Ken’an Rifâî Hazretleri’nin şerhi ile Mesnevî-i Şerif’in III. Cildinden bir kısım…

Suyu görmüyor musun? Evvelâ su nereden geliyor? Bâlâdan alçağa gidiyor. Sonra alçaktan yine yukarı gidiyor.

Buğday da öyle değil mi? Buğday da evvelâ ekicinin elinden veyâhud anbardan aşağı atılıyor. Ne güzel başaklar şeklinde yükseliyor. Ve insana gıdâ oluyor. İnsana karışıp insan sıfatını kazanıyor.

Yağmur da evvelâ buluttan alçağa tenezzül ediyor, sonra terslikten bulut olup yine semâya gidiyor.

Bunlardan da anlaşılıyor ki, her kim ki tevâzu’ eylerse, Cenâb-ı Hak onun mertebesini refi’ve menzilesini şerîf eder. Tekebbür edeni alçaltır.

Tevâzu’ ediniz ki, Allah Zülcelâl sizi yüceltsin.

Ağlamakla Tayyedersin

Bismillahirrahmanirrahim

 

            De ki: Rabbimin kelimelerini anlatmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar daha ilâve edilse Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.

(Kehf,109)

 

            Kur’ân-ı Kerîm’in hakîkati olan, varlığı ve yokluğuyla her nefes O mânâyı nakş eden İnsân-ı Kâmil ummânlarını idrâk etmek, küçücük aklı ve gönlüyle bir katreye düşmemişti. “O” kelimeyi anlatacak olan O’nun kelimelerinden başkası olamazdı.  

            Katreye düşen ise, katreliğini hatırlayıp, ummâna karışmaya çalışmak ve sonra ummânın muazzam aşkı ve güzelliği ile ona tenezzülünü niyâz etmekti…   

 

Tû megû mârâ bedân şeh bâr nîst
Bâ kerîman kârha düşvâr nîst


“Benim o yüksekliklere çıkmaya gücüm yok deme,

Kerîm olanın eteğine yapış, seni çıkaracaktır.”

 

            Saçının her teli Dost kesildiği halde, aczini kendine hatırlatan Kalem’le başladı yol;  

 

“Dilerim ki kalem, aczini bilsin, öğrendiklerini yanlış aksettirmekten,yolunda, izinde sürçüp düşmekten, verilen emeklerin nankörü olmaktan korksun. Bu kalem, hiç değilse, onun yonttuğu gibi kalsın, “Belî” denen ezel ahdi sadâkati üzre durup edebi taşırmasın.

O kadar ki, Dost’a hoşnutsuzluk verecek bir çift söz dahi edecekse, râzıdır, şimdiden kırılıp bir köşeye atılsın.”

 

            Kalem, bu edebin umutsuzluğa kapılmayı nasıl yasakladığını da şöyle anlatıyordu:

 

“Küçük kız! Mektebe başladığın gün hocan ilk iş sana harfleri öğretmişti. Az sonra bu öğrendiğin harfleri birbirine çatma temrinleri yaptın ve böylece kelimeler meydana çıktı. Sonra bunları sıraladın ibâre oldu. Böylece de okumayı söktün. Artık büyüdün; mektep bitti. Şimdi yeni bir  dershâneden içeri giriyorsun. Ben de sana ilk iş, bu kitapsız kalemsiz kazanılan ilmin baş harflerini öğreteyim: Gülümseme ve utanma.

İşte yavrum bunlar aşk kitabının ilk harfleridir. Ammâ harflerin kelime, kelimelerin ibâre, ibârelerin sâhife olması için, daha birçoklarını bilmen gerektir. Sana burada onları teker teker öğretmeye kalkarsam dâvâ uzun düşer. Yalnız, ıztırap denen bir harf vardır ki bunu hepsinden evvel öğrenmeye çalış; zîra onu ihtivâ etmeden mânâ kazanmış hiçbir kelime, hiçbir cümle yoktur.

Eğer ızdırâba yer vermemiş bir ibâreye rastlarsan korkma: “Bunun aşk kitabında yeri yok” diye haykır.

           

            Neydi bu ızdırap? Acaba Ney’in dinle dediği yakıcı sırla, bahsettiği kanlı yolla bir ilgisi olabilir miydi?

 

“İşit neyden nasıl hikâye ediyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor.

Nâyistan’dan beni kestiler, benim nefîrimden kadın ve erkek inlerler

Ben öyle bir sîne isterim ki firâktan şerha şerha olmuş olsun, tâ ki derd-i iştiyâkın şevkini ona söyleyeyim.”

 

            “Allah aşkıyla dökülen gözyaşı ve yürek yanığı şehidin kanı gibidir,” diyen Dost ise aynı mânâyı şöyle anlatıyordu:

 

Ağlamakla tayyedersin menzil-i maksûdunu ,

Göz yaşından abdest al da gözle gör mâbûdunu!

Benliğin dâvâsını terkeyle, gafletten çekil,

Âşık ol Ken’ân dilersen görmeğe mâşûkunu!

 

            Aşk bir nevi acı çekmekten zevk alma sanatıydı belki de… İşte Mesnevî de bunu söylüyordu:  

           

“Bahçeler nasıl güneş ve yağmurla, yâni ateş ve su ile şenleniyorsa, sen de gönül bahçeni, aşk güneşi ile ve istiğfar yaşlarının yağmurlariyle şenlendir. Böyle candan ağlamaktaki derin zevki tat!

Zîra gözlerden akan yaşın zevkini ekmek ve dünya âşıkları bilmez, Hak âşığı bilir. “

“Ne mutlu o göze ki onun için ağlayıcıdır, o ne mübârek gönüldür ki, onun ateşiyle yanıcıdır.

Her gözyaşının sonu tebessümdür, âkıbet görücü kimse ne mübârek bir kuldur.

Nerede ki bir akar su ola, orada yeşillik vardır, nerede ki bir gözyaşı aka, orada rahmet peydâ olur.

Bostan dolabı gibi gözü yaşlı ve inleyici ol, tâ ki canın bağrında yeşillikler bitsin.

Gözyaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara merhamet et, zayıflara rahmeyle ki rahmet bulasın.”

 

            Ruhunun doğurduğu evlât ise şöyle anlattı: 

 

Bir gün Konak’ta, salonda bir levhada yazılı olan yazıların mânâsını sordum. Salon ihvanla doluydu. Kendileri anlatmaya başladılar: “Hazreti Ahmed er-Rifâî, hacca gittiklerinde Medine’ye varıp Peygamber Efendimiz’e şöyle hitapta bulunuyor: ‘Her zaman ruhumla gelir sizi tavaf ederdim. Bu kez nöbet vücûdumda, uzatın mübârek elinizi de o eli öpmekle dudaklarım şerefyâb olsun.’ Bunun üzerine bütün hacıların gözü önünde Türbe-yi Saadet’ten el uzanıyor ve Hazreti Ahmed er- Rifâî o mübârek eli öpüyor ve sonra sonsuz tevâzu ile “Allah’ını seven bana bassın da geçsin” diyor. Fakir bunları duyunca öyle ağladım ki sanki gözlerimden seller aktı. Sultânım yerlerinden kalktılar, fakirin önüne geldiler, “Al bu mendili, o gözyaşlarını sil; çünkü Allah için dökülen gözyaşlarının kıymetini ancak biz biliriz” buyurdular.

 

            Nasıl bir sırdı bu? Farklı duygularla dökülen gözyaşlarının, mikroskop altında incelendiğinde farklı şekil ve formlar aldıklarını okumuştu katre… “Belki de,” dedi.

            Onları anlatmakla insan şifâ buluyordu muhakkak ama sözü kısa kesmek lazımdı vesselâm..  

           

            Ve yolun sonu da yine Kalem’in sözleri oldu:

 

Cennet neresi? dediler. Senin olduğun yerdir… dedim.

Cehennem neresi dediler. Senin olmadığın yerdir… diyecektim, ama diyemedim. Senin olmadığın yer yok ki… Âh, vallah da yok, billâh da yok Allah’ım…

 

            Katre, tüm hataların kendine ait olduğunu itiraf etti, tüm güzellikler ise onu ummânına kavuşturan Nûr’a aitti..

 

İzinden, gözünden, sözünden özünden Allah ayırmasın. Ey Hakk’ı bildiren, ona götüren, perdeyi kaldırıp onu gösteren… Hakk’ın var olduğunu, varlığın Hak olduğunu, görünenin gösteren, gösterenin görülen olduğunu bildiren!

Bu dünyâda, o dünyâda, Allah senden ayırmasın…

 

   

 

Gönüllerarası

“O bana misafirdir. Ben onu evime gelen bir misafir gibi hoşlarım.”

Ken’an Rifâî Hazretleri

 

Eve misafir gelecek. Yaşarken uyunan, üstünde çatısı olan dört duvarlı bir ev var. Bu duvarlardan dışarı şikâyetin nağmesi çıkmaz çünkü içeride şikâyetin kendisinden eser yoktur. Memnuniyetten ve şükürden başka birşey bulunmaz.

Nihâle, mutfak sehpasının üstünde memnuniyetle durur.

Tencereler, yıkanıp rafına konulmuş bir hâlde yemek pişirilmesine bulundukları katkı için şükretmekte.

Masa, üstüne yerleştirilmiş lâmbanın loş ışığından çok memnun.

Pişmiş yemeklerin güzel kokusu da tertemiz koridorlarda oda oda gezip selâm etmekte.

Aşk ile örülmüş duvarlar arasında bir temizlik rüzgârı her dâim esmelidir ki güzel kokular evi kuşatsın. Burada belirtilmeli ki temizlik, imandandır. İmanın da kanımca yaşı yoktur. Her nefesimizde içinde olduğumuz evi nasıl daha temiz hâle getiririz ve bu temizliği koruruz diye gayret edilse ne hoş olur…

Eve misafir gelecek. Heyecanla harekete geçeriz. Onu tertemiz etmek isteriz ki ev gözlere güzel görünsün. Gözlerin güzel gördüğü ev de güzelleşir. Evin güzelliği, gönlün güzelliği olur. Gönlü güzel olanların evlerinin de güzel olacağı kanaatine varmak bu hâlde çok kolay… Eve gelen, sonsuz görünüşlerle her yönden gelir ve adına da misafir derler. Aslında O sahiptir de bize misafirliğe gelmektedir.

Bize emânet edilmiş bu evlere sahip çıkıyor muyuz?

Gayretimizi bu evi güzelleştirmek için gösteriyor muyuz?

Bir kere yapıp durmaktansa bunu dâimî hale getiriyor muyuz?

Evimizin her köşesini O’nun için tertipliyor muyuz?

Evin varlık sebebi, misafire açılacak kapı ihtiyacından fazlası değil, çünkü misafir için var. Evin barınanı da hizmet etmek ister. Sevgisinden yerinde duramaz. Aşkından bir saniye bile boş vakit geçirmek istemez. Devamlı ya temizliktedir ya da pişirmekte. Yeter ki geleni ve gideni olsun. Gelen gitsin. Giden de gelsin. Takılıp kalmaz. Gözü her dâim misafir görür. Bilir ki her gelen gidecektir. Giden olursa gelen de olacaktır. Geleni edeple ağırlamak gideni rızâyla uğurlamak ister.

Gönüller her dâim misafirliğe hazır olur inşaallah.

 

Aşk, Edep ve İrfan

Bir küçük kız, ayakları çıplak…

Ayakkabılarını evde unutmuş,

Hiddetten kor olmuş gözleri, çakmak çakmak…

Koca bir tel kapıya yaslanmakta, topacık elleri ürkek…

Kapının kenarına ilişiyor sessizce, huzurla uykuya dalıyor.

 

….

 

Aradan tam tamına on altı sene geçiyor.

İnsanlar göçüyor, kıtalar değişiyor, okullar bitiyor.

Genç kız, bir anne ile tanışıyor.

Aşk buluyor, kendini görmeye, hakikati yaşamaya başlıyor.

Bir gün o anne “hadi yarın sen de gel Fatih’e” diyor.

Genç kız o sabah kendini bir zamanlar kapısında uyuyakaldığı konağın önünde buluyor.

Ürperiyor, korkuyor önce, “bu nasıl iştir?” diye düşünüyor, anlayamıyor.

Sonra dinlediği hikâyeyi anımsıyor: Getiren ve götürenin bir olduğunu.

Her yanımızın ilim, her anımızın ipuçlarıyla, işaretlerle dolu olduğuna

imân ediyor.

 

….

 

Bugünlerde soruyorlar kadına tanıdıkları,

“Kimdir Ken’an Rifâî Hazretleri” diye?

O an kalemin ucu kırılıyor.

“Biz aşk, edep ve irfan ikliminde buluştuk” diyebiliyor kadın.

Öyle de değil mi zaten?

O kâmil insan bize mârifetin mânâ âlemine yükselebilmek olduğunu anlatmıyor mu?

Ve bu âleme yükselebilmek için maddî âleme bağlayan bağlardan kurtulması gerektiğini…

O vakit söylenecek söz yoktur dilde.

Zira bize düşen görev, kendisinin mirâsına sahip çıkıp yollarından tevhide ulaşmaktır, nasipse…

 

Allah bizleri o hikmetli yola revân etsin inşaallah…

 

Ramazan Farkındalıkları

İftar anında orucu suyla açarken bardağın doluluk oranına dikkat ederim. Yarısına kadar doldurulmuşsa tamamını doldurup sonra içerim suyu. Yarısı dolu bir bardağın boş kısmına takılmayıp dolu kısmıyla meşgul olmak bana hep zor gelmiştir. Bardağın dolu tarafıyla yetinmeye çalışmaktansa tamamını etkin hale getirmek için çaba sarfetmeyi tercih ederim. Mücadele etmeyi sevdiğimden sanırım… Ya da buna açgözlülük de diyebiliriz. Ama açgözlülük biraz kolaycı bir tanım olabilir. Zira pasif bir hal yaratmanın en güçlü yöntemidir suçlamak. Ve suçlamak en kolayıdır.

Bunu sıkça yaparım aslında. Ne zaman bir şeyi yapabilecek gücü kendimde bulamasam, o noktada kendimi yetersiz, eksik ifadeli ve suçlayıcı bir tanımın arkasına saklayıp durumdan kurtulmaya çalışırım. Böylece içinden çıkamadığı bir durumdan kaçmaya çalışan korkak bir yürek değil de, kendi eksiğinin farkına varabilen ve eksiklerini çekinmeden kabul edebilen erdemli bir ruh taşıdığım hissiyle, ulvî bir varlık olarak, bulunduğum makamdan bir üst makama yükselmiş olmanın gizli gururu ile tatlı bir zevk içine düşerim.

Sonuç?

İki yüzlü soğuk bir buzdağı; görünen yüzü tevâzu ve sükûnet karışımı erdemli bir hâl, görünmeyen yüzü korkak ve şişkin bir ego…

Sanırım tevâzu ve hiçlik konularındaki fikirlerim radikal bir değişim içinde. Mütevâzi olmak, mevcut olan her şeyin Hakk’a ait olduğunu idrak etmek ile yokluğun ve fakirliğin kutsallaştırıldığı pasif ve âciz bir hayat yaşamak arasında ciddi bir uçurum var. Hiç olmaya çalışma gayreti büyük bir kibri de beraberinde getirebiliyor. Okuyup öğrendikçe daha “mânevileşmiş”, mânevileştikçe daha “hiç olmuş” ve hiçleştikçe “mübârekleşmiş” bir algının esiri olmak…

Tabiî, silsile aynen böyle ilerler. Sonra etrafımızda, mânevî bilgiden yoksun olduğuna ve bu sebeple de hayat boyu problemler yumağı içinde yaşayacağına inandığımız bir sürü zavallı oluşur. Zavallıdırlar çünkü bizim bakış açımıza sahip değildirler ve bizim yaşadığımız zevkten mahrumdurlar!
Ramazan ayının, tefekkürü ve farkındalığı körükleyen yönüne hayranlığım her sene artar…

 

Editörden (Haziran 2014)

Merhaba dostlar,

 

Haziran 2014 sayısına hoşgeldiniz. Bu sayımızda konumuz “Ramazan.” Bildiğiniz gibi bu sene mübârek Ramazan ayı 28 Haziran’da başlıyor.

 

”Onbir ayın sultânı”, “Gecelerin en hayırlısı Kadir Gecesini, son üçte birinde barındıran, ayların en hayırlısı” olan Ramazan ayına inşaallah yine kavuşmak nasip olacak. Sizi bilemem dostlar ama beni şimdiden mübârek ayın heyecanı, garip bir mutluluk, bir güzellik sardı sarmaladı. İftarların, sahurların, dostların, o sultanlar sultânı istiyor diye, sadece O istiyor diye, bir yudum buz gibi su içip canı ferahlatmanın, tüm hücrelerimden “çok şükür “diyebilmenin hevesi ve iştiyâkı içindeyim. Allah hayırla kavuşmayı nasip etsin inşaallah. Bu vesile ile eski Ramazanları, nefislerimizden vermeye çalışacağımız zekâtları, diş kiralarını ve çocuk iftarlarını yeniden anmak ve anlamak ve yetim başı okşama sünneti de dahil olmak üzere hepsini yeniden yeniden yaşamak heyecanındayım.

 

Velhâsıl bir güzel telâş bizleri sardı sarmaladı çok şükür. Bu nedenle istedik ki bu sefer Ramazan başlamadan, güzel dinimizin emirlerini, güzeller güzeli peygamberimizin hâlini ve sünnetlerini, an’anelerimizi ve âdetlerimizi hatırlayalım ve hatırlatalım istedik. Heyecanımızı, mutluluğumuzu siz HerNefes dostlarımızla paylaşalım, sizleri de bu hâlimize ortak edelim ve inşallah bu heyecanı birlikte yaşayalım istedik.

 

Efendim, mahcup olmamak dileğiyle yeniden hoşgeldiniz diyoruz. Kusurları bizlere, güzellikleri herşeyin sahibine âit olarak, buyurun gönül soframızda beraber iftar edip “çok şükür!” diyelim…

 

 

Hürmet ve muhabbetlerimle,

Sohbetler (Haziran 2014)

Ramazan yaklaşmıştı. Görgüsü kadar bilgisi de zengin, kendisi ise yerine ve zamanına uygun konuşmayı bilen Münîre Hanımefendi gençliğinde öğrenmiş olduğu, kısa bir duâyı (Allâhümme bârik lenâ fî Recebe ve Şa’bân ve belliğnâ (nice nice) Ramazan, bi’l-âfi-yeti ve’l-gufrân ve hatim lenâ bi’l-îmân ve şerrifnâ bi’l-Kur’ân) birkaç defa tekrarladık­tan sonra “Efendiciğim, başınız ağrımasın, canınız sıkılmasın, diye su­suyorum!” dedi.
–  “Duânı et… ben Allah’a edilen duâdan hiçbir vakit bıkmam. Ben ona edilen duâya doymam ki, söyle söyle!”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 139)
****

Ramazanın ilk günü idi:
–  “Bir ramazan daha geldi ve bizi bıraktığı gibi buldu. Belki de da­ha beter. Daha beter dememizin sebebi, Resûlullah Efendimiz’in “Bugü­nü dünkü güne müsâvî geçirene yazıktır” buyurmalarıdır. Elinde fırsat varken, bugünü dünden, hele yarını bugünden aşağı geçiren kimseye yazıktır.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 415)

***
Avâmın Ramazan’ı, mâlûm olan ayda, orucu bozan şeylerden, havassın yâni Allah’ın has kullarının orucu ise fikir ve his günâhları demek olan gafletten yâni Hak’tan gayrı şeylerden kaçınmak ve riyâzatta bulunup canânın vuslatı bayramına intizar eylemektir. Avâmın orucu senede bir aya mahsustur. Bu ise vuslat bayramı müyes­ser oluncaya kadar devam eder.”
Şeyh Yûnus Efendi:
–   Bu akşam ayı,  fakir de gördüm.
“Basra’da Anadolu’da bu gün bayram. Halbuki bizim başımız şerîate bağlıdır. Biz mâdemki orucu, ulülemir olan hükümetin topuyla tuttuk, yine onun topu ile bozarız. Bu hususta mes’ûliyet varsa, bize âit değildir. Esâsen âlemin intizâmı da bunu îcap eder. Herkes, “ben ayı gördüm…” der oruç tutar ve oruç bozarsa, o vakit birlik olmaz.
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 547)
***
Ramazan Sohbetleri’nin tashihi yapılıyordu. Meclisten biri:
–  Ne yazık… Bir hikmet ve irfan şelâlesi olan bütün bu sözleri alelâde konuşmalarmış gibi dinliyoruz, dedi.
–   “Evet, ben de şimdi onu düşünüyordum, benden sana aksetti. Dergâh-ı Şerifte Mesnevî takrir ederken de böyle değil mi idi? Kimi es­ner, kimi uyur, kimi de lütfen dinlerdi. Dinliyoruz zannedenlerin de bâzısı bir şey anlamazdı.”
–  İmâm-ı Cafer Hazretlerinin “Allah, kelâmından tecellî etmiştir fakat görmüyorlar” buyurduğu gibi…
–  “Evet, bu istiğnaya rağmen hocanız, öğretmek için ne kadar ha­ristir. Kâh vaaz, kâh hikâye, kâh lâtife tarzında ve her fırsattan fayda­lanarak, doğru bildiğini anlatmaya çalışır işte.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 41)

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Ramazan, paylaşmayı hatırladığımız ve infâkı sevmeyi öğrendiğimiz aydır.”

Cemâlnur Sargut Hocamızın Beyaz TV’de Ferda Yıldırım ile yaptığı sohbetlerden yola çıkılarak hazırlanan “Kur’an ile Var Olmak” isimli son kitabı geçen ay okurlarla buluştu. Aşağıdaki yazı, bu kitabın “Ramazan” başlığı altında yer alan kısımdan derlenmiştir. Bu vesileyle bütün okuyucularımızın mübârek Ramazan ayını tebrik ediyoruz.

 

“Ramazan, paylaşmayı hatırladığımız

ve

infâkı sevmeyi öğrendiğimiz aydır.”

 

Cemâlnur Sargut

 

Allah’ın Samed sıfatını oruçla giyiniyoruz. Allah’ta ihtiyaçsızlık var. Yüce Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yok. O öyle bir sultan ki her şeyin en mükemmeli. O, ganî… Âciz ve ihtiyaç sahibi olan bizleriz. Biz: “Allah’ım senin ismin ve sıfatını bir günlük giyinmemize müsaade eder misin, dediğimizde ne oluyor? Ben onun ismini ortaya çıkarmak vasıtasıyla Allah’la ilişki kuruyorum. Bende Allah’ın ismi ortaya çıkıyor.

 

Ben, bir gün boyunca hiçbir şeye ihtiyacım olmadan yaşıyorum; yemek yemiyorum, içmiyorum, kavga etmiyorum, sinirlenmiyorum. Hiçbir şeye ihtiyaç duymamak o kadar önemli bir şey ki. Yani Allah bana kul olduğum halde kendisinin bir ismini giyinebilme özelliğini lütfetmiş, bunu idrak ediyorum ve cevabı doğrudan Allah’tan geliyor. İkincisi; oruç, alışkanlıkların hepsini yok eden bir hâldir.

 

*****

 

Ramazan, hatırlatma ayıdır çünkü meselâ namaz için Allâhü Azîmü’ş-şan, “Ben namazın devamlı olanını severim” diyor. Yani günde beş vakit namazı kastetmiyor Allah; o vazifemiz… Peygamber bize Allah’ın bizim namazımıza ihtiyacı olmadığını, ama namaz kılana da kendisinin şefaat edeceğini hatırlatır. Namaz çok önemli bir ibâdet. Allah’la aramızdaki en kısa buluşma şekli. Evet vazifemiz, ama Allah bunun sadece beş vakitte değil, daimi olanını istiyor. Yani biz namaza başlarken nasıl iki elimizi göğsümüze koyduğumuzda dünya ile âhiretten uzaklaşıp yalnız Allah’la beraber olmaya gayret ediyorsak, aslında her an öyle olmamız gerekiyor.

 

Ramazan ise bu hâli bize hatırlatan bir lûtuf ayıdır. Oruç öfkeyi kaldırır, zîra nefsin öfkeyle azdığı zamanda onu yenmeyi bilmeden Allah’la irtibat kurulamaz. (…) Hoşgörümüzü kaldıran ne biliyor musun? Burada biz yaratılmışı Allah’tan ayrı düşünüyoruz. Halbuki her zaman diyoruz ki Allah’tan başka varlık yok. Yaratılmış herkeste onun bir ismi tecellî ediyor. Öyleyse kime kızacaksınız? Kime öfkeleneceksin? Öfkelenmemeyi, kızmamayı, Sevgilim benden memnun olsun diye mânevî bir âdet ve zevk haline getirirsen o zaman Ramazan, Ramazan oluyor ve o zaman senin bu çabalarının neticesi Kur’an oluyor.

 

“Ramazanı bütün aylardan ayıran tek şey, senin gayretinin neticesinin Allah tarafından sana Kur’an olarak inmesidir.”

 

(…) Hadîs-i şerifte “Allâhü Azîmü’ş-şan, gecenin son üçte birinde yeryüzüne iner ve bütün isteklere cevap veririm” buyuruyor. Gece ve gecenin son üçte biri ne demektir? Gece aslında sıkıntı, belâ ve dünya demektir. Bakın üç tane ay var: Recep, Şaban, Ramazan. Recep Allah’ın ayı, Allah’ın bütün hâdiselerin iç yüzünü âşikâr ettiği çok mühim bir aydır. Şaban ayı Hazreti Peygamber’in ayıdır. Allah’ın hâdiselerin iç yüzünü âşikâr etmesi üzerine Peygamber ile birlikte o hâdiseleri yorumlama ayıdır. Fakat Ramazan kulun ayıdır. Bütün bunları öğrendikten sonra kulun kendini arıtmak ve temizlemek için sıkıntıya girdiği bir aydır. Ve gecenin son üçte biri olan Ramazan ayının son on gününde Allah kulun gönlüne tecellî eder ve Kur’an iner. (…)

 

Kur’ân-ı Kerîm, ilm-i ledun yani Allah’ın hakîkatinin ortaya çıkışıdır. Çok büyük lûtuf. Allah, Peygamber’de tecellî etti, ama ilmini bir de bize yazılı olarak da ifade etti ki ikisini birleştirebilelim; hâl ile ilmi birleştirelim. İlim nedir? İlim, Kur’ân-ı Kerîm gibi olmak ve hâl etmek, amel de Hz. Peygamber gibi yaşamaktır.

 

(…) Kur’ân-ı Kerîm hiçbir kitaba benzemiyor. Mesela batı âleminde İncil ve Tevrat gibi büyük lûtuf olan kitaplar sonradan yazılmış olsa dahi Allah isterse, insanı hidâyete erdirir. Çünkü mademki Allah, “Kitaplar ve peygamberler arasında fark yoktur” diyor, kitaplar yanlış da olsa insanı hidâyete erdirir.

 

Fakat Kur’an, indiği gibi yazılmıştır. Peygamber ise ümmîdir. Yani Peygamber’in ümmîliği okuma yazma bilmemekle alâkalı değildir. Biliyor ya da bilmiyor onu da biz bilemeyiz ama çok mühim olan Allah’tan gelen ilmi, kendi nefis ve akıl süzgecinden hiç geçirmeden indiği gibi yazılmış olmasıdır. Onun için Kur’an olduğu gibi aktarılmıştır. Bir de Peygamber onu hâl olarak yaşamıştır. Hz. Peygamber’in varlığının ne kadar önemli olduğunu bir düşün! Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak, idrak etmek için Peygamber’in hadislerini çok iyi bilmek lâzım. Allah öğrenmeyi nasip etsin. (…)

 

*****

 

Âyeti bütünüyle yaşayacaksın (…). “Zerre kadar hayır işleyen hayır bulur, zerre kadar şer işleyen şer bulur” âyetini ashabtan birisi ezberlemiş, “Ben artık Kur’an okumam” demiş. Gelip Peygamber’e şikâyet ettiklerinde “Bırakın, o fıkıh âlimi olmuş; zaten bunu yapsa yeter” buyurmuşlar. Yani âyeti yaşayacaksın.

 

Hz. Mevlânâ’nın çok güzel bir yorumu var. Kendisine “Bir adamcağız var, Kur’ân’ı o kadar iyi biliyor ki siz bir kelime söyleyin, o kaçıncı sayfalarda var, söylesin” demişler. Hz. Mevlânâ “Cevizleri saymayı çok iyi öğrenmiş, inşallah bir gün kırar da içinin lezzetine de bakar” demiş. İşte âyeti hâl etmek, Kur’ân’ın içinin lezzetidir. Ben Kur’ân’ı okumak eksik bir zevktir demiyorum. Hayır. Kur’ân’ın enerjisi şarttır ve vücut için çok faydalıdır. Ben âcizâne bir tavsiyede bulunmak isterim, edepsizliğimi hoş görsünler. Meselâ bizim evde, ben varken veya yokken, Kur’an kaseti devamlı çalınır. Kur’ân’ın enerjisi duvarlara kadar tesir eder. Onun için onun okunması, tekrarlanması, hatim indirilmesi maddeyi Allah’ın enerjisi ile kuvvetlendirir. Ama mânâsını öğrenmedikten sonra, mânâsını yaşamadıktan sonra, papağan olur çıkarız, Allah korusun. (…)

 

 

“Ramazan yardımlaşma ayıdır.”

 

Zekât çok önemli. Önce zekâtın hakîkati üzerinde de biraz konuşmak lâzım. Aslında biliyor musunuz, fakirin, malımızın mülkümüzün sadece kırkta birinde değil, her kuruşunda hakkı var. Allâhü Azîmü’ş-şan, hadîs-i kudsîde “Parayı fakire verdiğin zaman önce benim elime düşer” buyurmuyor mu? Cîlî Hazretleri bunu açıklarken buyurmuşlar ki: “Sen de birine bağırdığın zaman, söylediğin hakaret önce Allah’a çarparak o kişiye ulaşır.” Aman Yarabbi! O halde her şeyde Allah’ın hakkı var. Her şey Allah’a ait.

 

Öyleyse Ramazan, paylaşmayı hatırladığımız ve infakı sevmeyi öğrendiğimiz bir aydır. Yani ben ne yapabilirim? Meselâ hasta olup oruç tutamayanlar var. Oruç parası veriyorlar. O oruç parasının fakir insana o kadar büyük faydası var ki. Herkese Allah tutmayı nasip etsin ama, tutamayan için hiç olmazsa iftar vermek, iftar verirken oruçluya hizmet etmenin zevkini yaşamak ne kadar güzel bir şey. Zengine iftar vermek değil, maddî durumu bozuk olanlara iftar vermek, çok aşırı yemek vermek değil. Bunlar çok önemli. (…)

 

 

“Nefsin zekâtı kötü ahlâklardan kurtulmaktır.”

 

Âcizâne tabii ki hiç kimsenin zevkine karışmak edepsizliğini göstermek istemem ama hakîkaten aşırı derecede gösterişli olan her şey haramdır. Çünkü Allah ile irtibatı keser. “Ben yapıyorum” dedirtir. Yani bir ev hanımının “elime sağlık mı?” diye sormasında bile, bu benlik var. Dolayısıyla kendini görmeden hizmet etmenin zevkini yaşadığımız bir aydan bahsediyorum.

 

Sonra bakın, zekâtın da çeşitli mânâları var. Meselâ şu sohbetin zekâtı dedikodudan kesilmektir. Dedikodudan kesilmezsek bu sohbetin zekâtını vermiyoruz demektir.

 

Evlâdın zekâtı yetime hürmet ve mutlaka yardım etmektir.

Aşkın zekâtı aşkından vermektir.

Âriflerin zekâtı kendi hâllerinden ve ilimlerinden, irfanlarından ehline, isteyenlere vermektir.

İlmin zekâtı, tâlibine ilim öğretmektir.

Evin zekâtı misafiri ağırlamak, itibar etmektir.

Kuvvetlinin zekâtı zayıflara yardımdır.

Nefsin zekâtı kötü ahlâklardan kurtulmaktır.

 

Dolayısıyla her şeyin zekâtını ödememiz gerektiğini hissettiğimiz bir aydan bahsediyorum.

 

Vermek, vermek, vermek, memnun etmek. (…)

O Geliyor Gene…

Bir sene ne kadar da çabuk geçivermiş.

O geliyor gene… Bütün ihtişamıyla, rahmetiyle…

“Recep Allah’ın, Şaban Benim, Ramazan ümmetimin ayıdır” hadis-i şerifine mazhar olan o muhteşem ay…  Ellerin semâya belki daha fazla açılacağı, Allah rızâsını kazanma adına yarışın belki de en zevkli olduğu, içinde bin aydan daha hayırlı, meleklerin her türlü iş için indiği, gün ağarıncaya kadar selâmeti barındırdığı o kutlu Kadir’in güzel ayı…

Sordular bize, nedir bu Ramazan?

Bizce,

Yaşamaktır Ramazan,  “ah bu sene de vardık sana” demektir.

Üşümektir Ramazan, annenin verdiği parayla pide kuyruğunda…

Isınmaktır Ramazan,  O’nun verdiği rızkı eve yetiştirme telâşında…

Sevilmektir Ramazan, kapı açıldığında ahalinin gülüşüne sevinmektir.

Yaşlanmaktır Ramazan, “bir 10 sene önce daha mı coşkuluydu” diye sormaktır…

Doymaktır Ramazan, meleklerin niyetlilere selâmıyla…

Uyanmaktır Ramazan, gecenin körünü sabahın nuruna çevirircesine…

Bir an değildir sanki Ramazan, hayatın kendisidir.

Belki de kendini bulmak yolunda, kendindir Ramazan…

 

Taşsın Rahmet Deryası!

Recep ve Şaban aylarından sonra salına salına gelir Ramazan… Onbir ayın sultânı, içinde binbir güzellik ve zenginlik ile gelir. Ancak Ramazan’ı yaşamayana mânâsını göstermez. Neden geldiğini bilemezsin. Tıpkı bir gelin gibi yüzgörümlüğü ister. Gayretini oruç tutarak göstermeni ister.

Ramazan ayı, dışarıdan bakan için aç kalmaktır. Hiç yadırgamıyorum, çünkü ben de eskiden öyle olduğunu düşünürdüm.  Ama Ramazan’ın tadını alınca sanki bal yiyor gibi hissediyor insan. Yeter ki Ramazan’ın rahmetine ve bereketine açık olsun kul… Ramazan’ın dışı ile değil, mânâsını öğrenince bir anda rahmet yağmaya başlıyor insanın gönlüne.

Allah’a O’nu sevdiğimizi göstermenin bir yoludur oruç tutmak. O’nun için tutmuyoruz aslında, kendi nefsimiz adam olsun diye Allah’a tutuyoruz oruçlarımızı.  Yüceler yücesinin bizim orucumuza hiç ihtiyacı yok ki. O, ihtiyaçsız ve mükemmel olan… Biz kullar ise eksik ve kusurluyuz. Ramazan’ın  güzelliklerinden biri de bu şekilde aczimizi idrâk etmek olsa gerek. Âciziz çünkü biz mâşuka âşığız, gülün etrafında dönen bülbül gibi sevgilimizin bizden memnun ve râzı olduğunu bilmek için çırpınıyoruz. Ama hep hatâdayız ve günahtayız. Kusurumuz çok…

Allah’ım, sen bizi affet! Ramazan’ın rahmetiyle yıka gönlümüzü. Çek çıkar bizi günaha bulanmış bataklıklardan. Kuluz, gene gireceğiz günaha, ama sen yine de temizle!

Allah’ım, ben bu ay nefsime uyup istediğimi istediğim zaman yiyip içmeyeceğim, senin için nefsime kısa bir süre de olsa uymayacağım ve senin ihtiyaçsızlık sıfatın olan samet sıfatını giyinmeye kalkacağım. Boynum kıldan incedir. Ama  illâ ve illâ senin tenezzülün gerek Allah’ım. Yoksa  ben kim, oruç tutmak kim… Zaten sadece  yemek yememek değil ki mesele; kulağım dedikodu işitmeyecek, dilim kötü söz söylemeyecek, elim  harama değmeyecek…

Allah’ım sen lûtfet, dilimden hayırlı söz çıkar. Ellerimi, kulaklarımı hayırlı işlere âlet et. Sultânım Ken’an Rifâî Hazretleri’nin buyurduğu gibi “lâtifeyi lâtif söylet.” Bu ramazan ve her gün inşallah… Ramazan’ın rahmet ve bereketinden bizi ayırma. 365 güne sirâyet etsin nûru inşaallah.

Âmin.