“Dileğimiz, her üniversitede bir tasavvuf enstitüsünün açılması…”
Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi (TÜRKKAD İstanbul), Cemâlnur Sargut Hocamızın önderliğinde son yıllarda tasavvuf ve eğitim alanında ciddi faaliyetler yürütüyor, önemli girişimlerde bulunuyor. Bu sayımızda Cemâlnur Hocamızla bu gelişmelere dâir sohbet ettik.
Müge Doğan: Hocam, bu sayımızda kurmuş olduğunuz tasavvuf ve İslâm kürsülerinden bahsetmek istiyoruz. Bu düşünce ilk ne zaman ve nasıl şekillendi?
Cemâlnur Sargut: 2006 senesinde, Amerika’da North Carolina’da öğrencim Cangüzel’in evinde otururken bir anda Sâmiha Anne’nin “kendi üniversitemizi kuralım” sözü ve Efendim Ken’an Rifâî Hazretleri’nin “tasavvuf, bir gün akademilerde okutulacaktır” sözü birleşti kafamın içinde. Ben tabiî akademisyen olmadığım için o güne kadar hiçbir şekilde bunlara yeltenmiyordum ama bu iki mânâ içimde bir istek oluşturdu ve Cangüzel ile konuştum. Cangüzel o sırada North Carolina’da üniversitede ders veriyordu. Ben de Kur’an derslerine ve Mesnevi derslerine giriyordum. Dolayısıyla Cangüzel, rektörle görüşmemizi ve yaptığımız işleri ona anlatmamızı teklif etti.
Çok hasta olduğum bir gündü, hiç unutmuyorum. Üniversitede o gün sunum yapıyorken tam Peygamber’in adı geçince iki saat elektrikler söndü. Bu beni çok etkilemişti. Üniversite de sunumdan çok etkilendi. Yapılan işlere şaşırıp şaşırıp kaldılar. Rektörle konuşmaya gittim. Rektör bana üniversitede bir kürsü açabileceğimi ve bunun North Carolina Üniversitesi için çok büyük bir lûtuf olduğunu, çünkü bunun o üniversite içindeki üçüncü İslâm kürsüsü olacağını ve o zaman da bu üniversitenin İslâm konusunda Amerika’nın en iyi üniversitesi olacağını söyledi. Rektör çok heyecanlıydı. Aslında yapı olarak da çok heyecanlı bir adam olmamasına rağmen çok heyecanlıydı ve bunun için ciddi olarak bir an önce karar verilmesi gerektiğini söyledi. Ben ise sadece parayı sormak için gitmiştim ve böyle bir şey olabilir mi ve bizi kabul ederler mi diye… Çünkü duyuyordum, birçok kuruluş gidip müracaat ediyor fakat kabul görmüyordu.
“Tasavvufî bir İslâm kürsüsü kurulması, Amerika için Vahabiliği önlemek açısından da çok büyük bir gelişim”
Sonunda ben oradan çıkmak üzereyken Carl Ernst’ün, Omid Safi’nin ve rektörün konuşmalarından o kadar etkilenmiştim ki kendimi 667 bin doların altına imza atarken buldum ve bu şekilde kürsünün ilk adımları atılmış oldu. Orada tasavvufî bir İslâm kürsüsü kurulmasının Amerika için Vahabiliği önlemek açısından da çok büyük bir gelişim olacağını düşünerek paranın altına imzayı attım. Enteresan olan, beş kuruşumuz yoktu.
Daha sonra Amerika’daki zengin bir öğrencim bana yaptığım işin çok büyük bir iş olduğunu, bunu kesinlikle Amerika’daki iş adamlarının destekleyeceklerini söyledi. Ben de bu inançla Türkiye’ye döndüm. Elhamdülillah, ilk parayı o öğrencimin vermesine rağmen biz 6 ay içinde 300 bin küsur doları toparladık. Beş senelik bir vaktimiz vardı parayı ödemek için, fakat biz 6 ayda parayı toparladık. Herkes kendi cebinden üç beş kuruş katarak toparladı. Kalan parayı da çok zengin bir öğrencim yaptığı büyük bir işin zekâtı olarak ödedi. Dolayısıyla da biz bir sene dolmadan 667 bin doları tamamlayıp oraya teslim ettik.
Bu, Amerika’da o kadar şaşkınlık yarattı ki, onlara gidip “biz hazırız, ne yapacağız?” dediğimizde “ama biz hazır değiliz, sizin beş seneden önce bitirebileceğinizi düşünmüyorduk” dediler. Sonra önüme anlaşmaları koydular. Buraya bir kişinin hoca olarak tayin olması için vermesi gereken eser sayısı, çalışmaları bakımından çok ağır bir anlaşma istiyorlardı. Benim ise istediklerim vardı tabiî. Meselâ “mutlaka tasavvufu yaşayan bir âile olacak, Müslüman olacak, kadın olması tercih sebebidir” gibi şartlar koyduk ve sonunda kürsü açıldı. Yani paranın tamamlanışından iki sene sonra Juliane Hammer kürsünün başına geçti.
Bu büyük bir lûtuftur bizim için, çünkü kendisi gerçekten bütün aradığımız özelliklere sahip. Gerek yaşantı itibâriyle, gerek ahlâk itibâriyle, aile yapısı, çocuklarına anneliği, sıkı bir Müslüman oluşu ve verdiği çok sayıda eserle kabul gördü North Carolina Üniversitesi’nden. Güzel olan tarafı da Türk olan eşi de Harvard’dan mezun. Türk olan eşi de tarih profesörü olarak aynı üniversiteye girdi. Birlikte göreve başladılar ve göreve başladığı günden beri Juliane Hammer İslamofobi ile mücadele ediyor ve İslâm’ın kadına verdiği değer üzerine uzun uzun çalışmalar yapıyor. Enteresan olan, doktoradan mezun olan ilk öğrencimiz de Amerika’nın meşhur Müslüman yazarlarından birisi oldu. Yani çok meşhur birini de bizim üniversitenin, bizim bölümü mezun etmiş oldu doktoradan. Ben gözlemlediğim, derslerine girmeye gittiğim zamanda şu andaki çalışmaların çok verimli olduğu. Bunu Prof. Carl Ernst, Prof. Omid Safi, Prof. Bruce Lawrence da tekrar tekrar bize hatırlatıyorlar.
MD: Biraz açılışı anlatır mısınız hocam?
CS: Açılışa annem 85 yaşında gitti ve ilk konuşmayı yaptı. Çok güzel bir açılış oldu. Rektör, rektör yardımcısı, dekan ne kadar memnun olduklarını anlattılar. Çok şükür de o günden bugüne çok güzel çalışıyor. İnşaallah sonsuza kadar bu çalışma devam eder.
MD: Peki diğer kürsü fikri nasıl oluştu?
CS: Çok enteresan şekilde orada açılışta yaptığım konuşmada hayalimin bundan sonra Çin’de bir kürsü açmak olduğunu söyledim. Ken’an Rifâî adıyla söylemiştim. Tabiî ki bu birazcık şaşırttı insanları, çünkü kimse Çin’de, değil üniversitede bir bölüm açmak, ilkokul bile açamıyordu. Dolayısıyla çok şaşırdı insanlar ve bana güldüler. Komünist idare devam ediyordu Çin’de hâlâ. Dolayısıyla da meselâ bir yuva açamaya kalkan bir Türk grup, haklarında soruşturma açılarak yurtları da kapatılmıştı. Bunları bilmeme rağmen ben iki sebepten Çin’de kürsü açmayı düşündüm. Bir tanesi Peygamber Efendimiz’e dayandığı, hadisi olduğu söylenen, “İlmi Çin’de bile olsa ara.” İkincisi, İbn-i Arabî Hazretleri’nin Fusûsu’l Hikem’inin Şit bölümünün son cümlelerinde geçen “son insân-ı kâmil Çin’den gelecektir” sözü… Bu ikisine uyarak düşünüyordum.
“Bir gün dünyanın en iyi Konfiçyüs uzmanlarından birinden bir mektup aldım.”
Sonra New York’a gitmek nasip oldu. New York’ta kilisedeki İbn-i Arabî Sempozyumu’nda Sachiko Murata’ya açtım derdimi ve o çok heyecanlandı. Kendisi Japon olduğu için çok heyecanlandı ve hemen eşi William Chittick’i çağırdı. Bu iki profesörü okurlarımız tanırlar; bizim sempozyumlarımıza da katılan, dünyanın en iyi iki İslâm tasavvuf profesörü olarak değerlendiriliyorlar, Seyyid Hüseyin Nasr’dan sonra… Dolayısıyla Chittick çok heyecanlandı ve bana memleketime dönmemi ve kendilerinin bana yardım edeceklerini söylediler.
Hakikaten de bir ay sonra bana Harvard Üniversitesi’nden bir mektup geldi. Prof. Tu Weiming’den geliyordu mektup… Bir tevâfuk olarak o hafta Harvard Üniversitesi’nden Pekin Üniversitesi’nin sosyal bilimler bölümünün başına getirildiğini, oraya geçeceğini, Chittick’lerin çok yakın dostu olduğunu ve kendisinin dünyanın en iyi Konfiçyüs uzmanlarından biri olduğu yazılıydı. Çok uzun süre beraber İslâm çalıştıklarını ve dolayısıyla Çin’e bir din gelirse bunun yalnız İslâm olabileceğini bana uzun uzun anlatan bir mektuptu bu. Ve de kürsüyü açmaya hazır olduğunu, kendi inisiyatifini kullanacağını yazmıştı. Ben de cevaben, henüz paramızın olmadığını ancak Amerika’daki kürsüyü destekleyebildiğimizi söyleyince, “Çin’de para ikinci plandadır, gelin konuşalım” dedi. Hakikaten ilk konuşma için gittiğimde, bir öğrencimin çok büyük çabalarıyla ve oradaki geniş araştırmalarıyla 1,5 milyon dolardan 500 bin dolara indirdiler kürsüyü. Ve o öğrencimin de maddî durumu çok iyi olduğu için senede 100 bin dolar göndererek bu kürsünün tamamını ödemeyi kabullendi. Dolayısıyla biz cebimizden çok az bir parayla -yani herkes beş yüz ya da bin lira çıkararak- bu parayı toparladık. Böylelikle ikinci kürsüyü de kurmuş olduk. Bir sene sonra tamamlanan kürsü, bir bayram günü Ken’an Rifai İslam Araştırmaları adı ile Kasım 2011’de açıldı. Ne kadar enteresandır ki, kendilerinden randevu almanın bile çok zor olduğu Chittick ve Sachiko Murata, kürsünün ilk senesinde orada eğitim vermek için Çin’e geçtiler, açılışı yaptılar ve eğitime devam ettiler. Tabiî ki bizim için çok büyük bir lûtuf olduğu gibi, aynı zamanda Uygur Türklerinden de “asıl bayramımız bugün oldu bizim” diye bir haber geldi.
“İslâm ve Çin Medeniyeti konulu bir sempozyum düzenleyeceğiz.”
MD: Şu anda kim var hocam kürsünün başında?
CS: Şu anda başında Profesör Avani var. Kendisi İranlı. Aynı zamanda Tahran Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyeliği görevini sürdürüyor. İran’ın önde gelen hocalarından eğitim almış. Avânî, Toshihiko İzutsu ve Henry Corbin ile ortak çalışmalarda bulunmuş.
Önümüzdeki sene Çin’de çok önemli bir şey yapmaya hazırlanıyoruz. İlk defa bir İslâm ve Çin Medeniyeti konulu bir sempozyumu düzenleyeceğiz. İlk defa İslâm adı göklere yazılacak ama burada hocam Ken’an Rifâî’nin adı Pekin Üniversitesi’nin üstüne yazılmış durumda.
MD: Peki Türkiye’de ne yapmak istiyorsunuz hocam?
CS: Şimdi bütün gayem, aslında Türkiye’de bir tasavvuf üniversitesi ya da enstitüsü kurmaktı. Tabiî o zamanlar anlayış çok farklı olduğu için Türkiye’de bunun lâfı bile edilmiyordu. Tasavvuf müziğinin bile yeni yeni kabul gördüğü bir ülkede yaşıyorduk. Fakat sonra Türkiye’de anlayış daha değişmeye başlayıp dinî inançlar daha kuvvetlenince bu enstitü için harekete geçtik. Bu arada Oxford’dan bize 4 sayfa bir mektup geldi. Ben İbn-i Arabî Sempozyumu için Oxford’a gitmiştim. Orada uzun konuşmalar olmuştu. Bizden istedikleri, orada bir enstitü kurmamızdı. Hatta bu kürsü üstü yani doktora üstü bir özel çalışma enstitüsü olacaktı. Oxford kaldığı sürece devam edecek bir enstitü kurmamızı istiyorlardı. 1.5 milyon dolar istediler. Bu da Vahabiliğe karşı kurulacak bir yapılanmaydı. İşte o sırada biz Oxford’u düşünürken, acaba Türkiye’de olur mu diye düşünmeye başladık ve Türkiye’de harekete geçtik. Bir program hazırladık kendimize. Yer istedik fakat yer alamadık.
Çok şükür devlete çok destek olduk maddî konularda, ama devletten hiçbir maddî destek görmedik -sempozyumlarda belediyelerin yaptığı yardımlar hariç. Bundan dolayı da içim çok rahat çünkü kendi yağımızla kavrulmayı çok güzel öğrendik. Dolayısıyla Oxford için toplanan paraları da Türkiye’ye aktararak – Allah razı olsun, Nevzat Tarhan Bey’in yardımıyla- Üsküdar Üniversitesi içinde doktora ve master seviyesinde bir enstitü kuruldu.
MD: Bu Türkiye’de bir ilk mi?
CS: Bu enstitü, bir devrim niteliğinde. Türkiye’de ilk defa bütün branşlardan mezun olanlar gelip burada tasavvuf okuyabilecekler.
MD: Yani hekim de gelip master yapabilir.
CS: Doktor, mühendis, mimar, sosyolog, psikolog, herkes master ve doktora yapabilir.
Şimdiki dileğimiz, bunun sadece bir tek üniversite içinde kalmaması, bunun geliştirilerek Anadolu’ya da yayılması. Her üniversitede bir tasavvuf bölümünün, bir enstitüsünün açılması ve dolayısıyla bu enstitülerin çalışmasıyla da ahlâkî değerlerin Türkiye’ye daha geniş çapta yerleşmesi.
MD: İnşaallah. Anladığım kadarıyla bir ilk olan bu Enstitünün yapılanmasına yönelik çalışmalarınız devam ediyor. Önümüzdeki günlerde bizleri bu konuda daha fazla bilgilendireceğinizi düşünüyoruz. Çok teşekkür ediyoruz efendim.