundayız dedik, diyoruz ve sözü Sâmiha Ayverdi’nin bu konuyu çok güzel özetleyen öğütleri ile noktalıyoruz:

“Çocuklarınıza ellerinden geldiği kadar etraflarına iyilik yapmayı, şefkat ve muhabbet göstermeyi, hoş görmeyi ve affetmeyi, nankörlük etmemeyi, akıllarından ve duygularından başkalarına pay çıkarmayı ve keseleriyle de iyilik etmeyi kendi yaşadığınız hayat yoluyla bizzat gösterip örnek olun. Kezâ, kendi çektiğiniz ızdırap ve acıları başkalarına çektirmemenin insanoğlunun varabileceği ulvî duraklardan biri olduğunu öğretin.”

“Dünyanın bir okul olduğunu ve hayatın sonuna kadar da imtihanın biri biterken ötekinin başladığını, onun için de, dâimâ uyanık ve kendi kendini hesaba çekenlerden olmanın, bahtiyarlığın ta kendisi olduğunu da gene siz gösterin.”

“Dil ne kadar güzel sözler söylerse söylesin, fiil ve hareketlerin tesiri ile asla yarışamaz.”

O sultanlara bir nebze lâyık olmak dileğiyle, yeni sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

Sohbetler (Ocak 2015)

Güzide Hanımefendi:

– Bu hanım, hayat demek, çocuğum demekti, diyor.

–  “Bir evlâda bu kadar iptilâya acınır. Evlât ne demek? Ana ile ba­banın cümbüşünden hâsıl olmuş bir vücut değil mi? O halde bunun ne-sine esir oluyorsun? Sen onun için dünyâya gelmedin ki… Allah’ı bilmek için geldin.

Ama bu sözlerimden evlâda muhabbetsizlik ve alâkasızlık mânâsı çıkarılmamalıdır. Evlât, bir ilâhî emânettir. Yetişmesi, terbiyesi, ahlâkı, îmânı ve sıhhati için sen bir mürebbîsin. Analık babalık hakkı budur.

O evlât ki, vatanına, dînine, cemiyete ve ailesine faydalı olur, bir ana baba için bundan büyük mükâfat olur mu? Fakat bu hâsıl olmazsa, o çocuğun olması ile olmaması birdir. Çünkü maksat, kendi vücûdunun bir parçası olan bu varlığı, Allah’ın dileğine göre hazırlamak ve yetiş­tirmektir. Bu hâsıl olmadıktan sonra, çocuğuna muhabbet eden anaba­ba fitneye düşmüş demektir.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 90)

 

 

***

 

Güzide Hanımefendi, evlâtlarına fevkalâde haris bir ana ve ba­banın bu evlâtlar yüzünden başlarına gelenleri anlattı:

– “Hiçbir şey sebepsiz olmaz. Onun için şuna buna îtirâzı bırak­malı. O anababa, evlâtlarına ziyâde düşkünlüklerinden bu hallere mâruz kaldılar. Onun için, olduğumuz bulduğumuz hâl kendi amelleri­mizin neticesidir, başka bir şey değil. Herhangi bir mahkemenin verdi­ği hükümlere bile ses çıkarmıyor, razı oluyorsun. Ya mutlak olan hâkim nasıl yanılır? Mâruz kaldığın her hal, iyi veya kötü âmâlinin neticesi olarak verilmiş hükümlerin icâbıdır.

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 1)

 

***

Nazlı Hanımefendi, sünnet-i seniye olmadığını söyleyerek resim çıkartmayan ve şapka giymeyen, netice itibariyle de işine gidemeyen bir hocadan bahsetti.

–  “Her asırda bir kâmil insan müceddit olarak gelir. O hoca efendi
bu müşkülünü irfan erbâbı bir kimseye anlatmış olsaydı tatmin edici
bir cevap alacağı muhakkaktı.

Bir kere Zamân-ı Saâdet’te fotoğraf yoktu. Hem Resûlullah Efen­dimizin de resmi menetmesi ve ‘Benim tasvirim dahi olsa nerede gö­rürseniz ayaklar altına alınız’ diye buyurması, Arapların put âlemin­den yeni yeni kurtulmakta oldukları bir zamanda idi. Hattâ Yahudiler ‘Müslüman oluruz, ama putlarımıza dokunmazsanız…’ demekte idiler.

Bu hoca efendi, işine gidememekle ailesine de bakamıyor, demek­tir. Hâlbuki bir müslümanın ailesine bakması ve muhabbet etmesi ibâ­dettir. Ailesini seveni Allah da sever. Çünkü bütün yaratılmışlar Allah’ın ayâlidir. Ve yine Resûlullah ‘İçinizde en hayırlınız, ailesine ha­yırlı olandır’ buyurur. Yine o büyük Peygamber, birçok müşkülleriniz­de size yardım edecek bir anahtar veriyor. ‘Bu anahtar nedir?’ derseniz; Allah sizin amellerinize değil, niyetlerinize bakar düsturudur.

Onun için bu fotoğraflar bu şapkalar ki, hep toprağın dışında ka­lacak şeylerdir. Şu hâlde bunları giymenin de giymemenin de ne ehem­miyeti olur?”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 176)

“Yaratıcısını Tanımayan Çocuk Mutlu Olamaz”

Kelime anlamıyla zevc ve zevce, ayakkabının iki teki demektir. Ayakkabının iki teki birbirine eşit değildir ama biri olmadan öbürü hiçbir işe yaramaz. Berâber yürümek zorundadırlar Allah yolunda. (…) Birlik ve berâberlik çok önemli. İslâm, birlik ve berâberlik demektir. Âile, birliğin en küçük parçasıdır. Pek anlatıldığı gibi değil; İslâm’da, İslâm âilesinde kadın çok önemlidir. Peygamber’den bir örnek vermek isterim. Eşlerinden bir tânesi hafifçe yakasına yapışıp sarsmış. Kayınvâlidesi “Ne yapıyorsun, karşında peygamber var!” demiş. “Üzülmeyin anneciğim” demiş Hz. Peygamber, “Bana bundan da kötü muamele ederler, ama ben dayanırım. Çünkü Allah âilesine güzel davranan erkeği sever.”

 

Kur’ân asla kadın ve erkeği mes’uliyet yönünden birbirinden ayırmaz. Mümin, müminat diye ikisine eşit olarak vazife verir. Hz. Mevlânâ ise şöyle anlatır evliliği; İki kişi ellerine birer sünger alıp birbirini yontarlar, hangisi önce güzelleşirse o diğerine örnek olur. Bu, Allah’a giden bir yolculuktur. Bütün mutluluk ve hayat, yaratıcıyla ilişki kurmakla alâkalı. Eğer kişi ile ilişki kurarsak dâima acı ve sıkıntı var. Yaratan ile ilişki kurarsak dâima mutluluk ve huzur var.

 

“Mutluluğun Yolu Güzel Ahlâktır”

 

İnsan kelimesi Arapça bir kelimedir. İnsan, bizi anlatıyor inşaallah; insan başkalarıyla iyi geçinen demektir kelime anlamıyla. Tasavvuf her yaratılmışta Allah’ın bir ismi olduğunu, yaratıcının bir ismi olduğunu söyler, her yaratılmışta! Dolayısıyla yaratılmışa hürmet, direkt Allah’a hürmettir. Şimdi buraya dikkatinizi çekeceğim. Âyet-i kerîmede, Kur’ân-ı Kerîm’de diyor ki, her şey beni tesbih eder. Allah böyle buyuruyor, her şey beni tesbih eder. Bir mutasavvıf, şu tahtanın üzerine şöyle (sertçe) vuramaz. Der ki, milyonlarca atom Allah diyerek dönüyor burada, ben nasıl üzerine vurabilirim? Masaya vuramayan insan, başkasına nasıl kötü davranır? Bırakın kula, bitkiye, hayvana hiçbir şeye kötü davranma hakkımız olmayan bir dünyâda yaşıyoruz.

 

O hâlde mutluluğun yolu, güzel ahlâktan geçer. Peygamber’e soruyorlar, din nedir? Güzel ahlâktır, diyor. Sağına geçiyorlar, din nedir? Güzel ahlâktır. Soluna geçiyorlar, din nedir? Güzel ahlâktır. Gördünüz mü oğlum, beni kızdıramadınız, güzel ahlâktır, diyor. Büyük bir mutasavvıf İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne bir Yahudi gelmiş, kapısını çalmış, Hazret kapıyı açmış, kaçmış. Bir daha çalmış, kaçmış. On-on beş kere bu tekrarlanmış. On beşinci kerede açtığında Yahudi’yi karşısında bulmuş. Demiş ki Yahudi, “Sen mi büyüksün, şu köpek mi senden üstün?” Gülmüş İmâm-ı Âzam, demiş ki, “Eğer kendi nefsimi, egomu zapt-ı rapta almadıysam köpek benden üstün. Ancak ben kendime hâkimsem, köpekten üstünüm.”

 

Öyleyse bu âlem birlik içinde Allah’a giden bir yol. Evlenmeden, âile olmadan, başkalarının sıkıntılarına katlanmadan Allah bulunamaz. Bir hikâye anlatayım. Adamın bir tânesi dağa çıkmış. Ormanda kapanmış, Allah Allah Allah demiş, ermiş… Mûcize göstermeye başlamış. Sütü ters çevirmiş bardakla, bakmış akmıyor, “erdim!” demiş. Şehre gelmiş; kardeşi kunduracı… Kunduracıya demiş ki, ben erdim! Âferin, demiş kardeşi, gel bana yardım et öyleyse. Peki, demiş adam ve bir hanımın ayakkabısını boyamaya başlamış. Hanım da güzel bir hanımmış, süt tıp tıp tıp akmaya başlamış. Kardeşi demiş ki; köftehor, dağda ermek önemli değil, gel bu güzelliklerin içinde Allah diyerek er, o zaman seni tebrik edeyim.

 

“Çocukları kurtaracak olan tek şey Allah aşkı ve Allah sevgisidir”

 

Çok güzel bir senfoni düşünün, birçok notadan oluşmuş. Ben do’yu sevmiyorum diye do’ları çıkarın, senfoni yıkılır. O hâlde bu âlem zıtlıklarla güzelliği sağlar. Çok güzel bir hanımefendi düşünün. Çok güzel ama onun bağırsağı var, gözü var, kaşı var, aklı var, bağırsağı var… Bağırsağı çıkarıp atamıyoruz ki vücûdunun içinden. Onunla birlikte o hanımefendi güzel.

 

Bir âile kuruluyor. Karı-koca birbirinden farklı iki insan, bir araya geliyor. Meşrepler farklı, huylar farklı. Âyet-i kerîmede Allah diyor ki, sakın karına kızma. Erkeğe söylüyor Allah. Onun diyor, beğenmediğin huyları yanında mutlaka beğendiklerin de var diyor, onları önemse. Bir mutasavvıf diyor ki, karı-koca bir mâbed kuruyorlar. Mâbedi iki sütun üzerine kurarlar. Sütunları yapıştırırsanız mâbed çöker. Aralarından Allah’ın aşkı geçecek kadar yer bırakın.

 

Bir âyet-i kerîme var, her nereye dönsen Allah’ın yüzü ordadır. Her şey bu âyete dayanır: Her nereye dönsen, Allah’ın yüzü ordadır. Şimdi, bütün kānunlar bir araya gelse, insanı yanlış yapmaktan alıkoyamaz. Yalnız Allah aşkı ve Allah inancı onu korur. (…) Mutasavvıflar yıkanırken iki büklüm yıkanırlarmış, Allah beni seyrediyor, edep yerlerimi örteyim diye.

 

Ben Allah’tan çok korkuyorum. Ama bu korku, cehenneme gideceğim filan korkusu değil, o hiç umurumda değil. Cennet de beni hiç ilgilendirmiyor. Çünkü Yûnus Emre öyle diyor, “Cennet Cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç hûri, isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” diyor. Ben çok korkuyorum, ciddi korkuyorum. Ya beni sevmezse diye korkuyorum (…). Ya beni bugün beğenmezse, ya bana yanaşmazsa, benimle olmazsa diye korkuyorum. İşte çocuklarımıza bunu aşılamalıyız. Çocukları kurtaracak olan tek şey Allah aşkı ve Allah sevgisidir. Öyleyse önce onları beslemek, vitaminlerle, yaz tatillerini ayarlamak ya da hangi okullarda okuyacaklarını programlayıp kendi egomuzu ön plana çıkarmak yerine, onları nasıl mutlu edebiliriz, nasıl Allah aşkı ile doldurabiliriz diye düşünmek lâzım. Annelerin çoğu, çocukları başkalarıyla mukāyese ediyor. Çocuğu başkasıyla mukāyese etmek kadar yanlış bir şey olamaz. Çocuğu, bir gün önceki hâliyle mukāyese etmek gerek, daha mutlu mu acaba diye.

 

Yetişirken en büyük derslerden birini kız kardeşimden aldım. Ben inanamayacaksınız ama eskiden biraz topluydum yani. Ve pantolon giymekten çok utanıyordum. Bir gün kardeşim bana dedi ki, senin istediğin gibi bacaklar bütün kızlarda var ama hiçbiri bir Cemâlnur değil, dedi. O hâlde onlara kendi değerlerini ortaya çıkaracak kadar özgüven verelim.

 

“Allah cezâ vermiyor; cezâyı biz kendimize veriyoruz.”

 

Özgüven nedir? Özgüven, kendinden emin olmak, egoist olmak, ben en üstünüm demek değildir. Hz. Mevlânâ kendini beğenmiş adamı anlatırken şöyle diyor: At idrarını yapmış, üzerine bir saman çöpü konmuş, üzerine bir sinek oturmuş, var mı benim gibi kaptan-ı deryâ diye geziyor. Öyleyse özgüven, kendindeki Allah’a güvenmektir. Kendindeki egoyu yenip orada Allah’a sığınmak ve O’na güvenmektir. Bu nasıl olacak? Nefsimizi esir etmekle olacak. Meselâ Diyojen İskender’le karşılaştığında, Büyük İskender gelmiş, Diyojen’in ülkesini almış, Diyojen bir yerde oturuyor. Kalk esir, demiş Diyojen’e. Diyojen demiş ki, esir sensin. Nasıl ben esir olurum demiş, ben bu ülkeyi aldım. Sen esirsin demiş Diyojen, çünkü sen nefsinin esirisin. Bense o nefsi ayaklarımın altına aldım. İslâm, kusuru kendinizde arayın, der. Başkalarından önce kendinizde arayın. Bütün her şey burada yatıyor. Asıl nefsini yenmek, kızgınlığını yenmektir. Hz. Mevlânâ anlatıyor; Hz. Îsâ’ya soruyorlar, Allah’tan korkar mısın? Evet, Allah’ın celâlinden, kızgınlığından çok korkarım diyor Hz. Îsâ. Peki diyor, bu kızgınlığı bu öfkeyi görmemek için ne yapmalıyız? Kendi kızgınlığımızı yenmeliyiz, diyor.

 

Çocuklarımıza bu dünyanın bomboş ve yalan olduğunu anlatmalıyız. Burası bir karagöz oyununa benzer, kukla oyununa. Bunu göstermeliyiz çocuklarımıza. Biliyorsunuz kukla oyununda birçok şahsiyet vardır, kötü kız, iyi kız, delikanlı, aralarına giren cadı… Sonra oyun bitince bir de bakarsınız hepsini tek kişi oynuyordur, başkası yok ortada. Öyle değil mi? Allah’ı sevdirmek lâzım çocuklarımıza. Geçenlerde bir arkadaşımın çocuğuna sordum, Allah’ı seviyor musun diye. Dedi ki, anneanneminkini seviyorum, babaanneminkini sevmiyorum, dedi. Çünkü anneannesi büyük ihtimalle seven, kucaklayan, affeden bir Allah anlatıyordu, babaannesi de kızgın, cezâlandıran… Allah cezâlandıran değil; cezâyı biz kendimize veriyoruz. Allah cezâ vermiyor. Kur’ân-ı Kerîm’de diyor ki, korkutmayın, yaklaştırın, sevdirin. Çocuklarımıza Allah’ı yaklaştıralım, Allah’la tanıştıralım. Yaratıcısını tanımadan mutlu olmasının imkânı yok çocukların.

 

Öyleyse nasıl yapacağız? Bana hep bu soru soruluyor: Çocukları nasıl terbiye edeceğiz? Çocukları terbiye etmeyeceğiz, kendimizi terbiye edeceğiz. Örnek olarak göstereceğiz, önce kendimizi adam edeceğiz. Peygamber’e soruyorlar, zîna yapan Müslüman mıdır diye. Diyor ki, duâ ederiz bir daha yapmaz… Yalan söyleyen Müslüman mıdır deyince, hayır Müslüman değildir, diyor. Biz çok iyi öğrendik ki, çocuk terbiyesi anne karnında başlar. Yani çocuk annesinin yalan söylediğini karnındayken öğrenir ve yalana alışır. Üç yaşında da bütün şahsiyet gelişimi biter. Yani anne karnında başlar, üç yaşında biter.  (…)

 

 

“Annem bize sözünde durmayı öğretti,‘söz, kula değil, Allah’a verilir’ derdi”

 

Şimdi kendi âilemden örnekler vereceğim. Ben hârikulâde bir anne-babayla yetiştim. Dünyânın en şanslı insanıyım herhâlde. Bir kere bizim evde hiçbir şey büyümedi, problem olmadı, dert olmadı. 1960 yılında babam ihtilâl dolayısıyla hapse girdiğinde annemin başı seccâdedeydi ve çok şükür Hz. Yusuf’a eşlik ediyoruz, diyordu. O hâlde demek ki felâket diye bir şey yoktu. Her şey güzeldi, her şey Allah’ın bir takdiriydi. Kızım öldüğünde de annemin başı secdedeydi, bana da “hadi secde et, Hz. Fatma’ya eşlik ediyorsun, ne şanslısın” dedi. Evet, bir acı çekiyordum ama bir yandan da huzurluydum, iyi bir şey yapıyorum gāliba diyordum. Allah bizi seçmişti herhâlde bu acı için. Eve hırsız girdiğinde, annem şöyle dedi: Hırsızın bizden çok hakkı varmış o malda. Üzülmeyelim, ne kadar şanslıyız.

 

Sözünde durdu, hiç yalan söylemedi. Bize sözünde durmayı öğretti. Çünkü derdi ki, söz Allah’a verilir, kula verilmez. Hiç kimsenin aleyhinde konuşmadı, hiç duymadım. O’nun aleyhinde konuşanlar olduğunda da çok sevinirdi, onlar beni temizliyorlar, derdi. Çünkü fitne kelimesi, Türkçe’de çok önemli bir kelimedir; arabozuculuk demektir fitne. Bizim kimyâ ilminde de fitne, bakırı altından ayıran ateş demektir. Fitne çıkacak ki, bizim bakır kısımlarımız eriyip gitsin, altından altın çıksın. Tevâzu öğretti bize, başkalarından aşağı olduğumuzu öğretti. Hiçbir gücün bizde olmadığını, beş dakika sonramızı dahî programlayamadığımızı öğretti. Çok iyi anladık mı bilmiyorum, iki kardeş iki büklüm durmaktan kambur olduk ama, gerçekten mütevâzi olmayı çok istiyorum ben şahsen. Gerçek tevâzunun, başkalarının kötü muâmelelerine aldırmamak olduğunu, herkesin Allah’ın bir istediğini bize tekâmül için lûtfettiğini öğretti. Bu âlemde her şeyin yerli yerinde olduğunu öğretti.

 

Mesnevî’den çok hikâyeler anlatırdı. Meselâ şu hikâyeyi anlattı: Sivrisinek çok kızmış rüzgâra. Çünkü çok hızlı esiyormuş, öleceğim demiş, gitmiş şikâyet etmiş. Bu rüzgâr çok kötü esiyor, beni öldürecek… O zaman Hz. Süleyman da, ki biliyorsunuz hepsinin dilinden bilen, rüzgâra demiş ki, bu kadar kuvvetli esme, günah, ölecek sivrisinek. Rüzgâr demiş ki, beni Allah esmek üzere yaratmış, es der eserim, o da önümde sivrisinek olmayıversin. Öyleyse herkesin bir vazifesi vardı bu âlemde ve onlar vazifelerini yapacaklardı. Hoş görmeyi ve affetmeyi öğretti. Benim hayatımı zehir eden birisi için bana şöyle dediğini hatırlıyorum: Çam ağacını niye sevmek için elini uzatıyorsun, o batar, uzaktan sev.  Çam ağacı batar öyleyse ama o çam ağacının da güzel tarafı var, yaz kış yemyeşil maşaallah, hiç bozulmadan duruyor aslanlar gibi.

 

Çok öğrenmeyi, ilmimizi geliştirmeyi öğretti ama bununla övünmemeyi de öğretti. Birçok hikâye anlattı bununla ilgili. Adamın bir tânesi, âlim, gemiye binmiş kaptanı çağırmış. Gel bakayım, demiş, sen fizik, kimya, matematik falan bilir misin? Bilmiyorum, demiş kaptan; ne bilsin zavallı. Peki, fıkıh, hadis, Kur’ân falan, onları bilir misin? Biraz, demiş kaptan. Demiş ki âlim, sen benim gözüme gözükme bu yolculuk boyunca, mâdem bu kadar câhilsin, senin ömrünün yarısı boşa geçmiş. Birkaç gün sonra kaptan gülerek gelmiş, âlim bey demiş, yüzme biliyor musunuz? Hayır, demiş âlim. Öyleyse biraz sonra fırtına çıkacak, siz de batınca öleceksiniz, bütün o ilminiz boşa gidecek demiş. Annem derdi ki, ilim seni Allah’a götürmüyorsa batırır, başka bir işe yaramaz.

 

Annem, Hz. Ali’nin şu sözünü çok tekrarlardı. Çocuklarınızı devrin ilmiyle yetiştirin, eski devrin ilmiyle değil. Öyleyse bugünü hoş görmek, onların davranışlarını güzel karşılamak, bizim devrimiz bitti, çocukların devri geldi şimdi, bunu anlamak lâzım. Annem bize arkadaştı, her şeyi konuşurduk onunla. Her zaman hayır demezdi, her zaman evet de demezdi. Hayır demesi gereken yerde hayır derdi ama çoğunlukla evet derdi. Hiçbir şeye bizi mecbur etmedi, ibâdet konusunda hiç zorlamadı. Ama biz hep onun başını secdede ve seccâdenin üzerinde gördük. O yüzden de ibâdeti zevk edindik. Mecbûriyet değil, zevk edindik.

 

“Hiç kimsenin çocuğu hayâl ettiği gibi olmuyor, ama benim vazifem onu Allah’a götürmek”

 

Annem, babamla çok iyi geçinirdi çünkü kavga olduğu zaman çocukların bundan çok etkileneceğini çok iyi bilirdi. Bunun sırrını çok araştırdım ve şunu tespit ettim. Onlar, birbirlerinin kusurunu görmek için birbirlerine bakmıyorlardı. Onlar elele Allah’a gitmeleri gerektiğini biliyorlardı. Allah fikri bizim evde çok kuvvetle vardı ve annemin devamlı söylediği şey şuydu: Sakın birini başkasına şikâyet etme, çok şikâyetçiysen Allah’a şikâyet et. Allah’ınla konuşmanın zevkini öğretti bize. Yani başka hiçbir varlığımız olmadığını, anamızın, babamızın, kardeşimizin, her şeyin yalnız Allah olduğunu öğretti. O yüzden hiç kimsenin ölümü bizi sarsmadı. Zaten ölümü düğün gecesi gibi kabul eden bir anneyle yetiştik. Ölüm onun için kavuşma ve düğün gecesiydi. Ölürken de öyle gitti. Bir şey daha öğretti, Allah’ı sevmenin benim kâbiliyetim olmadığını, O beni sevdiği için benim O’nu sevebildiğimi öğretti.

 

Demek ki, anlaşılıyor ki âile çok önemli bir birliktir. Farklılıkların hoş görüldüğü ilk yerdir âile. Farklılıkların hoş görüldüğü ilk yer…. Biz Türkler, güzeli böyle (bütün parmaklarını birleştirerek) gösteririz, bakın beş parmak da birbirinden farklı ancak birbirini kabul ettiği zaman güzel oluyor. İşte âile bu farklılıkların birbirini kabul ettiği yerdir.

 

Maalesef hiç kimsenin çocuğu hayâl ettiği gibi olmuyor. Ama benim vazifem onu Allah’a götürmek. Mesnevî’de çok güzel bir hikâye var. Hz. Nuh, Allah’a diyor ki, Allah’ım, bu benim oğlum değil mi? Neden gemiye gelmiyor, neden dağa çıkıyor? Üç kere söylüyor, benim oğlum değil mi, benim oğlum değil mi?.. Allah’tan cevap geliyor: Ne zaman senin oğlun oldu yâ Nuh? Onu sana sâdece bir ömürlük, beni öğretesin diye verdim ben. Öyleyse emânetleri yerine götürmek için çalışıyoruz, bizim evlâtlarımız değil onlar. Bize âit hiçbir şey yok bu âlemde, hiçbir şey. Hepsini bırakıp gideceğiz. Yalnız îmân… Hemen bir ispat edeyim bunu. Çok güzel bir film seyretmiştim, gerçek bir hayattan alınmış. Filmin adı “Iris”, tavsiye ederim, inşaallah seyredersiniz. Çok meşhur bir felsefeci hanımefendi İngiltere’de. Herkes ona hayran, önündeki on senesi dolu programlarının, öyle bir hanımefendi. Bir günde alzheimer oldu, her yere tuvaletini yapmaya başladı. Herkes ondan kaçtı, bırakın dinlemeyi, kaçtılar ondan nefretle. Ve bir çöp evde, yoksulluk içinde öldü. Aynı zamanda benim bir arkadaşımın annesi de alzheimer oldu. Ben onu şöyle gördüm, her gün kalkıyordu, kızım bugün bayram değil mi, hadi namaz kılalım, diyordu. Gayet mutluydu, alzheimer ona hiçbir şey yapmamıştı, çünkü imânı vardı.

 

Öyleyse çocuklarımıza îmân aşılayalım, onları Allah’la tanıştıralım, yaratıcısını tanımayan çocuk mutlu olamaz. Mutlu olmayan da, dünyâya gelmekten maksadını hâsıl edemez.

[1] 27 Kasım 2014 tarihinde Frankfurt’ta Kutsal Kadın Kilisesi’nde verilen konferansın deşifresidir.

Âileden Maksat

“Âilem için güzel çaba göstermekle kazandım Rabbimi

Bana meşgûliyetimde inâyeti gösterdi

 

Eğer onlar olmasa olmazdım ben ne mukarreb bir kul

Ve ne de siyâdet (efendilik) ve fazîlet sâhiplerinden

 

Eğer engellemeseydim âlemle meşgul olmasını onun,

Tutmazdı nefsim dosdoğru yolu

 

Seçilmişlerden oldum ben O’nun Arş’ının gölgesinde

Ensâr resûllerle birlikte geldiğinde

 

(Mânevî Seferler, İbnü’l Arabî, s. 68)

 

İbnü’l Arabî, “Âile için Çabalama Seferi” olarak adlandırdığı bölümde “Bil ki, iyiliğin tamâmı başkaları için gayret etmektir. Âile için çabalama da buna dâhildir” der. Biz Türkler, âile kavramına ayrı bir önem atfeder ve âile bağlarımızı her şeyin ötesinde tutarız. Peki, âile olmaktan, âile kurmaktan maksadımız nedir? Batılı toplumlarda âile kurumu yok olma tehlikesi yaşıyorken, biz âile kavramına gereken hürmeti gösteriyor muyuz?

 

Belki bir-iki kuşak önceki nesillerde, efendi olmak ve hanım olmak adına farklı bir sükût ve edep bugünden daha çok hâkimdi. İnsanlar hoşlanmadıkları davranışlara mâruz kalsalar da, âilelerinden gördükleri terbiyeye hürmeten sükût eder, sabreder, fedâkarlık ederlerdi. Ve bunun karşılığını mutlaka -kuldan olmasa bile, Allah’tan- alırlardı. Ama yeni nesillerce bu edep, sessizlik ve sabır “eziklik” olarak görülmeye başlanınca, sükût edişler yerini tartışmalara bıraktı. Sabır ve fedâkarlık, yerini bencilliğe ve altta kalmama sevdâsına bıraktı. En baştan “aman, kendini ezdirme” diye tembihleyen zihniyet, nikâhlarda “imzâyı atar atmaz, önce ayağına sen bas” diye bir ayağa basma töreni oluşturdu. Oysa ben Cemâlnur Hocamızın bir konuşmasında, geline yakılan kınanın anlamını öğrenince hayretler içinde kalmıştım:

 

“Peygamber milletiyiz biz… Biz ya koyunumuzu kınalarız, ya askere gidecek evlâdımızı ya da gelinimizi. Gelin de kınalanarak şahâdete gider, değil mi? Eşiyle bir olarak, berâber olarak, kendi varlığını şehit eder.” diyordu. Aslında zevc ve zevce olarak, yâni ayakkabının iki eşi olarak, “el ele, el Hakka” yürünen bu âile yolunda varlığını eşinde şehit etmek ne demektir? Havvâ’nın, vatanı olan Âdem’e dönüp varlığını onda şehit etmesi nasıl bir olgudur? Biz niye bunları hiç düşünmüyoruz…

Belki de toplumumuzda yaygın olarak âile saadetinin yakalanamamasının nedeni, sırf kendi mutluluğumuz için âile kurup yine kendi mutluluğumuz için çocuk sâhibi olmayı istememizdir. Biz mutlu olmak istiyoruz, sevilmek, güvenmek, rahat etmek, yüceltilmek istiyoruz. Ama varlığın devâm etmesi için gerekli olan âile kurumu, Allah’ı tanıyabilmemiz ve gelecek nesillerin de Allah’ı ve Peygamber’ini tanıyabilmesi için var olan bir kurum. O arada bütün bunların amacını ve aslında kimler için olması gerektiğini unutuveriyoruz.

 

Allah’a odaklanarak O’nun rızâsını gāye edinen insanların âile içinde yaşanan sıkıntılara da, “eşim beni törpüledi, çocuğum beni terbiye etti, Allah onlardan râzı olsun” diye bakabildiklerini ve asla huzurlarının bozulmadığını görüyorum. Öte yandan, eğer eşimiz, çocuğumuz, anne-babamız bize istediğimiz gibi davranmadıysa, maddî-mânevî beklentilerimiz karşılanmadıysa âilede tam bir savaş hâli hüküm sürmeye başlıyor. Birbirimiz için değişmek yerine, birbirimizi değiştirmeye çalışıyoruz. Oysa karşımızdakileri değiştirmeye çalışmadan, oldukları gibi sevebiliyor muyuz? Varlıklarıyla, sağlıklarıyla mutlu olabiliyor muyuz? Önemli olan, bunu gerçekleştirebilmektir.

 

Sırf kendi mutluluğumuza hizmet etmeye odaklandığımızda, tam tersine mutsuzluk ve huzursuzluk içinde bocalıyoruz. Bunun yerine âileler çocuklarına hakkı, hürmeti, sevgiyi ve birliği öğrettiklerinde, birbirlerinin mutluluğuyla mutlu olmayı öğrettiklerinde gerçek anababalık vazifesini yapmış olacaklardır. Peygamber ahlâkını yaşayarak, devâm ettirebildiğimiz zaman Allah rızâsı için âile olabilmenin maksadı hâsıl olacak ve Türk âile hayâtı dünyâya emsâl bir hâl teşkil edecektir. Allah nasip etsin, âmin…

Talebe

“Şu okul kur’asını inşaallah kazanırız. Yoksa özel okullar çok pahalı, devlet okulları da eskisi gibi değil. Ne yaparız bilmem…” diyor bir arkadaşım, kahvaltısını bitirmiş, çayını yudumlarken.

“Sanki bizim gittiğimiz okullar çok mu iyiydi?” diyorum cevap olarak. Hepimiz gibi evlâdı için endişelenen başka bir arkadaşım: “Ama bu nesil çok farklı, bize benzemiyorlar. Artık başka bir çağdayız, her şey çok hızlı gelişiyor!”diyor.

Hz. Ali Efendimiz’in sözleri geliyor aklıma: “Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların zamanına göre yetiştiriniz!” Bu açıdan bakınca hak veriyorum arkadaşıma. Fakat zamanla değişmeyen bazı şeyler de yok değil.

Etrafımdaki tüm anne babalar, çocukları mümkün olan en iyi eğitimi alsın diye ellerinden ne gelirse yapmaya hazırlar.  Kendilerini yüksek mâliyetlere, çocuklarını da saatlerce sürecek servis yolculuklarına hazırlamışlar. Okullar ise yarı kâr, yarı başarı kaygısı ile daha çok şey vaad etmeye çalışıyor: Sınav başarısı, sportif başarı, yabancı dil, vs…

Peki, bu eğitimi almak zorunda bırakılan çocuklar buna ne kadar hazır? Ya da buna nasıl hazırlanıyorlar? Nâçizâne meslek hayatımda da gördüğüm kadarıyla mühendislik bölümlerinden mezun olan kimi gençlerin dahî iyi okul eğitiminden çok nasiplenemediklerine şahit oluyorum. En temel kavramları içselleştirmeden, sadece sınavları geçebilmek ve diploma alabilmek için ders görmüşler. Neyi neden öğrendiklerinin farkına varamamışlar. Böyle olunca da anne babalarının çok önem verdiği eğitim hayatlarından istifâde edememişler. Bu hâlde hangi okula gittiklerinin gerçekten ne önemi var?

Bu eğitim ticareti hengâmesinde biz ana babalar çok basit ve bir o kadar da önemli ve nesilden nesile değişmeyen bir kavramı atlıyoruz: Eğitimin ilk şartı, muhatabın bir “talebe” olmasıdır. Yani bu eğitimi isteyen, talep eden bir öğrenci olmalı. Bu noktada mânevî ve dünyevî eğitimin birbirinden çok farkı yok sanırım. İkisinin de ilk şartı aynı: bir Talebe…

“Allah’ın binlerce Şems’i vardır ama Mevlânâ gibi talebeyi bulmak kolay mı?” der Şems Hazretleri. Âlimler âlimi olmasına rağmen hocasının karşısında âdetâ bir ilkokul öğrencisi gibi tevâzu ile durması mürşidinin gözünde en övgüye değer özelliğidir. Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde bizlere ve gençlerimize en başta talebe olmayı öğretir. Talebe olabildikten sonra Şems Mevlânâ’ya, umman da çöle gelir…

Anne baba olarak çocuklarımıza pahalı bir eğitimden önce bunu vermeliyiz belki de. “Mürîd olmaktan aldığım zevki mürşid olmakta bulamadım” diyen Efendimiz Ken’an Rifâî Hazretleri gibi talebeliğin zevkini yaşamalı ve çocuklarımıza yaşatmalıyız.

Bir arkadaşım çocuğunun ders çalışma alışkanlığının olmadığından bahsediyor, artık sonuna geldiğimiz kahvaltı soframızda. Belki de bizleri örnek aldıklarından olabilir mi? Akşam eve geldiğimizde biz televizyon başında dizi izlerken çocuklarımız neden başka bir şey yapmaktan zevk alsınlar? Bizlerin de onların yapması gerektiği gibi ilgi duyduğumuz bir konuda ders yapmamız, kendimizi geliştirmemiz gerekmez mi? Mümkünse onlarla aynı odada…

Cemâlnur Hocam’ın ne kadar ders verdiğini, konferanstan konferansa koştuğunu az çok hepimiz görüyoruz. Fakat hepimizden daha çok ders çalıştığı gerçeği üzerine düşünebiliyor muyuz? Peygamber Efendimiz’in, hakkında “İlmin kapısı” buyurdukları Hz. Ali Efendimiz’in sözleri geliyor aklıma: “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” Daha fazla söze hâcet yok sanırım; tavır bu olmalı.

Allah, tâlip olana mürşidini gönderir şüphesiz.

 

Sâmiha Ayverdi’den Çocuk Eğitimine Dâir Düşünceler

Aşırı tasarruf, baskı ve müdâhale, şahsiyet yapı­sının teşekkülünü zorlaştırır ve irâdeyi zayıflatır. Çocuklarınızı kontrol edin, fakat bunu onlara, mümkün olduğu kadar hissettirmeden ve ezmeden yapın.

***

Çocuk, dertlerini, sıkıntı ve üzüntülerini rahatça paylaşacağı sıcak bir aile havası içinde kendisini emniyette bulursa, belki de bu, hem çocuk hem ailesi için en kârlı ve hayırlı bir yol olacaktır.

***

Onlara, en körpe çağlarında, misaller ve hikâyeler yahut da yaşanmış hayat maceraları yolu ile haramı helâli, günâhı sevabı, hesabın kula değil Allah’a verileceğini, maddî mânevî mânâda cömert, fedakâr, vefakâr ve feragatli olmayı, vatan ve îman aşkını öğretin Evlâtlarınıza öğretmek istediğiniz bu değerleri, bilhassa, sıcak aile top­lantıları arasında söyleyin.

***

Karı koca arası, iki tarafın anlayışındaki muvâze­ne; esneklik ve basirete göre bulutsuz bir gök gibi pırıl pırıl aydınlık geçebilir. İnsanlar istemeyerek karşılarındakini kıracak veya gücendirecek bir harekette bulunabilir. Bunu tatlılık ve güzellikle geçiştirmek bilhassa evlâtlara aksettir­memek çocuk terbiyesinde üzerinde en fazla durula­cak noktalardan biridir. Aile içinde olsun, akraba, taallukat, eş ve dost arasında olsun insanların birbirleriyle yüzgöz olma­ması huzur ve selâmetin başlıca kaynağıdır.

***

Çocuklarınıza ellerinden geldiği kadar etraflarına iyilik yapmayı, şefkat ve muhabbet göstermeyi, hoş görmeyi ve affetmeyi, nankörlük etmemeyi akıllarından ve duygularından başkalarına pay çıkarmayı ve keseleriyle de iyilik et­meyi kendi yaşadığınız hayat yoluyla bizzat gösterip örnek olun. Kezâ, kendi çektiğiniz ıztırap ve acıları başkalarına çektirmemenin insanoğlunun varabilece­ği ulvî duraklardan biri olduğunu öğretin.

***

Kız olsun erkek olsun evlâdlarınıza evlerinizi sevdirin. Onları, kendi evlerinde meşgul edip eğlendirmek yoluna gidin. Bu, bir ciddî fedakârlığa mâl olsa dahi yapmak, hem analık-babalık hem de vatan ve îmân borcudur.

***

Çocuklara sofra âdabı hakkında bâzı öğüt­ler verilmesi îcap eder. Aile ile sofraya oturan çocu­ğun, yemeğin ortasında fırlayıp etrafta dönüp dolaş­ması hem ayıp hem de abestir. Onun için aile ile sof­raya oturan çocuk, gene büyüklerle beraber sofradan kalkacağını bilmelidir.

***

Annelerin, çocuklarına yalanın, üstlerine tatlı ve rengârenk maddeler sürülmüş bir acı şekere benzediğini, iç bulandırıcı ve bünyeyi ifsat edici olduğunu, hoş misal ve hikâyelerle îzah etmesi lâzımdır.

***

Dünyanın bir okul olduğunu ve hayatın sonuna kadar da imtihanın biri biterken ötekinin başladığını, onun için de, dâima uyanık ve kendi kendini hesaba çekenlerden olmanın, bahtiyarlığın ta kendisi olduğunu da gene siz gösterin.

 

(Bu derleme hazırlanırken Sâmiha Ayverdi’nin “Hâtıralarla Başbaşa” ve “Dünden Bugüne Ne Kalmıştır” adlı eserleri ile “Sâmiha Ayverdi’nin Mektupları” başlıklı eserden yararlanılmıştır).

Görücü Usûlü

Doğrudur, ben bu devirde görücü usûlü ile evlendim…  Gel gör ki, benim görücüm vaktin sahibi idi. Gördü ama geleceği değil, geçmişimizi gördü. Hâl böyle olunca da bizim tez elden evlenmemiz ve Hak yolunda beraber yürümemiz nasip oldu.

 

Burada “tez elden” dememin sebebini şöyle açıklayayım: Hz. Muhammed, amcasının ellerinden bağlamış ve başlamış onu bir yolda sürüklemeye. Amcası söylendikçe, Hazret tebessüm ediyormuş: “Ah amcacığım, ben seni cehennemden alıp cennete götürmeye çalışıyorum, sen direniyorsun” demiş. İşte görücüye teslim olma kısmı var ki Allah hepimize nasip etsin inşaallah. Teslimiyet, bu yoldaki kestirmeler gibi geliyor bana. Teslim olduğun aşamada; sağa mı gitsem, sol daha mı kısa acaba gibi vesveselerden seni kurtarıp hemen bir sonraki durağa ulaştırıveriyor. Ama sana teslimiyeti verenin de o olduğunu unutmamak gerekiyor.

 

Daha bir yıl geçmedi ki, dünyaya bir evlât getirmek ve onu iman ile yetiştirmeye çalışmak durumu nasip oldu. Geldik mi bir sonraki durağa… Bu durak  benim için Truman Show filminden hiç farksız değildi. Kendimi bir anda, her sözümün, her hâlimin gözlendiği, kameraların beni hiç ama hiçbir ânımda yalnız bırakmadığı bir dünyada buldum. Evin-arabanın-sokağın her köşesine iki küçük göz yerleştirilmişti… Her hâlini, her duygunu gören, hisseden iki küçük göz. Her an kayıtta olması yetmiyormuş gibi kısa süre sonra küçücük bir kız çocuğu tarafından hareketlerimin tekrarını izliyordum. Bu sizi öyle bir noktaya getiriyor ki, o sultanların “iman ile – doğruluk ile yetiştirin onu” emri her an kulaklarınızda çınlıyor.

 

Sohbetlerde buyuruluyor ki, “Evlât, bir ilâhî emânettir. Yetişmesi, terbiyesi, ahlâkı, îmânı ve sıhhati için sen bir mürebbîsin. Analık babalık hakkı budur.” Hâl böyle olunca, o küçücük görünen büyük varlığa verdiğiniz en ufak sözün hiç zaman kaybetmeden yerine getirilmesi gerekiyor ki o da söz verdiğinde yerine getirilmesi gerektiğini öğrenebilsin. Onu dikkatle dinlemelisin ki, o da seni ve başkalarını dinlemeyi öğrenebilsin. Ona şefkatli olmalısın ki o da şefkatli olabilsin… Kısacası sen yapmalısın ki o da yapabilsin…

 

Biz bu yolda gece-gündüz düşe-kalka ilerlerken ikinci evlâdımız da dünyaya geldi ve bir sonraki durakta aldık soluğu. Bu arada bir sonraki duraktan kasıt, ilerleme, yol katetme mânâsında değil. İnşaallah O’na lâyık olma yolundayız ama bu yol zorlu, öyle kolayına geleni yapmakla teslim olmuş olmuyorsun!…

 

Neyse, hayattaki kameraların sayısı dört küçük göze çıkınca ben onun aslında iki ile, dört ile alâkası olmadığını, her yerde, her şeyde kamera olduğunu, her nefeste O’nu, mürşidimizi temsil ettiğimizi, her hatâda O’nun temiz sayfalarına kara lekeler oluşturduğumuzu yıllardır dinlememe rağmen ancak anlayabilmiştim… Bunu inşaallah her an hatırlar ve hiç unutmayız…

Semânur

Benim Ailem Bir Nar

Kalbim, neredesin? Medcezirler gibi atıyorsun.

Damarlarımda akıttığın kanın, ne kadar uyanık olduğundan emin değilim. Öldürüp diriltiveriyor ve ardından tekrar öldürüyorsun. Bu şekilde nasıl dâimî diri kalacağız?

Kanıma sesleniyorum. Vücudu yaşatıp gezgin hayatı sürdüren her bir kan pıhtısını, kalp ailesinin bireyleri olarak görebilir miyiz? Bugün çok soru soracağım. Çünkü içim, soruların kendisini cevaplarından daha çok merak ediyor.

Kampüse ulaşan tek sefer sıfatıyla seyir eden bir otobüsün ortasında, öğrenciler arasında ayakta bir öğrenci durur. Etrafına bir göz attığında içeride kendisi ile aynı sıfatı paylaşan bir sürü insan ile aynı havayı soluduğunu, aynı hisleri hissettiğini fark eder mi? Peki düşünmez mi, bu insanlarla aynı bütünün parçası olduğunu? Parça parça ayrılmış insan, kendi insanlığının farkına varsa ve o farklılıkların oluşturduğu bütüne inansa, onlarla ve kendisiyle bir olabilir mi?

Bir vesile ile kendinde bir olan, hayatında diğer kendi kendine yürüyenlerle de barışık olur. Dolayısiyle başkası ile karşılaştığında tebessüm edip selâm vermez mi? Verirse eğer o esnâda kendine gülümsemekte ve kendinden selâm almakta mıdır? Öyle mi, değil mi; onu da kendisi bilir.

Bu öğrenci kul, bir otobüs dolusu insan topluluğundan kendinden kendine yaşayan bir gezegen dolusu insanlar arasına karışacak oluversin. Kendisi otobüsten iner inmez ayakları toprak ile buluşur. Başının üstünde tuttuğuna tevazuundan ayak altındaymış gibi görünmek nasıl bir aşktır? Ayakları toprağı seyreden öğrenci, O’nu yerler ve gökler kadar sevememiş olduğu için utanmaz mı? Bunu işiten kulak, bir başkasını nasıl kendinden gayrı sayabilir? Nasıl öteki diye adlandırdığına hoşgörüsüz kalabilir?

Dağlar, okyanuslar ile çevrili ve seni alabildiğine kucaklayıp koruyan dünyanın üzerinde yaşayan onca insan seninle bir oluverse nasıl hissedersin? Genişleyen ufuk çizgisi var karşında. Sindire sindire bakmak gerek ona. Ne de olsa O seni en güzel, en derin bakışınla süzüyor. Kendinden sana bakıyor. Sen de öyle bakabilir misin?

Sevgi dolu bakışların kendine döndüğünü hissedebilir misin? Bir koku alıyor musun? Sevgi, sadakat, şefkat, hoşgörü, af kokuları ve daha nicesi süslüyor âlemi. Öyle bir âlem ki orası, mânâ dolu kocaman bir aile sanki.

Sen de bu aileyi nara benzettin mi? Narın kendisi, her bir nar tanesini kucaklamış. İçeridekilerin her birini en güzel meyvesiymiş gibi yetiştiren ve büyüdüklerinde, yani olduklarında kendisi gibi olmasına imkân veriyor. Bu imkân dahilinde nar olmak, bir araya gelmek midir? Etrafınla olabildiğince yakın olmayı istemek midir ki daha fazla nar tanesi içeride, bütünde olsun? Sen yakınlaştıkça sevgiyi hissedersin. O da sana yakınlaşır. Herkes birbirine bir olana dek böylece çekilmekte midir?

Sevene ve sevilene selâm olsun. Varlığınla tüm evrene heyecan veriyorsun. Sana dönüyoruz diye ölümü sevdiriyorsun. Seyrettikçe aşkı taşırıyor, sözlerin perdesini kaldırıveriyorsun. Zevkle şâhit oluyorsun ya her ana… İnsan da biraz tefekkür edince yaşadığın zevke şâhit olabilir mi? Bu zevkten zevklenmek mümkün müdür?

Nar tanesinden nara varacak yolculuğumda herkes ile birlikte olmaya gönüllüyüm. Senin zevkine kavuşurcasına daha nice sorularla birliğimize ve beraberliğimize yürüyelim inşaallah.

 

Aile Olmak

Deli kızıla çalan bir sonbahar günüymüş,

Yapraklar aşk ateşiyle renk değiştirmiş, her biri bir başlarına zikrediyorlarmış,

Rab, güneş ile beraber pencerelerden içeri doğmuş, var gücü ile odayı ısıtmaktaymış,

Sıcak, Eylül ayı için bir hayli sıcakmış.

Güllerin olmadığı o meşhur sokakta, balkonlar hep gül kokmaktaymış.

Yanına bir sinek kuşu ilişmiş kadının, yeşil mi yeşil tüyleri,

Gözlerinde gizli binbir mânâ,

Çiçeklerden bal toplamış âheste âheste, sanki o da aşk içinde zikretmekteymiş.

 

“Tut elimden, beraber yürüyelim bu yolu” demiş adam bir anda,

“Ben Allah yolundayım, sana gelemem” demiş kadın.

“Ben sana benim yolumdan yürü” demiyorum demiş adam bu sefer,

“Sen kendi yolundan, ben kendi yolumdan, yanyana, elele, vuslata doğru”.

 

Gel zaman, git zaman, bir bakmışlar bir sabah her yer bembeyaz,

“Karım” demiş adam, “Üzerime kar yağanım, eksiğimi kapatanım, gizli sığınağım”,

Ve “Efendim” demiş kadın, “Öğretmenim, öğretenim, bana ayna olanım.”

Bakışmışlar uzun süre…

Birbirlerine emânet edildiklerini idrak ederek bakışmışlar,

Aşk’ı görerek birbirlerinin gözünden bakışmışlar,

Aşk’ı özleyerek bakışmışlar,

Bir damla gözyaşı süzülmüş gözlerinden karşılıklı,

Üzerlerine yağmur yağmış âdetâ, sırılsıklam olmuşlar evin kuraklığında.

 

Bir kadın ve bir adam elele tutuşmuşlar,

Kendilerinden memnun, kendilerine bahşedileden râzı ve birbirilerine karşı sabırlı,

Yaratan’a yönelmişler yanyana,

Aile olmuş,

Bir hâl olmuşlar,

Aşk ile kavrulmuşlar,

Kendi seyri sülûklerında…

Huzur Yolu

Tasavvuf, bize dinin nasıl yaşanacağını anlatır. Aile içinde, başkalarıyla olan ilişkilerimizde, iş hayatımızda, kısacası hayatın her alanında bize nasıl daha doğru yaşayabileceğimizi İslâmî çerçeve içinde sunar. İslâm güzel ahlâktır ve güzel ahlâkı hayatımızın her alanına nüfuz ettirdiğimiz ölçüde huzurlu oluruz ve huzur veririz.

Âcizane düşünceme göre, insanın için en önemli şey huzurdur. Huzur, Allah’ın huzurunda olmaktır der, büyüklerimiz. Ne para ne büyük evler aslında huzur vermez. İnsanın içinde huzur varsa evinde bereket ve mutluluk hiç azalmaz. Farz-ı misal, bir kişinin yaşamındaki herşey aynı kalsın; işi, arkadaşları ve ailesi… Ne zaman o kişinin huzurunu alırsanız, hemen karanlıklara düşer. İnsanın huzuru kalmazsa, depresyon kara bir bulut gibi çöker üstüne. Ne kıymetini bilir elindekilerin, ne de mutlu olur ufak şeylerden; hattâ bu öyle bir hastalıktır ki, büyük şeylerden bile mutlu olmaz. Sanki içi kurumuştur. Ruhuyla  bağlantısı kesilmiş, susuz bir toprak gibi çatlamıştır içi. İşte insana bu huzuru verecek tek şey mâneviyattır.

Biz kuluz ve hayatın içinde savrulurken ihtiyacımız olan şey, bir yoldan gitmek gibi geliyor bana. Kimisi İsevîlik yolundan, kimisi Mûsevîlik, kimisi de İslâm’ın yolunu tutar. Sonuçta her yer Kâbe’ye çıkacaktır. Ama en zoru, maddî yoldan yürüyenler içindir âcizane görşüme göre…  Balçık çamurlu yollardır; yılanlar ve çıyanlar vardır oralarda. İşte o yolda yürüyen insan için aydınlık az, karanlık çoktur. Bitmek tükenmez bir kara soğuk vardır.

Aslında mutlu olmak zor değil ama maddî yoldan gidenler için mutlu olmak sadece kısa anlarla kısıtlı. Belki de insan huzursuz olduğu için mutluluk kısacık anlara sığıyordur. Biz hep büyük şeyler olunca mutlu olacağız zannediyoruz. Çocukları olan bilirler; çocuğun istediği bir oyuncağı alınca en fazla iki saat sonra sıkılıp bir kenara fırlatıyor. Aslında biz de çok istediğimiz bir şeyi aldıktan kısa bir süre sonra dolabın bir yerine koyup unutuyoruz. Oysa biz de aynı çocuklar gibi çok istemişizdir o eşyayı, ama hevesimiz hemen geçiyor. Maddî şeylerin kısacık ömrü var sanki. Karanlığımızda çakan bir şimşek kadar kısa. Sonra gene içimizdeki kuruluğa ve yalnızlığa geri dönüveriyoruz.

Tasavvuf sözle anlatılarak yaşanacak bir hayat tarzı değildir. Çünkü hayatın her alanına girip kuru toprağımızı yeşerten bir vitamin gibi içimize nüfuz etmeli ve bizim hakikatimizi ortaya çıkartmalıdır.   Bu yolu önceden geçmiş, bize ışık tutan kâmil insanlar da İslâmiyet’in özü olan güzel ahlâk ve Allah’la beraber olma sanatını öğretir bize. Bizi Allah’la tanıştırır, sonra Allah’a yaklaştırır ve bize yalnız olmadığımızı, yaradanımızın küçücük bir zerresi olduğumuzu öğretir. Bize de öğrendiklerimizi, mürşidimizden gördüklerimizi hâl etmek düşer. Allah öğrendiklerimizi hâl etmeyi ve örnek olabilmeyi nasip etsin inşaallah. Yolundan, yanından, huzurundan ayırmasın inşaallah.

Âmin!