Sohbetler (Eylül 2013)

“Medine’nin hoş bir edebi ve terbiyesi vardır. Ora­da Nât-ı Nebevî’den başka bir şey söylenmez. Halbuki Mekke’de sazı da, şarkısı, raksı da hep tamamdır. Medine’nin edebi, zâta mazhariyetinden dolayıdır. Mekke ise esmâ ve sıfata mazhardır.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 39)
***

“Şam’da bir kadın vardı. Otuz küsur defa Şam’dan Mekke’ye yaya olarak hacca gitmişti. Çocuk oyuncağı değil… Şam’dan Mekke’ye kadar güneş altında yaya gitmek. Şam ile Mekke arası, deve ile otuz üç gün tutar. Üstelik yollarda ne hastalıklar, ne eşkiyâlar da vardır. Bu kadar zahmete, meşakkate, yorgunluklara susuzluklara katlanarak otuz şu kadar defa hacca gitmek; şaka değil bu. Ama keşke yalnız farz ile iktifâ edip bir kere gitseydi de kuvvetini kudretini lâzım olana harcasaydı…
Eğer aşk ateşinde pişmedinse, o irfanı bulamadınsa, bu cünun senden alınıp da maksadı elde edemeden kalakaldınsa, bu defa sana riyâzat verirler. Yâni riyâzattan maksat, mahrûmiyettir. Nefsinin zevk aldığı her şeyden seni men ederler. Fakat cemâl içinde o terbiyeyi al­mayıp da celâle müstahak olmak yazık değil mi?”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 158)

***

 

“Mekke ahâlîsi develere binmiş olarak Medine’ye gelirlerken iç­lerinden biri ‘Ey ehl-i Medine! Size bizden selâm olsun’ der. Sonra bü­tün kafile bir ağızdan ‘Salli yâ Rabbî alâ Muhammed rahmeten li’l-âlemîn’ derler. Yâni ‘âlemlere rahmet olan o Resûl-i Kibriya’ya salât ey­le yâ Rabbî!’ diyerek gelir ve Bâbü’s-selâm’ın karşısında da yine aynı salâtı okurlar.

Bu mukaddes şehre ziyâret vazîfesini yerine getirmek için gidiş başka, aşk ile gidiş başka… Aşk ile giden, orada her şeyi kendine zevk edecek, akrebini, yılanını, her şeyini sevecektir. Amma bu hal kendin­den gelmeli… İllâ da yapayım, demekle olmaz.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 500)

 

***
Hâsılı, Medine pek acayip bir yerdir. Orada her şey dakikası dakikasına meydana çıkar. Ben oraya aşk ile gittim. Gözüm başka şey görmüyordu. İstanbul’da vazîfem çok parlaktı. Bu vazifeyi terkederek oraya gideceğim için Maârif’ten ‘Orası çöldür, buradaki güzel işini bıra­kıp da nasıl gidiyorsun, deli misin, sen?’ diyorlardı. Halbuki oraya değil müdürlük, mubassırlık veya hademelikle gönderseler yine gidecektim.
Talebeyi toplayıp, Harem-i Şerifte, Hazret-i Peygamber’in huzu­runda bir ağızdan salât u selâm getirmek, benim için en büyük dünya saadetlerinin üstünde idi.
Seyyitlerin reîsi, nakîbü’l-eşraf, Alevî Bâ-Fakîh isminde mübârek bir zat vardı. Hâzâ Resûlullah nesli olduğu yüzünden okunurdu. İstan­bul’a geleceğim zaman gittim, vedâ ediyordum. ‘Bu mazhariyet sizden başka kimseye olmamıştır. Sizi, bilen seviyor, bilmeyen seviyor. Buna hayret ediyorum. Bu da Resûlullah Efendimiz’in size karşı teveccühü­dür, sizi tebrik ederim’ demişti.
Medine’ye ikinci defa gidişimde, geleceğimi kimseye haber verme­miştim. Fakat istasyona mızıka çıkmış. Pek çok kimselerin ellerinde hurma, bâzılarının ellerinde berâdiye dedikleri su testileri hep istasyo­na gelmişlerdi. Daha neler ve neler… Cilve-i Resûlullah bunlar. Bu gibi şeyler akıl ve muhakemenin dışındadır.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 501)

The following two tabs change content below.

Ken'an Rifâî

Son Yazıları: Ken'an Rifâî (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın