Yazılar

Japonya’yı Gördüm

Mart ayında Kyoto Üniversitesi’nde bir tasavvuf araştırmaları merkezi kuruldu. İmza törenine katılma ve bu muhteşem olaya şâhitlik etme şansım oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir başlangıcın ne kadar önemli olduğunu bu yazıda anlatmak niyetinde değilim. Tezahürü pek çok yeniliğe önayak olacak böyle bir girişimin etkilerini ancak yıllar içinde idrak edebileceğimiz inancındayım. Şu andaki hislerimizin umut ve heyecan olduğunu, ancak bu açılışın mânâsını tam olarak idrak edilmesinin sadece birkaç şanslıya nasip olduğunu düşünüyorum.

Japonya’ya ayak bastığımız andan İstanbul’a kadar geçen süre daha çok bir hayal âlemi gibiydi. Kyoto ve Tokyo’da bulunmak, alıştığım ve bildiğim pek çok gündelik detaydan farklı bir tecrübeydi. Bu yazıda sizlere bu gezideki birkaç gözlemimi ve tecrübemi aktarmak istiyorum.

Japonya’da hayat sâkin, düzenli ve yumuşak akıyor. Gündelik yaşam, sonu gelmez bir koşturmacadan ziyade ânı idrak etme prensibine göre işliyor. Yemek yediğimiz pek çok restoranda bu sükûneti hissettim. Servis yapan kişiler gayet zarif ve harmoni içinde hareket ediyorlardı. İnsanlar sohbetlerini sessizce yapıyor, yemekler uğultu olmadan yeniyordu. İnsanların hareketleri yavaş, sessiz ancak serî idi. Temizlikleri ise her hallerinden belli idi. Kötü koku ya da tavır kesinlikle yoktu.

Yolda tanımadığım birine herhangi bir şey sorduğumda, karşımdakinin çok samimi yardım etme istediğini gördüm. Baştan savarak ya da acele ile değil, gerçekten yardım etmeye çalışan çok zarif insanlarla karşılaştım.

Japon geleneğinde birini araba ile uğurlarken arkasından el sallamak âdetmiş. Biz her seferinde otobüse binerken tüm güler yüzleri ile bize dakikalarca candan el sallayan kişileri tanıma fırsatım oldu.

Bir Japon ile konuşurken, yüz ifadesinin, beden dilinin ve mimiklerinin edep içinde olduğunu ve karşısındakine karşı çok saygılı ve sabırlı davrandığını gözlemledim. Güleryüz hepsinin ortak özelliği gibiydi.

Kyoto’dan Tokyo’ya geçerken hızlı trenlerin vakte ne kadar riâyet ettiklerini ve sadece 1 dakika istasyonda kalıp hareket ettiklerini gördüm. Alışık olduğumuzun aksine bu 1 dakika içinde trene inenler ve binenler arasında herhangi bir karışıklık ya da kaos olmadı.

Tokyo’ya vardığımızda bir otobüs ile otelimize doğru giderken dünyanın en büyük metropollerinden birinde değil de sanki Maşukiye’de gibiydik. Trafikteki sessizlik gözlerimizi kapattığımızda bir sayfiye yerinde olduğumuzu düşündürebilirdi bize.

Orada insanların genellikle çok küçük porsiyonlarda ve yavaş yemek yediklerine şâhit oldum. Şimdi düşünüyorum da bir haftalık seyahat boyunca kilolu bir Japon’a rastladığımı hatırlamıyorum.

Bir bahçeyi gezmek için otobüsten indiğimde, elimdeki kahve bardağını atmak için çöp kutusu aradım. Ancak göremedim. Rehberimize sorduğumda terör olaylarına karşı çöp kovalarının toplatıldığını söyledi. Gayri ihtiyârî çevreme baktım. Cadde benim evimin salonu kadar temizdi. Rehberimiz gülümsedi. “Bizler çantamızda bir poşet taşırız, gün içinde çöplerimiz için bu poşeti kullanırız ve akşam eve gidince atarız” dedi. Bizim durumumuzu düşününce ben de gülümsedim.

Elektronik marketleri gezerken, her ihtiyacın nasıl titizlikle düşünüldüğünü ve buna uygun çözüm geliştirildiğini gördüm. İlimde ve teknolojide bu kadar ileri olmalarının bir tesadüf olmadığını ben seyahatte öğrendim.

Teknolojik gelişmenin ve çağa ayak uydurmanın geleneği bırakmayı şart koşmadığını, bilâkis her ikisinin de var olduğu bir toplumda insanların daha huzurlu olduğunu, birinin diğerinin yerine geçmesine gerek olmadığını canlı bir örnek ile yaşamış oldum.

*****

Japonya’dan ve Japonlardan her birimiz ayrı ayrı etkilenmiş olarak döndük. Bu güzel anı hâlâ çok tazeyken dün televizyonda bir habere takıldı gözüm. Japonya’da geceleri içinde uyunabilecek kütüphaneler açılmaya başlanmış. Geç saatlere kadar kütüphanede çalışanların eve dönmeden uyuyabilmeleri ve çalışmaya ertesi sabah devam edebilmeleri için… Kyoto sokakları, târihî tapınaklar, kimono ile gezen genç kızlar, Tokyo’daki gökdelenler, metro sistemi, zarif sunumlu yemekler, Fuji Dağı, birbirinin üstüne köprü gibi inşaa edilmiş yollar geçti gözümün önünden.

Gülümsedim.

Kök ve Meyve

Japonya ve Türkiye’nin birçok ortak yönü olduğunu fark etmiş bulunuyorum. Meselâ ‘Anadolu’ kelimesinin anlamlarından biri “Güneş’in doğduğu yer” olarak geçiyorken, Japonya’nın adını oluşturan kanji karakterler de “güneş” ve “köken” anlamına geliyormuş. Bu nedenle Japonya “Doğan Güneşin Ülkesi” diye de biliniyormuş. İki ülkenin de etrafı mavi sularla çevrili, iki ülkenin insanları da edep ve hürmet konusunda çok titizler. Önemli bir ortak yönümüz daha var: Çalışma azmimiz. Her ne kadar şu anda geçmişe oranla daha az faal isek de iyi biliriz ki Mustafa Kemâl’in dediği gibi “Türk milleti çalışkandır.” Japonlar da âşikâr olduğu üzere çok çalışkan bir millet. Onların kalkınma ve teknoloji açısından bizden daha ileride olmalarının sebepleri elbette uzmanlık gerektiren bir araştırma konusu. Ama ben kendi çapımda da olsa bunun üzerine biraz eğilmek istiyorum.

Kalkınma çerçevesinde dikkat çeken noktaların belki de en önemlilerinden birisi Japonların harflerini değiştirmeden, kendi kültürel değerlerini bir kenara atmadan bu gelişmeleri sağlayabilmiş olmaları. Demek ki insan yazısını, an’anesini, geleneğini değiştirmeden de onları atmadan da gelişebiliyor, ilerleyebiliyor. Zaten gelişmek demek kökleri üzerinde yükselmekle olan bir şey değil midir? Kökle irtibatlı olmayan dal büyür mü, meyve verebilir mi?

Türk-İslâm tarihinde seyredilen o çalışma disiplini, üretkenlik ve hizmet gayreti sonucunda ortaya benzersiz eserler konmuş. En büyük eser ise bu milletin ta kendisi. Bütün kültürel değerleriyle, an’aneleriyle, renklilikleriyle bir şâheserdir bizim milletimiz. İşte bu yüzden üstü hep örtülmeye çalışılmış ve çalışılmakta. Latin harflerine geçişimizle de iyice şaşkına döndürülmüşüz; hiçbir şey bilmeyen, câhil bir millet olarak nitelenmişiz. O muazzam eserler kâğıt parçası hatta çöp muamelesi görmüşler. O muazzam birikimi hor görmek maalesef şeref yerine geçirilmiş.

Depresyonda olduğuna inandırılan, kudretli bir insan gibi düşünüyorum ben milletimizi. Buradaki sorun, bizim bu uyku ilaçlarını almayı reddedemeyişimizde olmalı. Belki hassas bir döneminde, zayıf düştüğü bir anda hasta olduğuna inandırılmış, âciz ve perişan bırakılmak istenen bir koca yiğit gibiyiz. Tedavi adı altında verilen zehirlere ne yazık ki karşı koyamamışız. Hatta bunların savunuculuğunu bile üstlenmişiz. Meselâ “Efendim, divan edebiyatını anlayan yok, bunu okusak ne okumasak ne, bunların ne lüzumu var?” “Osmanlıca öğreneceksiniz de ne olacak, mezar taşlarını mı okuyacaksınız?” diye verilen akıl ile “Ayasofya bir müzeyken minarenin orada ne işi var, orada minareye ne lüzum var?” diye verilen akıl aslında aynı mantık sahibine âit. Bu sözlerse çok acıklı, çok ıztırap verici, çok tehlikeli sözler. Geçmişiyle bağları koparılmak istenen, sanatından, mûsıkîsinden, tüm kültür ve şahsiyetinden uzaklaştırılmak istenen bir milletiz. Yahya Kemâl şöyle diyor:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi!
Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi!
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
Gālib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın

Büyüklerimizin tespitlerine göre hakikî Müslümanlığı yaşayan, adeta İslâm’ın son ordusu olan Türk milletidir. Türk milleti, sadece Türkiye için önemli değildir. Türk milleti tüm dünya için önemlidir. Milleti millet yapansa onun köklerindeki özü, kültürüdür. Bugün Japonya’yı da, Amerika’yı da, Çin’i de “medeniyet”le buluşturmakta olan ilim işte o kültürün meyvesidir. Durum böyleyken harf inkılabından sonra geçirdiğimiz travma sonucu hâlâ üzerimizden atamadığımız iki etki var: Aşağılık kompleksi ve kendimize güvenememe. Ama burada takılıp kalamayız… Zira Mehmet kif’in tarihi aşmakla nitelediği, tarihe sığdıramadığı Bedr’in aslanlarıyla bir tuttuğu işte biziz. Tevhid için, İslâm’ın son ordusu olarak savaşan biziz. Japon için de, Çinli için de, Amerikalı için de, yarın belki Koreli için de, Rus için de, Yunan için de örnek olacak şahsiyet işte bizim kültürümüzde. Nerede kaldı aşağılık kompleksi, nerede kaldı yabana hayranlık, nerede kaldı depresyon?.. Biz cehâlete hükümlü, rotasından, yolundan şaşan değil, tarihi aşan, aşmak zorunda olan, vazifeyle yükümlü bir milletiz.

….
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhîdi
Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın

Muhammedun Resûlullah

2015 “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri Gecesi’nde René Guénon’un oğlu Abdülvâhid Yahya Beyefendi’nin tercümanlığını yapma şerefi fakire nasib oldu. Bir derviş evinde yetişmiş olduğu belli, vakur, nazik, zaman zaman azametli fakat hep yüzü gülen bir insan. Ödül töreninde sahneye çıkana kadar kuliste bolca sohbet etme fırsatımız oldu.

Kendisi babasını görememiş. Annesi, babasının ölüm döşeğinde kendisini çok özleyeceğini söyleyince, René Guénon doğacak çocuğa kendi isminin verilmesini vasiyet etmiş ve onunla avunmasını salık vermiş. Vefatından sonra dahi dünyanın dört bir yanından müfekkirleri etkilemeye devam eden bu büyük insanın, oğluyla avunulması konusunda da haklı çıkmış olduğunu gördüm nâçizâne. Edebi, tavırları ve babasının hâtırasına lâyık yaşantısının yanında, yaptığı konuşmayla da babasının mâneviyatını ödül törenine taşımada üzerine düşeni eksiksiz yerine getirdi.

Ödül takdiminden önce, konunun uzmanları René Guénon’un neden bu kadar önemli olduğunu tafsilâtlı şekilde anlattılar. Abdülvâhid Yahya Beyefendi de bu anlatılanların üzerine bir şey eklemek hususunda aczini belirterek konuşmasına başladı. Fakat yine de hayatı hakkında birkaç söz söylemek istediğini söyledi.

Bahsettiği birkaç şey, tüm gecenin özetini, ruhunu ve merhum babasının ve o yolda gidenlerin neden tekrar tekrar anılması gerektiğini çok açık şekilde ortaya koydu. Kısaca hayatının üç dönemi olduğunu anlattı:

“Lâ ilâhe / illallah / Muhammedun Resûlullah.”: “Sahte ilahların reddi / Vahdetin tasdîki / Kur’an’ı hayata geçirmek, böylece Allah’a ulaşmak.”

René Guénon ve kemal yolunda yürüyen diğer mübâreklerin tümünün hayatı, bu üç düstur üzerine kuruludur desek, ne eksik ne de fazla söylemiş oluruz. Fakat avamla aralarındaki en büyük fark, üçüncü unsurda ortaya çıkıyor. Hz. Peygamber’i kendisine rehber edinip onun ahlâkı ile ahlâklanamayan kimse, ilk iki unsurda da eksik bir taklit ehli olmaktan ileri gidemiyor.

Cemâlnur Hocam’ın yıllardır üzerine nefes tükettiği konu da bu: Peygamber, Peygamber ve yine Hz. Peygamber!

Bu üçüncü adımdaki eksiklik İslâm’a yabancı olanların algılarını kapattığı gibi, biz müslümanlarda da büyük kusurların ortaya çıkmasına sebep oluyor. İslâm’ı bilmeyenler çoğu zaman ya dünyada müslüman olduğunu iddia eden topluluklara bakarak ya da çok az anlayabildikleri Kur’an’dan âyetler seçerek İslâm hakkında hüküm vermeye çalışıyorlar. Böyle bir çaba maalesef çoğu insanı bilmedikleri bir zenginliğin dışında kalmaya itiyor. Hz. Peygamber’in hanımlara saygı ve ihtirâmından bîhaber kimseler, İslâm’ın kadın hak ve hukûku konusunda sorunları olduğu sonucuna varabiliyor. Ya da Hz. Peygamber’in en büyük tavsiyesinin ilim tahsil etmek olduğunu anlayamayanlar, son yüzyılda müslüman devletlerin yaptığı teknolojik gelişmelere bakarak İslam’ın ilmî terakkî noktasında gerici, bağnaz bir sistem olduğu görüşüne varıyor.

Buna benzer şekilde kendi dininin peygamberini anlamakta âciz kalan biz müslümanlar da, “hak” dine en büyük zararı vermiş oluyoruz. İslâm adına mâsum insanlara kıyanlardan ya da hâlâ araç kullanmanın haram olup olmadığını tartışanlardan da bahsetmiyorum. Günlük hayatımız dâiresinde bizlere bakıldığında, Peygamber evlâdı olduğumuz âşikâr olmuyorsa, elîm bir hatâ içinde olduğumuz maalesef açıktır diye düşünüyorum.

O Allah’ın sevgilisinin birisinin konuşmasını dinlerken iki omuzunu o kişiye çevirip dikkatle dinlemesini, baktığı koyunlarını dahî tek tek isimlendirerek ayrı ayrı sevmesini, misafirlik adabını, çocuklara olan derin saygı ve sevgisini, giyimindeki tevâzuyu temizlik ve estetikle birleştirebilmesini, her an bir hizmetle meşgul olmasını ve daha nice güzel huyundan birkaçını kendi hayatımızın bir parçasına yansıtabilsek, aklı olan her kulun bugün biz müslümanlara bakarak gözyaşlarıyla “Lâ ilâhe illallah!” dediğine şahit olurduk.

René Guénon’un bir filozoftan farkı, düşündüklerini hayatına nakşedebilmiş olması. İşte bu özelliği sayesinde de binlerce insanın İslâm’la müşerref olmasına vesile olabilmiştir. Abdülvâhid Yahya Beyefendi hâlâ babası sayesinde İslâm’ı kucaklayan yüzlerce insanın hikâyesine şâhit olduğunu söylüyor. Bu güzel insanın hayatının özünü çok veciz, bir o kadar da derin bir mânâda bizlere aktardığı için kendisine şükranlarımı sunuyorum.

Hakikatte Kimiz?

Bir sohbet meclisinde duyduğum şu cümleler uzun zamandır zihnimde: “Refleksiniz dinî bir cümle olsun, yani dilinizin hemen altındaki Allah olsun ve unutmayın ki nefsinize ağır gelen bir şeyle karşılaştığınız an verdiğiniz o ilk tepki, hakikatte kim olduğunuzu gösterir.”  

Duyduğum an yüzümde hissettiğim tokadın izi hâlâ duruyor sanki. Aslında bu cümleler, çocukluğumdan beri farklı kelimelerle hep işittiğim ifadeler… Fakat her şeyin bir vakti olduğu gibi, bu ifadelerdeki mânânın beni alt üst edeceği zaman da galiba o gündü. Çünkü bu konuyla ilgili hatâlarım birikmişti. Ayrıca yaptıklarımın farkında olduğumdan kendimi gözaltına almıştım ve böylece karşıma çıkan bu cümleler yahut söyleyen kişi beni kendime getirivermişti. Cenâb-ı Hak da vesile kıldıktan sonra… İşte o gün oturduğum koltukta ufaldıkça ufaldım sanki.

Biliyoruz ki dünya gailesi içinde güllük gülistanlık bir hayat sürmek, rahat etmek pek mümkün değil… Bu dünya sahnesinde bizim gibi milyarlarca insan var, bir de herkesin kendi içinde ruh ile nefis mücadelesi var. Bu yüzden en ufak şeyden tetiklenip istemediğimiz refleksleri göstermek ve yoldan çıkmak ile yolda kalmak arasında gidip gelmek çok kolay… Peki yaşadıklarımız karşısında ne tür reflekslerimiz oluyor? İlk tepkilerimizde ne yapıyoruz? Öfkemizi dışa vurup karşı tarafa mı kızıyoruz, yoksa içimize atıp gönlümüzü mü kirletiyoruz? Sıkıntı karşısında ağlayıp isyan mı ediyoruz, yoksa kimden geldiğini unutarak sûretlere mi takılıyoruz? Yahut bir başarı elde ettiğimizde, bir nimetle karşılaştığımızda kendimizden mi bilip seviniyoruz?

Üzerinde düşünsek söylenecek o kadar çok şey var ki… Her an bir imtihan… İşte imtihanlarımıza gösterdiğimiz tepkilerle hayatı ya kendimize kolaylaştırıp cennet kılıyoruz yahut daha da zorlaştırıp zindan ediyoruz. Ve kim olduğumuzu, yani nasıl bir kul olduğumuzu farkında olmadan ortaya koyuyoruz her defasında…

Bu yüzden davranışlarını kontrol altına almalı insan… Kontrol altına almaktan kasıt ise şu: Allah’ın rızasına aykırı söz söylememek ve nimette de belâda da, her durumda “Senden Allah’ım!” diyebilmek. Sonuç olarak ne sevin ne üzül ne öfkelen ne de isyan et… İşte insan bunları hakkıyla yapabilirse gerçek bir mümin oluyor. Yoksa nefsine ağır geldiği için isteyerek yahut istemeyerek ortaya koyduğu tepkiler, onun Allah’a değil de nefsine kul olduğunu gösteriyor.

Hâsılı, keşke durup gönül aynamıza bakabilsek ve hep uyanık olabilsek… Zira bu yolda “Ben Müslüman’ım.” veya “Ben iman sahibi biriyim.” demekle iş bitmiyor. Cenâb-ı Hak bizden delil istiyor! Duyduklarımızı hâl etmek nasip olsun inşaallah…

Aklı Çıkar Aradan, Görünür Olsun Yaradan

Biz sıradan insancıklar yüksek mânevî deneyimler ve kerâmetler ile yaratıcıyı görmeye, deneyimlemeye istekliyizdir genelde. Çoğunlukla bu kerâmetleri “insanüstü”nü ya da “insanötesi”ni deneyimleyen insanlarda buluruz. Bizim gibi iki gözü, iki kulağı, bir burnu olan “normal” insanların ortaya koydukları işler ve olağan dışı performanslar karşısında şaşakalırız ve bu hayretimizi kültürümüzün bize aşıladığı edeple “Allah’ın büyüklüğü”nün bir göstergesi olarak düşünür ve dile getiririz. Kimi zaman da “dâhi” olarak adlandırırız ve kendimizi güvenli bir şekilde soyutlarız bu “insanötesi” deneyimlerden.

Ne var ki son yıllarda yapılan araştırmalar “dâhi” bazen de “çılgın” dediğimiz bu insanların temelde bizden çok da farklı olmadıklarını ve onların beyinlerinde ya da bedenlerinde sadece onlara özgü olan bir özelliğin olmadığını ortaya koymaktadır. Peki o halde neden ben de bir Arşimet, bir Itrî, bir Hazerfan, bir Michalengelo olamıyorum? Eğer aynı hammadde, aynı malzeme ile yaşıyorsam aramızdaki bu farkı doğuran ne? İşte bu soruyu sormak için gerçekten insanın içinde bir rahatsızlık duyması gerekiyor. Sinan Canan Hocamın da ifadesiyle bu süreç önce “rahatsız bir zihin”e sahip olmakla başlıyor. İşin şakası bir yana, birtakım insanlar bu “rahatsızlık”la yola koyulup muazzam şeyler farketmiş gibi görünüyorlar.

Buna “Akış” ya da “Akışta olma” adını veren ve benim daha hâlâ adını bile doğru söylemeyi  başaramadığım Mihály Csíkszentmihályi’ye göre bu hal, kişinin tamamen yaptığı şeye derin bir şekilde odaklanması olarak tanımlanıyor. Tamamen odaklanmış süper yüksek bir motivasyon! Duygusal anlamda kişi aslında yaptığın şeyin zevkiyle tamamıyla kendinden geçiyor. Akışta olma hâlini daha sıklıkla deneyimleyen kişiler üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar bu hâlin bazı karakteristiklerini şu şekilde ifade etmektedir:

  • “An”da olma
  • Derin bir odaklanma hâli
  • Kendi tarzını ortaya çıkartma
  • Yaptığı şeyi iyi biliyor olma

Bu dört özellikten sonuncusuna baktığımızda akış hâlinin ortaya çıkabilmesi için kişinin o şeyi daha önce yapmış olması ve iyi biliyor olması lâzım. Malcolm Gladwell’in ustalık için 10 bin saat pratik gerektiğine dair teorisi burada geçerli olurken yine akış hâli üzerine yapılan çalışmalar bu deneyimin pratiğe de yansıdığı durumlarda ustalığın pratik saatini neredeyse yarı yarıya azalttığına işaret etmektedir. Yani akış hâlinin öncesinde mutlaka bir gayret ve öğrenme var. Diğer bir unsur olarak kendi tarzını ortaya koymak şart. Kişinin akışta olmayı deneyimlemesi tamamen onun kendi özgün tarzıyla mümkün.

Bununla birlikte aslında akışta olma, biz “sıradan” insanlar için de çok yabancı olan bir durum değil. Bir şeye konsantre olarak zamanın nasıl aktığını fark etmediğimizde, çok zor bir problemi üzerinde doğru düzgün düşünmeden bile çözdüğümüzde, çok riskli bir durumda inanılmaz kısa sürede en doğru kararı verebildiğimizde hep kendimize hayret ederiz ya… İşte o anlarda bizler de akışta olma deneyimini yaşıyor oluyoruz.

Atletler, adrenalin sporları ile uğraşanlar ve sanatçılar gibi daha göz önünde olan insanlarla yapılan çalışmalarda, akış hâlini deneyimlemenin ön koşullarına, tetikleyicilerine ve aşamalarına dair pek çok veri toplanarak birtakım çıkarımlarda bulunulmuş. Buradaki çalışmaların esas amacı ise insan potansiyelinin maksimum seviyede ortaya çıktığı bu hâli kazâra yaşanan bir hâl olmaktan çıkarıp herkesin ihtiyaç duyduğu anda deneyimleyebileceği bir tecrübeye dönüştürebilmek. Akış hâlinin ardındaki kimyasal, biyolojik ve psikolojik yapılar araştırılmaya devam ediyor. Hangi nörotransmiterlerin (sinir ileticilerinin)  hangi aşamalarda devre girip çıktığı ve beynin hangi alanlarındaki aktiviteyi yükseltip hangilerindeki aktiviteyi düşürdüğüne dair pek çok bulgu var. Bunların bir kısmı biraraya gelerek derin odaklanma sağlarken bir kısmı mutluluk ve keyif hissini oluşturuyor. Bu nörotransmiterlerin akış sırasında beynin ön kısmındaki aktiviteyi azalttığı yani bilinçli düşünmeyi baskıladığı çeşitli görüntüleme teknikleriyle görüntülenmiş durumda. Başka bir ifadeyle “akış” deneyiminin yaşandığı ve insan potansiyelinin insanüstü seviyede ortaya çıktığı durumlarda, tasavvufta akl-ı meaş olarak bilinen ve sadece dünya işine eren, kıyaslamalı, rasyonel akıl devreden çıkıyor. İşte tam da bu noktada başka bir akıl öne çıkıyor, öyle bir akıl ki milisaniyeler içerisinde binlerce veriyi işleyip ölüm-kalım anlarında en doğru kararları vermemizi sağlıyor ya da daha önce eşi benzeri görülmemiş sanat eserleri üretmemizi, kimsenin tahayyül edemeyeceği bilimsel buluşlar yapmamızı sağlıyor. Aslında insanlık olarak yol kat etmemizi, sıçrayışlar yapmamızı sağlayan akıl da bu akıl gibi görünüyor. Yine tasavvufta öğrendiğim kadarıyla buna akl-ı mead deniyor ve dünya işine eren aklı aradan çıkardığımızda sanıldığı gibi akılsız kalmayıp mutasavvıfların adına küllî akıl ya da ilâhî akıl dedikleri bir başka akılla başbaşa kalıyoruz. Bir anlamda yazının başlığındaki gibi aklı aradan çıkarıp yaratanı, onun muazzamlığını ve ondan bize yansıyan potansiyeli görebilir, deneyimleyebilir oluyoruz.

Roma’daki Sistine Şapel’e gidenler ya da resimlerini görenler tavanda Tanrı’nın Âdem’e dokunarak onu yarattığı meşhur freski hatırlayacaktır. Kimbilir belki de her “akış” deneyimi o temasın yeniden yeniden –farkında olalım olmayalım-  yaşanması ile insanlığın her an yeniden yaratılmasıdır.

 

Türkiye’nin Ermeni Meselesi – II

Sâmiha Ayverdi’nin “Türkiye’nin Ermeni Meselesi” isimli kitabının Sertaç Karaağaoğlu tarafından hazırlanmış bir özetini bölümler hâlinde dergimizde yayınlamaya başladığımızı geçen sayımızda belirtmiştik. Bu sayımızda sözkonusu özetin ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

***

Osmanlı Hükümeti 1914’te Cihan Harbi’ne girdi ve seferberlik ilân edildi. Aynı gün -21 Temmuz 1914- Taşnaksutyun ve diğer komitelerin yaptıkları fevkalâde toplantı sonunda taşra şubelerine şu tâlimat gönderildi:

“Rus ordusu hududdan ilerler ve Osmanlı askeri çekilir ise, her tarafına birden eldeki vesâit ile kıyam olunacak, Osmanlı ordusu iki ateş arasında bırakılacak, binalar ve beylik müesseseler bombalarla berhavâ edilecek, yakılacak, hükümet kuvvetleri işgal olunacak, levâzım kafilelerine baskın yapılacaktır. Aksine, Osmanlı ordusu ilerler ise, Ermeni askerleri silâhlarıyla Ruslara iltihak edecek ve kıtalarından firarla çeteler teşkil edileceklerdir.”

Bu bir başlangıçtır, ama bundan sonraki tüm gelişmeler bu minval üzere olmuştur. Bu arada, Fransa, İngiltere, Ermenileri kışkırtmalarını daha da arttırmışlardır. Taşnaksutyun’un faaliyeti, Çarlık Rusyası için, Türk Ermenistanı’nın işgaline efkâr-ı umumiyyeyi hazırlamaya mâtuftu. Beynelmilel vaziyet ve Çarlık Rusya’nın temâyülü hiçbir zaman Ermenistan muhtâriyetini vücûda getirmek değildi.

Seferberlik ilân edilmişti. Meşrûtî idârenin bütün nimetlerinden istifâde eden, daha evvel isyanlarda elebaşılık yapmış sergerdeleri Meclis-i Mebûsan’da mebus olarak bulunduran Ermenilerin de harbe iştirak etmesi icâp ediyordu. Ama komiteler ve rûhânî reisler, ırkdaşlarına kat’iyen harbe girmemelerini söylüyorlardı. Birçoğu bu emre uydu. Komiteler harbe gidenlerin silâhlarıyla beraber kaçmalarını emretmişti. Emir harfiyen yerine getirildi. Türk ordularından kaçırdıkları silâhları, Türkleri öldürmek için kullandılar. Osmanlı Devleti karşısında savaşan İtilâf Devletleri, Ermenileri ileri karakol olarak kullanmaya başladılar.

Taşnaksutyun Komitesi 1910 yılında Kopenhag’da yapılan Sosyalistler Kongresi’nde verdikleri muhtırada, Türkiye’deki faaliyetlerini şöyle özetler:

“1908 senesine kadar komitemizin Türkiye’deki faaliyet ve icraatı gizli ve gece olurdu. Silâh talimleri daima gece icrâ edilirdi. Faaliyetimiz tamamıyla ihtilâlî ve siyâsî bir mâhiyeti hâizdi. Aynı faaliyete bugün Memâlik-i Osmaniye’deki merkezlerimizde devam ediyoruz. Yalnız şu fark var ki, bunlar şimdi âşikâr ve gündüzleyin oluyor.”

Gönüllü olarak Rus ordusunda çarpışan Ermenilerin hâricinde kalanlar da Türk ordusunu içeriden hançerlediler. Ermeniler İtilâf Devletleri’ne casusluk yapıyorlardı. Ama bu, İtilâf Devletleri için kâfî değildi. Arkada ailesini, çocuğunu, annesini, babasını, kardeşini bırakıp cepheye giden Türk askerinin cepheden kaçması veya düşmanla iyi savaşamaması için geride bıraktıklarından emin olmaması lâzımdı.

Gene 1914-1918 Harbini müteakip Fransızlar Hatay’a girdikleri zaman, Ermeni çetecilerini silâhlandırıp eli-kolu bağlı müdâfaasız Türk halkını genç-ihtiyar, kadın-çocuk ayırmadan katliama tâbî tutmaları ne hazindir. Fakat daha da hazini, her zaman olduğu gibi, Garb’ın öldürenleri mazlum, ölenleri zâlim kabul ve ilân etmesidir.

Ermeni milleti o kadar kan dökücü ve gözünü kıpmadan cinâyet işlemeye elverişli bir iç bünyeye sahiptir ki, Gregoryenlerin bir Katolik Ermeni rahibini kaçırıp, mezhebinden dolayı işkence ile öldürdükleri mâlûmdur.

1914-1918 Harbi ile beraber, Türk orduları, birçok cephede çarpışma vaziyetine girmiştir. İşte böyle bir zamanda Ermeniler, İtilâf Devletleri’nin işlerini kolaylaştırmak için II. Meşrutiyet’ten bu yana yapılan hazırlıkları süratlendirmeye başladılar. Ellerinde bol miktarda silâh, bomba vs. bulunuyordu. Karşılarında da harb eden bir devletin, iç güvenlik için tutabildiği az sayıda asker ve asıl mühimi, kadınlar, ihtiyarlar ve çocuklar vardı. Ermeniler için kahramanlık gösterme yolunda bundan büyük fırsat mı olurdu? Neticede Zeytun (Kahramanmaraş), Kayseri, Bitlis, Erzurum, Ma’murâtü’l-Aziz (bugünkü Elazığ), Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Yozgat, Van, İzmit, Adapazarı, Hüdâvendigâr (Bursa), Adana, Halep ve İzmir vilâyetlerinde, II. Meşrutiyet’ten evvelki isyanlara ilâveten bir de sabotaj hareketlerine girişildi. Gönüllü Ermeni birlikleri teşkil edilmişti. Bunlar, Rus ordusu saflarında Türklere karşı savaştırılıyordu. Daha evvel İngiltere’ye, Amerika’ya ve Rusya’ya gönderilmiş Ermeniler, bilhassa Kayseri ve Sivas’ta bomba imâl ediyorlardı. Çeteler tarafından öldürülen askerlerin ve Müslüman ahâlinin cesetleri parça parça ediliyor, gözleri oyuluyor ve akla hayâle gelmedik vahşetler yapılıyordu.

Cephede savaşan askerin içerilerine kadar sokulan Ermeniler ve bilhassa kilise mensupları, İtilâf Devletleri ve bilhassa Rusya hesabına casusluk yapıyorlardı. Meselâ Ma’murâtu’l-Aziz vilâyetinde İngiliz Konsoloshanesi’nde tercüman olan bir Ermeni, Onbirinci Kolordu hakkında bizzat dolaşarak topladığı mâlûmatla beraber yakalanmıştı. Burada bir parantez açıp İngiliz, Rus, Fransız gibi bütün ecnebi sefârethane ve konsoloshanelerindeki çeşitli hizmetlerin Ermeniler tarafından görüldüğünü ifâde edelim.

Birinci Cihan Harbi’nin başlangıcında harbe girememiş olan Amerika’yı tahrik ederek harbe sokmak için, Amerikan Koleji muallimlerinden Mr. Herborg’u Suşehri’nde öldürmüşlerdi. Bu cinayetin Türkler tarafından yapıldığı hakkında propaganda yapılmış ise de, Amerikan Konsolos Vekili Mr. Kek’in iştirakiyle kurulan komisyon, cinayetin Ermeniler tarafından ve zikredilen maksada mebni yapıldığını tespit etmiştir.

Van hududunda Türkler, Ruslarla muhârebe ederken, içerdeki Ermeniler orduyu arkadan vurarak şehrin düşmesini sağlamışlardı.

Hükümet, memleketin en buhranlı zamanında bunu kaçırılmaz bir fırsat bilerek hayatımıza kasteden askere, jandarmaya, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara karşı en müthiş cinayetleri irtikab eden, casusluk ve sabotaj yapan komitelere ait şubelerin derhal kapatılarak üyelerinin dağıtılmasına, nihayet 11 Nisan 1331’de (1915) karar verdi. Çıkarılan kanun:

“Madde 1- Vakt-i seferde ordu ve kolordu ve fırka kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları, ahâli tarafından herhangi bir kuvvetle hükümet emirlerine, memleket müdafaasına ve asâyişin muhâfazasına taalluk eden icraat ve tertibâta karşı muhâlefet ve silâhlı tecâvüz, mukavemet görürlerse, derhal askerî kuvvetle şiddetli surette bunları cezalandırmaya, yapılan tecâvüz ve mukavemeti esâsından imhâ etmeye mezun ve mecburdur.

Madde 2- Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları, askerî sırları ifşâ veya casusluk ve hıyânetlerini öğrendiklerini köylerde ve kasabalarda meskûn kimseleri teker teker veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskân edebilirler.

Madde 3- İşbu kanun neşir tarihinden muteberdir.”

14 Mayıs 1331 (1915)

Ermenilerin bulundukları yerden başka bir yere nakledilmeleri, bir devlet güvenliği zarûreti olarak tecelli etmiştir. Zira Ermeniler, orduyu arkadan vurmuşlar, erkeksiz kalan kadınlara, babasız kalan çocuklara tasallut etmişler, askerî manevraları ve ordunun vaziyetini İtilâf Devletlerine raporlar halinde bildirmişlerdir.

Ermeni komiteleri gene de çeteler hâlinde faaliyetlerine devam ettiler. Öyle ki, güvenlik kuvvetlerinin nezâretinde bir yerden başka bir yere nakledilen kafilelere hücum ederek, hem jandarmaları katlettiler, hem de kendi ırkdaşlarını yollarda perişan eylediler. Ayrıca nakledilen Ermeniler, ayrıldıkları yerleri ateşe vererek, büyük zararlara sebep olmaktan da geri kalmadılar. Bu nevî müdahale ve hıyânetler olmasaydı, nakil işleminin sâkin ve rahat geçeceği muhakkaktı.

Ermeni komiteleri, sahte ve uydurma isimlerle Avrupa gazetelerinde makaleler yazıyorlar, beyannâmeler neşrediyorlar ve durmaksızın katliamdan bahsettiriyorlardı. İngilizler öteden beri Ermenileri şarkta siyâsî menfaatleri için bir âlet olarak kullanmışlar, bunları siyâsî memurları, misyonerleri vâsıtasıyla kendi menfaatleri uğrunda felâketten felâkete sürüklemişlerdi. Fakat şu son teşebbüsleri, harb ettikleri devleti içten yıkmak gayesini güdüyordu.

Editörden (Mart 2016)

Merhaba canlar,

Her Nefes Dergisi’nin Mart 2016 konusu “Sâmiha Ayverdi’nin Sanat Anlayışı” olarak belirlendi. Sâmiha Annemiz gibi Türkçeyi mükemmel kullanan, onlarca kitap yazmış, -kendi mütevâzi tanımlaması ile- “dile gelen taş” olan ve nice taşları, âlemleri dile getiren, müstesnâ bir öğrenci ve mükemmel bir öğretmeni anlamak ve anlatmak… Bu, biz eksik ve kusurlu beşerler için müşkül bir mesele oldu.
Elbette kelâmlarımız, kalemlerimiz ve biz yine eksik kaldık ve koca sultanımızın sınırsız hoşgörüsüne sığındık. Burada sadece denedik efendiciğim, denedik, diyebiliyoruz.
Dergimizin yazar grubu içinde bu işi profesyonel olarak yapan kimse yok. İçimizde meslek olarak sanatla uğraşan kimse de yok. Hemen hepimiz kendimizce sanatla ilgileniyoruz. Birçoğumuz da bunu amatör bir ilgiden öteye geçirmiyor. O zaman “niye böyle bir konu seçtiniz?” derseniz, buna verilecek cevabımız “sadece o güzel sultanı, o gerçek insanı anlamaya ve tefekkür etmeye çalışmak” olabilir. Hemen eklemek isterim ki, bunu tamamen amatörce ve kendi kaplarımız ölçüsünde yapıyor veya yapmaya çalışıyoruz.
Bu sayıda yazısı olan dostlarımızdan bazıları ya Sâmiha Annemizin kendisini görme lûtfuna nâil oldu ya da onun yaşadıklarından, onun hakkında anlatılanlardan etkilendi. Kimimiz, sayısız eserleri içinden okuduğumuz kitaplarından kendimizce bir şeyler aldık ya da okuduklarımızın içinde geçen bir söz veya beyit üzerine tefekkür ettik. Ya da başta Cemâlnur Annem olmak üzere şekillendirdiği canlı eserlerinden, öğrencilerinden bu kıymetli öğretmenin, bu müstesnâ yol göstericinin öğrencilerinin hayatlarındaki yerini ve önemini dinledik. Özetle, farklı şekillerde ve sebepler ile Sâmiha Ayverdi’den etkilendik.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi bizler için Sâmiha Annemizi anlatmak kolay bir görev değildi. Biz o sultanın ancak kendi eksik aynalarımızdaki eksik yansımalarını anlamaya ve anlatmaya çalıştık diyebiliriz. Bizim ona bakışımız, ancak eksik görüşümüzün nasip ettiği kadar ve maddî-mânevî eserleri üzerinden, kendi kabımızca olabildi. Bu vesile ile başta Sâmiha Annemiz olmak üzere, tüm büyüklerimizi hürmetle ve hasretle anıyoruz. İnşallah her halleri ile bize daima örnek olan bu müstesnâ büyüğümüze ve tüm büyüklerimize lâyık olmak temmenisi ile kusurları bize, güzellikleri derginin sahibine ait olmak üzere Mart 2016 sayımıza hoşgeldiniz, sefâlar getirdiniz diyoruz.

Sohbetler (Mart 2016)

Tanbûrî Cemil Bey’in san’atındaki tesir, içine aşk karışmış olmasındandır. Taklit başkadır, aşk başkadır. Kaynağı aşk olan san’at, evvelâ sanatkâra tesir eder, oradan da karşısındakilere sirâyet eder.

Fakat şunu da söylemek lâzım ki bir kimsede bu aşka ne derece istidat olursa olsun, yine de san’atı kazanmak için çalışması şarttır. Bir sanatkâr, sazına hâkim olabilmek için en az yirmi sene çalışmaya mecburdur.

Bir tahta parçasının üzerine bunca yıl emek sarfetmeyi çok görmüyoruz da vücûdumuz kemanını veya tanburunu söyletmek için bu yirmi otuz seneyi neden fazla buluyoruz?”

Münîre Hanımefendi:

– Çok şükür bize bu hakikatleri bildiriyorsun, kıymetini de bildir Efendim…

“Hiç olmazsa onu bilebilseniz… Gıll ü gışsız ve takıntısız olarak. Fakat kelimede kalma, mânâya geç.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 283)

******

Her ilmin ve san’atın ayrı ayrı hocası olduğu gibi bu ruh ilminin de hocası vardır. Her ilim ve san’at talibi kendi bildiklerini unutup onun gösterip öğrettiklerine gözünü kulağını açar ve üstadının ilmine itiraz etmez ve teslim olursa, hocasının bilgisini kazanabilir. Kezâ ruh hocalarının tâlim ve terbiyeleri karşısında da böyle olmak gerekmez mi?

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 448)

******

Ticâret ve çalışmak hakkında konuşuluyordu.

– “Dinde gevşeklik ve tembellik yoktur. Resûlullah Efendimiz ‘Çalışan Allah’ın sevgilisidir buyuruyor ve yine ‘İnsana kendi sa’yinden başka şey kalmaz diyor. Sonra yine ‘Her peygamberin bir san’atı vardır. Benim ise san’atım ikidir: Biri fakr öteki cehddir ve bunları seven bendendir! buyuruyor.

Tabiî ki içtihat, yâni çalışmak yalnız dış mânâda alınmamalıdır. İçtihattan asıl maksat, bâtınî, derûnî, ruhî mücâhededir.

Zâhirî çalışma, zarûrî olarak nasılsa yapılır. Asıl size düşen, mânevî erzak toplamaktır.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 106)

 

“Sâmiha Ayverdi, Ken’an Rifâî’nin Mânevî Haşmetini Tam Mânâsıyla Aksettiren bir Aynadır”

Bundan beş sene önce Almanya’da bir kilisede Hazret-i Meryem’i anlatıyorum. Benden öyle istediler, Kur’an’a göre Meryem Hazretleri’ni anlatmamı. Doğrusu çok zor bir iş Hazret-i Meryem’i anlatmak, çünkü Kur’an onu yere göğe koyamıyor; kadınların en yücesi, kadın olmanın güzelliğini yaşatan bir sultan diye anlatıyor. Ondaki derin mânâları, ondaki sâfiye makāmının hakikatini, o sâfiyenin içinde Allah’ın Rûhullah’ını taşıdığını öğretiyor Kur’ân bize. Anlattığım zaman çok şaşırdı Hıristiyanlar. Müslümanlar nasıl Hazret-i Meryem’i bizden iyi tanıyorlar, bu kadar seviyorlar, çok şaşkın şaşkın sorular sordular. Allah’tan âyetleri yazmış ve Almancaya çevirip dağıtmıştım. Sonra hayatımın en güzel sorusuyla karşılaştım. (…) Hıristiyan bir hanımefendi dedi ki, “Hocam siz bu Meryem’i görmüşsünüz. Görmüşsünüz yoksa böyle anlatamazdınız.” İlk defa bir soru karşısında düşündüm. Hafifçe gözlerimden yaş geldi. (…) “Gördüm” dedim, “o benim mürşidimdi.” Sâmiha Anne, Türkiye’de Meryem makāmını temsil eden bir sultandı. Onda inanılmaz bir hakikat, mürşide ait bütün güzellikler gizliydi.

Daha sonra çok kişiye mürşit tarifini yaparken, onun üç özelliğini anlatmaya çalıştığımı farkettim. Birincisi, ahlâk-ı muhammedîyi tam mânâsıyla Sâmiha Anne’de seyrettik biz. O, mütevâziydi. Herkese hürmet ederdi. Muazzam bir savaşçıydı ama kişiyle değil, -izm’lerle savaştı, ideolojilerle savaştı. İslâm’ın mânâsını öğretmek için savaştı. Ama insanlara düşman olmadı. Düşman olmayı öğretmedi, kin beslemeyi öğretmedi. Sâmiha Anne asla hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedi. Her zaman kudretliydi, her zaman güzeldi. Sâmiha Anne’den yalan duymadık biz. Sâmiha Anne’den eleştiri, küçük görmek, insanlar aleyhine konuşmayı görmedik, böyle şeyler görmedik. Peygamber’i yaşar gibiydik. Daha sonra ben bir rüyada onu gördüğümde, “işte benim peygamberim geldi!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Cîlî okurken, aynı mânâyı o şöyle ifâde ediyordu: Hocama baktım, Peygamber’in onda tecellî ettiğini gördüm. Ama zamana hürmeten ona ismiyle hitap etmeye devam ettim. Ahlâk-ı muhammedî vardı onda. Bu birinci özelliğiydi.

İkinci özelliğinde, dünya ve âhireti dolu dolu yaşayan bir Sâmiha Ayverdi gördük. Dünyanın her ânının tadını biliyor, çıkarıyor, her kişiyle, üzüntü çeken her kişiyle üzüntü çekiyor ama bunu gönlünde cehennem kuracak hâle indirgemiyordu. (…) Âhiret zevkini bize öğretti ve aşıladı. Daha sonra Hancı kitabını elime aldığımda, işte benim kitabım, işte benim Sâmiha Annem dedim ben. Çok kişi tanımadı Hancı’yla Sâmiha Anne’yi, başka kitaplardan bahsettiler. Ama benim Sâmiha Annem “Hancı”ydı. O benim hanımın sâhibiydi.

Onun üçüncü özelliği gerçekten, dünya sevgisi fakat âhiret ahlâkı, Peygamber sevgisi fakat hiçbir şekilde kendine dâvet etmeyen ve Allah’a götüren bir köprü gibiydi. Hatta efendisinden başka bir isim de duymadık onun ağzından. O bir kalemdi, efendisini yazıyordu sanki.

 

 

“Ken’ân er-Rifâî onun hayatından Şems gibi gelmiş geçmişti”

Daha sonra Ferideddîn-i Attar’ın şu şiirini okuduğum zaman belki Sâmiha Anne’yi daha iyi anladım. Şöyle anlatıyordu, önce nefis ehli olan sonra da Hak âşığı, Yusuf’ta Allah’ı bulan Züleyhâ’yı anlatırken: Züleyhâ, Yusuf’un geçeceğini duyunca, artık yaşlanmış, nefsâniyeti bitmiş, bir kenara oturdu. Başına bir örtü örttü Yusuf onu tanımasın diye. Yusuf tam önünden geçerken atının üstünde heybetli bir şekilde, “aaah” dedi Züleyhâ. Ve o zaman elindeki kamçı ateş aldı, alevlendi, Yusuf elinden kamçıyı attı. Züleyhâ ellerini açtı, şöyle dedi: “Yâ Rabbi, o bir peygamber, bense bir basit kadın. Ama bir peygamberin taşıyamadığı aşk acısının ne kadar büyüğünü ben gönlümde taşıyorum.” Attar şöyle diyordu, Züleyhâ’lar olmasa Yusuf’u kim bilecek? Peygamber olmasa, Allah’ı kim bilecek? O zaman düşündüm. Sâmiha Anne’nin aşkı olmasa devrin sâhibi Ken’ân er-Rifâî’yi kim tanıyacak?

Baştan aşağıya aşk bir mürşit tanıdım ben. Çok küçük yaşlarda, ben doğduğumdan beri Sâmiha Anne benim hayatımda oldu. Dört yaşındaydım, kapıyı daha çalmadan Sâmiha Anne, ben aşağı gider kapıyı açardım. Onun geleceğini hissederdim. Nasıl bir aşktı bu içimde oluşturduğu, nasıl bir sevgiydi, nasıl bir bir şeydi, hiçbir şekilde anlatmam mümkün değil ama o benim gözümde her şeydi. Ona kendimi beğendirirsem, Allah’a beğendireceğimi biliyordum. Onun ahlâkını anlamaya ve tanımaya çalıştım bütün ömrümce. On dört yaşındaydım “Batmayan Gün”ü elime aldığımda. O nasıl bir kitaptı o, içinde her şey vardı. Kerim Bey vardı; Ken’ân er-Rifâî’ydi Kerim Bey. Sonra onu can seven Sâmiha Anne vardı içinde. Onu anlamaya çalışan, onu idrak etmeye çalışan ve onunla sonunda bir olan Sâmiha Anne. Onun içinde benim Nazlı Annem vardı. O Allah evliyâsı… Onun içinde Semiha Cemâl de vardı. Onun içinde bütün Allah sevgilileri var gibiydi. Mevlânâ’nın aşkıyla bakıyordu, Şems’e duyduğu aşkla, o, Ken’ân Rifâî’yi anlatıyordu. O baştan aşağı aşk kesilmişti ve Ken’ân er-Rifâî onun hayatından Şems gibi gelmiş geçmişti. Şöyle dedi o:

 

Ben devletten ayrıldım

Ben izzetten ayrıldım

Yer gök ağlamış çok mu?

Devletlimden ayrıldım

 

Zaman zaman içindeydi

Ben zamanın içinde

Yerin göğün bilmediği

Devran benim içimde

 

O devrandan ayrıldım

O zamandan ayrıldım

Yansa cihan ateşe

Ben cihandan ayrıldım

 

Gönül gönül içindeydi

Ben gönülün içinde

İns ü cinnin bilmediği hicran benim içimde

 

Ben yerimden ayrıldım

Ben yurdumdan ayrıldım

Yansa cihan ateşe

Uş, ben senden ayrıldım

 

Şems de çekip gitmişti gaybubete doğru. Mevlânâ’ya şunu öğretmeye mi çalışıyordu acaba? Yalnız bende tecellî etmeyecek o güzellikler… Allah sana her yerden gözükecek. Efendim de böyle gitmişti. Anneme rüyasında, gömleğim eskidi Meşkûre, demişti. Öyle ayrılmıştı bu âlemden. Hayır hayır, o hiç gitmemişti, hep vardı! Sâmiha Anne ondan maddî ayrılığın acısıyla Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’indeki gibi cayır cayır yanıyordu. Ama bir yandan da biliyordu ki, Allah her yerde tecellî edecek. Ama onun için Allah kelimesi nasıl Mevlânâ’da Şems’le özdeşleşmişse, Sâmiha Anne’de de Ken’ân er-Rifâî’yle özdeşleşmişti. O her Ken’ân er-Rifâî dediğinde Allah diyordu. Böyle bir aşkla hocasına bağlanmıştı Sâmiha Anne. Hocası kendini bu âlemden çekti ama mânâda çekmedi. Onun hasreti arttı. Öyle bir hasretle yandı ki, aşkı, hasretini, o yanışı, arayışı, o sonsuz hasreti anlattı kitabında ve şöyle dedi:

 

Münâdî bağırttım, cihânı çağırttım, arattım, tarattım, yalvarttım, yakarttım, gelmedi, giden gelmedi

Savulun, bir de ben arayayım

Günahtan gideyim, sevaptan gideyim, îmandan gideyim, inkârdan gideyim

Göğü eğeyim, yeri deleyim

Desturlu gideyim, destursuz gideyim, ona gideyim

Yerlerin altında Kaf’ların ardında, zeminde zamanda, şu koca devranda savulun kendim arayayım

Kendim arayayım, kendim bulayım

Otlağı olayım, durağı olayım, uğrağı olayım, konağı olayım

Hiçbiri olamazsam yalvarın dostlar, kurbânı olayım

 

Sonra belki, belki Hazret-i Mevlânâ’ya sorulduğunda hani, siz o kadar çok Şems diyorsunuz ki, kendimiz de göreydik o gözle dediğinde, -hani mübarek yüzleri asılmış da- “görmüyor musunuz, saçımın her teli Şems kesildi” demiş ya, Sâmiha Anne’nin vücudunun her makāmı Ken’ân er-Rifâî kesilmişti öylesine. Biz ona baktık, hocamızı gördük. Hocamızı aradık, Sâmiha Anne’yi bulduk. Yokluk ve hiçliğinde bulduk, kulluğunda, aczinde, hiçliğinde, o yok oluşunda bulduk. Neden deyişinde, neden beni seçtin Allah’ım deyişinde. Şöyle anlatıyordu aşkını:

 

Kan kırmızı sehere yüz vermedim

Sırma renkli güneş, gel evime demedim. Saz benizli mehtâba hiç gönül çekmedim. Seni gördüm, seni sevdim, sana taptım ey gönlümün perisi!

Doldum ama hiç taşmadım, taştımsa da coşmadım, cilve işve kördüğümmüş, sıkıştırdım açmadım.

Zemin âşık, zaman âşık, ben âşık…

Yola düştüm yaralandım

Sana vardım, sende kaldım, ey gönlümün perisi!

 

“Sâmiha Anne, mürşitlik derdinde değildi; dervişlik derdindeydi”

 

Yok olmuştu aşktan Sâmiha Anne. Varlığı yoktu. Belki Mevlânâ onu ‘ney’le anlatırdı ya, hani üfleyenin sesini veren ‘ney’le… Ondan Allah’ın sesi çıkıyordu. Hani sonra şöyle diyecekti: Üslûbunuz nasıl dediklerinde, ah, ah, keşke kalemime hükmüm geçseydi… Anlaşılıyordu ki ona yazdıran Allah’ıydı. Ona yazdıran efendisiydi.

Öylesine yok ve hiç olmuştu ki, varlığı sanki bu âlemden yok olup gitmişti. Ken’ân er-Rifâî’ye şöyle seslendi:

 

Seni ölü sananlar var

Ölü mü, tövbeler tövbesi…

Dirilerden hiç kimse şu kadına söz geçiremedi ama o dik kafalı inatçı bir tek işaretinle el pençe divandır

Ey toprak altında yatan, ey ebedî hayy olan…

 

Sâmiha Anne Yunus Emre’nin dediği gibi, ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez diyordu. Şöyle de dedi:

 

Ün mü diledim, sevap mı istedim, şan mı bekledim?

Ayıbım çok…

Günah tepemden aşkın

Kulum ben

Kul çulhası eğri gerek

Dillere düşenim, kemlikte sürçenim, haram sudan içenim

Velî değil, deliyim ben

Del’olana zincir gerek

Zincir, zindan, tımar gerek…

                                                 

Yanıyordu içinden ama Hocası emretmişti: “Sâmiha, yan ama tütme.”

O, şöyle diyecekti: Ben aşkımı akıl kablosu içinden geçirdim. Zîra geçirmeseydim etrafı yakardı. Ama ben aşkımı aklımın sonucu olarak kullandım. Böylece etrafı aydınlattım.

Sen mürşitsin dediler, güldü ona. Böyle dedi: Ey Yesriplim, -Medînelim diyordu efendisine sanki- zaman zaman murâdın, zaman zaman müridin olduğumu anlatsam insanlar anlar mı? Evet o mürşitti ama en başta müritti. Hani Mevlânâ demişti ya, Sultan Veled, şu köye bir şeyh lâzım dediğinde; Kapıcı Hasan Efendi gitsin. Aman efendim, şeyh lâzım diyorlar. “Ama oğlum” diyor Mevlânâ, “eğer derviş isteselerdi senle ben giderdik, şeyhliği herkes yapar.” Sâmiha Anne şeyh olma iddiasında değildi. Mürşitlik derdinde değildi. O dervişlik derdindeydi. Derviş olmayı öğretti. O tasavvufu felsefe olarak öğretmedi, felsefe yapanlara da kızdı. Tasavvuf yaşanır dedi. Ahlâk-ı muhammedî yaşanır, gösterilir, hâl edilir.

Senelerce vahdet-i vücut çalıştık. Sâmiha Anne’ye sormuşlar, vahdet-i vücut nedir? Oğlum bak, her yer Hak, başka bir şey yok demiş. Bu kadar basit bir cümlenin içinde. Ben Sâmiha Anne’nin vahdet-i vücut anlayışını kitaplarında okuduğumda kendi kitabıma âcizâne şöyle yazdım. Eğer İbn-i Arabî yaşıyorsa her dakika şöyle diyordur; Sâmiha beni ne güzel anlatıyorsun…

 

“Aşkın dermânının da o derdin içinde olduğunu bilen devrin Fuzûlî’siydi o…”

Onda Mevlânâ’yı, onda İbn-i Arabî’yi, onun gözlüğünde, efendisinin gözlüğünde bütün devrin âlimlerini bulmak mümkündü. Onun kısaca özetlediği aşkın hakikatinde, bütün mânâyı, bütün tasavvufu bulmak mümkün. Bir keresinde aşkı şöyle anlatıyor: “Mürşidim sordu; en müstebit, en korkunç hükümdar kimdir? En devrinde kötü hükümdar kimdir? En eziyet veren hükümdar kimdir?” Herkes bir isim söyledi diyor Sâmiha Anne. Mürşidim, hocam tatmin olmadı, gözü beni aradı, benden bir cevap bekledi. Yavaş bir sesle aşk dedim, aşk! Ama o tatmin olmadı, kuvvetle sordu, niye aşk? Şöyle dedim: Bütün müstebit hükümdarlar devirleri süresince kötülük yapar, canına okur insanın. Ama devri bitince biter. Aşkın devri bitmez, yok etmeden bırakmaz.

O âşıktı, aşkın derdini severdi. Aşkın dermânının da o derdin içinde olduğunu bilen devrin Fuzûlî’siydi o. Onun insanlar üzerindeki etkisi inanılmazdı. Evlâdımı hastaneye yolladığımda, çok seneler boyunca beklediğim ve kaybetmek üzere olduğum kızım hastaneye gittiğinde, biraz herkese kızgın, biraz kırgın, biraz içimde öfke ve acı dolu bir hâldeyken, içeri girdiğini hatırlıyorum. Elinde bir gül; çok zarifti, çok şıktı… O çok güzel bir insandı. O güzel mavi gözleriyle süzdü beni. Gülüm ne güzel isim Cemâlnur, dedi. Sonra, odam cennet oldu. Bütün kötülükler, içimdeki nefretler, kinler, öfkeler gitti. Sâmiha Anne çıkana kadar her şey öyle güzeldi ki… Sonra o çıktı, gitti. Cehenneme mi döndüm dedim. Elime Hancı’yı aldığımda şöyle diyordu:

 

Cennet neresidir dediler, senin olduğun yerdir dedim.

Cehennem neresidir dediler, olmadığın yerdir diyecektim ama diyemedim.

Zîra senin olmadığın yer yok ki Allah’ım…

 

O bizim hayatımızdan cehennem felâketini kaldırdı, ümit içinde dünyaya bakmamızı sağladı. (…)

 

Aşkı bir güzele bağlı görmek, onun hakikatine karşı küfürdür.

Bahçıvanın bahçe çitinin dışına attığı gül, gülistanın kemâlini ifâde eder mi?

Gerçi o gülde de lâtif bir koku vardır fakat zamanın değişimi bunu ondan çarçabuk alır, mahveder.

 

Yani kişiye âşık olma diyor, hakikati gördükten sonra…

Fakat çiti atlayıp gül bahçesine girersen, orada solan gülün yerine pembe dudaklı yüz goncanın açılmak üzere hazır olduğunu görürsün. Senin gönlün de o zaman bu güllerden gül olur. Ve aşkın ebedî baharıyla ölmezlerden olur. Şunu bil ki, aşkın hakikatini bulamazsan, yaradılışın gāyesine eremezsin.

Daha sonra da diyecek ki, biz buraya aşk ihtiyacını bir bahanede bir aynada seyretmeye geliyoruz. Niye bunu her zaman bir kadın, bir erkek olarak görüyorsunuz? Mûsıkî; onda aşkımızı seyredemez miyiz? Tabiat güzellikleri, şiirler, resimler, nesirler de öyle… Bakan için her yerde Allah’ın güzelliğini görme zevkini öğretti bize Hocam. Şaşkındı o, şöyle dedi:

Şaşarım beni niye seçtin? Niye seçtin beni bu âlemin içinden? Salım mı var, saltanatım mı, uşağım mı, halayığım mı? Han’ım mı var, külhanım mı? Hem eğirenim hem dokuyan. Hem dikenim hem yamayan. Hem ekenim hem toplayan. Hem biçenim hem yırtan. Ne ağzım duâlı, ne gönlüm sâfâlı. Yüze çıkar, göze çarpar günahlarım baştan aşkın. Yolcu olsam durak bilmem, avcı olsam ırak görmem. Şaşarım niye seçtin beni, niye seçtin?

Görülüyor ki Sâmiha Anne aşkın getirdiği kulluk, yokluk ve hiçlik içinde Allah’ı bulma zevkini tatmıştır. Bu tam Peygamber ahlâkıdır. Hazret-i Ali’nin muazzam bir sözü var: “Cem makāmına kadar hiç fark görmeyin, tefrik etmeyin. Cemden sonra ise tefrik etmezseniz zındık olursunuz.” Sâmina Anne cem’in ötesiydi; tefrik etti, kalp kırmadı. Çünkü onun her uyarısında sonsuz bir güzellik, sonsuz bir düzeltiş vardı. Onu anlatmak nasıl mümkün olur? Cangüzel de söyledi, anacığım da… Anacığım onu Kehf Sûresi’yle tarif etmiş. “O kâmil insandır. Hocamın mânevî haşmetini, azametini tam mânâsıyla aksettiren bir aynadır.” diye anlatmış. O dünya ve âhiret yollarını hiç şaşmadan, birbirinin hakkına tecâvüz etmeden, aynı paralelde yürüten bir Allah sevgilisiydi diyor. Sonra da Necip Fâzıl’ın şu sözleriyle Sâmiha Anne’yi anlatıyor Annem: Necip Fâzıl onu, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin, o dünya güzeli evinde, şâşaa içinde gördükten sonra, “Nasıl bir hanımefendisiniz? Sizi Mark Orel’e benzettim. O muazzam sarayın içinde yerde yatan Roma İmparatoru Marcus Aurelius gibi bir de sizde bu kadar yüce bir tevâzu var.”

Şu cümlelerle bitireyim konuşmamı. Beni çok etkileyen… Şöyle diyor Sâmiha Anne:

Artık kutunun kapağı açılmaya başladı. Yavaş yavaş benim bütün özelliklerimi, güzelliklerimi alıyorsun. Beis etmem, bunların alınacağını ezelden beri biliyordum. Ama bana bir sözün var Allah’ım, bütün bunları aldıktan sonra benimle olacağına söz verdin. Sen sözünden dönmezsin. Bir gün kutunun kapağı tamamen açılacak ve şöyle diyecekler: O öldü, o öldü… Ben onları duyacağım, onlar beni duymayacak. Hâlbuki şöyle dediğimi duyamayacaklar. Allah aşkıyla dolu olanlar asla ölmezler.

Not: 14 Aralık 2013 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen “Bir Büyük Öğretmen: Sâmiha Ayverdi” başlıklı panelde yapılan konuşmanın deşifre edilmiş metnidir.

En Güzelin Sanatı

İbnü’l Arabî Hazretleri’nin Mânevî Seferler kitabı incecik bir kitap. Onu bir hevesle okumaya başlamaya çalışmıştım. Kitap, bildiğimiz Türkçe… Hadi bilmediğim kelimelere de sözlükten baksam, aslında anlayabileceğim cümlelerdi hepsi. Bense o kitabı sayfa sayfa değil, paragraf paragraf okumaya çalışmıştım. Bazen ise cümle cümle… İncecik bir kitabı okuyabilmem çok, çok uzun zaman sürmüştü.

Belki İbnü’l Arabî için terimlerden, özel başka şeylerden bahsederek bu durumu hafifletici sebepler bulunabilir. Sâmiha Ayverdi’nin romanları ise dışarıdan bakılınca aslında bu tarz eserler gibi de değildir. Bu romanları ele aldığımızda, bildiğimiz edebiyat çalışması, bildiğimiz roman işte, denilebilir, öylece de okunabilir. Tıpkı Mesnevî-i Şerif’e de, beyitlerden, hikâyelerden oluşan bir edebî çalışma gözüyle bakılabileceği gibi.

Sâmiha Ayverdi’nin romanlarını okumak da, İbnü’l Arabî’yi, Mesnevî’yi okumak gibi. Kolay iş değil. Ben ilk olarak Yaşayan Ölü’yü okurken sanırım dört kez kadar tekrar başa dönmüş ve yeniden okumaya başlamıştım. Oturmayan bir şeyler olduğunu hissediyordum, mânâsı açılmıyordu, ne kadar okusam da söylenenleri anlamıyordum. En sonunda Yaşayan Ölü’yü bırakıp Batmayan Gün’ü okumaya başladım. Galiba benim için Sâmiha Ayverdi külliyatı kapısının anahtarı Batmayan Gün’dü. Onu okuyup bitirdikten sonra diğer kitaplara geçebildim. Bu durumu “kitabın ağır bir dili var” gibi sebeplere dayandırmaya çalışmanın, böyle izah etmenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Dilinden ziyâde içerdiği mânânın ağırlığı var. O mânâ da onu alacak müşterisine ve doğru zamanlamaya göre tartıp veriyor kendisini.

Sâmiha Ayverdi’nin Türkçesine, belki Türkçe’nin kendini kanıtlaması adına bir örnek gözüyle bakılabilir. Dilimizin enginliğini ve zenginliğini kendisinin eserlerinde seyretmek ayrı bir tattır. Türkçenin kemâlini onun kaleminde görebiliriz. Üstelik Sâmiha Ayverdi’nin kaleminde anlatım biçimleri, cümle yapıları, kelimelerin âhengi öyle bir şekle girer ki, onları her okuyan kendi anlaması gereken şeyi anlayabilmektedir. Bazen de aynı cümlelerini, aynı kitaplarını tekrar okuduğumuzda bambaşka şeyler anlayabiliriz. Sanki o cümleyi, o kitabı ilk kez okuyormuşuz, daha önce orayı hiç okumamışız gibi gelebilir. Sâmiha Ayverdi’nin anlatımındaki katman katman derinlik, biz değiştikçe örtülerini bize birer birer açmaya başlar. Hangi gün ve zamanda olursak, o günün, o zamanın şartlarına ve o günkü bize hitap edebilmektedir.

İbnü’l Arabî’nin ciltlerce eseriyle anlattıklarını, koca Mesnevî’nin anlattıklarını ve verilmesi gerekli her ne varsa hepsini Ken’ân er-Rifâî süzgecinden geçtikten sonra bize romanlarının içinde, bir hâli anlatışıyla, bir soruyla, bir cevapla verebilmektedir. Okuyucusuna Kur’ân-ı Kerim’deki mânâdan başka bir şey vermeyen ama bunu da edebiyat romanıyla kimseye fark ettirmeden verebilen bir yazardır o. Hiç bilmeyen biri, dinli, dinsiz, kim olursa olsun onun romanlarını okuyup kendine lâzım olanı oradan alabilir.

Sâmiha Ayverdi’nin sanatı, irşâdının sanatından başka nedir? İbnü’l Arabî’nin bütün yazdıklarını Hz. Peygamber’den bir kerede alıp sadece onları aktararak emredilen vazifemi yerine getirdim, deyişi gibi; Hz. Mevlânâ’nın, ben şiir yazmam, şiirde şuur vardır, deyişi gibi o da “keşke kalemime hükmüm geçseydi” diyerek aslında eserlerinden hiçbirini kendine mahsus bir şuur ve iradeyle yazmadığını da bize açık etmiştir.