Sohbetler (Mayıs 2014)

Güzide Hanımefendi:
–   (Sobayı işaret ederek) Demin sıcaktan yanına yaklaşılamıyordu. Şimdi hiçbir şey kalmadı, geçti gitti.
–   “Her şey öyle değil mi? Hep bir andan ibaret… Her şey haşr u neşri, yokluğu ve varlığı göstermiyor mu? Ağaçları görmüyor musun? Baharda çiçekler açıyor, sonra yemiş veriyor, fakat kış gelince onlardan eser kalmıyor. Denizlerin dalgalan da kabarıp yükseliyor. Sonra ne ses ne sadâ kalıyor, sükût… Bir de haşr u neşri inkâra kalkarlar. O senin kendi vücûdundadır. Nasıl inkâr edersin? El’an haşr u neşr içindesin… Kâr ve zarar, haşr u neşr, herşey ondan… Senden sana sığınırım ey Allah’ım! Nasıl Allah’ı inkâr edersin, kendi vücûdunu inkâr edebilir mi­sin?
Nerede o ‘benim!’ diye yere göğe sığamayanlar, nerede bütün o kuv­vet ü kudret sahibi pehlivanlar?
O yalan, bu yalan sen de var biraz oyalan!”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 129-130)

****

– “Bu kış mevsiminin gelmesi, nasıl ağaçların yapraklarına, dalına budağına tesir ediyorsa, ölümün pîşdârı, öncüsü olan hastalıklar da bu vücut ağacının yapraklarına öylece tesir eder. Bundan kurtulmuş olanlar, ancak kalplerinde yârin cemâlinin baharına mâlik olanlardır ki onlar için her dem tazelik ve bahar vardır.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 263)

****

Birkaç günden beri hava gayet lâtif ve sıcaktı. Baharın yaza bağ­lanan son günleri kadar güzeldi. Hocamız, pencereden dışarı bakarak:
– “Bakınız, herkes paltosuz ve ceketleri iliksiz olarak dolaşıyor. Fakat bir an sonra bu güzel havanın ne gibi bir değişiklik göstereceği bilinir mi? Anî bir sert rüzgâr çıksa, herkes titreye titreye yakalarını kaldırıp kaçmaya başlar.
İşte, tabiata hâkim olman, bu kuvvetin seni bir an sonra ne hâle çevireceğini bilmen ve mukadderâtına hükmetmen imkânsız iken tabiatın yaratıcısı ve hâkimi olan Hakk’ı nasıl oluyor da inkâr edebiliyorsun?
İnsan vücûdu içinde bir kulağı, bir gözü dikkate al ve bu uzvun ne büyüklükler ihtivâ ettiğini bir düşün! Her birinin içinde ne kanallar, ne cidarlar, ne dehlizler, ne havuzlar, neler neler var… Peki, bir fabrikayı bile kurarken bunu bir akıl sayesinde planlıyor ve yapıyorsun da, hârikaların en mükemmeli olan insan vücûdunu ve bu kâinatı vücûda getirenin de bir kâmil akıl olduğunu nasıl inkâr edebiliyorsun?
Sonra şunu da düşün… Sen fabrikanı kurarken ne müşkülâtlar çe­kiyorsun, temeller atıyor, binalar yapıyor, makineler getiriyor, yerleri­ne takıyor, tecrübeler ediyor ve nihayet işletmeye muvaffak oluyorsun. Halbuki Allah, bu koskoca insanı bir katre sudan vücûda getiriyor. Bir kere şu insan vücudundaki azamete bak, sonra da o bir damla suyu dü­şün!
Bâzı zavallılar, kendilerini ilim sahibi sayarak, faraza tıp bilgisi kazanmakla gurur ve benlik girdabına düşüp oradan sesleniyor: “Biz hekim olduk, hiç Allah diye bir kuvvete inanır mıyız?” diyorlar. Halbuki asıl onların inanması lâzım gelir. Çünkü insan vücudundaki azameti görüyor, biliyor ve tanıyorlar. Şu halde senden daha çok onların bu aza­met karşısında eğilmeleri hayran olmaları gerekir. Zîra bilgi arttıkça, o azamete karşı hayranlığın da artması tabiîdir. Fakat şu var ki, ezelde îman nasîbi olmayanlar, ne ölçüde büyüklük görseler yine de göremez ve anlayamazlar.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 372-373)

 

The following two tabs change content below.

Ken'an Rifâî

Son Yazıları: Ken'an Rifâî (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın