Beş Duyu ile Oruç

Var mısınız bu Ramazan ayında orucumuzu beş duyumuz ile hissedelim?

 

Takvâmızın yanısıra, her sahura kalktığımızda duâ ederken, kendimize bir başkası ile ilgili bir eylem sözü verelim?

Örneğin, bir gün görevimiz bir fakiri doyurmak olsun, ertesi gün komşunun camını silmek…

Veyâ iş yerinde birine yaptığı iyi bir işten dolayı kahve kartı hediye etmek?

 

Sonra gözlerimize perde çekelim. Bu öyle bir perde olsun ki her şeyde ama her şeyde, insandan bitkiye, sandalyeden eteğe, her şeyde Yaratan’ı göstersin bize…

Ve ‘güzel olmadığını’ düşündüğümüz her eşyayı, davranışı, canlıyı kabul etmeyi veya güzel olmayan yanlarını görmemeyi öğretsin.

 

Kulaklarımıza bir çift küpe takalım. O küpeler ki Peygamberimizin fısıltıları olsun kulağımızda. Kahvaltı ederken, gazete okurken, itiş kakış vapura binerken, her dâim aşkı fısıldasın bizlere.

 

Burnumuz sadece gül kokusu alsın bir ay boyunca. Ne açlık yüzünden midelerden gelen kokuyu, ne de ter kokusunu duyalım omuz omuza kılarken namazı…

 

Ellerimiz aracı olsun bir gönüle değmeye. Yemek yaparken durup parmaklarımıza bakalım, şükür içinde. Çocuğumuzun başını okşarken, okşatanı düşünelim. Kapıyı açmak için uzanınca kilide, hareket eden damarlarımızı izleyelim. O gizli araçların, uzuvların, nasıl ‘Allah Allah’ diye her an çalıştıklarını izleyelim, şevk alalım.

 

Ve tabiî ki dilimiz… Dilimize sabahları oruca başlamadan son bir gıda olarak bir parça bal, akşam iftarda orucu açmadan evvel bir acı biber çalalım. Güne başlarken tatlı dilin önemini, akşam yatmadan kazâra kırılan gönülleri hatırlatsın bizlere.

 

Gelin bu sene, orucu sırf açlık ile tutmayalım. Var mısınız bu Ramazan ayında orucumuzu beş duyumuz ile yaşayalım?

 

Hadi!!

 

Allah yaptığımız bütün işlerin mânâsını yaşayabilme gücü versin bizlere inşaallah.

 

Hayırlı Ramazanlar…

Geçmiş Zaman Olur ki… (Ramazan Hâtıraları)

Her birimiz geçmişte yaşadığımız hâtıralardan Ramazan ile ilgili olanları bambaşka bir özlemle hatırlar, yâd ederiz. İşte bazı arkadaşlarımız o hâtıralardan bazılarını dergimiz için kayda geçirdiler…

Ramazan’ın bereketine hep beraber hayırla erişelim ve bu güzel ayı hep güzel hatırlanacak şekilde yaşayalım inşaallah…

***

Ah Medine İftarları!

Benim için en güzel ramazanlar Medine’de geçenler… Gerçek mânâda oruçlu olmak sıcağa rağmen orada daha kolay ve daha güzel, çünkü orada herkes oruçlu veya oruca saygılı. İftara yakın insanların sokaklarda hurma, zeytin, su, yoğurt vb. dağıtmaları, Ramazan’ı hep birlikte yaşama zevki… Mescîd-i Nebevî’nin avlusunda bembeyaz taşların üzerine sıra sıra örtüler serilip de her renkten insan yerlere oturarak birarada iftar vaktini beklerken gökyüzünün renkten renge girmesi ayrı bir güzel…

Umreye ilk gittiğimiz sene ilk gün orucumuzu açtıktan on veya on beş dakika sonra hocanın âniden namaza dâvet etmesi üzerine, hepimiz telâşla olduğumuz yerde biraz geri çekilerek namaza durduk. Tam namaz kılarken görevlilerin gelip üzerinde henüz bitmemiş yiyecekler olan örtüleri çekmesi üzerine çok şaşırdık. Kimimiz hafif bir sesle “eyvah yiyecekler!” dedi. Kimi hafif öne doğru bir adım atar gibi oldu. Tabiî sonra toparlanıp namazda olduğumuz hatırladık. Namazla yiyecekler arasında gidip geldikten sonra namaza devam ettik. Nasıl kıldığımızı tabiî Allah bilir…   Namaz bittikten sonra halimize epey güldük. Ama diğer günler tedbirliydik. Açılmamış içecekleri ve meyveleri çantamıza koyup biraz daha hızlı yemeyi öğrendik.

Ve gerçek orucun birlikten geçtiğini öğrendik.

 

Zehra Karpuz

***

 

Halka Hizmet, Hakk’a Hizmet…

Herhalde 16 yaşındayım, Cemâlnur Hocam’ın da gençlik yılları… Biz gençleri  iftara dâvet ediyor, Meşkûre Annem’in evinde, 10. katta. Sayısı belki 50 kadar olan gençler, salonu tamamen kaplamış olan yer sofrasında oturarak neşeyle iftar ediyoruz. Namaz kılıyoruz. O günden aklımda kalan en önemli detay, bu kadar kişinin bulaşıklarını kimin yıkadığı. Sofraları toplarken görüyoruz ki Meşkûre Annem mutfakta yerini almış, bulaşıkları kendisinin yıkayacağını söyleyerek hiçbir itirazı kabul etmiyor. Hepimizi çıkarıyor mutfaktan, bizi Cemâlnur Hocamızla başbaşa bırakıyor. Efendisinin evlâtlarına ve aslında bütün yaradılmışlara hizmeti, hayatının gayesi haline getirmiş olan Meşkûre Annem. Tuttuğumuz oruçların, biraz da olsa onlara benzememize vesile olması niyazıyla…

 

Dilek Güldütuna

***

 

İftar Tadında Sahurlar

Sanırım ortaokul dönemindeydim. Ramazan orucumuzu tutuyoruz… Bir akşam bize bir arkadaşımız geldi kalmaya. İftarımızı ettik; hoşbeş muhabbet derken yattık. Annem bizi sahura kaldırdı her gece olduğu gibi. O dönemde annem bizim öğrenci olarak oruç tutmamıza hürmeten olsa gerek, hepimizden önce sahura kalkar, sevdiğimiz yiyecekleri hazırlar, sofrayı kurar ve sonra bizi kaldırırdı. Biz de kalkar, sohbet ve muhabbet içinde yemeğimizi yer yatardık. Bu, bizim için çok normal bir durumdu. Ama arkadaşım çok şaşırdı. “Biz bir gözümüz açık, diğeri kapalı, sessiz sâkin, uykumuz açılmadan sahurumuzu yaparız. Sizin bu durumunuz çok şaşırtıcı” demişti. Oysa dediğim gibi bu bizim ev için çok normal bir durumdu.

Galiba atladığımız bir şey var bu sıralar: İftar tadında sahur yapabilmek …

Bu ramazan, iftar tadında sahurlar  yapabilmeniz dileğiyle…

 

Sibel İnci

***

 

Ramazan Çocuklar İçin…

Ramazan hâtırası deyince aklımda sadece tek bir gün canlandı. Kaç yaşlarındayım bilmiyorum ama bayağı küçük olduğum kesin. Bizim evde çocuk iftarı olacakmış. O zamanlar daha farklıydı tabiî. Özel yemek salonlarına gerek olmayan, daha küçük bir grup çocuktuk. Annem özenle hazırlandı. Hattâ kapılar yerlere konarak masa yapıldı. Ben küçük olduğum için de olabilir ama o kapılar bana devâsâ uzun bir sofra gibi gelmişti.

O gün sadece çocuklarındı. Balon patlatma oyunu oynadık. Gönlümüzce gürültü çıkardık. Kimse “sus, yapma etme” demedi. Bir anda salona bir kadın girdi. Büyükler bize “zenne geldi” dediler. Kadın dediğime bakmayın. Gelen, bir ağabeyimizdi. Çocuklardan daha çok büyüklerin eğlendiğini hatırlıyorum. Kafama takılan şey, o ağabeyin nasıl kadına benzediğiydi. Ama o gizemi de haylaz çocuklar hemen çözdüler ve son balonlar da kendileri tarafından patlatıldı. Olan olaylardan çok o günkü hislerimi hatırlamak daha kolay. Kendimi güvende, sıcak bir ortamda ve bütün o kalabalık benim ailemmiş gibi hissetmiştim. Bence ramazanın en büyük olmazsa olmazı da bu: Aileyle beraber televizyon olmadan birlikte vakit geçirmek ve çocuklara güzel anılar bırakmak… Bunun için o gün zenne olan ağabeyimize ayrıca teşekkürler…

 

Gazale Birol

 

Donandı Her Yer (Ramazan İlâhisi)

Donandı her yer kandiller ile,
Doldu câmiler mü’minler ile,
Zikr ü tesbihler sâf diller ile,
Sana eylerler şehr-i ramazan…
Hoş sefâ geldin şehr-i ramazan…
Aylar sultanı canlar canânı,
Çok şükür geldi şehr-i ramazan,
Zikr ü ibâdet mü’minler ile,
Sana eylerler şehr-i ramazan…
Hoş sefâ geldin şehr-i ramazan…

Allahu’s-Samed

Her Ramazan Allah’ı görmeye çalışırım. Bir türlü beceremedim şimdiye kadar ama hep aklımdadır bu ihtimal. Belki sizler de duymuşsunuzdur: Hz. Musa Allah’ı görmek isteyince Rabbi ona bunun mümkün olmadığını, aradaki 70 bin perdenin buna mâni olacağını buyurmuştur. Bu nimete ancak habîbinin ümmetinin nâil olacağını haber vermiştir. Ramazan ayında gündüzlerini oruçlu geçiren müminlere iftar vakti oruçlarını açtıklarında rablerinin bizzat tecelli edeceği vaadedilmiştir.

Ben de zaman zaman iftar sofralarında gözlerimi kapatıp o anı tüm varlığımla yaşamaya gayret ederim. Ezanı duyduktan sonra besmele çekip zeytin, hurma, su, tuz, o sırada ne nasip olmuşsa ağzıma atıveririm. Heyhat! Şimdiye kadar Rabb’imin tecellisinin farkına varamadım.

Allah Samed’dir, yani kâim olmak için dışarıdan bir kuvvete, yardıma ihtiyaçtan ihtiyaç duymaktan berîdir. O zâtı ile tamdır, O’nun tamamlanması, ya da desteklenmesi gibi bir mefhum söz konusu edilemez. Herhangi bir rızıkla rızıklanmaz, yeme içmeden münezzehtir. Hüviyet sahibi ancak O’dur, Hû O’dur. Onunla beraber başka hiçbir şeyin varlığından söz edilemez. Onunla beraber bir varlıktan söz edilemeyeceği için O’nu görmek, felsefî ya da tasavvur edilebilecek diğer tüm anlamlarda abesle iştigâl olur. Öyleyse O’nun tecellîsini oruçlu müminler nasıl görebilir?

Mâlum, oruç diğerlerinden çok farklı özellikleri olan bir ibâdet… Hz. Allah her ibâdetin bir mükâfâtının olduğunu, fakat orucun karşılığını bizzat vereceğini buyurmuştur. Harama el uzatmayan mümin, oruç sırasında haramların haricinde helâl dahi olsa ne bir yiyecek içeceğe, ne de cinsel münâsebete yaklaşmaz. İşyerinde kafamı dağıtmak için çay içemediğim, karnım zil çaldığında yemeğe inemediğim zaman hayatımda yeme içmenin ne büyük yer kapladığının farkına varırım. Bir yandan da Allah’a verdiğim bir söz, yani oruca niyetim sayesinde bu nimetlere yaklaşmayı aklıma dahi getirmemem beni hayretlere düşürür. Bu ibâdet sırasında maddî rızıklara ne kadar muhtaç olduğumuzun farkına varıyoruz. Fakat tam tersine, bir yandan da yeme içmenin hayatın merkezinde olmadığını yaşayarek tecrübe ediyoruz. İnsanın var edilme sebebinin dünyevi rızıklanmanın dışında bir şey olduğu gerçeğini yaşıyor oruç tutanlar.

Allah bize hayatımız boyunca nimet yağdırır. Ancak O’na kulluk edenler yakînlerini arttırarak bu nimetlerin farkına varabilirler. Her sabah uyanabilmenin, yemenin, içmenin, nefes alabilmenin, hatta tuvalete çıkabilme nimetinin dahi kıymetini bilemeden ömrümü tükettiğimi düşünüyorum. Bu istîdatta olan bu fakir Ramazan nimetinin, oruç nimetinin kıymetini nereden bilsin?

Allah verdiği söze sâdıktır. Şüphesiz bu Ramazan da, her Ramazan’da olduğu üzere bazı oruçlu kullarına tecelli edecektir. Yemeyi içmeyi dahi sadece O emrettiği için îfâ eden, nefsinin emrinden kurtulmuş, Allah’ın güzel ahlâkına boyanmış, O’nun sıfatlarıyla sıfatlanmış “kul”ları bu Ramazan ayında rablerinin tecelligâhı olacaklar. İhtimâl odur ki onlar, “Samed” ismini Allah’la bizzat yaşayacaklar.

Belki o tecelligâhlardan biriyle iftarda beraber olmak nasîb olur mu bu Ramazan?

Hoşgeldin Ramazan!

Kimi misafir vardır, gelişini kollarınızı açarak beklersiniz… Çocukluğumda Ramazan benim için böyle bir misafir değildi. O misafirin kıymetini anlayabilmem çok uzun zamanımı aldı.

 

New York’ta geçen çocukluğum boyunca müslüman olduğumuz için mahallemizde komşularımızdan ve dostlarımızdan soyutlanmış bir hayatımız vardı. Ramazan ayında bir kez daha onlardan olmadığımızın altı çiziliyordu. Sadece domuz yememek ve bira içmemekle kalmıyor, bu ayda gün boyunca yemek de yemiyorduk.

 

Ramazan, gelişini dört gözle beklediğim bir ay değildi. Ciddiyet ve matem gibi bir havada geçen karanlık bir aydı daha çok… Oruç ve uzun teravih namazları, sanki bayramı haketmek için katlanmamız gereken zorluklardı.

 

İftarların dahi bir câzibesi yoktu o zamanlar. Sadece “zamanı geldi!”, bir dua, ağıza atılan bir hurma… Bu ay hakkında hatırladığım tek eğlenceli taraf sahurlardı. Gecenin ortasında çatal-bıçak seslerine karışan fısıltılı konuşmalar çocuk merakımı uyandırdığı için geceleri kan uykumdan kalkmak bir zevk halini alırdı.

 

İstanbul’da bir yetişkin olarak yaşadığım hayat, bu misafirin kıymetini anlamam için ilk adım oldu. Yeni evlendiğimiz günlerde eşimin Ramazan’ın gelişinden duyduğu heyecanı hatırlıyorum. Bu mübârek ay hakkında karanlık intibâm üzerine ilk ışık huzmesi bu idi. Yavaş yavaş Ramazan’ın matem değil, bir bayram olduğunu anlamaya başladım. İnsanların sükûnetin tadına vardıkları, iştahtan halâs oldukları ve daha önce çok meşgul oldukları için vakit ayıramadıkları dostlarını ve akrabalarını görebildikleri bir zamandı bu ay.

 

Bir restoranda iftar vaktini beklerken, sağımda solumda ezanı bekleyen aileleri görünce tanımadığım bu insanlarla o an içinde olduğum birlik hissinin gözlerimi dolduracak kadar beni duygulandırdığını hatırlıyorum. Aynı masada oturmuş koca bir aile olmuştuk âdetâ.

 

Şimdilerde iki çocuk annesiyim ve yavrularım büyüdüklerinde dünyanın neresine giderlerse gitsinler, güzel anılarla doldurdukları Ramazanlarını gittikleri her yere kalplerinde götürebilsinler istiyorum. Bu ayda birlik ve beraberlik duygularını daha kuvvetli yaşamalarını, büyük bir şeyin parçaları olduklarını hissetmelerini istiyorum. Büyüklerinden gördükleri üzere, nefislerini kontrol edip istedikleri şeylerden ferâgat edebilerek kendileri ile iftihar etmelerini diliyorum. Kendilerine bahşedilen nimetlere şükredip başkaları için duâ etmelerini istiyorum. Fakat belki tüm bunlardan daha önemli olarak annelerinin ve babalarının bu misafirin gelişinin heyecanıyla kalplerinin parıldadığını, onun gelişini kollarını iki yana açarak beklediklerini hissetmelerini isterim. Âdetâ minâreler arasında gerilmiş o mahyalar gibi: Hoşgeldin Ramazan!

 

 

Ne Haber? Cemâlnur Sargut Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi’nde…

Cemâlnur Sargut, 26-28 Mayıs 2014 tarihleri arasında Eskişehir’de gerçekleştirilen ve Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı tarafından düzenlenen Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi – Gönül Sultanları Buluşması’nın ikinci gününde “tasavvuf” oturumunda bir tebliğ sundu. Hanımların çoğunlukta olduğu dinleyiciler tarafından büyük bir ilgi ile dinlenen tebliğde Sargut, konuşmasına mürşidi Ken’an Rifâî ile annesi Meşkûre Sargut arasındaki bir olayı anlatarak başladı. Mürşitlerin Hz. Muhammed’in farklı aynalardaki tecellisi olduğunu ifade ederek tasavvuftaki mürşit kavramına açıklık getiren Sargut, tasavvufun dünya dertlerinden etkilenmemek demek olduğunu söyledi. “Tıpkı yedi uyuyanlar gibi aşırı mutluluk ve aşırı dertlerden etkilenmeyenler,  yani Allah ile irtibatı tam kurmuş olanlar tasavvufu yaşayanlardır” diyen Cemâlnur Sargut, İslâm tasavvufunun hal ilmi olduğunu ve tasavvufun ortak bir dil oluşturduğunu vurguladı. (Haber: Ümit Gülbüz Ceylan)

 

KAYÇAD’dan Cemâlnur Sargut’a Yılın Yazarı Ödülü

Kadın Yönetici ve Kadın Çalışanlar Derneği’nin (KAYÇAD), 5. kuruluş yıldönümü dolayısıyla 2 Haziran 2014 tarihinde Ankara Rixos Oteli’nde düzenlediği gecede “İş’te Kadın” Ödülleri sahiplerini buldu. Törende “Yılın Yazarı” kategorisi ödülü Cemâlnur Sargut’a verildi.

Geniş katılımlı bir törenle 10 kadına değişik kategoride ödüllerin dağıtıldığı gecede Nefes Yayınevi yazarı Cemâlnur Sargut, ödülünü Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı müsteşarı Nesrin Afşar’ın elinden aldı.

Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı Yadigâr Gökalp İlhan tarafından kurulmuş olan KAYÇAD’ın gecesine Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, eski bakanlardan Güldal Akşit ve çok sayıda seçkin davetli katıldı.

(Haber: Ümit Gülbüz Ceylan)

 

“Yed-i Velâyet 7 Vilâyet”

Yedi Allah dostunun anlatılıp tanıtılacağı “Yed-i Velâyet 7 Vilâyet” başlıklı kısa film festivalinin başvuruları başladı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Emir Sultan, Hacı Bayram-ı Velî, Hacı Bektaş-ı Velî, Veysel Karanî ve Yunus Emre’nin hayat hikâyelerinden, eserlerinden, kıssalarından esinlenerek çekilen kısa filmlerin yarışacağı festival, Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle MY Elit Yapım tarafından organize ediliyor.
Cemâlnur Sargut’un da jüri üyeleri arasında yer alacağı festivalin gala Gecesi Konya’da, final gecesi ise İstanbul’da gerçekleştirilecek. Toplam 33.000 TL’nin ödül olarak dağıtılacağı
festivalle ilgili detaylı bilgi ve katılım koşulları için internet sitelerini ziyaret edebilirsiniz.

http://www.7kisafilm.com/
http://www.yedivelayet7vilayet.com/

 

Cemâlnur Sargut Kuzey Almanya’yı Ziyâret Etti

Cemâlnur Sargut hocamız, 2009’dan beri sürdürmekte olduğu kuzey Almanya’daki konferanslarına geçtiğimiz Mayıs ayında da devam etti.

 

İlk olarak 3 Mayıs 2014’de Kassel’de “Hz. Mevlânâ ve Mesnevi” konulu bir konferans veren Cemâlnur Sargut, konferans sonrasında da bölgedeki camiyi ziyaret edip cami önünde yapılan kermeste kısa bir selâmlama konuşması yaptıktan sonra gurbetçi vatandaşlarımızla sohbet etti. İkinci gün (4 Mayıs 2014), altıncı kez geldiği Braunschweig’da “Kur’ân-ı Kerim ve Hakikati” konulu konferans veren Cemâlnur Sargut, Kur’ân-ı Kerim’in önemini, aktardığı bilgilerle bir kez daha gözler önüne serdi. Son konuşmasını Salzgitter şehrinde yapan hocamız, buradaki topluluğa da “Ehli Beyt” konu bir sohbet yaptı.

 

Üç gün boyunca katıldığı bu organizasyonlarda 1000’e yakın gurbetçimizle buluşan hocamız, bizlere Almanya’daki konferansları ve gurbetçilerimiz hakkında şunları söyledi:

 

“Hakikaten çok güzel ve zevkli dakikalar geçirdik. Üç ayrı sohbet ve bu sohbetlerde çok güzel sorularla ve çok imanlı ve idrakli gruplarla beraber olduk, Allah’a binlerce şükürler olsun. Bu bakımdan da çok güzel geçtiğini düşünüyorum. İnşaallah ben de faydalı olabilmişimdir. Ben burada yaşayan insanların cihad yaptığına inanıyorum. Çünkü burada Türklüğü ve müslümanlığı göstermek için insanlar fırsat yaratıyorlar. Eğer gerçek müslümanlığı ve Ahlâk-ı Muhammediye’yi yaşarsak, o zaman birçok kişinin de müslümanlığa olan bakış açısını değiştirebileceğimize inanıyorum. Bu yüzden de burada yaşamanın büyük bir cihad olduğunu düşünüyorum. Allah herkese yardım etsin. Memleketinden uzak, ezan sesinden uzak bu büyük imtihanda burada yaşayanların Allah yardımcıları olsun.”

 

(Haber: Bülent Şener)

 

Editörden (Mayıs 2014)

Merhaba Her Nefes dostları,

 

Bahara merhaba dediğimiz şu günlerde Her Nefes’imiz de mevsime uydu ve “BAHAR” konulu sayısı ile karşınıza geldi.

 

Mayıs sayımızın konuları arasında, büyük bir memnuniyetle hizmet etme lûtfuna sahip olduğumuz “Uzaktaki Yakîn” Uluslararası Hz. Üftâde Sempozyumu’na dair de gönlümüzden kalemimize düşen anlar var. Katılan, katılamayıp orada bulunmayı gönülden isteyen tüm dostlara ve elbette bizi muhteşem bir şekilde ağırlayan Hz. Üftâde’nin şereflendirdiği Bursalı dostlarımıza gönülden teşekkür ediyoruz.

 

Konu “bahar” olunca yeni başlangıçlardan söz etmeden olamıyor. Doğa bile bu aylarda canlanıp çoşuyor, rengârenk bereket sarıyor dört bir yanımızı çok şükür. Toprak, doğa bu kadar çoşar da insan durur mu? Bahar gelince kanımız kaynıyor, hareketleniyoruz. Kendimizi bir anda sahillerde, parklarda, yürüyüşlerde, garip bir keyif ve neşe  hâli içinde buluveriyoruz. Velhâsıl biz de doğamız gereği yenileniyoruz baharla ve çoşuyoruz çok şükür.

 

İnşaallah bu bahar, bizim ve siz dostlarımız için nice güzel tomurcukların gönlümüzde yeşerdiği, çoştuğu, daha iyiye ve daha güzele doğru yönelen, hayırlarla dolu yeni başlangıçlara vesilesi olur.

 

Tüm kusurları bizlere, tüm güzellikleri sahibine ait olarak, “Bahar”a ve Her Nefes’e hoşgeldiniz efendim.

 

Sohbetler (Mayıs 2014)

Güzide Hanımefendi:
–   (Sobayı işaret ederek) Demin sıcaktan yanına yaklaşılamıyordu. Şimdi hiçbir şey kalmadı, geçti gitti.
–   “Her şey öyle değil mi? Hep bir andan ibaret… Her şey haşr u neşri, yokluğu ve varlığı göstermiyor mu? Ağaçları görmüyor musun? Baharda çiçekler açıyor, sonra yemiş veriyor, fakat kış gelince onlardan eser kalmıyor. Denizlerin dalgalan da kabarıp yükseliyor. Sonra ne ses ne sadâ kalıyor, sükût… Bir de haşr u neşri inkâra kalkarlar. O senin kendi vücûdundadır. Nasıl inkâr edersin? El’an haşr u neşr içindesin… Kâr ve zarar, haşr u neşr, herşey ondan… Senden sana sığınırım ey Allah’ım! Nasıl Allah’ı inkâr edersin, kendi vücûdunu inkâr edebilir mi­sin?
Nerede o ‘benim!’ diye yere göğe sığamayanlar, nerede bütün o kuv­vet ü kudret sahibi pehlivanlar?
O yalan, bu yalan sen de var biraz oyalan!”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 129-130)

****

– “Bu kış mevsiminin gelmesi, nasıl ağaçların yapraklarına, dalına budağına tesir ediyorsa, ölümün pîşdârı, öncüsü olan hastalıklar da bu vücut ağacının yapraklarına öylece tesir eder. Bundan kurtulmuş olanlar, ancak kalplerinde yârin cemâlinin baharına mâlik olanlardır ki onlar için her dem tazelik ve bahar vardır.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 263)

****

Birkaç günden beri hava gayet lâtif ve sıcaktı. Baharın yaza bağ­lanan son günleri kadar güzeldi. Hocamız, pencereden dışarı bakarak:
– “Bakınız, herkes paltosuz ve ceketleri iliksiz olarak dolaşıyor. Fakat bir an sonra bu güzel havanın ne gibi bir değişiklik göstereceği bilinir mi? Anî bir sert rüzgâr çıksa, herkes titreye titreye yakalarını kaldırıp kaçmaya başlar.
İşte, tabiata hâkim olman, bu kuvvetin seni bir an sonra ne hâle çevireceğini bilmen ve mukadderâtına hükmetmen imkânsız iken tabiatın yaratıcısı ve hâkimi olan Hakk’ı nasıl oluyor da inkâr edebiliyorsun?
İnsan vücûdu içinde bir kulağı, bir gözü dikkate al ve bu uzvun ne büyüklükler ihtivâ ettiğini bir düşün! Her birinin içinde ne kanallar, ne cidarlar, ne dehlizler, ne havuzlar, neler neler var… Peki, bir fabrikayı bile kurarken bunu bir akıl sayesinde planlıyor ve yapıyorsun da, hârikaların en mükemmeli olan insan vücûdunu ve bu kâinatı vücûda getirenin de bir kâmil akıl olduğunu nasıl inkâr edebiliyorsun?
Sonra şunu da düşün… Sen fabrikanı kurarken ne müşkülâtlar çe­kiyorsun, temeller atıyor, binalar yapıyor, makineler getiriyor, yerleri­ne takıyor, tecrübeler ediyor ve nihayet işletmeye muvaffak oluyorsun. Halbuki Allah, bu koskoca insanı bir katre sudan vücûda getiriyor. Bir kere şu insan vücudundaki azamete bak, sonra da o bir damla suyu dü­şün!
Bâzı zavallılar, kendilerini ilim sahibi sayarak, faraza tıp bilgisi kazanmakla gurur ve benlik girdabına düşüp oradan sesleniyor: “Biz hekim olduk, hiç Allah diye bir kuvvete inanır mıyız?” diyorlar. Halbuki asıl onların inanması lâzım gelir. Çünkü insan vücudundaki azameti görüyor, biliyor ve tanıyorlar. Şu halde senden daha çok onların bu aza­met karşısında eğilmeleri hayran olmaları gerekir. Zîra bilgi arttıkça, o azamete karşı hayranlığın da artması tabiîdir. Fakat şu var ki, ezelde îman nasîbi olmayanlar, ne ölçüde büyüklük görseler yine de göremez ve anlayamazlar.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 372-373)

 

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Mürşid-i Kâmiller Uzaktaki Yakînlerdir”

“Mürşid-i Kâmiller Uzaktaki Yakînlerdir”

Cemâlnur Sargut

Efendim, ben akademisyen değilim.  Bu kadar güzel konuşmaların içerisinde edep ederek konuşuyorum. (…) Bir hikâye ile başlayayım (…) Abdülkadir Geylânî Hazretleri, halka konuşacak ama biraz geç kalmışlar. Oğlu bir ârif-i billah ve âlim. Babası geç kalınca o geçmiş kürsüye ve çok güzel konuşmuş. Babası gelene kadar ortalığı idâre etmiş. Allah’ın ilminden, derinliğinden anlatmış. Sonra Abdülkadir Geylânî gelmiş ve demiş ki “çok özür dilerim, yengeniz yumurta kırıyordu, yumurta yere düştü..” derken halk hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Oğlu şaşkın, sormuş: “Baba sen niye böyle bir şey dedin de halk ağladı? Ben bu kadar derin şeyler anlattım, kimse ağlamadı?” Demiş ki: “oğlum sen kâl ehlisin, ben hâl ehliyim.” Yani hâl ehli olmak, gerçekten kâl ehli olmaktan üstündür.

Ama her şey “dinle” diye başlıyor. Yani eğer o sözler kulağımıza girip şu gönlümüzü uyandırmazsa biz nasıl hâl ehli olacağız? Onun için iyi ki mürşid-i kâmiller var, iyi ki uzaktaki yakînler var ki biz hâl ehli olma gayreti içine giriyoruz.

İki gündür konuşuluyor da konuşuluyor “uzaktaki yakîn” diye. “Uzaktaki yakîn” ismini de âcizâne ben koydum. İsim üzerine münakaşalar da oldu. Ben o ismi şöyle koydum: Hocam Ken’an Rifâî Hazretleri’ne bir mektup geliyor Erzurum’dan. Diyorlar ki: “hocam çok uzaktayım, sizi göremiyorum, ciğerim yanıyor. Çok özledim.” Hocam cevap yazıyorlar: “Biliyor musun yavrum, Yemen’dedir yanımdadır, yanımdadır Yemen’dedir.” Buradaki “uzaktaki yakîn”den kasit, “Yemen’dedir yanımdadır” sözüdür. Yani öyle bir bakış açısı kazanır ki insan, gözleri sadece Allah’a yönelir…

Bir beyefendi Râbia’tül Adviye’yi çok methetmiş ve demiş ki “size çok âşığım; sizsiz yapamıyorum, siz bir dünya güzelisiniz, siz bir Allah sevgilisisiniz.” Râbia “iyi de, kardeşim var benim, arkadan geliyor. Daha da güzel, daha da Allah aşkıyla dolu.” Adam hemen dönüp bakmış. Râbia da ensesine tokadı patlatmış: “Sen daha beni sevdiğini söylerken başkasına bakıyorsun, ya Allah’ı sevdiğini söylerken?” demiş. İşte Allah aşkıyla dolu kişi gözünü miraçtaki gibi Allah’a dikecek, başka hiçbir şey görmeyecek şekilde, hiçbir şey… Nerede olursa olsun… İsterse dünyanın öbür ucunda olsun… Göz oraya dikili… Ben anacığımda bunu gördüm. Çorbayı içerken Allah derdi. Ne güzel Allah yaratmış derdi. Otururdu Allah derdi, kalkardı Allah derdi.

Bir dostum kalp krizi geçirmişti. Oğlu gelmiş demiş ki “niye durduğun yerde bu kadar heyecanlandın?” “Alttaki fabrikanın bütün âletleri Allah diye bağırıyordu, ben hâlâ Allah demiyorum. Ondan utandım” demiş. İşte bu hâl, çan sesinde bile Allah lafzını işitme, her zerrenin Allah dediğini işitme, o uzaktaki yakînin hâlidir. Şeklen uzaklaştırılmış, bu âleme atılmış ama yakînden yakîn olmuş. O kendi varlığından soyunmuştur. Hani Şems öyle demiş ya –Makalât’ta anlatıyor: “Öbür âleme gittim, meleklere dedim ki, beni Allah’ın huzuruna çıkarın. Dediler ki, nasıl çıkaracağız seni? Bende Allah’da olmayan bir şey var, onunla geldim, onun için çıkarın. Ya şeyh, biliriz biraz celâllisindir, biraz sinirlisindir ama sen de çok iyi bilirsin O’nda her şey var. İsteğe ihtiyaç yok. Ben isteğimle O’nun vericiliğine yaklaşıyorum.” İşte uzaktaki yakîn budur. Niyaz hâliyle nazına yaklaşmak… O’ndan başka hiçbir şey görmeksizin gözünü oraya dikmek…

“Terki terk, ölmeden önce ölme seviyesine ulaşma hâlidir”

Hocam bu hâli “Kabe kavseyn ev ednâ” diye anlatıyor. Yani miraç hâli diye anlatıyor. Hocam, “bu makamda, kalpten içeri ruha girilir. Nihâyet ruhtan sırra, sırdan Mevlâ’ya yitilir. Hayvânî sıfatlardan kurtulunur. Bu da ancak Hak’tan gayrıyla meşgul olmamakla olur” der. Yani dört tekbiri birlemektir bu: Dünyayı terk, âhireti terk, nefsi terk, terki terk. Öyle bir hâl alır ki o insan, o dakika şu hitâbı duyar — Tıpkı kıyâmetteki gibi: “Bugün mülk kimin?” ve şu cevabı verir: “Bende mülk filan yok, her şey senin.” İşte bu hâl, terki terk hâlidir. Bu hâl, ölmeden önce ölme seviyesine ulaşma hâlidir.

Var böyle insanlar, yok değil. Bu insanlardan bir tanesi Harakânî Hazretleri. “Beni incecik bir telle assalar, üzerime dünyanın bütün felâketlerini yollasalar, kılım kıpırdarsa adam değilim” diyor. Bu nasıl bir eminlik hâlidir, samimiyet hâlidir, kendine en yakîn olandan emin olma hâlidir… Niye kımıldasın ki eğer onun yaptığı her şey benim hayrım içinse? Onbir çocuğunu birden Zümrüt Apartmanı çöküp altında kaybeden Konyalı Mehmet Emiroğlu’nun dediği gibi “Allah o apartmanı yapandan râzı olsun, zira sırf benim duâm onu cennete sokar. Çünkü onbir çocuğumun birden cennete girmesine ve şehit olmasına sebep oldu “demesi gibi. İşte bu hâl, bu idrak, bu dokunulmaz hâl, dört tekbiri birlemek, uzaktaki yakîn olma hâlidir.

“Halvetten maksat, kendinden başkasıyla meşgul olmayıp bütün hatâların kendinde olduğunu idrâk etmektir”

Celvet, halvet.. bir sürü kavram anlatıldı.. Hocam, halveti şu hikâye ile çok basit bir şekilde anlatır:  “Adamın biri mürşidinin emriyle halvete girmiş, halvette bir sene kalmış. Tam mürşidine dönecek, bir adam gelmiş. Adam abdest almış, namaza duracak ama bizim halvetteki, adamın abdest alışındaki hatayı görmüş. ‘Kardeş, yanlış aldın’ demiş. Hocası, ‘ne yaptın halvette?’ demiş. ‘Efendim, hârika geçti’ demiş. ‘Yalnız bugün bir adam geldi, abdest alırken ben onun hatâsını gördüm’.  ‘Git, bir sene daha kal demiş; hiç faydası olmamış o halvetin sana’ demiş hocası. Bir sene daha kalmış. Bu sefer de namaz kılanın hatâsını görmüş. Bir sene daha kalmış. Bu sefer kim gelirse dönüp bakmamış.” İşte halvetten maksat, kendinden başkasıyla meşgul olmayıp bütün hatâların kendinde olduğunu, eksikliğin, yanlışın kendinde olduğunu idrâk etme hâlidir. Bu hâle gelen insan, noktalar değişimine uğrar. Hani “n” harfi vardır ya Arapça’da, kayık gibi, üstünde bir nokta vardır. “O nokta benim” diyor Hazreti Ali. O noktayı aşağıya indirirsek “b” harfi oluşur. “B” harfi Peygamber’in mübârek vücududur. Yani üstten aydınlanıp, nefsinden yok olmuş adam altta nokta hâline gelince berzah olur, hizmete başlar. Artık hiçbir varlığı kalmaz. Kendinde hiçbir güç kalmaz. Tamamen Allah ile birlikte halka hizmete döner. Yine Harakânî Hazretleri bu makamda, bu celvetîlik makamında şöyle diyor: Ârif kalkar, Allah’ına yaklaşır. Zühd ehli kalkar, bugün ne ibâdet yapayım, diye düşünür. Âlim kalkar, ne ilim öğreneyim diye düşünür. Ben kalkarım, kime hizmet edeyim diye düşünürüm. Öyle bir hâle gelir ki, artık kendi yoktur, başkası için yaşar. Bu tıpkı şunun gibidir: Mevlânâ’ya soruyorlar: “Sen zaten mükemmeldin, Şems sana ne yaptı? Şems sana ne öğretti, ne verdi ki bu kadar Şems diyorsun da başka bir şey demiyorsun?” Hazreti Pir diyor ki, “Şems gelene kadar ben bir lokma yesem doyardım. Şems gelince dünyada bir tek aç varsa ben doymaz hâle geldim. Şems gelene kadar ben üstüme bir şey alır üşümezdim ama artık bir tane üşüyen varsa ben onu içimde hissediyorum.” İşte bu ahlâk, bu hâl Peygamber’in ahlâkıdır.

(…) Hazreti Üftâde’nin, Aziz Mahmud Hüdâyî’ye bir mürşid olarak yaptığı şeyleri “nur” kelimesinin harfleriyle idrak edebiliriz. Nesefî şöyle anlatmış: “Her şey nurdur ama nurun Nun’u Allah’ta teceli eden küllî akıldır. Yani Nun; her şeyi idrak makamıdır. Bizde o yok, o idrak yok. Peki biz o idrâki nasıl kazanacağız? “Nur”un ikinci harfinde Vav var. İşte o idrakten veli yararlanmış. Veli, Allah’ın idrakinden pay almış.O Üftâde o paya sahip. Ben de R’yim. Eğer veli vasıtasıyla o nuru anlarsam, o zaman ben reşit oluyorum. Oyum, hakkım geçerli oluyor. İşte Aziz Mahmud Hüdâyî görüntüde bir kadı iken reşit olma seviyesine Üftâde ile çıkmıştır. Üftâde dedim de yanıldım ben, biliyor musunuz? Üftâde diye biri yok. Üftâde, yani uzaktaki yakîn… Tıpkı “bekle ya Muhammed, Rabbin salâtta” hadisinin mânâsı gibi… Yani miraçta şu hadis zuhur etmiştir ki, “Peygamber, bütün gücüyle râziye makamına kadar yükseldi. O güzel huyu, idrâki, ezelî nasibiyle Allah’tan râzı olma, her verdiğinden memnun olma seviyesine yükseldi ama ondan sonra artık Allah tenezzül ettiği için Peygamber râziyede oldu ve tenezzül ettiği için sâfiyeye yükseldi. İşte o tenezzül makamı, uzaktaki yakîn makamıdır. “Kabe kavseyn ev ednâ”, Allah’ın o sevdiğine doğru eğilmesi, kendi hakikatini açması, izin vermesi,  göstermesi, ortaya çıkarması… Hocam Ken’an Rifâî’de  biz bu hâli gördük. (…) Hocamın çok basitin içinde anlattığı bu makamın şöyle  çok hoş da bir anlatımı var… Hocam diyor ki “ İnsanlıktan maksat her şeyi birlemektir. Fâil de, mevcut da yalnız Allah’tır. Onun için de kudret ve kuvvetin Allah’a mahsus olduğunu idrak et, yeter. Meselâ görüyorsunuz, bir Rifâî dervişini topuz ve ateş yakmıyor, kesmiyor. İşte lâ ilâhe illallah’ın mânâsı… Bütün mevcûdad Allah’ın emrine zebûn olmuş… (…) Akıl sahibi olmayan, kendisi gücün kendinde olduğunu zannediyor. Hakk’ın fermânına ateş bile mağlûbtur. Yak emri vermezse, vermez.”

“Allah, sivrisineği ile bile meşgul… O, ‘gel’ diyor!”

Gene çok hoşuma giden bir yorumu var hocamın. Diyor ki: “Mikrop insanın vücuduna girdiğinde -ödümüz kopuyor ya hani mikroplunun yanına girmeyelim, aman hastalanırsak diye- Allah ona hastalık yap emri vermezse mikrop hastalık falan yapmaz. Sen orada Allah’a duâ et de o emri vermesin” diyor ve şöyle devam ediyor: “Adamcağızın biri ormandan geçerken bir aslana tesadüf etmiş. Fevkalâde korkarak, ‘aman ya aslan, ben Resûlullah’ın kölesiyim’ demiş. Bunun üzerine aslan adamacağızın yanından süzülerek çekip gitmiş. İşte bu mensubiyeti, bir hayvan anladığı gibi ateş, taş ve toprak da anlar ve idrak eder. Hâsılı, insanlıktan maksat, her şeyin Allah olduğunu bilmektir. Fakat bu mânânın hâsıl olması için de biraz sıkıntı çekmek gerek.”

Aziz Mahmud Hüdâyî “iyi de, ben adam olmadım” diyor. Koskoca Aziz Mahmud Hüdâyî, Üftâde’nin huzurunda,  -her sorusunun cevabı hazır, her rüyâsının mânâsı hazır- hâlâ “adam olmadım” diyor, tereddüdü var. Biz niye böyle hemen olalım diye bekliyoruz? Niye hepimizin derdi evliyâ olmak? Anneannem derdi ki, “bir evliyâ görürsen şu sokaktan şu sokağa kaç ondan. Zordur kızım, zordur” derdi. Niye evliyâ olalım? Biz yok olalım, hiç olalım. Hazreti Şâzelî “Allah’ım beni sevseydin, ya evliyân olurdum, ya nebi, ya veli, bir şey yapardın. Beni sevmiyor musun?” dediğinde Allah’tan nidâ geliyor: “Ya Şâzelî, seni o kadar çok seviyorum ki, seni kendime çekmek için evliyâ yolladım, nebi yolladım. Derdim sensin, onlar değil.”

Öyleyse derdi biziz Allah’ın… O sivrisineğiyle bile meşgul. O af sultanı, O “gel” diyor, her dâim, her nefes… Görmeyen benim… Ne güzel anlatır Mesnevî… Şakır şakır yağmur görmüş Hazreti Ayşe dışarıda. Korku içinde Peygamber için “ah ıslanacaklar efendim” diye titrerken, Peygamber teşrif etmişler. Bir damla bile su yok üzerinde… “Efendim, hiç mi ıslanmadınız?” deyince, “yağmur yağmıyor ki Ya Ayşe” demişler. “Nasıl olur? Gördüm…” deyince, “üzerinde ne vardı ya Ayşe?” diye sormuşlar. “Sizi düşünüyordum, sizin mânânızı giyinmiştim” diye cevap veriyor. “O hâlde gördüğün rahmettir ya Ayşe. Allah’tan her an seni kendine çekmek için yağıyor da, beni düşünmeyen onu göremiyor” buyurmuşlar.

“Celâl, Allah’ın cemâline giden nurdur.”

Öyleyse gâye, uzaktaki yakîn olmak ise biz Peygamber’i üzerimize giyinmekle vazifeliyiz. O’nu tamamen üzerimize almakla, her an O’nu düşünerek, O’nunla birlikte olmakla vazifeliyiz. “Bu cem‘ül cem makamında, yani uzaktaki yakîn olduğu halde kul, Peygamber’in hem ilmine hem de ahlâkına vâris olur. Kişinin zâhiri şeriat, bâtını hakikat olur. Bu da onun “Kahhar” ismini idrak etmesine sebep olup, onu celâl sahibi kılar “diyor hocam. Sonra da çok mühim bir şey söylüyor: “Celâl nedir, biliyor musunuz? Allah’ın cemâline giden nurdur” diyor.  Cemâl mi istiyorsun, o mübârek yüzü mü görmek istiyorsun? Celâlin nûruyla görebileceksin ancak… İşte burada Üftâde Hazretleri “benim yolum belâ yoludur” diyor.

Ben bu yolda çok insan gördüm; belâyı bal yapmış çok insan gördüm. Bu sempozyum bana annemi hatırlattı, baştan aşağı. Onun 1960 yılında babamı idam etmek üzere alıp götürdüklerinde mübârek başını secdede gördüğünde, “çok şükür Hazreti Yusuf’a  eşlik eden bir aileyiz, ne mutlu bize” deyişini hatırlattı bana. Kızım öldüğünde, “ne şanslısın Cemâlnur, secde et… Ne şanslısın… Allah belâya uğrattığını cemâli ile müşerref kılar” dediğini duydum. Öyle ya, bizim istediğimiz cennet, hocamızın buyurdukları gibi ne şehvet, ne yemek… Biz onları burada unutmaya çalışıyoruz. Bizim istediğimiz cemâlullah.

Benim istediğim cennet nasıl bir cemâl? Bazen Kur’an çalışırken biz grup olarak, bir kelime bizi o kadar hayrete, o kadar heyecana, o kadar şevke, o kadar lezzete düşürür ki aylarca o bir kelimeyle oturur, bir kelimeyle kalkarız. (…) İşte bu zevk, yalnız Allah’la meşgul olanlarla ilgili duyulabiliyor. Belki Cîlî’nin Bismillahirahmanirahim şerhini tercüme eden yazarın önsözde şöyle demesi gibi: “Ben, bu kitabı hiç anlamadım; ama zevk edindim.” Bu zevk, Cemâlullah’dır. Bu zevkin zevkini size anlatamam. Dünya inlese, her şey yıkılsa, zevklerin en güzeli, bütün ömrünce beklediğiniz her şey önünüze açılsa, Allah’ın bir kelimesinden duyduğunuz hayret ve zevkin tırnağının kirinin derecesine ulaşamazsın ama cemâlullah, ardı arkası kesilmeden o ilmin bize naklolmasıdır. Bizim burada zerresini hissettiğimiz ve günlerce titrediğimiz zevkin ardı arkası kesilmeden dâimî olarak vücudumuzun üstüne gelmesidir. İşte o Cemâlullah’dan Allah bizi ayırmasın. Uzaktaki yakîn olmaktan, Allah bizi ayırmasın. Yahut biz olamazsak onlara dost olmaktan ve ayaklarının bastığı yere toprak olmaktan Allah bizi ayırmasın. Âmin efendim…

Not: Bu metin, Cemâlnur Sargut’un “Uzaktakî Yakin” Uluslararası Hz. Üftâde Sempozyumu’nda yaptığı konuşmadan deşifre edilerek alınmıştır.

Bâğ-ı aşkın andelîbi Hazret-i Üftâde’dir.

Bâğ-ı aşkın andelîbi Hazret-i Üftâde’dir.
Dertli âşıklar tabîbi Hazret-i Üftâde’dir.

Vâsıl-ı kâmil odur tevhîd-i zâta şüphesiz,
Dost ilinin rehnümâsı Hazret-i Üftâde’dir

Eyleyen rûhundan istimdâd erişir matlûba,
Halleden her müşkilâtı Hazret-i Üftâde’dir.

Mürşid-i âli dilersen dâmen-i pâkini tut
Gösteren râh-ı Hüdâyı Hazret-i Üftâde’dir.

Sıdk ile kul ol Hüdâyî eşiğinde dâimâ,
Bil hakîkat kutb-ül-aktâb Hazret-i Üftâde’dir.

 Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri