“Mürşid-i Kâmiller Uzaktaki Yakînlerdir”
Cemâlnur Sargut
Efendim, ben akademisyen değilim. Bu kadar güzel konuşmaların içerisinde edep ederek konuşuyorum. (…) Bir hikâye ile başlayayım (…) Abdülkadir Geylânî Hazretleri, halka konuşacak ama biraz geç kalmışlar. Oğlu bir ârif-i billah ve âlim. Babası geç kalınca o geçmiş kürsüye ve çok güzel konuşmuş. Babası gelene kadar ortalığı idâre etmiş. Allah’ın ilminden, derinliğinden anlatmış. Sonra Abdülkadir Geylânî gelmiş ve demiş ki “çok özür dilerim, yengeniz yumurta kırıyordu, yumurta yere düştü..” derken halk hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Oğlu şaşkın, sormuş: “Baba sen niye böyle bir şey dedin de halk ağladı? Ben bu kadar derin şeyler anlattım, kimse ağlamadı?” Demiş ki: “oğlum sen kâl ehlisin, ben hâl ehliyim.” Yani hâl ehli olmak, gerçekten kâl ehli olmaktan üstündür.
Ama her şey “dinle” diye başlıyor. Yani eğer o sözler kulağımıza girip şu gönlümüzü uyandırmazsa biz nasıl hâl ehli olacağız? Onun için iyi ki mürşid-i kâmiller var, iyi ki uzaktaki yakînler var ki biz hâl ehli olma gayreti içine giriyoruz.
İki gündür konuşuluyor da konuşuluyor “uzaktaki yakîn” diye. “Uzaktaki yakîn” ismini de âcizâne ben koydum. İsim üzerine münakaşalar da oldu. Ben o ismi şöyle koydum: Hocam Ken’an Rifâî Hazretleri’ne bir mektup geliyor Erzurum’dan. Diyorlar ki: “hocam çok uzaktayım, sizi göremiyorum, ciğerim yanıyor. Çok özledim.” Hocam cevap yazıyorlar: “Biliyor musun yavrum, Yemen’dedir yanımdadır, yanımdadır Yemen’dedir.” Buradaki “uzaktaki yakîn”den kasit, “Yemen’dedir yanımdadır” sözüdür. Yani öyle bir bakış açısı kazanır ki insan, gözleri sadece Allah’a yönelir…
Bir beyefendi Râbia’tül Adviye’yi çok methetmiş ve demiş ki “size çok âşığım; sizsiz yapamıyorum, siz bir dünya güzelisiniz, siz bir Allah sevgilisisiniz.” Râbia “iyi de, kardeşim var benim, arkadan geliyor. Daha da güzel, daha da Allah aşkıyla dolu.” Adam hemen dönüp bakmış. Râbia da ensesine tokadı patlatmış: “Sen daha beni sevdiğini söylerken başkasına bakıyorsun, ya Allah’ı sevdiğini söylerken?” demiş. İşte Allah aşkıyla dolu kişi gözünü miraçtaki gibi Allah’a dikecek, başka hiçbir şey görmeyecek şekilde, hiçbir şey… Nerede olursa olsun… İsterse dünyanın öbür ucunda olsun… Göz oraya dikili… Ben anacığımda bunu gördüm. Çorbayı içerken Allah derdi. Ne güzel Allah yaratmış derdi. Otururdu Allah derdi, kalkardı Allah derdi.
Bir dostum kalp krizi geçirmişti. Oğlu gelmiş demiş ki “niye durduğun yerde bu kadar heyecanlandın?” “Alttaki fabrikanın bütün âletleri Allah diye bağırıyordu, ben hâlâ Allah demiyorum. Ondan utandım” demiş. İşte bu hâl, çan sesinde bile Allah lafzını işitme, her zerrenin Allah dediğini işitme, o uzaktaki yakînin hâlidir. Şeklen uzaklaştırılmış, bu âleme atılmış ama yakînden yakîn olmuş. O kendi varlığından soyunmuştur. Hani Şems öyle demiş ya –Makalât’ta anlatıyor: “Öbür âleme gittim, meleklere dedim ki, beni Allah’ın huzuruna çıkarın. Dediler ki, nasıl çıkaracağız seni? Bende Allah’da olmayan bir şey var, onunla geldim, onun için çıkarın. Ya şeyh, biliriz biraz celâllisindir, biraz sinirlisindir ama sen de çok iyi bilirsin O’nda her şey var. İsteğe ihtiyaç yok. Ben isteğimle O’nun vericiliğine yaklaşıyorum.” İşte uzaktaki yakîn budur. Niyaz hâliyle nazına yaklaşmak… O’ndan başka hiçbir şey görmeksizin gözünü oraya dikmek…
“Terki terk, ölmeden önce ölme seviyesine ulaşma hâlidir”
Hocam bu hâli “Kabe kavseyn ev ednâ” diye anlatıyor. Yani miraç hâli diye anlatıyor. Hocam, “bu makamda, kalpten içeri ruha girilir. Nihâyet ruhtan sırra, sırdan Mevlâ’ya yitilir. Hayvânî sıfatlardan kurtulunur. Bu da ancak Hak’tan gayrıyla meşgul olmamakla olur” der. Yani dört tekbiri birlemektir bu: Dünyayı terk, âhireti terk, nefsi terk, terki terk. Öyle bir hâl alır ki o insan, o dakika şu hitâbı duyar — Tıpkı kıyâmetteki gibi: “Bugün mülk kimin?” ve şu cevabı verir: “Bende mülk filan yok, her şey senin.” İşte bu hâl, terki terk hâlidir. Bu hâl, ölmeden önce ölme seviyesine ulaşma hâlidir.
Var böyle insanlar, yok değil. Bu insanlardan bir tanesi Harakânî Hazretleri. “Beni incecik bir telle assalar, üzerime dünyanın bütün felâketlerini yollasalar, kılım kıpırdarsa adam değilim” diyor. Bu nasıl bir eminlik hâlidir, samimiyet hâlidir, kendine en yakîn olandan emin olma hâlidir… Niye kımıldasın ki eğer onun yaptığı her şey benim hayrım içinse? Onbir çocuğunu birden Zümrüt Apartmanı çöküp altında kaybeden Konyalı Mehmet Emiroğlu’nun dediği gibi “Allah o apartmanı yapandan râzı olsun, zira sırf benim duâm onu cennete sokar. Çünkü onbir çocuğumun birden cennete girmesine ve şehit olmasına sebep oldu “demesi gibi. İşte bu hâl, bu idrak, bu dokunulmaz hâl, dört tekbiri birlemek, uzaktaki yakîn olma hâlidir.
“Halvetten maksat, kendinden başkasıyla meşgul olmayıp bütün hatâların kendinde olduğunu idrâk etmektir”
Celvet, halvet.. bir sürü kavram anlatıldı.. Hocam, halveti şu hikâye ile çok basit bir şekilde anlatır: “Adamın biri mürşidinin emriyle halvete girmiş, halvette bir sene kalmış. Tam mürşidine dönecek, bir adam gelmiş. Adam abdest almış, namaza duracak ama bizim halvetteki, adamın abdest alışındaki hatayı görmüş. ‘Kardeş, yanlış aldın’ demiş. Hocası, ‘ne yaptın halvette?’ demiş. ‘Efendim, hârika geçti’ demiş. ‘Yalnız bugün bir adam geldi, abdest alırken ben onun hatâsını gördüm’. ‘Git, bir sene daha kal demiş; hiç faydası olmamış o halvetin sana’ demiş hocası. Bir sene daha kalmış. Bu sefer de namaz kılanın hatâsını görmüş. Bir sene daha kalmış. Bu sefer kim gelirse dönüp bakmamış.” İşte halvetten maksat, kendinden başkasıyla meşgul olmayıp bütün hatâların kendinde olduğunu, eksikliğin, yanlışın kendinde olduğunu idrâk etme hâlidir. Bu hâle gelen insan, noktalar değişimine uğrar. Hani “n” harfi vardır ya Arapça’da, kayık gibi, üstünde bir nokta vardır. “O nokta benim” diyor Hazreti Ali. O noktayı aşağıya indirirsek “b” harfi oluşur. “B” harfi Peygamber’in mübârek vücududur. Yani üstten aydınlanıp, nefsinden yok olmuş adam altta nokta hâline gelince berzah olur, hizmete başlar. Artık hiçbir varlığı kalmaz. Kendinde hiçbir güç kalmaz. Tamamen Allah ile birlikte halka hizmete döner. Yine Harakânî Hazretleri bu makamda, bu celvetîlik makamında şöyle diyor: Ârif kalkar, Allah’ına yaklaşır. Zühd ehli kalkar, bugün ne ibâdet yapayım, diye düşünür. Âlim kalkar, ne ilim öğreneyim diye düşünür. Ben kalkarım, kime hizmet edeyim diye düşünürüm. Öyle bir hâle gelir ki, artık kendi yoktur, başkası için yaşar. Bu tıpkı şunun gibidir: Mevlânâ’ya soruyorlar: “Sen zaten mükemmeldin, Şems sana ne yaptı? Şems sana ne öğretti, ne verdi ki bu kadar Şems diyorsun da başka bir şey demiyorsun?” Hazreti Pir diyor ki, “Şems gelene kadar ben bir lokma yesem doyardım. Şems gelince dünyada bir tek aç varsa ben doymaz hâle geldim. Şems gelene kadar ben üstüme bir şey alır üşümezdim ama artık bir tane üşüyen varsa ben onu içimde hissediyorum.” İşte bu ahlâk, bu hâl Peygamber’in ahlâkıdır.
(…) Hazreti Üftâde’nin, Aziz Mahmud Hüdâyî’ye bir mürşid olarak yaptığı şeyleri “nur” kelimesinin harfleriyle idrak edebiliriz. Nesefî şöyle anlatmış: “Her şey nurdur ama nurun Nun’u Allah’ta teceli eden küllî akıldır. Yani Nun; her şeyi idrak makamıdır. Bizde o yok, o idrak yok. Peki biz o idrâki nasıl kazanacağız? “Nur”un ikinci harfinde Vav var. İşte o idrakten veli yararlanmış. Veli, Allah’ın idrakinden pay almış.O Üftâde o paya sahip. Ben de R’yim. Eğer veli vasıtasıyla o nuru anlarsam, o zaman ben reşit oluyorum. Oyum, hakkım geçerli oluyor. İşte Aziz Mahmud Hüdâyî görüntüde bir kadı iken reşit olma seviyesine Üftâde ile çıkmıştır. Üftâde dedim de yanıldım ben, biliyor musunuz? Üftâde diye biri yok. Üftâde, yani uzaktaki yakîn… Tıpkı “bekle ya Muhammed, Rabbin salâtta” hadisinin mânâsı gibi… Yani miraçta şu hadis zuhur etmiştir ki, “Peygamber, bütün gücüyle râziye makamına kadar yükseldi. O güzel huyu, idrâki, ezelî nasibiyle Allah’tan râzı olma, her verdiğinden memnun olma seviyesine yükseldi ama ondan sonra artık Allah tenezzül ettiği için Peygamber râziyede oldu ve tenezzül ettiği için sâfiyeye yükseldi. İşte o tenezzül makamı, uzaktaki yakîn makamıdır. “Kabe kavseyn ev ednâ”, Allah’ın o sevdiğine doğru eğilmesi, kendi hakikatini açması, izin vermesi, göstermesi, ortaya çıkarması… Hocam Ken’an Rifâî’de biz bu hâli gördük. (…) Hocamın çok basitin içinde anlattığı bu makamın şöyle çok hoş da bir anlatımı var… Hocam diyor ki “ İnsanlıktan maksat her şeyi birlemektir. Fâil de, mevcut da yalnız Allah’tır. Onun için de kudret ve kuvvetin Allah’a mahsus olduğunu idrak et, yeter. Meselâ görüyorsunuz, bir Rifâî dervişini topuz ve ateş yakmıyor, kesmiyor. İşte lâ ilâhe illallah’ın mânâsı… Bütün mevcûdad Allah’ın emrine zebûn olmuş… (…) Akıl sahibi olmayan, kendisi gücün kendinde olduğunu zannediyor. Hakk’ın fermânına ateş bile mağlûbtur. Yak emri vermezse, vermez.”
“Allah, sivrisineği ile bile meşgul… O, ‘gel’ diyor!”
Gene çok hoşuma giden bir yorumu var hocamın. Diyor ki: “Mikrop insanın vücuduna girdiğinde -ödümüz kopuyor ya hani mikroplunun yanına girmeyelim, aman hastalanırsak diye- Allah ona hastalık yap emri vermezse mikrop hastalık falan yapmaz. Sen orada Allah’a duâ et de o emri vermesin” diyor ve şöyle devam ediyor: “Adamcağızın biri ormandan geçerken bir aslana tesadüf etmiş. Fevkalâde korkarak, ‘aman ya aslan, ben Resûlullah’ın kölesiyim’ demiş. Bunun üzerine aslan adamacağızın yanından süzülerek çekip gitmiş. İşte bu mensubiyeti, bir hayvan anladığı gibi ateş, taş ve toprak da anlar ve idrak eder. Hâsılı, insanlıktan maksat, her şeyin Allah olduğunu bilmektir. Fakat bu mânânın hâsıl olması için de biraz sıkıntı çekmek gerek.”
Aziz Mahmud Hüdâyî “iyi de, ben adam olmadım” diyor. Koskoca Aziz Mahmud Hüdâyî, Üftâde’nin huzurunda, -her sorusunun cevabı hazır, her rüyâsının mânâsı hazır- hâlâ “adam olmadım” diyor, tereddüdü var. Biz niye böyle hemen olalım diye bekliyoruz? Niye hepimizin derdi evliyâ olmak? Anneannem derdi ki, “bir evliyâ görürsen şu sokaktan şu sokağa kaç ondan. Zordur kızım, zordur” derdi. Niye evliyâ olalım? Biz yok olalım, hiç olalım. Hazreti Şâzelî “Allah’ım beni sevseydin, ya evliyân olurdum, ya nebi, ya veli, bir şey yapardın. Beni sevmiyor musun?” dediğinde Allah’tan nidâ geliyor: “Ya Şâzelî, seni o kadar çok seviyorum ki, seni kendime çekmek için evliyâ yolladım, nebi yolladım. Derdim sensin, onlar değil.”
Öyleyse derdi biziz Allah’ın… O sivrisineğiyle bile meşgul. O af sultanı, O “gel” diyor, her dâim, her nefes… Görmeyen benim… Ne güzel anlatır Mesnevî… Şakır şakır yağmur görmüş Hazreti Ayşe dışarıda. Korku içinde Peygamber için “ah ıslanacaklar efendim” diye titrerken, Peygamber teşrif etmişler. Bir damla bile su yok üzerinde… “Efendim, hiç mi ıslanmadınız?” deyince, “yağmur yağmıyor ki Ya Ayşe” demişler. “Nasıl olur? Gördüm…” deyince, “üzerinde ne vardı ya Ayşe?” diye sormuşlar. “Sizi düşünüyordum, sizin mânânızı giyinmiştim” diye cevap veriyor. “O hâlde gördüğün rahmettir ya Ayşe. Allah’tan her an seni kendine çekmek için yağıyor da, beni düşünmeyen onu göremiyor” buyurmuşlar.
“Celâl, Allah’ın cemâline giden nurdur.”
Öyleyse gâye, uzaktaki yakîn olmak ise biz Peygamber’i üzerimize giyinmekle vazifeliyiz. O’nu tamamen üzerimize almakla, her an O’nu düşünerek, O’nunla birlikte olmakla vazifeliyiz. “Bu cem‘ül cem makamında, yani uzaktaki yakîn olduğu halde kul, Peygamber’in hem ilmine hem de ahlâkına vâris olur. Kişinin zâhiri şeriat, bâtını hakikat olur. Bu da onun “Kahhar” ismini idrak etmesine sebep olup, onu celâl sahibi kılar “diyor hocam. Sonra da çok mühim bir şey söylüyor: “Celâl nedir, biliyor musunuz? Allah’ın cemâline giden nurdur” diyor. Cemâl mi istiyorsun, o mübârek yüzü mü görmek istiyorsun? Celâlin nûruyla görebileceksin ancak… İşte burada Üftâde Hazretleri “benim yolum belâ yoludur” diyor.
Ben bu yolda çok insan gördüm; belâyı bal yapmış çok insan gördüm. Bu sempozyum bana annemi hatırlattı, baştan aşağı. Onun 1960 yılında babamı idam etmek üzere alıp götürdüklerinde mübârek başını secdede gördüğünde, “çok şükür Hazreti Yusuf’a eşlik eden bir aileyiz, ne mutlu bize” deyişini hatırlattı bana. Kızım öldüğünde, “ne şanslısın Cemâlnur, secde et… Ne şanslısın… Allah belâya uğrattığını cemâli ile müşerref kılar” dediğini duydum. Öyle ya, bizim istediğimiz cennet, hocamızın buyurdukları gibi ne şehvet, ne yemek… Biz onları burada unutmaya çalışıyoruz. Bizim istediğimiz cemâlullah.
Benim istediğim cennet nasıl bir cemâl? Bazen Kur’an çalışırken biz grup olarak, bir kelime bizi o kadar hayrete, o kadar heyecana, o kadar şevke, o kadar lezzete düşürür ki aylarca o bir kelimeyle oturur, bir kelimeyle kalkarız. (…) İşte bu zevk, yalnız Allah’la meşgul olanlarla ilgili duyulabiliyor. Belki Cîlî’nin Bismillahirahmanirahim şerhini tercüme eden yazarın önsözde şöyle demesi gibi: “Ben, bu kitabı hiç anlamadım; ama zevk edindim.” Bu zevk, Cemâlullah’dır. Bu zevkin zevkini size anlatamam. Dünya inlese, her şey yıkılsa, zevklerin en güzeli, bütün ömrünce beklediğiniz her şey önünüze açılsa, Allah’ın bir kelimesinden duyduğunuz hayret ve zevkin tırnağının kirinin derecesine ulaşamazsın ama cemâlullah, ardı arkası kesilmeden o ilmin bize naklolmasıdır. Bizim burada zerresini hissettiğimiz ve günlerce titrediğimiz zevkin ardı arkası kesilmeden dâimî olarak vücudumuzun üstüne gelmesidir. İşte o Cemâlullah’dan Allah bizi ayırmasın. Uzaktaki yakîn olmaktan, Allah bizi ayırmasın. Yahut biz olamazsak onlara dost olmaktan ve ayaklarının bastığı yere toprak olmaktan Allah bizi ayırmasın. Âmin efendim…
Not: Bu metin, Cemâlnur Sargut’un “Uzaktakî Yakin” Uluslararası Hz. Üftâde Sempozyumu’nda yaptığı konuşmadan deşifre edilerek alınmıştır.