Editörden (Eylül 2013)

Merhaba dostlar,

 

Bu ay son derece aşk dolu bir konumuz var: “UMRE ZİYARETİ.” Ev sahibi çağırmadan gidilemeyen, aşktan yanmadan çağrılamadığınız ve çağrılıp gittikten sonra ancak “AŞK BUDUR!” diyebildiğiniz bir garip, bir efsunlu seyahat… İlk defa gidenlerin korku ile karışık merak duyduğu, daha önce gitmiş olanların hasret bitiyor hissi ile dolduğu bir mübârek ziyâret…

 

Oralarda, o muhteşem şehirlere, aşkın gülü Medine’ye, aşkın gücü, heybeti, haşyeti Mekke’ye ziyârete mi gidilir? Yoksa ziyârete mi gelinir? Bilemedim!… Ziyârete izin verilirse, ev sahibi çağırırsa, ziyârete gidilebilir. Aslında misafiri çağıran da, tenezzül edip ağırlayan da ev sahibidir. Velhâsıl, aslında bir bakıma ziyârete giden de, ziyâret edilen de aynı mübârektir. Misafir, sadece bu şâhitliğin lûtfunu hisseder., Hz. Peygamber’in sonsuz tevâzuunda yıkanıp temizlenir., Hz. Allah’ın beytinde O’nun heybetinden sarsılır ve mülk âleminin tozlarından kurtulur. O mübârekler bizi huzurlarına çağırırlar ve onları ziyâreti lûtfederler.

 

Evet, Her Nefes ekibinin bir kısmına umre ziyâreti nasip oldu. Gelenler ve cismen değilse de bizimle olan tüm dostlar ile gittik oralara… O mübârek topraklara… Kusura bakmayın, “geldik” diyemiyorum. Sanırım gönlüm oralarda kaldı. Onun için benim “geldik” kelimesini kullanmama izin vermiyor. Ne diyeyim? Dilerim, siz gönül dostlarımızdan isteyen herkese nasip olsun bu âlemler ötesi buluşma…

 

Yine dolu dolu, çok özel ve çok güzel bir Her Nefes sayısı oldu Eylül sayısı… Elbette herkes gönlünden kalemine düşeni, elinden geldiğince yazdı. Bu sayıda, seyahatimize katılan dostlarımızdan da yazılar var. Biz yazdıklarından etkilendik ve sizlerle paylaşalım istedik. Burada yazılanlar, emin olun dile getirebildiğimiz zerrelerdir. Dolayısıyla her zerre gibi bütünü temsil etse de eksiktir, kusurludur, âcizdir… Kusur görmeyen siz dostlarımıza güvenerek sergiledik hâlimizi… Hoşgörün ve buyrun efendim…

 

Hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

 

Yosun Mater

 

 

Sohbetler (Eylül 2013)

“Medine’nin hoş bir edebi ve terbiyesi vardır. Ora­da Nât-ı Nebevî’den başka bir şey söylenmez. Halbuki Mekke’de sazı da, şarkısı, raksı da hep tamamdır. Medine’nin edebi, zâta mazhariyetinden dolayıdır. Mekke ise esmâ ve sıfata mazhardır.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 39)
***

“Şam’da bir kadın vardı. Otuz küsur defa Şam’dan Mekke’ye yaya olarak hacca gitmişti. Çocuk oyuncağı değil… Şam’dan Mekke’ye kadar güneş altında yaya gitmek. Şam ile Mekke arası, deve ile otuz üç gün tutar. Üstelik yollarda ne hastalıklar, ne eşkiyâlar da vardır. Bu kadar zahmete, meşakkate, yorgunluklara susuzluklara katlanarak otuz şu kadar defa hacca gitmek; şaka değil bu. Ama keşke yalnız farz ile iktifâ edip bir kere gitseydi de kuvvetini kudretini lâzım olana harcasaydı…
Eğer aşk ateşinde pişmedinse, o irfanı bulamadınsa, bu cünun senden alınıp da maksadı elde edemeden kalakaldınsa, bu defa sana riyâzat verirler. Yâni riyâzattan maksat, mahrûmiyettir. Nefsinin zevk aldığı her şeyden seni men ederler. Fakat cemâl içinde o terbiyeyi al­mayıp da celâle müstahak olmak yazık değil mi?”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 158)

***

 

“Mekke ahâlîsi develere binmiş olarak Medine’ye gelirlerken iç­lerinden biri ‘Ey ehl-i Medine! Size bizden selâm olsun’ der. Sonra bü­tün kafile bir ağızdan ‘Salli yâ Rabbî alâ Muhammed rahmeten li’l-âlemîn’ derler. Yâni ‘âlemlere rahmet olan o Resûl-i Kibriya’ya salât ey­le yâ Rabbî!’ diyerek gelir ve Bâbü’s-selâm’ın karşısında da yine aynı salâtı okurlar.

Bu mukaddes şehre ziyâret vazîfesini yerine getirmek için gidiş başka, aşk ile gidiş başka… Aşk ile giden, orada her şeyi kendine zevk edecek, akrebini, yılanını, her şeyini sevecektir. Amma bu hal kendin­den gelmeli… İllâ da yapayım, demekle olmaz.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 500)

 

***
Hâsılı, Medine pek acayip bir yerdir. Orada her şey dakikası dakikasına meydana çıkar. Ben oraya aşk ile gittim. Gözüm başka şey görmüyordu. İstanbul’da vazîfem çok parlaktı. Bu vazifeyi terkederek oraya gideceğim için Maârif’ten ‘Orası çöldür, buradaki güzel işini bıra­kıp da nasıl gidiyorsun, deli misin, sen?’ diyorlardı. Halbuki oraya değil müdürlük, mubassırlık veya hademelikle gönderseler yine gidecektim.
Talebeyi toplayıp, Harem-i Şerifte, Hazret-i Peygamber’in huzu­runda bir ağızdan salât u selâm getirmek, benim için en büyük dünya saadetlerinin üstünde idi.
Seyyitlerin reîsi, nakîbü’l-eşraf, Alevî Bâ-Fakîh isminde mübârek bir zat vardı. Hâzâ Resûlullah nesli olduğu yüzünden okunurdu. İstan­bul’a geleceğim zaman gittim, vedâ ediyordum. ‘Bu mazhariyet sizden başka kimseye olmamıştır. Sizi, bilen seviyor, bilmeyen seviyor. Buna hayret ediyorum. Bu da Resûlullah Efendimiz’in size karşı teveccühü­dür, sizi tebrik ederim’ demişti.
Medine’ye ikinci defa gidişimde, geleceğimi kimseye haber verme­miştim. Fakat istasyona mızıka çıkmış. Pek çok kimselerin ellerinde hurma, bâzılarının ellerinde berâdiye dedikleri su testileri hep istasyo­na gelmişlerdi. Daha neler ve neler… Cilve-i Resûlullah bunlar. Bu gibi şeyler akıl ve muhakemenin dışındadır.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 501)

Cemalnur Sargut ile Söyleşi – “Allah’la İrtibatı Artırmanın En Güzel Yollarından Biri Mekke ve Medine’de Olmaktır”

“Allah’la İrtibatı Artırmanın En Güzel Yollarından Biri Mekke ve Medine’de Olmaktır”

Cemâlnur Sargut

 

Allah’ın büyük lûtfu olarak gene Kâbe’deyiz. Siz şimdi diyeceksiniz ki, “siz çok geldiniz, aynı heyecanı duyuyor musunuz?” diye… İnanın, her seferinde daha heyecanlı geliyorum ben. Hiçbir seferde aynı olmuyor. Göreceksiniz çok çok gelenler de aynı şeyi söyleyecekler. Bu büyük bir lûtuf çünkü biz buraya kendimiz gelemeyiz, Allah’ın dâveti bu, bunu kesinlikle bilmek lâzım.

Zaten hayattaki her hâdise bir mîraçtan ibârettir. Mîrâcın iki özelliği vardır: Bizim gayretimiz ve Allah’ın bize tenezzülü. Kâbe hâdisesi de böyle. Bizim tavaf ederkenki hareketimiz ve gayretimiz… Bunun karşılığında da hareketimizin samimiyeti ölçüsünde Allah bize, her hareketimize tenezzül ederek cevap verir. Yani, eğer samimi ve ciddiysek, her bir dönüşümüzde bir mânâ kazanırız. Meselâ tavaf yedi tanedir ve yedi tavafın çok büyük özelliği vardır. Fâtiha’nın yedi âyeti gibidir yedi tavaf. Yedi çok önemli bir sayıdır çünkü Allah’ın özel isimleridir bu yedi isim.

 

“Allah’ın bize tenezzülü, bizi dirilterek olur”

İlk isim “Hayy” ismidir. “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek, Peygamber’den izin alarak başladığımız tavafta, –o, Hacerü’l Esved’den izin, Peygamber’den izin demektir-, Allah’ın bize tenezzülü, bizi dirilterek olur. Yani, ölü geldiğimiz Kâbe’de diriliyoruz. Bunu nasıl yaşıyoruz? Kimimiz çok enerjik oluyoruz, kimimiz kötü şeyleri görmemeye başlıyoruz, kimimizde Allah aşkımızı artıyor, kimimizde heyecanımız artıyor, kimimiz çok gülüyoruz, çok neşeliyiz, kimimiz çok ağlıyoruz. Herkeste bir değişik tezâhür oluyor. Bu, diriliş demektir; ölüyken dirilmek demektir. Eğer ciddi şekilde dirilmekte devamlıysak, ikinci hâlde yaşam başlıyor.

Yaşam nasıl başlıyor? “İlim” ismiyle başlıyor, İlim ne demektir? Allah’ın bir isminin bizde tecelli etmesi ilimdir, yani Allah’ın isimleri ilimdir. Bende o isim tecelli ederse “ben Allah’ın ismiyle ortaya çıktım” demektir. Yani bende samimiyet veya bende aşk veyahut bende insanlık, bende sevgi hisleri varsa, bunlar bilin ki hepsi Allah’a ait isimlerdir. Kıskançlık da olabilir, bu da Allah’a ait isimdir fakat Allah’ta Cemâl, Celâl’i örttüğü için, Allah’ın kıskançlığı ancak kendi mânâsını anlamayanlardan kendi ilmini örtmekle olur. Bizim kıskançlığımız ise, başkalarına zarar vermekle olur. Bizimki zararlıdır, tekâmül edersek gıptaya döner. Dolayısıyla işte o ismimiz de burada tekâmül eder, gıpta etmeye başlarız. Bu isimle ortaya çıktık, dirildik.

Üçüncü tavafta Allah’ın “Kudret” ismine sahip oluyoruz, yani kudreti bizde tecelli etmeye başlıyor. Hacerü’l Esved’e giriyoruz, yani kuvvetimiz artıyor, kendimiz de şaşırıyoruz. Hanımefendiler geliyorlar bizim yaşımızda, en önde biz yürüyoruz; şakır şakır yürüyerek yapıyoruz. Bunların hepsi Allah’ın kudret isminin bizde tecelli ettiğini gösteriyor. Bütün bunların sonucunda biz Allah’tan niyaz ediyoruz, “İrâde isminle de bizde tecelli eder misin?” Yani, “benim kötü huylarımı bende irâde etmeye yardım eder misin? Ben artık buradan döndüğümde kıskanç olmayayım, ben artık buradan döndüğümde kimse hakkında kötü düşünmeyeyim, buradan döndüğümde insan olma mesâbesine yükseleyim” diye… Bunun adına irâde diyoruz. Vücudumuzu irâde etmek, kontrol altına almak… “Mürid” kelimesi buradan geliyor. Mürid, mürşide bağlı olan demek değildir. Mürid, mürşidi sâyesinde kendi vücudundaki kirli ve kötü huyları zapt-ı rapt altına alan, kendi vücudunun hâkimi olan kişiye denir. Allah’ın “Mürid” ismi var. Allah diyor ki “Ben Cemâlimle Celâlimi zapt-ı rapt altına aldım.” Allah’ın mürid ismini idrak etmeye mürid olma deniyor. Onun için mürid olmak çok zor, mürşid olmak çok kolaydır. O bir vazifedir; albay, yarbay, komutan gibi bir vazife… Ömrün bitince o vazife geri alınacak. Ama müridlik kalıyorsa altında, insan olma kalıyorsa, o çok çok güzel, çok kıymetli bir vazife.

 

Vücudu ve Nefsi Zorlayan Her Tür İbâdet Nâfile İbâdettir

Sonra yavaş yavaş Allah’ın diliyle konuşmaya başlıyoruz, “Kelâm” sıfatı bizde tecelli ediyor, yani benden konuşan Allah oluyor. Bir Hadis-i Kudsî’de Peygamber’in anlattığı gibi; “Sen o kadar benimle ol, nâfile ibâdetlerle bana o kadar yanaş ki, ben senden konuşayım, ben senden göreyim.” Peki nâfile boş demek; boş ibâdet mi yapıyoruz? Hayır! Boş olan nefsimizin zorlandığı ibâdete, nâfile ibadet denir. Yani, ben meselâ şu anda yatmak istiyorum ama Allah için kalkıyorum, bu nâfile ibâdettir. Meselâ para vereceğim bir fakire, “öf, boşver” diyorum. Sonra düşünüyorum, diyorum ki: “Ay şimdi vereyim, vakti kaçırmayayım.” Bu, nâfile ibâdettir. Yüzüm suratım asık gezerken hatırlıyorum: “Müslüman’ın suratı asık olmaz.” Gülerek gezmeye başlıyorum, bu nâfile ibâdettir. Yani vücudumun ve nefsimin zorlandığı her tür ibâdet nâfile ibâdettir. Ben onunla Allah’a yaklaşırsam, O benden görüyor, benden dinliyor, benden konuşuyor. Burası Allah’ın bu yedi ismini giyinmemiz için bir fırsattır. Buradan çıkarken bu isimleri giyinmiş olarak çıkmayı Allah nasip etsin.

Sonra namaz kılıyoruz. Namaz secdedir. Biliyorsunuz namazda iki secde vardır. Âdem’e secde emrinin hatırlatılmasıdır her namaz. Âdem’e secde emrine uyuyoruz çünkü ruhlar ve melekler üç gruba ayrılmışlardır. Âdem’e secde emri gelince, -tekrar tekrar söylüyorum-, oradaki secde, emre secdedir; kişiye secde değil, kula secde değildir. Allah “Âdem’e secde edin” emrini verdi, biz de o emre secde ettik, Allah’ın emrine secde ettik. Ama akılla bakanlar “ben adama secde etmem” dediler, onlar hiç secde etmediler. Bir grup önce secde etti, ikinci secdeyi yapmadı. Bunlar şeriat ehlidir; ibâdet ederler ama nûr-u ilâhî’yi göremezler. Nasıl bir gruptur bu grup? Şeriatsız hiçbir şey olmaz ama bu grup şöyle bir gruptur: “İllâ Kâbe’de namaz kılayım da, bilmem kaç miktar sevap alayım; illâ şunu yapayım da, sevaba gireyim” der. Halbuki gerçek sevabın insanı memnun etmek olduğunu, bir kalp kırarsa Kâbe’yi yıkmakla eşit derecede Allah’ı üzeceğini düşünemeyiz çoğu zaman. Eğer birinci secdeyi hiç yapmamışsa, emre uymamışsa ama olur ya, Allah’ın lûtfuyla, Âdem’in alnında nûru görüp ikinci secdeyi yapmışsa, onlar yalnız ikinci secdeyi yapan meczuplardır, onlar da çok makbul değildir Allah’ın indinde. Gel gör ki birinci secdeyi yaptıktan sonra, başını kaldırıp Âdem’de Allah’ın nûrunu gördü ve secde ettiğinin Allah olduğunu idrak ederek ikinci secdeyi yaptıysa, bu hâdise hakiki evliyâullahın yaptığı hâdisedir, Allah bizi onlardan kılsın. Burada yaptığımız, bu iki secdenin devamlı tekrarlanışıdır.

 

Her Şeyden İnsanı Allah’la İrtibat Kurduran Kişi Mürşiddir

Hz. Mevlânâ “önde birisi vardı birinci secdeyi yaptı, nûru görmedi, ben de onu ittim düşürdüm” diyor. Demek ki, evliyâullah nûru görmediğimiz zaman arkadan iterek bize ikinci secdeyi yaptırırlar; onun için dünyanın en büyük lûtfu gerçek bir mürşid sahibi olmaktır. Hacı Bayrâm-ı Veli Hazretleri’ne soruyorlar “Mürşid kimdir?” diye. Diyor ki “Kula Allah’ı, Allah’a da kulu sevdiren kişidir.” Çünkü mürşidde bir özellik vardır: Siz şimdi malâyânî, yani normal konuşurken, “şu elbiseyi kaça aldın, bu elbiseyi kaça aldın” derken, mürşit der ki, “elbisenin üstündeki siyahı gördün mü? İşte o siyah yokluk ve hiçlik demektir ve o yokluk ve hiçlik olmadan Allah’a varılmaz.” Ne yaptı? Ben elbiseyle meşgulken, kafamı bir anda Allah’a döndürdü. İşte gerçek mürşid budur. Her düşünceden, her sözden, her hareketten insanı Allah’la irtibat kurduran kişi mürşid-i kâmildir. Kâbe’de bir mürşidle tavaf etmek ve bir öğretmenle beraber ibâdet etmek dünyanın en büyük lûtfudur; Allah bizleri ayırmasın. Biz biraz üveysîyiz şu anda, hocamız vefât etmiş ama iman edin ki önümüzden dönüyor. O dönmese biz de bu zevki alamayız mutlaka.

Burası bir değişik âlem; burası, biraz derin bakarsanız, dünya değil, burası Arabistan da değil. Yani burada Araplara para vermiyoruz biz. Burada Allah’ın emrini yerine getirmekle kalmıyoruz, öbür âlemi bir mânâda seyrediyoruz. Yani biraz artık bu âlemden öbür âleme geçiyoruz burada. Samimi ve doğru ibâdet edersek, Allah bize bu lûtufta bulunuyor, yani artık gideceğimiz âlemi tanıyoruz ve korkmuyoruz. Ben biliyorum ki, çok eminim ki, ölülerimizin hepsi şu anda burada, hepsi… Bizi seyrediyorlar ve bize şunu sesleniyorlar: “Yavrularım bilin ki, bizim âlemdesiniz, bunu tanıyın çünkü korkacak bir şey yok, geleceğiniz yer burası.” Ben buna çok iman ediyorum ve bunu çok özlüyorum. Bizi burada tutan çok bir şey yok, ancak dünyada faydalı olma mecbûriyeti olduğu için buradayız. Bilin ki, öbür âlemin zevkiyle bu âlemin zevki kıyas dahî edilmez.

 

“Yaşamaktan Diri Yaşamaya Geçmenin Tek Yolu Allah’la İrtibatı Artırmaktır”

Siz şimdi diyeceksiniz ki, “aa biz yeni evlendik, çoluğumuz çocuğumuz olacak, hayatta işimiz var.” Bunların hepsi olsun inşaallah ama hiçbirine takılıp kalmayın. Bunları bir durak olarak kabul edin, asıl gaye hakikaten öbür âlemdir. Burası bir dakikalık, öbür âlem sonsuz… Buranın zevki için sonsuz fedâ edilmez, sonsuzu ön plana almak lâzım. O’nu düşünmek, O’nu hatırlamak ve O’nu sevmek lâzım… Gerçek âlemden bahsediyorum; ezelî ve ebedî diri olan âlemden… Bakın, Peygamber’in bir hadisi var: “Sadaka verenin ömrü uzar.” Ben bu hadisi çok inceledim. Çünkü biliyorum ki kaderde ömür bellidir; ne zaman öleceğimiz, ne şekilde öleceğimiz Allah’ın Levh-i Mahfuzunda yazılı satır satır. Peki Peygamber bunu bildiği halde “sadaka verenin ömrü uzar” hadisini niye söylemiş? Çünkü ölü yaşıyoruz. Sadaka verince, başkası için bir fedakârlık yapınca diriliyoruz. Şimdi ölüyken yaşamıyoruz fakat dirilince yaşamaya başlıyoruz. Ne oldu ömür? Diri geçmeye başladı, yokken ömrümüz bir ömür geçmeye başladı. Ne oldu? Diri olduk. Ömür uzadı mı? Hakikaten uzadı. Dolayısıyla, ölü yaşamaktan diri yaşamaya geçmenin tek yolu Allah’la irtibatı artırmaktır. Bunun çok yolları var ama bence en güzellerinden biri hakikaten Mekke ve Medine’de olmak. Bir kere çok yüksek bir enerji alıyorsunuz; bir sene sizi götürüyor. Beni bir sene götürmüyor, yarım sene götürüyor. Yarım sene sonra gene geliyoruz çok şükür. Allah buradan ayırmasın, buranın mânâsından ayırmasın. Şekline takılıp kalırsak kusur görürüz, ama mânâsını görürsek hiç kusur kalmaz. Ne büyük bir zevkin içinde olduğumuzu ve kaç kişiye nasip olurken, bizim de burada olduğumuzu hisseder ve idrak ederiz…

(Yukarıdaki metin, Cemâlnur Sargut Hocamızın 5-13 Ağustos 2013 tarihleri arasındaki umre ziyâreti esnâsında Mekke’de yaptığı sohbetten alınmıştır).

 

KUTU 1: Tabiî ki Hacerü’l Esved bir taş değil. Taş diye gidersen, taş öptürmez kendini. Yani taşı öpemezsin. Ama onun Peygamber’in eliyle konulmuş bir şey olduğunu ve eli olduğunu düşünerek gitmek lâzım. Peygamber Efendimiz’in mânâsı gibi düşünüyorum ben; çok güzel bir taş, Allah O’ndan ayırmasın bizi. Tabiî (…) biz onu çok fazla idrak edemiyoruz. Ben doğrusunu isterseniz, Kudüs’teki o meşhur taştan da son derece etkilenmiştim, Allah oradan da bizi ayırmasın. Onların buluşacağı söyleniyor kıyâmet gününde. Hacerü’l Esved ile nikâhlı oldukları ve tek vücut oldukları söyleniyor.

***

KUTU 2: Medine’de Cemâl var; bekâ demektir bu. Allah’ta yok olduktan sonra tekrar dünyaya insanlara hizmet etmek için dönmek demektir bekâ. Bu, bütün güzelliklerin yalnız Allah’ta olduğunu hissettiğin, kimsenin önemli olmadığını anladığın anda, herkese önem vermeye başlayabilmek demektir. Bu hali Peygamber Efendimiz’de görüyoruz ve buna bekâ deniyor. O Medine’dir. Çok cemâlli, çok güzel. Dikkat ederseniz Medine’de daha çok istirahat ihtiyacı duyuyoruz çünkü aşktan yıkılırız. Mekke’de ise dipdiriyiz, burada Celâl var. Celâl Allah’ta çok güzel bir vasıf, yaratılış kudreti demektir. Allah’ın yaratma gücüne Celâl diyoruz. Ama biz Celâl deyince, hep negatif bir şeyler algılarız. Neden? Güneş, çöplüğe vurursa çöplük kokusu duyarız, gülistana vurursa gül kokusu duyarız. Bizim toprağımızda çöplük varsa, bizden çöplük celâli ortaya çıkıyor, gülistan varsa güllük celâli ortaya çıkıyor. İşte bizim alındığımız, üzüldüğümüz o çöplük celâlleri… Onlara takılmayalım, bu Celâlin kıymetini bilelim, buranın güzelliğini ve buradaki diriliğimizi hiç unutmayalım.

 

Îfâ-yı Hac

Kâbetü’l-uşşâk için ben yollara düştüm bugün

Hem bevâdî-i hevâ-yı nefsi hep geçtim bugün

Gıll ü gış, benlik libâsından çıkıp oldum revân

Tâat ihrâmiyle irfân-ı Arafât’a bugün

 

Taşlayıp Minâ-yı aşkta nefs ü şeytan varlığım

Beyt-i rûy-i yâri tavf etmek bana oldu nasîb

Hâl-i ruhsârı Hacerü’l-esved’e sürdüm yüzüm

Sa’y ile oldum safâ-yı vahdete el-hak karîb

 

Vech-i yâr kıblemdir, ondan “Kābe kavseyn” âşikâr

Gözleriyle kaşları mihrâb-ı “Ev ednâ”m benim

Bi’r-i Zemzemdir bilâ-şek çâh-ı zenahdân-ı yâr

Kāmet-i Tûbâ’dır hüsnü, ravzası cennetlerim

 

Ref’ olup nefs zulmeti, gördüm nikapsız âşikâr

Mushaf-ı vechinde “Mâ kâne Muhammed”den nişân

Eyle Bismil-gâh-ı aşkta nefsini kurbân-ı yâr

Bulmak istersen eğer Ken’ân hayât-ı câvidân

 

 

 

Kâbe’de Cuma Hutbesi

KÂBE’DE CUMA HUTBESİ

Allah’a (c.c.) sonsuz hamd ve sena, O’nun beşer içinde en hayırlı kulu ve elçisi Hz. Muhammed’e (s.a.v.) salât ve selâm ile…

Yaratan ve yarattıklarını yaşatan ve yöneten ancak Hüküm sâhibi olan Allah’tır. O’ndan geldik ve dönüşümüz yine O’nadır.

Salât ve selâm, Allah’ın Resûlüne (s.a.v.), O’nun ehli beytine, ashâbına ve Ramazan’ı ve ömrünü namaz, tesbihat, oruç, hacc gibi ibâdetler ve sâlih amellerle geçiren takvâ sâhiplerinin üzerine olsun.

Bize Ramazan’ı ve bu aydaki bütün feyiz ve bereketleri ikram eden ve yaşatan Rabbimize sonsuz hamd ve sena ediyoruz.

Allah’ın kulları için koyduğu değişmez kanunlarından birisi de: Kim azamî gayret göstererek Allah’ın emirlerine uyarsa Allah o’nu dünya ve âhirette mükâfatlandırır. Kim de nefsine uyup tembellik ederse ilâhî mükâfattan ve ikramlardan mahrum kalır. Sabrederek Allah’a teslim olanlar kurtuluşa erenlerdir.

Ey Müslümanlar! Fırsatları değerlendirelim. Çünkü hepimiz dünyada bir yarış içerisindeyiz.

Hayırlı şeylere ulaşmak zahmetlidir. Şerli şeylere ulaşmak ise kolaydır. Onun için nefislerimize hâkim olmalıyız. Allah, Kur’an’da “Size ölüm gelinceye kadar Allah’a itaat ve ibâdet etmeye devam edin.” buyuruyor.

Başlangıcı olan her şeyin bir nihayeti olduğu gibi Ramazan da sona erdi. Kazanan kazandı. Kaybeden kaybetti. İbâdet edenler kazandı. Etmeyenler kaybetti. Elbette ibâdetler her zaman yapılmalıdır. Ama Ramazan’daki ibâdetlerin ve sadakaların dereceleri daha yüksektir.

Ramazan’dan sonra da ibâdetlerine ve güzel amellerine devam ederek güzelliklerine güzellik katan kullarından Allah râzı olsun, maddî ve mânevî rahmeti ve bereketi daima onların üzerine olsun.

“Rabbimiz Allah’tır diyerek dosdoğru olan kullara kesinlikle bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır” buyuruyor Mevlâmız:

Ey tevbe edenler! Hakk’a teslim olalım, tembelliğe düşmeyelim. İtaat ve ibâdetlerimize gayretle devam edelim.

Kur’an ve sünnete göre hayatını düzenleyenlere Allah rahmeti ile muamele eylesin. Rabbimizin bütün nimetlerine hamd ve şükrediyoruz. Allah bize bayramı nasip etti. Kullar tesbih, sabır ve ibâdet ayından sevinç günleri olan bayrama kavuştu. Ancak bayram sevinçlerimizin ölçüsünü kaçırmamalıyız. Aşırılıktan kaçınmalıyız.

Üzülerek ifade ediyorum ki bayrama hüzünlü giren kardeşlerimiz de oldu. Rabbimiz onlara da yardım eylesin ve bir an önce kurtuluşa ermelerini nasip eylesin.

Yeni girdiğimiz Şevval Ayı’nda Peygamber Efendimiz altı gün oruç tutmamızı tavsiye ediyor. Buyuruyor ki: “Kim Ramazan orucunu tutar, sonra da altı gün daha Şevval Ayı’nda oruç tutarsa bütün senenin tamamını oruçlu geçirmiş gibidir.”

“Ey îman edenler! Allah’ın Resûlüne salât ve selâm ediniz.”

(Daha sonra uzunca duâ edildi.)

 

NOT: Yukarıdaki metin, 9 Ağustos 2013 tarihinde Kâbe imamı Suud Eşşûreym tarafından Cuma hutbesi olarak irad edilmiştir.

Kendime Mektup

Süleyman Çelebi Hazretleri’nin gönüllere nakşolan mevlidine başlarken dediği gibi “Allah âdın zikredelim evvelâ, vâcip oldur cümle işte her kula…”

Maksadın, en kutsal yolculuğa dâir birkaç kelâm etmek ise Allah adını zikrederek başla. Zikret ve niyaz et ki buna kalkışmakla edepsizlik etmiş olmayasın. Zirâ senin anlatmaya çalışacağın yolculuk, şeklî hiçbir tasvirin içine sığmayacaktır. Şartlarını anlatmaksa vazifen, bil ki cevizin kabuğudur anlatacağın. Kabuğun içiyse, özünün özüyse, yani gerçek lezzetiyse yazmayı istediğin, o zaman da haddini aşmış olmayasın. Zirâ umrenin hakikatini, mânâsını sen ne bilesin… Ama Şeyhü’l Ekber’in buyurduğu gibi “Gayret himmeti yetkinleştirirmiş” mâdem, sen de gayretini koy ortaya, koy ki eksiğini tamamlasın, hatâlarını setretsin Yaradan.

Yaşamını kuşatan tüm yargı ve kalıplardan sıyrılarak hakikatine yapacağın yolculuktur, umre…

Ayak bastığın toprakları Suudi Arabistan toprağı olarak görmemekle başla. Allah’ın misafiri olarak basabildiğin o toprak, bir ırkın, belli bir zümrenin malı olamayacak kadar değerlidir. Suud, o toprakların bekçisi olmakla şereflendirilmiştir ancak. Bekçinin yüzü asık bile olsa hazinenin değeri düşer mi hiç?

Sebebe şükretmeyen, Allah’a şükretmiş olmazmış. Sen de bu bekçiliği yapabildiği için Suud’a şükret. Kendi değer yargılarınla, ahlâk anlaşıyışınla yargılama onları. Bu kutsal vazifeye sahip oldukları için sev. En titiz hâline rağmen yerlerde her taraflarını yağa bulayarak yemek yiyen insanları pis bilmeden, yargılamadan, sevgiyle kabullen. Hafif pasaklı evlâdını sever gibi… Kadınları tamamen örtme çabalarına rağmen eşlerinin elinden tutmuş, kız çocuklarını omuzlarına almış halde tavaf yapışlarını sev. Aynı aşkla Kâbe’nin etrafında dönerken gözyaşını silmen için uzattığı mendil, fark bırakır mı hiç onunla aranda?

Lebbeyk… Allahümme lebbeyk… “Buyur Allahım, buyur! Huzurundayım” diye seslenirken gönlünden taşa taşa, bil ki senin irâden değildir, seni o topraklara kavuşturan, orayı sevdiren. O’nun sana tenezzülüdür. Dâvetidir. Nasiplendirdiği rızıktır. Yere yapış ve şükret. Yalnızca şükret.

Ama bu dâvet ediliş o büyüklük içinde kendine dâir bir varlık, bir fevkalâdelik aramana neden olmasın. Kendine bir özellik isnat etmeye çalışma. Hz. Mûsâ’nın Allah’a “Allahım seni benden daha çok seven var mıdır?”diye soruşuna cevâben Allah’ın, “Bak ya Mûsâ!” deyişi ve tüm Tur Dağı’nın yüzbinlerce Mûsâ kesilişi gelsin aklına… Etrafında aşkla dönen binlere bak. İddianı bırak. Küllün zerresi olduğunu bilmekle rahim tecellisine mazhar olduğunu idrak etmeye çalış.

Kâbe’ye yaklaş. Yüzünü sür mis kokulu örtüsüne, içine çeksin seni, onun siyahı içinde yok olmaya çalış. Kuvveti, kudreti hisset. O Kâbe ki insân-ı kâmilin hakikatidir. Bırak içindeki putları, teker teker kırsın…

Hacerü’l Esved’in önündeki kargaşa seni korkutmasın. Yanındaki insana zarar verme kastı yoktur o debdebede. O, Hz. Peygamber’in elini öpme telâşının verdiği sabırsız heyecandır. Muhabbetle coşan gönülleri taşıyan vücutların istemsiz hareketidir. Çok sevdikleri bir oyuncağı kapmak için itişen çocukların mâsûmiyeti vardır o itişmede. Öpmeyi başaramasan da yolunda ol yeter.

Aslî amacın Allah’ın varlığı içinde yok olmak da olsa, birliğe olan gidişteki ikiliğin tadını çıkar. Seven olmanın tadını çıkar. Aczini yaşa. Niyaz et.

Fuzûlî’nin deyişiyle “Aşk imiş her ne var âlemde;
İlim bir kıyl u kâl imiş ancak.”

Sen de yalnızca niyaz et:

Aşkını ver Allah’ım… Aşkını ver Allah’ım… Aşkını ver Allah’ım…

 

 

Beni Bir De Senden Dinleseler

Döndüğüm bu yerde neredeydim, şimdi neredeyim? Hattâ ben kimdim, şimdi kimim? Bunların cevabını veremeyecek kadar hâlâ sendeyim!

 

Secdeye sensiz ilk defa yüz sürdüğüm gün, abdestimi alıp huzuruna vardığımda olacaklardan habersizdim: “Allahuekber” dediğim an, gözyaşlarım hasretle dökülmeye başladı… Senden uzak olmak, işte o an, hiç kapanmayacak bir yara gibi oturdu yüreğime…

 

İnsanlar benim duygularımı ve düşüncelerimi merak edip “Yaz!” diyorlar ama içimdeki bu hasretle nasıl başa çıkacağımı bilemezken neler karalayabilirim ki? Hangi kelimelerden bir cümle kurup da seni anlatabilirim? Gözümü kapasam her yer sen, gözümü açsam her yerde sen!

 

Ne söylesem sadece benim gözümden, benim âciz ve sıradan kelimelerimden… İsterdim ki beni bir de senden dinleseler, görseler…

 

Aşk Şehri Medine

Özgürlüğüme düşkünken şimdi başka bir hayat istemiyordum. Buraya aittim ve bu sevdanın tek bir sebebi vardı. Her yer, herkes Hakîkat-i Muhammedî’ydi. O’nun tecellî etmediği tek bir zerre yoktu.

Peygamber Efendimiz’in huzuruna varıp yaşadığı yerde nefes almak, yürümek, taşına toprağına dokunmak, O’na o kadar yakın namaz kılmak, orada Ramazan’ı idrak etmek… Bunlardan sonra, başka bir şey dilemeye edep ediyor ve geçmişte dilediklerinden de vazgeçiyorsun. Çünkü bu hayatı sadece O’na ulaşmak için yaşadığını idrak ediyorsun. Üstelik aslında oraya gelmediğini, O’nun tarafından çağırıldığını düşündüğün zaman nereye yüz süreceğini şaşırıp aklını kaybediyorsun, gözyaşlarını durduramıyorsun. O, öyle bir sevgili ki senin bütün günahlarına rağmen yine de huzuruna kabul edip “Evimle minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir.” dediği yerde, sana en ön safta iki rekât namaz kılmayı lutfediyor.

Vedâ ânı geldiğinde yolculuk Kâbe’yedir fakat ayrılamazsın oradan… Gözlerin “Bırakın, kalayım!” diye haykırırken seni duymadıklarını, anlamadıklarını zannedersin ama Uhud, Mescid-i Nebevî, Cennetü’l-Bakî, vardığın secdeler, bütün Medine seni teselli eder ve Mekke’ye uğurlar.

 

Cemâlden Celâle

Kâbe, Mekke’nin kalbiydi. Belki de kâinâtın kalbiydi ve Hira Mağarası, Sevr Dağı, Arafat, her şey yine Hakîkat-i Muhammedî’ydi…

Mescid-i Haram’a vardığımızda Kâbe’yi ilk defa göreceğim için başım önümdeydi. “Gülnar, aç gözlerini!” dediklerinde bir an bakamadım. Tekrar “Hadi aç!” dediklerinde gözlerim onunla buluştu. Karşımda siyah bir maket vardı sanki. Ama uzaktan çok da büyük görünmeyen, biz yanına yaklaştıkça bütün kudretiyle büyüyen bir maket… Onu idrak edemiyordum ve bu yüzden kendimi bir zavallı gibi hissediyordum.

Kâbe’yi solumuza alarak ilk tavafımıza başladık. Yeniden dirilmiş gibi, uyandığım yeri tanımaya, oranın mânâsını anlamaya çalışıyordum. Etrafında döndükçe en küçük hücreme kadar yenilendiğimi hissediyor ve onun aslında ne kadar canlı olduğunu fark ediyordum: Benimle konuşuyordu, gülümsüyordu fakat dilini anlayamıyordum.

Sonra o güzel gamzesini, Hacerü’l-Esved’i öptürdü ve karşılaştığımız ilk andan beri anlatmaya çalıştığı hakîkati iliklerime kadar yaşattı. Ona her yüz sürüşümde bütün canlılığıyla “Hoş geldin.” diyordu ve bana o aşkı tekrar tekrar yaşatıyordu. Artık Medine ve Mekke, bu fakirin gözünde tek vücuttu…

Allah, bizi Peygamber Efendimiz’in yolundan ayırmasın ve bu güzellikleri unutturmasın inşallah.

Aşka Yolculuk, Aşkla Yolculuk

Bir kez daha anladım ki bu aslında “Aşka Yolculuk” ama “Aşkla Yolculuk”… Bu yolculuğa çıkarken yanınızda olması gereken en önemli şey AŞK ve onu size öğreten ÖĞRETMEN. Bunlar eğer yanınızdaysa, yaşananlar, yaşanacaklar, hissedilenler o kadar dolu dolu oluyor ki insan çok uzun süre geri gelemiyor.

Birbirinden ayıramayacağımız iki güzellik: Medine ve Mekke…

Uçaktan indiğinde seni ilk karşılayan, o sıcak esinti ve içini tamamen dolduran heyecan… Bu güzel şehirde ilk durak Mescid-i Nebevî… Oraya gittiğinde mescidin bahçesinde yüzlerce, belki de binlerce insan aynı anda iftar yapıyor ve az sonra yine aynı kalabalık grup hep beraber namaza duruyor. Öğreniyorsun ki bu kalabalık grubun büyük bir kısmı bütün Ramazan ayını orada geçiriyor. Şaşkınlığın bir kat daha artıyor. Bu nasıl bir şehir ki bu kadar insanı yedirip, içirip, barındırıp, bağrına basıp kucaklıyor? Bunları düşününce insan işte o zaman hocasının neden “Orası sanki dünya değil; orada konuşulan dil Arapça değil, Allahça!” dediğini bir nebze olsun idrak edebiliyor. Hem Miraçta bile “ÜMMETİM!” diyen bir Peygamber nasıl kucaklamaz ki ümmetini? Sohbetlerde duydukların, dinlediklerin, olaylarla karşına gelince onların yaşanabilir olduğunu görüyorsun.

İftarı yaptıktan sonra o güzel sesli imamların ağlayarak kıldırdıkları namaz, Kadir gecesinde yapılan duâlar hiç unutamayacağın birer tecrübe oluyor. Ama Cennet Bahçesi’nde kılacağın iki rekât namaz için yaşadıkların, işte o akılla anlayamayacağın bir şey… Ve orası sadece aşk ile varabileceğin bir yer. O kokuyu içine çekerken kıldığın namaz, iliklerine kadar dolduğunu hissettiğin muazzam enerji, çok da tarif edilebilecek şeyler değil aslında. Bir de Uhud var ki orada insan şahâdetin ne anlama geldiğini öğreniyor. Bütün bunları yoğun bir şekilde yaşadıktan sonra bayram sabahında bayramın Medine’de “bayram” olduğunu görüyorsun. Süslü süslü çocuklar, birbirlerine gülerek şeker ikram eden insanlar… Konuşmadan dahî anlaşarak bayramlaşmak… İşte bunlar sadece orada yaşanabilecek şeyler sanırım. Sonra için biraz burularak vedâ ediyorsun bu güzel şehre, bambaşka bir heyecanla dolarak: İstikamet Mekke ve Mekke’de KÂBE…

İlk gidenler için “Önüne gelene kadar gözlerinizi açmayın” derler. Sonra önüne gelince kafanı kaldırıp bakarsın ki Kâbe karşında… Gelmişsin, dokunacaksın, inanılır gibi değil. İşte o zaman içinden haykırmak gelir: “Allah’ım şükürler olsun, iyi ki Müslümanım ve iyi ki seni bana anlatan bir öğretmenim var!” Sonra hayatına bazı kavramlar girer: Umre yapmak, tavaf yapmak, Hacerü’l-Esved, Rükn-i Yemânî (Mürşid Köşesi), Hz. İbrâhim Makamı’nda namaz kılmak, Nur Dağı, Hira Mağarası, Arafat, Mina… Bunların ne demek olduğunu bir bir öğrenirsin ama herhalde insan hiçbir zaman Hacerü’l-Esved’i öpmenin verdiği duyguyu tam olarak idrak edemeyecek. O, öyle bir duygu ki ne anlamak ne de anlatmak mümkün…

Hacerü’l-Esved’den izin alarak yapmaya başladığın tavâfında Rükn-i Yemânî’ye yaklaşırken havadaki esinti, içine dolan ferahlık nedir acaba diye düşününce bunun, insanın öğretmeninin olmasının ona verdiği huzurun bir göstergesi olduğuna kanaat getirirsin ve bir kez daha şükredersin. Hoş, ne kadar şükretsen az da, biz elimizden geldiği kadar şükredelim inşaallah.

Ne kadar ibâdet edersen et ve ne kadar bakarsan bak, doyamadığın bir mânâ denizindesin… Ve yüz yüzebildiğin kadar… Yorgunluk, uykusuzluk, kırıklar, darbeler, sana hiçbir şey etki etmiyor orada. Allah seni görünmeyen bir kalkanla koruyor sanki ve bunu dönünce çok daha iyi anlıyorsun.

Heyecanlarına bir yenisi daha ekleniyor ve Nur Dağı’na çıkmaya başlıyorsun. Hira Mağarası’na doğru, o şimdiye kadar hiç değişmemiş, değiştirilmemiş, hâlâ Peygamber’in kokusunu taşlarında saklayan ama bizlerle de paylaşan o mübârek mağaraya çıkıp o kokuyu koklamak, o taşların üzerinde namaz kılmak, işte kocaman bir şükür sebebi daha… Bizler ne kadar şanslıyız ki bu hâdiselerin hepsini yaşıyoruz. Aslında yaşatıyorlar… Hocamızın her zaman dediği gibi, “Onlar bizi sevmeseler, biz onları nasıl sevebiliriz ki?”, ”O yüksekliklere çıkamam deme, tutun Allah sevgilisinin eteğine, o seni çıkarır.” Duyduklarını bir kez daha yaşıyorsun ve sana bir Hoca verdiği için Allah’a bir kez daha şükrediyorsun.

Sonra vedâ vakti gelip çatıyor, seni karşılayan o sıcak esinti bu sefer içine yangın olarak doluyor ve daha ayrılmadan için hasret ile kaplanıyor. Duâya başlıyorsun: Allah’ım inşaallah en kısa zamanda bir daha dâvet edersin…

Dâvet edilmek… Aslında unuttuğumuz bir şey var ki oraya giden herkes Allah’ın ve Peygamber’in misafiri. Biz sanırım bunu idrak edemiyoruz. Bizim için nasip olan şey, oradaki diğer insanlar için de nasip, oradaki herkes dâvetli bizim gibi; nereli olursa olsun hepsi oraya Allah’ın “kulu” olarak gelen insanlar… Meseleye bu şekilde bakarsak kim kime nasıl kızabilir, insanlar birbirlerini nasıl eleştirebilir ki?

Allah’ım en kısa zamanda tekrar gitmeyi nasip etsin inşallah… Âmin…

 

 Sibel İnci

 

 

Nerede Muhammed, Orada Zarâfet

2009 yılının Ramazan ayında nasib olan umreden geldikten sonra hep şunu istemiştim: Keşke Mescid-i Nebevî’nin bir köşesinde hayatımı sürdürsem… Evim, kazancım olmasa da olurdu. Mescidde yatardım nasıl olsa; orada aç kalmak da mümkün değil. Mutlaka yemek dağıtan, yoksulları doyuran birileri de var. Ekmek elden, su gölden mutlu ve huzurlu yaşayıp giderdim. Fakat zaman içinde şunu farkettim: Eğer böyle bir hayat sürseydim mutlaka orada da takılacak, kendimi huzursuz edecek bir şeyler bulur, memnuniyetsiz tavır takınacak bir şeyler icad ederdim. Bilmiyorum herkes böyle mi yoksa sadece ben mi böyleyim, ama cennete girsem orada bile huzursuzluk üretebilirim…

Bu ara -neden bilmem- estetik kelimesiyle enteresan bir ünsiyet içindeyim. Gayriihtiyârî olarak zihnimde de şu cümle dönüyor: “Estetiği seviyorum…” Geçen gün internette bir arama yaparken şöyle bir hadise rastlamıştım: “Her kim kibarlıktan yoksun ise, güzellikten yoksundur.” Hadis sahih mi değil mi bilmiyorum fakat Hz. Muhammed muhabbetinin insanı zarif, kibar ve ince ruhlu bir estetik âbidesi hâline getirdiği muhakkak.

Umre sırasında dikkatimi çeken şeylerden biri, özellikle Doğu ülkelerinden umreye  gelen müslüman erkeklerin şık kıyafetleriydi. Modern zamanın giyim üstadlarının -özellikle Batı âleminin- şıklık adı altında bizi içine sıkıştırdıkları takım elbiselerin, pantolonların aksine Doğu ülkelerinin erkeklerinin kıyafetleri şıklıkla birlikte rahatlık, doğallık ve estetik içeriyordu. Bedeni sıkmayan uzun ve geniş kesimli rengârenk gömlekler, boyunlara-omuzlara sarılıp doğallık ve rahatlıkla sarkıtılan şallar, desenli ya da kendinden işlemeli kumaşlardan oluşan uzun elbiseler, yine renkli ve işlemeli kumaşlardan yapılan sarıklar ve başlıklar, ibâdet aracı olmasının yanında sanki aksesuar olarak da kullanılan, boyunlara, kollara dolanmış tesbihler vs… Müslüman erkekler bu bambaşka podyumda esen bambaşka moda rüzgârının zarif temsilcileriydiler.

Hiç unutmuyorum, Mescid-i Nebevî’nin bahçesine yere oturmuş muhabbet eden, bu giyim tarzına sahip 8-10 kişilik bir grup görmüştüm. Zannediyorum 25-30 yaş arası bir gruptu. Ne kadar şık göründüklerini anlatmam mümkün değil. Çok yakınlarına oturup uzun süre onları izledim. Seslerini duymama rağmen ne konuştuklarını anlayamadım. Fakat giyim tarzlarındaki şıklık aslında ruhlarındaki şıklığın bir yansıması olmalı ki halleri, tavırları, ses tonları, birbirlerine yaklaşım şekilleri muazzam bir incelik yansıtıyordu. Sanki dünyanın en samimi, en ahlâklı, en eğitimli, en entelektüel insanları bir araya gelmiş, dünya sanatı, kültürü, edebiyatı üzerine fikir alışverişi yapıyor ve insanlığa fayda sağlayacak eserler üzerine kafa yoruyorlar gibiydi.

Belki bu insanlar –ki kendim için kesinlikle bunu düşünüyorum- Mekke ve Medine dışında olduklarında giyim tarzlarında ya da hal ve hareketlerinde bu kadar zarif ve şık görünmüyorlardır. Tüm mesele Peygamberin mânâsı ile alâkalı. Mekke ve Medine’de ya da Tokyo ve Sidney’de, nerede olursa olsun, kendisini onun yanında hisseden, onunla yaşadığını düşünen kişi için zarif ve lâtif bir ruh hâlinden, şık ve estetik bir yaşam tarzından başka bir hâl sergilemek neredeyse mümkün olmuyor.

Zirâ Allah, yarattıklarına bakılırsa son derece zarif, ince ve şık. O’nun bütün zarifliği ile kendisine süzüldüğü Hz. Muhammed’in ahlâkı ve yaşam şekli de aynı inceliklerle dolu. Dolayısıyla onun mânâsıyla yapılan muhabbetten de elbette zarâfetten başka bir şey sudûr etmiyor.

Lûtufların Lûtfu Umre Ziyareti

Hani eski filmlerde olurdu, sevgilin bir gemiye biner ve gider sen de ardından bakakalırsın… Geleceği günü iple çekersin ve keşke ben de onun yanında olsam, ben de  onun gördüğü yerleri onunla görsem dersin. Biraz acı, biraz hüzün, biraz da hasretle bakakalırsın. Bu Ramazan, arkadaşlarım ve hocam umreye gittiler. Ben gidemeyenlerdendim. Kısmet değimiş, başka bir sefere inşaallah tesellileri arasında, biraz  hüzün, biraz  özlem duygularıyla bakakaldım ben de. Bu ilk değildi tabiî ki. Her umreye gidenin ardından benzer duygularla bakarım.

 

Her isteyen umreye gidemiyor ne yazık ki… Umreye gitmen için dâvet edilmen lâzım. Peygamber dâvet ederse gidebilirsin derler. Âcizâne dâvet edenin, misafirine  dönmeden once diş kirası verip yolladığnı düşünüyorum. Osmanlı zamanında, ramazan ayında evinde oruç açtığın kişi, sana hediye verirmiş. Yemek yedin, dişlerin yoruldu diye… Verilen bu hediyeye de diş kirası derlermiş. Bence Peygamber de geleni boş göndermiyor. Ve giden aynı dönmüyor. Belki anlamıyoruz, belki de küçük bir hediye bizimkisi. Hediyemiz de kabımız kadar. Yine de her gidiş bir arınma, bir temizlenme fırsatı… Dâvet eden O, temizleyen O. Bize tenezzül ediyor ve bizim O’na  yaklaşmamız için bir vesile yaratıyor. Bu lûtuf karşısında ne kadar şükretsek azdır.

 

Herkesin hayatında  unutamadığı bir an vardır. Benim hayatımda unutamadığım an ise Hacerü’l Esved’i ilk defa öptüğüm andı. Hacerü’l Esved’e ulaşmak için cihat yapmak lazımdı. Bu ilâhî aşkın cihadıydı. Allah aşkını kuşanıp Peygamber Efendimizin elini öpmek için yaptığın bir savaştı. Âcizâne ben bunu, ruhun nefis ile olan savaşına benzetiyorum. O kalabalığın içinde girip ezilmeyi göze  alıyorsun. Gözün Hacerü’l Esved’de, hedefin Peygamber’in elini öpmek. Nefsinin bütün şikâyetlerine rağmen orada kalıp ezilerek  sıkışmaya dayanabiliyorsan, Allah’ın izniyle, ilk denemede olmasa bile, öpebiliyorsun.

 

Bir ramazan umresinde ben de Allah aşkını yarım yamalak kuşanıp çıktım cihat yapmaya. Hacerü’l Esved’in önü çok kalabalıktı. Bir iki arkadaş girdik kalabalığın içine. Bu ilk denemem değildi ama daha öncesinde öpememiştim mübâreği. Birilerinin yardımıyla öne geldim ve öptüm. Sanki tatlı bir ölüm ânıydı. Bir şeb-i arus provası gibiydi. Ruhum  bedenimden ayrılıp tanıdık huzurlu bir yere çekildi bir an. Geri geldiğimde hocamın dizine başımı koyup ağlamıştım uzun uzun.

 

Allah nice umre seyahatleri nasip etsin ve ruhumuz hep orada olsun inşaallah. Bir dahaki  umreye Efendimizin  bizi de dâvet etmesi niyâzıyla…

 

Âmin!