Yazılar

Nûr İken Adı Oldu Meşkûre

Sosyal medyanın ilk tohumlarını atan mâlûm şahıs henüz Harvard’da öğrenciyken yeni bir devrin pimini çektiğinden haberdar mıydı acaba? Artık yaşa bakmaksızın cümlemizin yeni emziği sayılan akıllı telefonlarımıza müptelâ, dijital dünyada hayallerimize açtığımız alanlarda yaşıyoruz. Bu ifade şeklinin vücudumuza salgılattığı dopamin ile dijital dünyada hiç olmadığımız kadar renkli, hiç olmadığımız kadar cesuruz. Hele bir de bilgeyiz ki sormayın gitsin. Bilgece sözler, dijital kişiliklerimizden dökülen sebil inci taneleri… Pek çoğunun da atfedilen müellifine ait olup olmadığı meçhul. Durum o raddeye varmış durumda ki Hz. Pîr’in mübârek ism-i şerifi cümle erdemli sözlerin dijital dünyadaki mahlâsı sanki.

Hâşâ, tüm bu paylaşımları eleştirmek değildir niyetim; zaten yazının amacı da bu değil. Nihayetinde bu fakir de bu dijital dünyanın kendince oyuncusudur haddizâtında. Aksine dijital kişiliklerimiz aslında olmadığımız edep ve irfânı üzerine hâl olarak giyinmiştir çoktan. Dijital kişiliklerimiz gerçekte olmak istediğimizin bayraktarlığını yapmaktadır bir nevî. Gerçek olmayan bir dünyanın daha da gerçek olmayan bir mecrâsında ânı yaşayan, her şeye şükreden, tüm yaradılmışı seven, mutlu olmayı ıskalamayan mümbit bir derviş vahası vardır. Lâkin dünya sahnesinde beden giyinip rolünü oynamaya ve tekâmüle muhtaç ruhlar olarak dijital kişiliklerimiz kadar kolay şekilde “hal” üzere olabilseydik keşke.

Oysa “gerçek” dünyada gündelik sorumluluklarımız ve zorluklarımız var. Bize dünyayı “dar” edenler var. Başarıyı, mutluluğu ve kişiliği maddî ve aklî parametrelere bağlayan ve bizi ancak bu “norm”lara uygunsak mutlu, başarılı ya da güzel sayan bir anlayışın egemen olduğu bir dünya var. Erdemli olmayı dijital kişiliklerimizin üzerinden sıyırıp gerçek bedenlerimize giyinmek mi? Hodri meydan. Haydi kolaysa buyurun…

Kolay değil muhakkak, hiçbir devirde de olmamış. Her devir kendine has baskı ve zorluklarıyla karabasan gibi dolanmış sâlikin bacaklarına. Yine de yılmadan deneyeceğiz, niyet etmişiz bir kere. Lâkin ezelden nasipli bazı ruhlar var ki Allah’ın hikmetleriyle donanmış da gelmişler. Onlar aradığımız “hâl” üzere teşrif etmişler bu dünyaya. Varolan devrin koyduğu düzene uyum sağlamışlar, ancak o kural ve dayatmaları da zerrece “umursamadan”, aşmadan ve şaşmadan yollarında yürümüşler. Hayatın dünyasını “dar” etmek üzere kendilerine sunduğu zorlukları hediye kabul eder gibi baştâcı etmişler. O denli ki zorluklar karşısında ortaya koydukları teslimiyet, şükür ve tüm irfânî meziyetler, dijital kişiliklerimizin bile cesâret edemeyeceği kadar fevkalâdelikler içerir.

Bizim zaten sanal olan dünyada daha da sanal olan dijital gerçekliklerimize inat onlar gerçek diridirler. Birisinin adı da Meşkûre Anne’dir. Kendisiyle tanışmak ve birkaç anı biriktirmek şerefine nâil olmuş olsam da, kendisini tanımadığımı ve hâlâ tanımak için gayrette olduğumu hissederim.

Meşkûre Anne henüz küçük bir kız çocuğu iken yüksek idrak ve istikrar ile mürşidinin dizinin dibine koymuş ömrünü, bir daha da hiç kalkmamış oradan. Başında kavak yelleri uçması beklenen o en “havâî” yaşlarda kendi ifadesiyle “kâh var olup cemâle durmuş, kâh yok olup cemâli olmuş.” Şeklî olarak o huzurdan Efendi’nin âlem-i cemâle vardığı 1950’de kalkmış olsa da hep o huzurda kalmış, pür edep ve pür mutlulukla hep huzurlu, hep huzurda. Tâ ki vuslata kadar. Hayatı kolay yaşamamış ama her geleni lûtuf bilmiş. Eşiyle, evlâtlarıyla, malıyla sınanmış. Eşi haksızlıkların en büyüğüne mârûz kalıp tevkif edildiğinde Hz. Yusuf’a eşlik etmenin şükrünü yaşamış. Evine giren hırsıza aldıklarını helâl etmiş.

Her sabah, her akşam, her an efendisine niyaz etmiş. Ölüm dahî onu niyazda yakalamış. Hz. Mısrî “nur iken adı oldu Niyâzi” derken salt kendinden bahsetmez elbet. Kendi gibi Hayy isminin bütün sultanlarınadır hitâbı muhakkak. O ezelden nasipli kâmil ruhlar her halleriyle bize örnek olmak için vardırlar. Ezelden ebede elimizi tutmak, tökezlediğimizde ayağa kaldırmak, dünyayı kendimize “dar” etmemize müsaade etmeden hakikati bize göstermek için yaşarlar. Dünyayı ayakta tutan kolonlar ve kirişlerdir onlar.

İşte o büyük sultanlardan biri de Meşkûre Anne’dir. Nûr-u Muhammedî’nin bir başka vechesi olarak varlığından dolayı hâlaâ şükrettiğimiz ve hep şükredeceğimizdir.

Mutlu İnsanlar

Merkez Efendi Hazretleri’ne varıp, oradan Ken’an er-Rifâî Hazretleri’nin ayak ucuna koşunca kendimi târifsiz bir bahçede buluyorum. Orada kimler yok ki… Efendimin anacığı Hatîce Cenân Sultan hemen kendilerinin yanında. Semiha Cemâl Hanım ve Hayriye Hanım da hemen efendimin yanındalar. Efendimin ayakucunu ise zâhiren orada olan, olmayan tüm büyüklerimiz, ezel akrabalarımız doldurmuşlar. Yine hemen orada Sâmiha Ayverdi, Meşkûre Sargut, Nazlı Anne, İlhan Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi derken biraz ilerleyince Cemâlnur Hocamın babası Ömer Faruk Sargut, sonra derslerde hep anlattığı yeğeni Züliş!.. Ve sonra Kâzım Amca…

Oraya gidince ayrılamıyorsunuz çünkü orada huzur var. Hava buz gibi soğuksa da orada âdetâ duyulmuyor, yakıcı derecede sıcaksa da… Kaç saat geçmiş, bilmiyorsunuz. Bambaşka bir huzur, bambaşka…

Sorularım, komik sorunlarım, neyim varsa orada kaybolur. Duâ etmek isterim, ne diyeceğimi bilemem! Sadece bakarım, seyrederim, şükretmeye çalışırım. Yok, yok, yok hiçbir şey. Allah var… Orada işte bunu görürüm. Onlara her bakış Allah’ı tekrar tekrar hatırlatır. Onları târif etmek için, mâlûm, denizler mürekkep olsa… Bir o kadar da eklense… Hiçbir şekilde târife yetemiyor. Benimse varsa eğer tek bildiğim, o huzurun içindeki sessiz sözsüz mutluluk hissidir. Onlar, “Hazret-i insanlar”…. Onlar mutlu insanlar… Onlarlayken ben de onlarla olmanın mutluluğunu yaşarım. Sadece orada değil, nerede olursam olayım, mutluluğu, nasıl mutlu olunacağını onlardan görüp tanırım. Aslında zaten başka bir mutluluk yok ve zaten onlar orada yatıyor da değiller. Onlar hakikatleriyle, ezelî ve ebedî dirilikleriyle her an her yerde bizimleler. Gidip sarıldığım, öptüğüm mezar taşları değil. Ama izinin tozuna yüzümü sürmekten de kendimi alıkoymam mümkün değil…

Onların hakikatini, mânâsını bu âlemde vücut içinde görebildiğim Cemâlnur Hocam’la aynı ortamda bulunabilmişsem eline öpmeye kıyamadan, kenardan bakıp acaba gözü bana değer mi diye bakışını beklediğim çoktur. Böyle bir bakışı beklerken kendi kendime düşünmüş, düşüncemle zevke dalmıştım. Bu âlemde elini öpmeyi, gözünün bana değmesini ümit ederek neşeyle coştuğum mürşidim, zaten hakikatiyle ezel âleminde beni görmüş, bana dokunmuş, beni yanına almış ki ben burada onun sohbetinden zevk alabiliyorum, onun ilminin ışığıyla yürümeye çalışabiliyorum diye hatırlamıştım. O beni zaten daha o yüce meclisteyken yanına almış… Allah’ım, bu nasıl bir lûtuf, nasıl bir güzellik!.. Yoksa onu bulmak ya da onu sevmek bile benimle ilgili olan, bana ait olan şeyler değil. İnsanın mutlu olması için bunu hatırlaması iki cihanda ona yeter. Mutluluğun başka bir yolu yok.

İnsanın mürşidini bulması, mürşidini araması onu bir adreste bulmaya denk düşmüyor. Zaten bize Allah’ın ilmiyle, aşkıyla dokunmuş, bizi ezel âleminde bayrağı altına almış, evlâdım demiş olan mürşidi kaybeden kim? Mürşidini bulmaktan benim anladığım şey, onun varlığını, üzerimizdeki etkisini gönlünde, içinde bulmak, eserini içinde tanıyabilmek demektir. Onun aşkıyla ve ilmiyle hâllenebiliyorsam, bununla inşallah kirlerimden paslarımdan temizlenmeye çalışabiliyorsam mürşidim zaten benimle demektir. Benim putlarımı birer birer kim kırıyorsa benim mürşidim odur demektir. Tüm âlemin bana mürşit olduğunu, beni terbiye ettiğini bana öğreten benim gerçek mürşidimdir. Vücutların geçici olduğunu, bugün gri elbisesiyle doğudan gelenin yarın yeşil elbisesiyle batıdan gelebileceğini, binek atlarının üstündeki tek padişahın Allah olduğunu bana öğreten benim mürşidimdir. Hiçbir şeyden etkilenmemeyi, ne acının ne de sevincin üzerinde durmamayı, her şeyin gelip geçiciliğini, Allah’tan başkasının olmadığını, huzurun sadece Allah’ın huzurunda olmakla mümkün olduğunu bana gösteren benim mürşidimdir. Nazlı Anne, Sâmiha Anne, Meşkûre Anne… Hepsi benim mürşidimdir. Onlardan görünen Ken’ân er-Rifâî Hazretleri’dir.

Cemâlnur Hocam’ın deyişiyle, Allah bizden mutlu olmamızı ister. Onlarsa mutluluğu elde etmiş ve bize de nasıl elde edeceğimizi göstermekle vazifelendirilmiş insanlardır. Mutluluğun ancak Allah aşkıyla yaşanabileceğini, o aşkın da mürşitle anlaşılabileceğini bize hâlleriyle gösteren insanlar… Tüm istekleri bizim Allah’ın huzurunda râzı ve mutlu olarak yaşamamız olan insanlar onlar. Onlar Allah’ın mutluluk elçileri.

Onlara bakarım, mutluluktan orada bulunuşuma hayret ederim.
Onlara bakarım, Allah’ın güzelliğini seyre dalarım…

Aşk Olur Masal

Önünden her geçenin gözlerine yakalanan ve mânâsıyla Fatih semtini saran bir ev var. Gidip gelerek büyüdüğüm, içinde sohbetler dinleyerek beslendiğim ve bir zamanlar odamın camından seyrettiğim… Şu deli kıza ne büyük lûtuftu! Yoksa kimbilir nerelerde yetişip hangi yollarda kaybolurdum. Şimdi bile bu kadar kararsızken, başına buyrukken…

Bu evle ilgili hatırladığım ilk şey, küçüklüğümde bahçesinde koşturduğum bir gün. Evin içi kalabalıktı ve birkaç çocuk dışarıda oynuyorduk. Sonra bahçede dolanırken yanındaki apartmanla arasında yer alan boşlukta bir tabut görünce korkup uzaklaştım. Çocuk hali işte… Meğer güzel sultan Sâmiha Ayverdi yatarmış içinde! Ve zihnimdeki bu görüntüler bir rüyâ mı, yoksa gerçek mi hâlâ emin değilim. Sormadım da kimseye…  

Yıllar sonra bir pastırma yazı sıcağında bu kez ev, İlhan Ayverdi için dolup taşarken ben de bahçesinde oyun oynamayacak, o günün hepimiz için neler ifade ettiğini anlayacak kadar büyümüştüm. Evin içi de dışı da âdeta mahşer yeri gibiydi. Zaman durmuş, hayat gailesi unutulmuş. Herkes dünyaya neden geldiğini sanki o gün durup da bir hatırlamış. Hepsinin yarası aynı, gözyaşları bir… Kimi annesiz kalmış kimi ablasız kimi de dostsuz… Üstelik onlara bunu güzel karşılamak öğretilmiş ama işte, toz kaçmış bütün gözlere…

Şimdi o günü düşünürken içim hep buruk… Çünkü altı yıl önceki o kızcağızı gözümün önüne getirdiğimde hep ağlıyor, insanlar kâh sırtını sıvazlarken kâh sarılırken gönülcüğü çok yanıyor. Zira çoğu kimse benzer bir günü Sâmiha Anne’nin vefatlarında tatmışken benim için bütün bu yaşanılanlar çok yeniydi. Hayatta en çok sevdiğim insanı kaybetmiştim, ilk defa cansız bir beden görmüştüm ve o benim annemdi… O günden sonra ilk defa insanın ne olursa olsun her şeye alışabildiğini, zamanın gerçekten ilâç olabileceğini anlamıştım ve giden, benim annemdi…  

Daha çocukken, İlhan Anne’nin diğer büyüklerden farklı olduğunu hissetmeye başlamıştım. Bu, Allah tarafından bana verilen bir hediyeydi ve gönüllerdeki çerâğı uyandıran bir rehberin varlığını duydukça içimde canlanan da sadece onun cemâliydi. Sanırım Allah lûtfettikten ve nasip olduktan sonra gönlün bir yaşı yoktu. Aslında bu, ezelde âşinâ olduğun birini bambaşka bir âlemde tanıyıp da ona meyletme zevki değil de neydi?

Ben annemin hem Küçük Hanım’ı idim hem de meslektaşı… Zaman zaman bana böyle hitap ederlerdi. Her zaman görme imkânım olmazdı, onunla çok vakit geçiremezdim ama yanımda olduğunu bana hep hissettirirdi. Öğrendiğim her şeyin temelinde ondan dinlediklerim vardı. Benliğimden sıyrılıp da dışarıya yansıttığım bir hal varsa ondandı. Çevremdeki insanlardan farklı olarak gösterdiğim bir ölçü, bir tavır varsa yine ondandı. Hâsılı, varlığımdaki bütün güzelliklerin sahibiydi; bütün kötülükler ise benim âcizliğimdendi. İlhan Anne, Allah yolunda ruhumu en güzel şekilde işlemişti ama kalıcı olması için hem onun himmetleri gerekliydi hem de benim gayretim…

En son vefatlarından sonra bir yazı kaleme almışken şimdi bunları karalamak benim için hiç kolay değil. Çünkü gönül dilim, ruhuma bir şeyler fısıldıyor ama tercümanım yok. Gözyaşlarıma hâkim olmaktan başka bir şey yapamıyorum. Annem, bu cümleyi Ken’an Rifâî Hazretleri için söylemişler; âcizane ben de onun için dile getirerek ve himmetlerini niyaz ederek satırlarımı sonlandırmak istiyorum:

“Hayat yolumun sizinle kesişmesi, yaşadığım en büyük bahtiyarlıktır.”   

 

“Sen de Bana Duâ Et!”

Hayat kısa.
Doğarsın, yaşarsın ve tekrar doğarsın sonsuzluğa.
Ölürsün, gidersin demedim.
Tekrar doğarsın sonsuzluğa.
Kıyamet âyetlerini bir hikâyeymiş gibi okuma; edebiyattan anlıyorsan âlemlerin Rabbi fiillerde geçmiş zamanı kullanmış. Şimdi bir daha oku da dehşetin artsın mâdem. Belki de kıyâmet dedikleri senin gidişinmiş kendi “meçhûlüne”.

***

Sayfalarca doldurduğun, kariyerinin her ayrıntısını yazdığın CV’lerin nerede, bir saati bulan yaz tatili hatıraların, beş sene önce izlediğin, aklının köşesine sinen o maçın o en güzel ânı, çocuğunu ilk kucağına alışın, okulundan mezun olduğun gün, “bilindik” bilinmeyene giderken aklına mı gelecek sanıyorsun?

Haydi diyelim ki dünyevî şeylerle vaktini çok harcamadın… O kıldığın namaz mı gelecek aklına veya ilk umren, o meşk geceleri…
Hiçbir şey.
Bir hiç olduğunu anlayacakken, aklına gelenin bir hiç olması da ne demek acaba?
Neden bu kadar kavga mâdem öyle?

***

Sonu olan başlangıç ile sonu olmayan başlangıç arasında geçen sürede pek çok şey girdi hayata, pek çoğu geldi-geçti, pek çoğu çıktı.

Kişinin kemâline yolculuğunda hepsi birer vazifeliydi.
Herkes birbirinin yolculuğu için vazifeli.
Sen çocuğun için, çocuğun senin için, sen baban için, baban arkadaşı için, babanın arkadaşı onun için, o şunun için.
Bu ne müthiş bir düzen!
Kader dediğin ne diye sorup duruyorsun ya, al sana kader.
“Her şey bizim içindir ama hiçbir şey bizim değildir.”
Değil mi?

***

Anneanne demeyi severdim.
Eski İstanbul’u sorardım, anlatırdı.
Blok blok üstümüze çöken İstanbul’un, inci gibi ruhları işlediği zamanlarını anlatırdı.
Mânâdan bahsederdi.
Fakir bilmezdi, o bilirdi. Fakir görmezdi, o görmüştü.
Sonradan öğrendim:
“Keşke yola baş koysa” dermiş.
Son görüştüğümüzde “sana duâ edeceğim, sen de bana duâ et” demişiz.
Etmiş.
Vesselâm.

***

Şehit olanlara ne mutlu.
Şehit demek şâhid olan demek değil mi?
Onlar diridirler fakat biz anlamayız.

Meşkûre Annem Hakkında

Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri buyurmuş ki: “Sizden birisi Peygamber’i görmedi diye üzülmesin, eğer Kur’an insan şeklinde temessül edecek olsa Muhammed İbnü’l Abdullah olurdu, Kur’an’la Peygamber ikizdirler.” Meşkûre Annemin de yıllarca sohbetlerini dinledik, defterlerini beraber okuduk, çalıştık, o defterlerde yazılanlar da eğer insan şeklinde zuhur edecek olsaydı benim için Meşkûre Annem olurdu; zira onun bize okuduklarına ve öğrettiklerine aykırı düşecek hiçbir hareketine ve düşüncesine şâhit olmadım. Bir insanı Allah’ına gerçek bir kul, Efendisine ümmet, Ehl-i Beyt’ine muhabbet, mürşidine evlât, ömrü boyunca bütün ihvânına ve insanlığa hizmetin en üst noktasına götüren hasletleri sadece sözlerinde değil, her hareketinde gördük. Eminim ki onu tanıyan herkes de bunda hemfikirdir.

Vefâtından önce hastaneye yatırılacağı günün sabahı çağırmışlardı beni ve şunları söylediler. -Bunu hepimiz için bir vasiyet olarak paylaşmak istiyorum-. “Kızım, Allah’ın en sevgili kullarıyız. Vallahi buna emin ol. Belki de birbirimizi bir daha rahat göremeyeceğiz. Ama şuna îman et ki bu sözlerim senin kalbine yazılsın. Çok bahtlı insanlarız çünkü küllî şuuru kullanan yalnız kâmil insandır. Küllî şuur demek, Allah’ın şuuru demektir. Kâmil insan hiçbir zaman cüz’î şuurunu kullanmaz. Çünkü Allah onu sarmaşığın sardığı gibi sarmıştır. Onun için her yaptığı, Allah’ın emridir, Onun her gittiği yer, Allah’ın istediği yerdir. Kabiliyetim falan olduğuna inanmıyorum. İnsanların kabiliyeti ne kadar geniş de olsa, insan-ı kâmille yaşamaya muvaffak olamaz. Ancak O isteyecek, O tenezzül edecek, yanına alacak, sohbetiyle bizlerle temas kuracak…” O günün akşamı da hastaneye yatırıldı.

Bu hırsız meselesinden bahsetmiştiniz ya, o gün ben oradaydım. Meşkûre Annem ve Maviş ile birlikte polisin gelmesini bekliyoruz. Asuman Abla hastaneden geldi, akabinde de polis geldi. Parmak izlerini alırken dedi ki: “Evinizde yaşayan herkesin parmak izini almam lâzım ki birbiriyle karşılaştıralım. Başka kimse var mı evde?” diye sordu. Asuman Ablacığım da “Oğlum var” dedi. O zaman Ömer sanırım tatil için kısa bir süreliğine gelmişti. “Oğlum var, burada yaşamıyor ama o da şu anda evde” dedi. Polis de “O zaman onun da parmak izini almamız lazım; ama sizi uyarayım, onun parmak izi de kayıtlara geçecektir. Yarın bir gün bir yerde bir suç işlenirse, parmak izi kayıtlı olduğundan o da şüpheli olarak değerlendirilecektir Buna eğer râzıysanız alalım” deyince, baktım Meşkûre Annem hemen Asuman Abla’ya döndü, ne diyecek acaba diye. Asuman Ablacığım da “Ne gerekiyorsa yapın. Eğer bir gün suç işlerse cezasını çeker” deyince, Meşkûre Annem dizlerine vurarak “Aferin kızım, Efendi evlâdısın işte!” dediler. Bunu o kadar sevinçle dile getirdiler ki polis şaşkın şaşkın Meşkûre Anneme bakakalmıştı buna bu kadar sevinecek ne olabilir ki diye?

Çok teşekkür ediyorum efendim.

(14 Şubat 2016 tarihinde Fatih’te mânevî büyükleri anmak maksadıyla yapılan toplantıda aktarılan anekdottur.)

Hümeyra Livatyalı

Değişen Kader

Muhterem İlhan Ayverdi Hanımefendi, sıhhatleri hâlâ elverdiği dönemlerde yaz aylarını ev halkı ile birlikte Çengelköy’de denize nâzır bir yalıda geçirirlerdi. Kendilerini ziyaret etmek üzere annem ve ben bir randevu talep etmiştik. Bize verilen uygun gün ve saatte orada hazır bulunmuştuk.

Kendileri salona teşrif ettiler. Bizi güleryüzle ve sevgi ile karşıladılar. Her zaman misafir olduğumuzda ikram ettikleri gibi lezzetli börek çöreklerimiz ve çaylarımız sehpamıza konulduktan sonra bana döndüler ve “Şehvarçığım, kader değişir mi?” diye sordular.

Ben bu soruyu hiç beklemiyordum. Hem genç olmam hem de karşılarında durduğum her an hissettiğim heyecan sebebiyle kem küm ettim. “Şehvarcığım, kader değişmez ama kadere bizim bakış açımız değişir” dediler. Bu cümle hayatımın her ânında kulağıma küpe olmuştur.

Kadere karşı bakış açımız ne demek? İnsan neyi değiştirir, nasıl değişir?  

Büyüklerimizin bahsettiği “levh-i mahfuz” ve “levh-i muallak” diye iki ayrı terim vardır. Birisi asla değişmeyen kader ve diğeri de değişebilecek olan kaderdir. Değişebilecek olan kader insan-ı kâmilin duâsına, bence şefaatine kalmış olan kısımdır. Şefaat ise onların insanlara kazandırdıkları bakış açısı, hâlinden memnun olma sanatını öğretmeleri olsa gerek. Bu hâli elde etmiş olan kişi, aslında kaderi değişebilen, değiştirebilen insan olsa gerek. Sâmiha Ayverdi’nin de her zaman ifâde ettikleri gibi “Her şeyin değişmesi senin kendi değişmene bağlıdır.”

Cemâlnur Hocam’la geçirdiğim bir gün de bana bunları idrak ettirmişti. Türk Kadınları Kültür Derneği olarak tüm gücümüzle çalıştığımız ve son raddeye getirdiğimiz bir projede son anda yapılan ve bana göre “engel” diye adlandırılabilecek bir değişiklik sonucunda hepimizin morali bozulmuştu. Herkes ne oldu, nasıl oldu diye fikirler yürütürken Cemâlnur Hocamız içeriye girdiler. Bizdeki sıkıntıyı görünce ne olduğunu sordular. Biz de durumu anlattık. “Amaan buna mı sıkıldınız, Allah ne isterse o olur, bu gider daha güzeli gelir, kendinizi hiiiç bununla üzmeyin. Haydi beraber bir yemek yiyelim” diyerek konuyu kapattılar. Ne olmuştu, kaderimiz değişmiş miydi? Bir bakıma değişmişti. Kaderimizi belirleyen bizim bakış açımız olmuştu. Artık huzurluyduk. Ortadaki mevzu aynı ama biz aynı değildik.

Hayatımızın her ânında bize  bu gerçeği gerek yazılarıyla,  gerek sohbetleriyle, gerek halleriyle gösteren ve öğreten büyüklerimiz tanıyabileme şerefine nâil olduk. Allah onlara lâyık olanlardan eylesin.

Şehvar Tükek

Gönülden Gönüle

Birkaç sene önce bir aile büyüğüm hayat felsefemi ve öğretilerini benimsediğim kimseleri eleştirmek üzere bana sormuştu: “İnsan, tanımadığı ve ölü birinin sözüne nasıl güvenir?”

Benim cevabım ise sorular içeriyordu: “Birini tanımak için o kimseyi fiziken bilmek gerekli midir? Fiziken yüzyüze karşılaşmış olduğun birini ‘tanımış’ olur musun? Ölü olmak ne demek? ‘Ölü’ diye tanımladığımız kimselerin öğretileri ‘ölüm’den sonra ehemmiyetini yitirmiş mi olmakta? Peki bu âlemde kim kimin sözünü niye dinlemeli? İnsan insana hangi şartlarda güvenmeli?” Doğrusu, o gece büyüğümü bezdirmiş olucağım – ki, o, “hepiniz delisiniz” demek ile yetindi. Ben bu söze çok sevindim. Zira anneannemin çok güzel bir sözü vardır: “Rabbim bana ‘ya deli olarak gel, ya veli olarak’ der. Eee, veli olamayacağımıza göre, varsın deli olup gidelim.”

Şaka bir yana dostlar, ben, beş yaşındayken Kandilli’de anneannem ile çay içmeye gittiğim bir teyzenin evinde ‘Cemâl’ adında bir oğlan çocuğunun fotoğrafına bakıp kalbimde ağrı hissetmemi ve ömrüm boyunca kim olduğunu bilmeden ‘Cemâl’ isminde birini aramış olmamı tesâdüf olarak yorumlamıyorum. Aynı şekilde ilkokul ikinci sınıfta şiddet görmemek için kaçtığım büyükanne evinden kapısına sığınıp uyuyakaldığım evin Kenan Rifâî Hazretleri’nin evinin kapısı olmasının da tesâdüf olduğuna inanmıyorum. Ben inanıyorum ki, tıpkı Rabbimizin bize tenezzül ettiği gibi, büyüklerimiz de bizi korumalarına alıyorlar. Öyle olmasa bizim bu lûtuf kapılarında işimiz nedir diye düşünüyorum.

Peki, kişi bu dünyadan göçse ne olur? Bu dünya, o dünya diye bir ayrım var mı ki? Bir çemberin içinde mütemâdiyen semâ etmekteyiz. Koca bir okyanusta minicik bir zerre gibiyiz. Her birimizin varoluş sebebi farklı, mânâsı farklı… Kimimiz maddî dünyada iken üretiyor, paylaşıyor, paylaşımları ile şevk veriyor, kimimiz sonrasında… Kimimiz vermek için geliyor, kimimiz almak için. Klasik müzik severler bilir, meselâ Bach’ın kompozisyonlarının çoğu Bach öldükten sonra piyasada yer etmiş ve binlerce müzisyene şevk vermiştir. Aynı şekilde ünlü ressam Van Gogh’un yaşamı boyunca tek bir tablosu satılmıştır. Kafka’nın yazıları ölümünden sonra ün bulmuştur – ki bugün kitapları bütün felsefe okullarında okutuluyor.

Gelelim Kenan Rifâî, Sâmiha Ayverdi, Meşkûre Anne gibi Allah velilerine… Hâl böyleyken, onlar bu dünyadan çekilseler ne olur? Mânâları hep bizimle değil midir? Bizi, biz daha kendi kendimizi fark etmeden korumasına alan yüce insân-ı kâmiller, boyut değiştirince âşıklarını korumalarından çıkarmış mı olurlar? Ben şahsen tam tersine bizi hep bir yerlerden gözettiklerini düşünüyorum. Bu sebepten hâl ve tavırlarımı buna göre şekillendirmeye gayret ediyorum. Geceleri de ‘Sohbetler’ kitabından bir iki parça okuyup sohbet dinlemiş olduğumu varsayarak huzur içinde günü kapatmaya çalışıyorum.

Diyeceğim odur ki, bence ‘bilmek’ için de, ‘sevmek’ için de maddiyat gerekmez, “gönülden gönüle bir köprü vardır, gözle görülmez” denildiği gibi. Allah bizi o Hak büyüklerinin mânâlarından ayırmasın inşaallah.

 

Bahçemin Yaşayan Gülleri

Dünya üzerinde yaşanmışlıkların, paranın satın alabileceğinden daha fazla değeri olduğuna inanıyorum. Birisi isterse yerin altında tesisler dolusu altın biriktirebilir. Fakat âşikârdır ki nefsimin yaşanmışlıkları biriktirmesi için yalnızca bir ömür süre mevcut. Kısıtlı bir biriktirme alanı olan bu fiziksel ömürde herkes her gün durmadan yeni deneyimler ediniyor. Bu noktada insanoğlu olarak birbirimize çeşitli mecrâlar üzerinden yaşanmışlıklarımızı paylaşabiliyor, aktarabiliyor olmamız beni can damarımdan vuruyor. Paylaşımlarımızla da birbirimize iyice kenetleniyoruz. Sanki insanlık, köklerinden en üstteki yaprağına, kalın gövdesinden en narin çiçeğine, verdiği meyvenin öz dolu çekirdeğine kadar kocaman bir ağaç gibi yerkürede vücut bulmuş yekpâre bir şekilde olgunlaşıyor.

Yerküreye yayılmış insanlık ağacı gibi insanın da içinde yetişen bir bahçe var. Mâneviyâtın yeşerdiği, çiçek açtığı bir güzel bahçede gezinip duruyoruz. Benim gözler ise hep dışarıda… Kendimi içeri bir döndürebilsem kimbilir neler olacak neler? Döndüremiyorum. Âcizim. Şükür ki mânâ âleminin büyükleri, bizlerden evvel bu yerkürenin misafirleri olmuş güzeller, hep o bahçeden bahsetmişler. Her okuyuşta, her dinleyişte sanki insan hep o bahçeyi seyrediyor. Göremediğimi gösteriyorlar. Oralardan güzel bir bülbül uçuruyorlar. Sevgilinin sözlerini fısıldasın diye. Cennet isteğinden de cehennem korkusundan da geçmiş, cemâlden sesleniyor. Onların öpülesi elleri o kadar uzaklara uzanıyor ki insanın içine işliyor. İçinde de yeşeriyor. Güller açıyor.

Onların sözlerini işitenler de o güzellere uyacak olsa her yanı memnuniyet kaplayıverir. Zaten sanki ortada yalnız hâlinden memnun olmaklık var. İnsanın içinden dışarıya taşan, içini ve dışını birleyen o saf zevk. Aşk! İdrak etmenin zevki de bu olsa gerek. Erenlerin bize armağan ettikleri yaşanmışlıkları, insanlara sevgiliyi hatırlatmak üzere yazılmış birer hâtıra defterine benziyor. İnsan, hangi sayfasını okusa yalnızca sevgi doluyor. Bu hisleri aynı şekilde paylaşmayanlar da var tabii. Ezelî nasipte ne varsa insan onu yaşıyor. Bu böyledir. Kimi inkâr ediyor. Kimi teslim oluyor. Netice itibariyle herkes “Ol!” emrinin bir zuhûrâtı. “Ol”anlar arasında teslim olanlar, cemâlin rüzgarlarına kendilerini bırakmış güzel ameller diyarında huzurla akıp gidiyorlar… Aslında şu cüz’î akılla pek de bir şey bilmek mümkün değil. Şükür ki kendileri biliyorlar da bizi alıp götürüyorlar. Bize bildiriyorlar. Çok şükür…

Erenlerin İslâm’ı yaşayışlarındaki zarâfet ile insanlıklarındaki edebin âhengi gören gözü kendilerine hayran bırakıyor. Aşk, kendilerinden öyle bir taşmış ki zamanı mekânı hepsini aşmışlar. Doğrudan sevgilinin kapısında nöbet tutar olmuşlar. Bir anlık kavuşma için yanmışlar tutuşmuşlar. Kendilerinin bıraktıkları eserlerde, bakışlarda, attıkları bir adımda, ellerinin uzanışında, sevgililerinden bahsedişlerinde ve bütün hallerinde bir aşk ediş, aşka yöneliş var. Bu bir deneyimdir, yaşanmışlıktır. Bunun aktarımı da bir imkândır, bir mucizedir. Hz. Peygamber’in miraçtan “Ümmetim!” diyerek dönmesi bizlere ne büyük nimettir. Kendileri ne güzel aşktır. O’nun ahlâkı ile ahlâklanmışların her an, dünyaya fayda ve güzellik saçmaları sebebiyle kendilerinden Allah razı olsun… Sanki yağan rahmet yağmurlarının damlaları…

Onlar, öyle de bir tevâzudadırlar ki bu yazılanları okusalar hemen yırtıp atarlar. Bir hiç olduklarının, âciz olduklarının yazılmasını isterler. Öyle bir haddi de yazar kendinde bulamıyor. Hele herhangi birimiz bir an için bile olsa insanlığa armağan ettikleri yaşanmışlıklarının bir yudumunu halimizde tatsak içerideki bahçenin baharından aşklı kelebekler, zevkli güllerin selâmını getirirler. Böyle güzelliklerden de insan nasıl bahsetmeden durabilir ki…

Ne mutlu ki onlar bizi seçiyorlar. Seviyorlar ve eğitiyorlar. Böyle bir şansın içinde soluk alanlar için sorumluluk da yüksektir. Onların güvenlerini boşa çıkarmamak gerek. Hakkını vermek gerek. Lâyık olmak gerek. Gayret gerek. Biraz da acı gerek. Acıya gözler kapalı dalmak gerek ki Hz. İbrahim ateşe atıldığında nasıl yanmadığının idrakini yaşamak demek. Yaşanmışlıklar güzeldir. Yaşayanlar ise daha da güzel. Onlar hâlâ yaşıyorlar. Ölmüyorlar. Bir ömür vardır ki başlar biter. Fakat gerçek ömür ne başlar ne biter. Onların ömürleri de böyledir. Aktarabileceklerinin hududu yoktur. Her an dâimâ sevgiliden haber ederler. Hatırlatırlar. Sevdirirler. Daha da sevdirirler. Sevgi deryasının olmayan kıyılarına doğru bizleri genişletirler. Büyük lûtuflar içindeyiz, çok büyük… Şükür!

Deryasında Yok Olmak

Kâmil insanları herkes idrâkince anlar, lâkin bazı sultanlar vardırki onlardan biz kâmilin hakikatini dinleriz. Belki anlamayız ama dinleriz idraâk etmek için. Karınca kararınca, kabımıza ne düşerse artık…

20. yüzyılda yaşamış bir büyük mutasavvıf olan Kenan Rifâî nice erler yetiştirmiştir. Bu erlerden biride kendisinin dizinin dibinde büyümüş olan Meşkûre Sargut’tu. Meşkûre Sultan, efendisinden öğrendiği ilmi etrafındaki nasiplilere anlatırdı.O, Kenan Rifâî gözlüğünden ilmi tek tek herkesin kalbinezerk ederdi. Efendisi, canı, herşeyi Kenan Rifâî “Meşkûre seni gergef gibi ilmek ilmek işliyorum” demişti. Meşkûre Anne her hücresi Allah aşkı ile işlenmiş Allah’ın sanatının bir örneğiydi. O arınmış, temizlenmiş ve bu yolda gidenlere rehberlik etmek üzere vazifelendirilmişti. Tıpkı her Allah âşıklısı gibi yolunu kaybetmişlere, susuz kalmışlara derman olmaya memur edilmişti.

Bir mürşidin talebeleri arasında muhakkak fark vardır. Kimisi o deryayı seyreder, kimiside deryada yok olur. Meşkûre Annem ve Sâmiha Annem, Kenan Rifâî deryasında yok olmuş, O olmuş sultanlardandılar. Bir büyük veliyi tanımak için onun hakikatini gerçekten görmüş ve “o olmuş” birine ihtiyaç vardır. Meselâ Veysel Karânî Hazretleri Medine’ye gelmiş ve Peygamber vefât ettiği için O’nu görememişti. Bundan da büyük üzüntü duymuştu. Tek tek herkese O’nu sordu. Ebû Bekir “çok sâdıktı” dedi. Ömer “çok âdildi” dedi. Osman “çok edepliydi” dedi. Aslında hepside kendi vasıflarını Peygamber’de görmüşlerdi, lâkin Peygamber hem âdil hem sâdık hem de edepliydi. Sıra Hz. Ali’ye gelmişti. Hz. Ali’nin anlatımına göre Peygamber putları kırması için Hz. Ali’yi omuzuna çıkarmıştı. Hz. Ali “Aşağıya baktım, her yer Peygamber’in ayakları;hizâma baktım her yer Peygamber’in göğsü, yukarıya baktım her yer Peygamber’in cemâli” diye anlatmıştı. Ve Karânî’ye “Vallahi Peygamber’den başka birşey yok bu âlemde” demişti. Veysel Karânî Hazretleri de Hz. Ali’ye “Yalnız sen görmüşsün Peygamber’i” demişti.

Evet, bir kâmilin hakikatini görmek için kendinden geçip O olmak gerekir. İşte “O olan”da kendi hocasını en iyi şekilde temsil eder ve eksiksiz anlatır. Kulaktan dolma bilgi ile değil.

Kuşkusuz her bir talebe mürşidi için önemli ve değerlidir. Talebe Peygamber ahlâkını giyindikçe güzelleşir ve dünyadaki maksadına erer. Lâkin veliyi sonraki kuşaklara anlatma vazifesi O’nda yok olmuşlara verilmiştir.

Fethi Gemuhluoğlu

Geçenlerde bir vefat haberini internetten aldım. Bir Fâtihahediye etmek için isme baktım: Emine SuzanGemuhluoğlu. Mâlûm, çok sık rastlanan bir soyadı değil. Bu soyadını taşıyan bir ağabeyimi hatırladım hemen. Tanıdığı olup olmadığını sordum.“Evet” dedi, “Suzan Yengem… Merhum Fethi Amca’mın eşi…”

Ertunga Ağabey’i spor yaptığım kulüpte tanıdım. Sadece kendi geçtiği yoldan geçip sporcu olabilmeye çalışan o zamanki biz gençlere hizmeti dokunsun diye bizlerle beraber olur, işinden gücünden, sosyal hayatından fedâettiği zamanı bizlerle harcar, maçlarımızda bizlere mânen ve maddeten destek olurdu. On beş yaşlarında genç bir sporcuyken onun seyretmeye geldiği maçlarımızda şevkimizin ne kadar da arttığını hâlâ hatırlarım.

İlk karşılaşmamızda tekrar Fethi Amca’sından konuşmaya başladık. On yıl kadar önce Yeni Zelanda’da yaşarken Türkiye’den başbakan himâyesinde bir heyetin orayı ziyâret ettiğini, bu ziyâret sırasında uzmanlık alanı olan hayvancılıkla ilgili konularda heyete rehberlik yapma fırsatı bulduğunu anlattı. Soyadını duyunca başbakan kendisiyle tanışmak istemiş. Benim sorduğum gibi, Fethi Gemuhluoğlu’yla bir akrabalığı olup olmadığını merak etmiş. Amcası olduğunu öğrenince bir saat kadar sohbet etmişler.

Cemâlnur Hocam’a bu bahsi anlatınca, Fethi Bey’in ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu, Türkiye’de millî değerlerle yetişmiş birçok önemli kişinin üzerinde hakkı olduğunu anlattı fakire. “Çocuklar ne olur bu büyüklerinizi tanıyın. Arkadaşlarınızla bir araya gelince onlara duâ edin. Kitaplarını okuduysanız arkadaşlarınızla paylaşın. Onların da bilgilenmesini sağlayın. Bu büyükleri tanımanız çok önemli!”dedi.

Fethi Gemuhluoğlu’nu o zamana kadar tanımamış olmanın hicâbıyla hemen araştırmaya başladım. Dostluk üzerine irticâlen yaptığı bir konuşmanın metnini okudum. Konuşmanın başında verdiği selâm dahîşâheser. Mâneviyat ve dünyevî ilmin muazzam bir dengeyle harmanlandığı, peygamber ümmeti azametinin dervişâne bir nezâketle sırlandığı, kullanılan kelimelerdeki zenginliğe bakılarak doğaçlama bir konuşma olduğukat’iyen düşünülemeyecek bir metin…

Fethi Bey hakkında söylenenlerde çok etkileyici. O kadar çok insanın yetişmesinde hizmeti olmuş ki, sâdık sevenleri onun bu hasletini hâlâ dillendiriyorlar. Belki de onu en iyi özetleyen, Necip Fâzıl’ın hakkında söylediği şu sözlerdir: “Kendisine hiçbir tecelli zemini aramayan bir tevekkül zarfına bürülü, sessiz ve sedâsız, ortada görünenlere su taşıyıcı, fikir sakası Fethi Gemuhluoğlu.”

Ertunga Ağabey’in bir özelliği de elli yaşını aşkın olmasına rağmen, televizyonda en popüler yarışmalardan biri olan Survivor’a katılmış olması. Orada da babacanlığı ve canayakınlığı ile izleyiciler üzerinde müsbet bir intibâ bırakmıştı. Bu muazzam insan hakkında kısa sohbetimiz ardından bana üzülerek söyledikleri çok haklı ve gâyet düşündürücüydü: “Bir eğlence programına çıktığım için beni tanıyanların sayısı, maalesef rahmetli amcamı tanıyanların sayısından daha yüksektir.”

Kocaman bir bina düşünün. Bu binayı kuvvetli rüzgârlara, depremlere ve diğer felâketlere karşı ayakta tutan tek şey temelidir. O temel güçlü değilse, binanın mukavemetini arttırmak mümkün değildir. Koca yapıyı ayakta tutan bu parça dışarıdan bakana gözükmez. Çünkü toprağın altındadır. Fethi Gemuhluoğlu, Sâmihâ Ayverdi, MeşkûreSargut, Cemil Meriç, Semiha Cemâl ve daha niceleri… Eğer bugün ayakta kalabiliyorsak toprağın altındaki o temeller sâyesindedir.

Özellikle gençlerimizin gerçek entelektüelleri, gerçek mânevî zenginleri, medeniyet sancağımızın gerçek sahiplerini çok iyi tanımaları gerekiyor.