Editörden (Ocak 2014)

Efendim hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz…

 

Bu ay dergimizin konusu her zamanki gibi, Allah aşkı, Allah âşığı bir koca sultan, âlemlere rahmet bir öğretmen, bir mürşid, hepimize örnek bir öğrenci, bir mürid…

 

En çok “Her ilmi, her şeyi bildiğini sandığında” bilmediğini hocasından öğrenen… O’nun söylediğine iman eden… O’nun söylediği ile amel eden… O’na verdiği sözden bir nefes, elbette yine O’nun himmetiyle dönmeyen ve döndürmeyen bir koca sultan…

 

Ahde vefâsı ile, edebi ile, samimiyeti ve giyindiği hâli ile evlâtlarına, öğrencilerine dâima örnek olan… Kanından gelmekle değil, yolundan gelmekle ancak O’na evlât olunabileceğini anlatan, yaşayan, yaşatan bir rahmet sultânı…

 

O öyle münbit (bereketli) bir toprak ki gördüğü her türlü muâmeleye, ezâya, cefâya, vefâsızlığa, yalancılığa aldırmadan, her türlü isimde ve meşrepte tohumu bağrına alan, gördüğü ağır muâmelelere karşısında bile, içine aldığı tohumdan vazgeçmeyen… Öyle ki tohum ondan vazgeçse de “Biz içimize aldığımızdan vazgeçmeyiz” diyebilecek kadar karşılıksız veren, tevâzu ile yoğrulmuş bir toprak… Bununla beraber koynundaki her tohuma, aynı vericilikte, aynı yakınlıkta olan… Birleştirici, Allah’ın ona lûtfettiği su gibi vazgeçilemez olan… O’ndan aldığı ilmi dağıtmakta çok çömert olan… Bunun yanında tohumdan sadece birazcık gayret isteyen, bu sâyede onun filizlenmesi için elinden geleni yapan. Tohumu her türlü dünya şartlarından koruyan… Yetiştirdiği tohum filizlendiğinde, güneş gibi sonsuz diriltici ışıkları ile onu kuşatan… Göğsünde ana sütü besleyiciliği ve  âdeta anne şefkati ile onu sarıp sarmalayarak büyüten… Serpilmesini aynı mütebbesim ışıkları ile ihyâ eden…

 

Sadece bir ay, bir gün, bir nefes değil, dâimâ, her nefes O’nunla olan, gayrette, hizmette, ümit etmekte, öğretmekte ve öğrenmekte sırât-ı müstakimde olan… Bir ayağı şeriatte, diğer ayağı ile yetmiş iki millet dolaşan… Yetmiş iki dili bilen, dolayısıyla Hz. Süleyman gibi her meşrebin dilini konuşup, anlayan… Ney gibi kendinden geçmiş… Hak’lıyı yani Hak ile olanı bilen, bildiren… Hak ile bir olup O’nun sesini veren… Yegâne şahsiyet sahibine kul olan…

 

Yolundan gelenleri her türlü tehlikelere, benlik çukurlarına karşı uyaran, koruyan… Rabbinin O’na verdiği görevden bir nefes vazgeçmeyen ve kendi canını bu yolda düşünmeden veren… Meşreplerin her türlü günahı, hatâsı ve kusuruna rağmen dâimâ “Ne olursan ol gel!” diyen. Denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa yazılamayan, anlatılamayan, bir kul, bir öğrenci, bir öğretmen…

 

O, Cemâl’in nûru, vefânın, aşkın, teslimiyetin, samimiyetin, imanın, ilmin kıblesi ve tecellisi olan… Hz. Allah’ın “benim sevdiğim” diye tanımladıklarından bir büyük Rahmet: “Hz. Mevlânâ”…

 

Bu sayımızda gönlümüz yettiğince, dilimiz döndüğünce, kısıtlı akıllarımız ve kaplarımız ölçüsünde O’nu anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Kusurları bizlere ve elbette güzellikleri derginin sahibine ait olarak huzûrunuzdayız.

 

Hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

 

The following two tabs change content below.

Yosun Mater

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın