Aşka Yolculuk, Aşkla Yolculuk

Bir kez daha anladım ki bu aslında “Aşka Yolculuk” ama “Aşkla Yolculuk”… Bu yolculuğa çıkarken yanınızda olması gereken en önemli şey AŞK ve onu size öğreten ÖĞRETMEN. Bunlar eğer yanınızdaysa, yaşananlar, yaşanacaklar, hissedilenler o kadar dolu dolu oluyor ki insan çok uzun süre geri gelemiyor.

Birbirinden ayıramayacağımız iki güzellik: Medine ve Mekke…

Uçaktan indiğinde seni ilk karşılayan, o sıcak esinti ve içini tamamen dolduran heyecan… Bu güzel şehirde ilk durak Mescid-i Nebevî… Oraya gittiğinde mescidin bahçesinde yüzlerce, belki de binlerce insan aynı anda iftar yapıyor ve az sonra yine aynı kalabalık grup hep beraber namaza duruyor. Öğreniyorsun ki bu kalabalık grubun büyük bir kısmı bütün Ramazan ayını orada geçiriyor. Şaşkınlığın bir kat daha artıyor. Bu nasıl bir şehir ki bu kadar insanı yedirip, içirip, barındırıp, bağrına basıp kucaklıyor? Bunları düşününce insan işte o zaman hocasının neden “Orası sanki dünya değil; orada konuşulan dil Arapça değil, Allahça!” dediğini bir nebze olsun idrak edebiliyor. Hem Miraçta bile “ÜMMETİM!” diyen bir Peygamber nasıl kucaklamaz ki ümmetini? Sohbetlerde duydukların, dinlediklerin, olaylarla karşına gelince onların yaşanabilir olduğunu görüyorsun.

İftarı yaptıktan sonra o güzel sesli imamların ağlayarak kıldırdıkları namaz, Kadir gecesinde yapılan duâlar hiç unutamayacağın birer tecrübe oluyor. Ama Cennet Bahçesi’nde kılacağın iki rekât namaz için yaşadıkların, işte o akılla anlayamayacağın bir şey… Ve orası sadece aşk ile varabileceğin bir yer. O kokuyu içine çekerken kıldığın namaz, iliklerine kadar dolduğunu hissettiğin muazzam enerji, çok da tarif edilebilecek şeyler değil aslında. Bir de Uhud var ki orada insan şahâdetin ne anlama geldiğini öğreniyor. Bütün bunları yoğun bir şekilde yaşadıktan sonra bayram sabahında bayramın Medine’de “bayram” olduğunu görüyorsun. Süslü süslü çocuklar, birbirlerine gülerek şeker ikram eden insanlar… Konuşmadan dahî anlaşarak bayramlaşmak… İşte bunlar sadece orada yaşanabilecek şeyler sanırım. Sonra için biraz burularak vedâ ediyorsun bu güzel şehre, bambaşka bir heyecanla dolarak: İstikamet Mekke ve Mekke’de KÂBE…

İlk gidenler için “Önüne gelene kadar gözlerinizi açmayın” derler. Sonra önüne gelince kafanı kaldırıp bakarsın ki Kâbe karşında… Gelmişsin, dokunacaksın, inanılır gibi değil. İşte o zaman içinden haykırmak gelir: “Allah’ım şükürler olsun, iyi ki Müslümanım ve iyi ki seni bana anlatan bir öğretmenim var!” Sonra hayatına bazı kavramlar girer: Umre yapmak, tavaf yapmak, Hacerü’l-Esved, Rükn-i Yemânî (Mürşid Köşesi), Hz. İbrâhim Makamı’nda namaz kılmak, Nur Dağı, Hira Mağarası, Arafat, Mina… Bunların ne demek olduğunu bir bir öğrenirsin ama herhalde insan hiçbir zaman Hacerü’l-Esved’i öpmenin verdiği duyguyu tam olarak idrak edemeyecek. O, öyle bir duygu ki ne anlamak ne de anlatmak mümkün…

Hacerü’l-Esved’den izin alarak yapmaya başladığın tavâfında Rükn-i Yemânî’ye yaklaşırken havadaki esinti, içine dolan ferahlık nedir acaba diye düşününce bunun, insanın öğretmeninin olmasının ona verdiği huzurun bir göstergesi olduğuna kanaat getirirsin ve bir kez daha şükredersin. Hoş, ne kadar şükretsen az da, biz elimizden geldiği kadar şükredelim inşaallah.

Ne kadar ibâdet edersen et ve ne kadar bakarsan bak, doyamadığın bir mânâ denizindesin… Ve yüz yüzebildiğin kadar… Yorgunluk, uykusuzluk, kırıklar, darbeler, sana hiçbir şey etki etmiyor orada. Allah seni görünmeyen bir kalkanla koruyor sanki ve bunu dönünce çok daha iyi anlıyorsun.

Heyecanlarına bir yenisi daha ekleniyor ve Nur Dağı’na çıkmaya başlıyorsun. Hira Mağarası’na doğru, o şimdiye kadar hiç değişmemiş, değiştirilmemiş, hâlâ Peygamber’in kokusunu taşlarında saklayan ama bizlerle de paylaşan o mübârek mağaraya çıkıp o kokuyu koklamak, o taşların üzerinde namaz kılmak, işte kocaman bir şükür sebebi daha… Bizler ne kadar şanslıyız ki bu hâdiselerin hepsini yaşıyoruz. Aslında yaşatıyorlar… Hocamızın her zaman dediği gibi, “Onlar bizi sevmeseler, biz onları nasıl sevebiliriz ki?”, ”O yüksekliklere çıkamam deme, tutun Allah sevgilisinin eteğine, o seni çıkarır.” Duyduklarını bir kez daha yaşıyorsun ve sana bir Hoca verdiği için Allah’a bir kez daha şükrediyorsun.

Sonra vedâ vakti gelip çatıyor, seni karşılayan o sıcak esinti bu sefer içine yangın olarak doluyor ve daha ayrılmadan için hasret ile kaplanıyor. Duâya başlıyorsun: Allah’ım inşaallah en kısa zamanda bir daha dâvet edersin…

Dâvet edilmek… Aslında unuttuğumuz bir şey var ki oraya giden herkes Allah’ın ve Peygamber’in misafiri. Biz sanırım bunu idrak edemiyoruz. Bizim için nasip olan şey, oradaki diğer insanlar için de nasip, oradaki herkes dâvetli bizim gibi; nereli olursa olsun hepsi oraya Allah’ın “kulu” olarak gelen insanlar… Meseleye bu şekilde bakarsak kim kime nasıl kızabilir, insanlar birbirlerini nasıl eleştirebilir ki?

Allah’ım en kısa zamanda tekrar gitmeyi nasip etsin inşallah… Âmin…

 

 Sibel İnci

 

 

The following two tabs change content below.

Nefes Arşiv

Nefes Akademi; tasavvufî bilginin güvenilir kaynağı...
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın