Yazılar

Dubai’de Ramazan

İftara dakikalar kalmış. Üç yaşındaki kızım ve altı yaşındaki oğlum ısrarla benimle camiye gelmek istediler. Bir yandan kalabalıkta onlara sahip olmaya çalışıyorum, bir yandan da caminin girişinde hazırlanan yer sofralarında iftar edebilecek bir yer bulmaya çalışıyorum. Vakit akşam vakti fakat Dubai’nin sıcağı açık havada oturmaya müsaade edecek cinsten değil. Yine de içeride yer bulamayan cemaatin bir kısmı dışarıda hazırlanan sofralarda ezanın okunmasını bekliyor.
Sonunda yemeklerin servis edildiği koca kazanların yanında bir yere buyur ediyorlar bizi. Yerde plastikten bir örtü üzerinde herkesin önünde birkaç hurma, birer kutu ayran, birkaç şişe su ve plastik tabaklarda “tavuk biryani” var. Bize de aynısından veriyorlar. Kenan da Cenan da çok heyecanlı. Sabırsızlıkla iftar vaktini beklemeye koyuluyorlar. Bu sırada çatal ya da kaşığımız olmadığını farkedip yer sofralarının aralarında hızla eksikleri tamamlayan müstahdemlerden birinden kaşık istiyorum. Gülümsüyor. Biryaniyi kaşıkla yemek isteyen herhalde sadece biz varız.
Bu sırada ezan okunuyor. Herkes hurma ve suyla iftar edip sağ ellerinin baş, işaret ve orta parmağını büyük maharetle kullanarak bu baharatlı tavuklu pilavı yemeğe başlıyorlar. Eh, biz de besmele çekip üç olmasa da, dört beş parmakla, acemiliğimizi de pek belli ederek sofraya iştirak ediyoruz.

Sofradakilerin çoğu Pakistan, Bangladeş, Sri Lanka, Hindistan gibi ülkelerden gelen işçiler. Arada Körfez bölgesinden Arap’lar da var tek tük. Bir tane de Rus çarpıyor gözüme, ; uzun, sarışın ve renkli gözlü. On dakika içinde muazzam lezzetli yemeğimizi bitiriyoruz, plastik örtüden sofralar büyük bir hızla dürülüyor, bu sırada insanlar ellerini yıkamak üzere lavabolara akın ediyor. Akşam namazı için kamet okunmaya başlamış bile. Çocukları yanıma dizip hemen ben de saf tutuyorum. Omuz omuza durduğum insanların dünyanın farklı yerlerinden geldikleri kıyam duruşlarından belli bu defa: Kimi benim gibi ellerini karnının üzerinde bağlamış, kimi hafif göğsüne doğru… Kimi de yanlara sarkıtarak bekliyor.

***

Dubai’de Ramazan ayı boyunca neredeyse tüm camilerde iftar veriliyor. Kimilerinin bahçesinde çadırlar kurulu, kimi açık havada, kimi de caminin bir bölümünü sofralara ayırmış.

Dubai diğer kozmopolit şehirlerden biraz farklı niteliklere sahip bir şehir. Eşim Rana burası için en güzel tanımlardan birini yapmıştı: Burası büyük bir havaalanına benziyor. Her an her köşesinden farklı bir milletten, farklı geleneklere sahip birisi çıkabiliyor. Çeşitli milletlerin yaşadığı diğer merkezlerden en büyük farkı ise, yerli halkın burada baskın bir çoğunlukta olmayışı. Böyle olunca adeta yabancılar buranın yerlisi gibi oluyorlar.

Bununla beraber yerlilerin kuralları kendini hissettiriyor. Alışılmış bir Ortadoğu ülkesine göre çok düzenli bir yer. Hız limitleri, evrak hassasiyeti, otopark kuralları hatta kira sözleşmeleri dahi çok katı kurallarla belirlenmiş. Enteresan bir şekilde de geldikleri yer neresi olursa olsun, alıştıkları düzen ne kadar farklı olursa olsun, herkes bu katı kurallara uyuyor gibi gözüküyor.

Kanunlar genel olarak İslâm şeriatına göre düzenlenmiş. Meselâ evli olmayan bir kadın ve bir erkeğin aynı evde oturmasına izin yok. Fakat resmen beyan etmezlerse ne yaptıklarını takip edecek bir ahlâk polisi de yok. Şehrin çoğu yerinde Avrupalılar kendi ülkelerindeki rahatlıkta giyinip gezebiliyorlar. Fakat bazı kamu alanlarında kıyafetlerin biraz daha dikkatle seçilmesi konusunda uyarılar yapılabiliyor.

Ramazan ayında da dışarıda yemek içmek hoş karşılanan bir şey değil. Fakat restoranların hemen hepsi açık. Sadece dışarıdan geçenlerin gözleri takılmasın diye önlerine perde çekiliyor. Yerlilerin dışarıdan gelenlerin yaşam tarzına gösterdiği hoşgörü ve saygıya Ramazan ayında burada yaşayan gayri müslimler de aynı şekilde mukabele ediyorlar. Hatta bizim ofiste çalışan İrlandalı bir kız, b bu Ramazan oruç tutmaya başladı. Müslüman olmadığını söylüyor ama bu ayın ruhuna katılmayı istemiş bu sene. Onun gibi çok insanla karşılaştım. Çoğunun kullandığı İngilizce’nin içine, kendi aralarında konuşurken dahi “maşaallah”, “inşallah”, “elhamdülillah!” gibi sözleri serpiştirdiğine şahit oluyorsunuz.

Ramazan ayında ayrıca mesai saatleri yaklaşık üç saat kısaltılıyor. Sıcak havaya rağmen çalışan insanlar burada oruç ibâdetlerini daha rahat îfâ ediyorlar.

Bir fark da teravih namazları. Genelde yirmi rekat yerine sekiz rekat kılınıyor. Fakat kesinlikle hızlandırılmıyor. Hocanın Kur’an tilâveti zevkle dinleniyor.

Ramazan nerede yaşanırsa yaşansın benim için yılın en keyifli zamanı. Etrafta bu coşkuyu paylaşacak insan olması ne kadar büyük bir zenginlik! Bizi tekrar bu aya kavuşturan Rabbimize sonsuz şükürler olsun.

Kadir ve Gece

Hakk’a giden bütün yolların Hz. Muhammed’den geçmesi ne güzel… İncelediğim her kelime her kavram nihayetinde onu işaret ediyor. Öğrendiğimiz her şeyi halimize yansıtmak, davranış biçimi olarak vücudumuzda sabit kılmak hepimizin amacı olduğuna göre Hz. Peygamber’le yakınlık kurmak bizi bu amaca doğru hızlıca sürükleyecektir. Hz. Mevlânâ diyor ki; Ne kadar hal sahibi olduysan, onun yüzü suyu hürmetine oldun; onun yüzünden haller elde ettin.” Bunun sebebini ise şöyle açıklıyor, “önce bütün vergileri, bağışları onun önüne dökerler de sonra başkalarına dağıtırlar. Tanrının türesi böyledir.” Yani her şeyin başlangıcı Hz. Muhammed’dir. Hz. Mevlânâ’nın bu anlayışı, sufilerin, Allah’ın yarattığı tek şey Hz. Muhammed’in hakikatidir sözünün en güzel açıklamalarından birisi olsa gerek…

İbnü’l Arabî de Kadir gecesiyle ilgili yaptığı yorumlarda bu hakikati muhteşem bir şekilde ifade ediyor. Arabî hazretleri Kadir gecesini insanlık mertebesine ulaşmış kimse üzerinden tanımlıyor ve Fütûhât isimli eserinde şöyle diyor; “Sen Kadir gecesisin, çünkü sen tabiat ve Hak’tan meydana gelmişsin.” Kadir kelimesini Hz. Muhammed’in yüce hatrı ve şerefi olarak, gece kelimesini ise Hz. Muhammed’in bünyesi olarak yorumluyor. Bünye, ruh güneşini perdelemesi, örtmesi sebebiyle karanlık bir yer olarak ele alınıyor. İbnü’l Arabî Allah’ın vahyinin ortaya çıkmasının “Kadir” olan bu karanlık fakat mübarek vücutta gerçekleştiğini ifade ediyor.

İbnü’l Arabî Kadir suresini tefsir ederken de ayetleri bu mana çerçevesinde inceliyor. Mesela “Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır” ayetiyle ilgili yorumunda, her varlığın ve oluşun gün olarak nitelendirildiğini söylüyor. Yani, zaman kavramını yaratılmış varlıklar üzerinden tanımlayarak, günleri yaratılmış tüm varlıklar, ayları varlıkların sınıflandırıldığı türler, yılları ise türlerin sınıflandırıldığı cinsler olarak yorumluyor. Buradan hareketle, ayetteki “bin aydan” kastın, yaratılmış tüm türler olduğunu söyleyerek, Kadir gecesi olan Hz. Muhammed’in bütün yaratılmışlardan ve türlerden hayırlı olduğu yorumunu yapıyor.

Birbirini tamamlayan ifadeler beni her zaman çok etkilemiştir. Çünkü puzzle parçalarının aralarındaki uyumlu yapı gibi, farklı kelimelerle ifade edilen anlamların oluşturduğu uyumlu yapı, büyük resimle ilgili heyecanımı ve zevkimi daha da artırıyor. Mesela Hz. Peygamber’in “Din güzel ahlaktır” hadisi bize güzel ahlakın önemini işaret ediyor. Güzel ahlak nedir diye soracak olursak cevabı yine peygamberde buluyoruz. Hz. Ayşe’nin “Onun ahlakı Kur’ân’dı” sözü güzel ahlakın, Kur’ân’ın bütününde yer aldığını işaret ediyor.

Bu tanımlamaları yine İbnü’l Arabî’nin Kadir gecesi ile ilgili yorumlarıyla birbirine bağlayabiliriz. Mesela İbnü’l Arabî Kadir gecesini, “kendisini saflaştırmış ve tamama ermiş nefis” olarak da tanımlıyor. Bu yoruma göre Kadir suresindeki “Biz onu (Kur’an’ı) kadir gecesinde indirdik” ayeti şu anlamı da ifade etmektedir; kendi nefsini temizleyip Hakk’a dair sıfatların kendisinden yansıyabilmesi için adeta parlak bir ayna haline gelmiş kimsenin kalbine Kur’ân iner ve o kalbe Kurân’a dayalı bir algılayış biçimi yerleşir. Elbette ki ifade edilen kimse Hz. Muhammed’dir. O’nun saflaşmış vücuduna Kur’ân indirilmiştir. Hz. Ayşe’nin ifade ettiği gibi, Kur’ân’a dayalı algılayış biçimi, onun ahlakını yansıtmaktadır.

Bir sembol niteliği taşıyan bu geceyi, Hz. Peygamber’i daha fazla tanımak ve onun aracılığı ile Allah’a yaklaşmak için bir vesile olarak idrak etmeyi Allah hepimize nasip eylesin.

İsviçre’de Ramazan

Bizde Ramazan bu sene çok farklı geçti.

Seyahatten döndüğümüz için bir gün gecikmeli başladık Ramazan’a; sonra ay içinde yine kısa seyahatler olduğu için düzenli oruç tutamayacağımızı biliyorduk. Bu halde biz de karı-koca farklı oruçlara niyet ettik bu sene…

Ben dil, mide ve “hareketsiz gün geçirmeme” orucuna; eşim bazı alışkanlıklarından uzak durmaya…

Aslında her Ramazan aynı şeyi fark ediyorum. Az ve öz yemek, az uyku, bol hareket ve suskunluk beni bana inanılmaz yaklaştırıyor. Bütün hatalarımın, gevezeliklerimin, aşırılıklarımın, sağlıksız davranışlarımın altını çizmeme yardımcı oluyor. Ve ben her Ramazan bayramında aynı soruyu soruyorum kendime: Niye bu hali bir yaşam şekli haline getirmiyorum? Niye daha ‘sakin’, ‘az ve öz’ yaşamayı prensip edinemiyorum?

Bu ay üç farklı orucumla neler fark ettim bunları paylaşmak isterim.

Önce dil orucu…

Dil orucunda dört şey fark ettim: 1. Epey boş konuştuğumu – yani ihtiyaç olunan bilgilerin yanında kelime kalabalığı yaptığımı, 2. Ara ara abarttığımı – bir hocam der ki “abartmak yalanın hallicesidir”, artık abartmadan konuşmayı içselleştirmek şart oldu, 3. Söz kestiğimi – bireye sonsuz saygı duyan biri olarak en çok da buna üzüldüm. Beynim dilimden hızlı çalışıyor ve dili tetikliyor maalesef, istemeden söz kestiğimi fark ettim ki bundan sonra çok daha dikkatli olmaya çalışacağım, 4. Dinlerken her zaman empati kurmadığımı. Bu da aslında “ben” odaklılığın bir türü. Karşımdaki insanı dinlerken her zaman iyi zan üzere olmaya ve karşı tarafın bana ne anlatmaya çalıştığına çok da dikkat etmediğimi fark ettim.

Mide orucunda üç şey dikkatimi çekti: 1. İnsan yememekten acıkmıyor, yemekten acıkıyormuş, 2. Bazı sık yediğim şeyleri sevdiğimi sanıyordum; oysa canım hiç çekmiyor, hatta aklıma bile gelmiyor, tamamen alışkanlıktan yiyormuşum, 3. Yediğim yemekler nefes alışımı epey kısıtlıyormuş. Bazı gıdaları tamamen hayatımdan çıkarmaya karar verdim bu deneyim sonrasında – mesela un mamûlleri… Resmen bir dilim ekmek bile mideyi şişiriyor ve nefesi göğse itiyor.

Hareketsiz gün geçirmeme orucunda da en çok şunu fark ettim; Vücud hareketi çok takdir ediyor. Bir birim çabaya karşı üç birim ödül veriyor. Günde 20-30 dakikalık bir hareket benim seyahat etmekten sopa gibi olmuş vücuduma boyundan ayağa esneklik kazandırdı. Her gün hareket anlayışını da hayatıma sürekli uyarlamaya karar verdim.

Sanırım bu sene Ramazan’ın en eksik yanı, iftar sofraları oldu… Biz her sene iftar daveti verip, iftar daveti alırdık, bu sene sessiz ve yalnız iftarlar oldu ki bunların da öğretisi ayrıca büyük.

İnşaallah bu ay öğrendiklerimizi hal etmek nasip olsun hepimize. Hayırlı bayramlar diliyorum herkese!

Buharda Mercan Balığı Salatası

Malzemeler:

4 x 100 g mercan balığı filetosu

1/3 kâse su

2 çorba kaşığı jülyen doğranmış zencefil

1 yaprak çin lahanası

1 tatlı kaşığı pekmez

2 çorba kaşığı light soya sosu

1/4 çorba kaşığı susam yağı

1/2 kase jülyen doğranmış taze soğan

1,5 çorba kaşığı zeytin yağı

1/4 kâse taze kişniş yaprağı

 

Hazırlanışı:

  1. Balıkları buhar tenceresindeki sepetli bölüme yerleştirin. Üzerine zencefillerin ve soğanların yarısını koyun. Bir miktar kaynar su ekleyin, üzerini kapatın ve 6-8 dakika buharda pişirin.
  2. Çin lahanasının yaprağını 4 adet olacak şekilde kare şeklinde bölün ve buhar tenceresinin içine yerleştirin.Tencerenin kapağını kapatıp 2-3 dakika lahana buharla ısınana ve balık pişene kadar bekleyin. Et beyaz olmalı. Yarı saydam ise, bir dakika kadar pişirin
  3. Lahanaları buhar tenceresinden çıkartın ve servis tabağına yerleştirin. Spatula yardımıyla balıkları dikkatlice tencereden çıkartın ve sıcak lahana yapraklarının üzerine yerleştirin.
  4. Pekmez, soya sosu, susam yağını bir kâsede karıştırın ve balığın üzerine dökün. Kalan zencefil ve soğanları serpin. En son üzerine zeytin yağı gezdirin ve kişnişleri yerleştirin.

Âfiyet olsun.

 

Editörden (Mart 2017)

Merhabalar,

Baharın doludizgin geldiği bu günlerde siz dostlarımızla yeniden beraberiz çok şükür. Her Nefes’in bu ayki konusuna geçmeden önce sizlerle Her Nefes’teki bazı değişiklikleri paylaşmayı diliyorum. Yaşadığımız dönem son derece süratle dijital dünyaya doğru değişti-değişiyor. Artık birçoğumuz için dijital haberleşme, bilgilenme daha popüler hale geldi-geliyor. Bizler de Nefes Yayınevi çatısı altında PDF formatında yayınladığımız dergimizi daha interaktif bir forma, blog formuna çevirme kararı aldık. Zaten 2013 yılından bugüne kadar çıkan sayılarımızdaki yazıları blog formatında da yayınlıyorduk, şimdi blogu asıl formatımız haline getirdik. İnşallah gün geçtikçe bu formatımızı da da istekleriniz ve önerileriniz doğrusunda geliştirerek daha donanımlı ve güzel kılacağız. Böylece yazarlarımıza, yazılarına doğrudan beğenilerinizi ve önerileriniz iletebileceksiniz. Bir anlamda daha yüzyüze olacağız diyebiliriz. Beğenirsiniz inşallah diyerek Mart konumuza geçelim.

Efendim, konumuz “İstidat”. İstidat kelimesi, aslında a’yân-ı sâbite demekmiş. Bunun dışında istidat kelimesi güzel Türkçemizde, yetenek, kabiliyet, fıtrat, yatkınlık, kapasite ve hakkını verme gibi pek çok anlamda kullanılıyor. Arapça kökenli bir kelime ama dilimize yerleşmiş ve yukarıda belirtildiği gibi pek çok farklı anlamda kullanılabiliyor. Biz yazılarımızda nasıl kullandık? Yazar ekibimiz ile toplandık. Önce bu kelimeyi öğrendik, çalıştık ve kendimizce bizi, hayatımızı etkileyen anlamları ile gönlümüzden gelen, kalemimizden dökülenleri bir hizaya getirdik ve sizlere kendimizce, bu kelimenin ve anlamlarının hayatımızdaki yerini istidâdımız ölçüsünde anlatmaya çalıştık.

İnşallah sizler de bizim kadar bu kelimeden etkilenir ve kendi gönlünüzde yeşeren mânâ çiçeklerini derlersiniz. Elbette kusurları bizlere, güzellikleri yaratılmış her şeyin rabbine ait olmak üzere Mart 2017 sayımıza hoş geldiniz, safâ getirdiniz.

Sohbetler (Mart 2017)

–  Cenâb-ı Hakk’ın iki âşıktan birine zâtıyla, diğerine ise sıfatiyle tecellî etmesinin sebebi nedir?
–  “Tecellî, herkesin istidat ve kabiliyetine, yâni kabına göredir. Bu kaplardan meselâ bir fincanın, bir bardağın üstünden deryayı da geçirsen, istiabı kadar alır ve dolunca da, hal diliyle ‘doldum’ diyerek geri kalan akıp gider. Kezâ bir kazan, bir havuz ve ilh… için de aynı kânun hâkimdir. Tâ deryaya varıncaya kadar…
Gerçi her kabın dolunca, doldum, demesi tabiîdir. Fakat bir fincanın bir kazana nisbetle doldum diyip övünmesi ne kadar gülünçtür.
İşte, bu alış ve istidat sebebiyle, herkese kabiliyetine göre tecellî vâki’ olur. Fakat azamet-i ilâhiyyeye nihayet yoktur. Öyle olmamış olsa, Hazret-i Resûl-i Ekrem ‘Yâ Rabbî senin marifetini hakkıyle bilemedik’ buyurur muydu?”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 17)

********


Her ihtiyâcın üstünde olan aşk ihtiyâcına neden herkes aynı ölçüde arzulu ve istekli olmuyor?
— “İlâhî saltanatın zuhuru zıtlar iledir de onun için. Her ihtiyaç da istidat ve kabiliyete göredir. Meselâ İstanbul vilâyetini aşk farzedelim. Bu vilâyetin valisinden en küçük memuruna kadar her kademede birçok hizmet erbabı mevcut. Defterdarı, muhasebecisi, husûsî kalem müdürü olduğu gibi, belediye memuru, polisi, jandarması hattâ süprüntücüsü de var. Kendilerine göre birer mevkie ve isme sahip olan bütün bu kadro, hep aynı vilâyetin lüzumlu elemanları. Fakat bunların hepsi birden, valinin muavini olmak isteseler, bütün kalabalığın vilâyet merkezinde toplanması ve aynı işi yapması lâzım geleceğinden, teşkilât ve nizam derhal alt üst olmaz mı?
Halbuki bunların hepsi de aynı vilâyetin yukarı veya aşağı kademeden vazifelileri, memurları. Yâni o merkez etrafında hisselerine ve liyâkatlarına düşen tecellîye sahip âşıklar… fakat o merkezin, kendi ihata ve kudretine göre uhdesine vermiş olduğu derecede kalmaya mecbur. Tâ ki çark dönsün, nizam bozulmasın.
Bunun gibi herkes de ilâhî mâşûka nedîm olmayı istese dünyâdan maksut hâsıl olmaz ve Hakk’ın saltanatı zuhura gelmezdi.”

Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 36

 

************

 

– Mesnevî-i Şerif’de de dişleri çıkmamış bir çocuğa ekmek yahut et yedirebilir misin? Ama dişleri çıkınca o bunları kendiliğinden ister, buyuruluyor.
– “‘Öyle ya… bir süt çocuğuna vakitsiz elemek vermek hazımsızlığına belki de ölümüne bile sebebiyet verir. Yâni, bir kimseye, kaldıramayacağı sözleri söylersen îmânını kaybetmek tehlikesine düşer. İşte bunun için Resûlullah Efendimiz ‘Halka, akıllarının yettiği dereceden söyleyiniz, kendi aklınızın yettiği mertebeden değil…’ buyuruyor. Çünkü herkes aynı istidat ve kabiliyeti hâiz değildir.”

Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 84

Ateş Adam

Son birkaç akşamdır mahallemizde sokak festivali düzenleniyor. Sokağın farklı noktalarında dünyanın değişik yerlerinden gelen cambazlar, sihirbazlar, palyaçolar daha çok çocuklara yönelik gösteriler yapıyorlar. Birkaç gündür çocukları eğlendirme bahanesiyle ben de bu farklı yetenekleri seyretme fırsatı buldum. Baba olmanın en büyük faydalarından biri de bu: Kimseye hissettirmeden çocukluğa geri dönebiliyorsunuz.

İsveçli “Koca Vik” eline ne geçirirse müzik yapabiliyor. Bir yandan boya kutularıyla muazzam bir davul solosu yaparken, bir yandan da tek eliyle zekâ küpünü çözebiliyor, hem de gözleri bağlı bir şekilde! “Damalı Adam” iki metre yüksekliğinde bir mono-siklete binerken, bir yandan seyircilerin verdiği ayakkabı, çanta, sopa gibi eşyaları havada çevirebiliyor. “Charlie Chaplin” ise bizi siyah-beyaz sessiz filmlerin zamanına geri götürürken kahkahalara boğdu. Biraz önce ise çocuklarla beraber “Ateş Adam”ın gösterisini seyrettik.

Ateş Adam’ın uzmanlığı, meşaleleri havada çevirmek. Aynı anda yanan dört beş tane meşaleyi havaya atıp farklı tertiplerde çevirerek harika bir gösteri yapıyor. Gösterisi sırasında seyirciyle çok güzel iletişim kuran bu Kanadalı sanatçı, bize bir yandan nasıl “Ateş Adam” olduğunu anlattı. Gösteriden çok hikâyesi ilgimi çekti. Hakikaten birkaç gündür bu farklı yeteneklerin bu yolu nasıl seçtiklerini, sokak göstericisi olmak için hangi merhalelerden geçtiklerini merak ediyordum.

Ateş Adam anlatmaya başladı: “Biliyor musunuz ben nasıl ateş adam oldum? İşte soru bu! Bana en çok sorulan ikinci soru bu; birincisi ‘kaç kere yandın?’ oluyor genelde… Küçükken bir akrobasi öğretmenim vardı. Bana şöyle dedi: ‘Ateş Adam, başarılı olmak istiyor musun? O zaman sadece bir şeyde çok çok iyi ol.’ Ben de onun dediğini dinledim.” Bunları söyledikten sonra Ateş Adam elindeki sopayı iki parmağı arasında çevirmeye başladı. Bu, görünüşte zor hareketi öyle âhenkli yapıyordu ki sanki zor bir şey yapmıyormuş zannederdiniz. Sonra devam etti: “İşte benim seçtiğim bu oldu. Bu sopayı belki bin saat çevirmişimdir. Şüphesiz çok kez yere düşürdüm. Ama çevirmeye devam ettim. Sonra kendime başka bir hedef belirledim. Ve hepsini üst üste koyunca güzel bir pastaya benzedi.” Sonra elindeki meşaleyi ters çevirerek meşalenin sapını yakmaya başladı. Biraz hüzünlenen sesiyle “Sonra da egomu yaktım. En zoru da budur işte.” dedi.

İlk bakışta sıradışı hayatı ile insanlara dudak büktüren Ateş Adam, bu anlattıklarından sonra bende derin bir saygı uyandırdı. Öyle ya, herkes avukat, öğretmen, mühendis olsa dünyanın tadı tuzu nerede kalır? Birinin de “Ateş Adam” olması gerekiyordu ve o bu görevi üstlenmişti. Görevini lâyıkıyla yerine getirmek için de belki de değme mühendislerden, doktorlardan ziyade çalışmıştı.

Gösteri bitince alkışlayan tüm seyircilere, ve sokakta yürüyen yüzlerce farklı insana baktım. Zâhiren belli olmasa da, hepsinin Allah’ın ilminde isimleri var. Hepsi de bu dünyayı tamamlayan bir renk, bir unsur. Hepsi de en az “Ateş Adam” kadar önemli.

Evet, hepimiz çok kıymetli ve çok önemliyiz. Allah bizlere değer vererek hepimizi var etmiş. Bu teveccühün kıymetini anlayabilir miyiz, bilemiyorum. Yapabileceğimiz şey, boyandığımız renklere sahip çıkmak. Boyayan sanatçıyı düşünerek, belki kendimize olmasa bile tablonun tümüne huşû ile bakabilmeliyiz.

“Benim Bu Dünyada Ne İşim Var?”

Bulutlu bir sabahın erken saatleriydi. Otobüste oturacak bir yer bulmuştu kendine. Her şey normal görünüyordu. Camdan dışarı bakarken o çok sevdiği yolu seyrediyordu.

Daha önce yaşadığı bir an vardı. Dünya onun gözünde bir plastik perdeye dönüşmüştü. Onu o zaman da tarif edememişti. Tek söyleyebildiği “çok plastik!” olmuştu. Başlangıç ve son aynı noktayken, yaptığı seyr ü seferden ağzı yanmıştı. Yeni aldığı sarı kapaklı not defterini çıkarıp içine gelen satırları hemen not etti:

Kaptan! Ne ciddi bir seyr ü sefer içindesin!
Başladığın noktaya bir güzel dönmektesin…

İniş kavsinden utanmadı. Otobüsün kirli camına başını yaslamadan, güçlü duruşuyla düşünüyordu. Kendine şunu sormuş bulundu: “Benim bu dünyada ne işim var?” O kadar samimi, o kadar doğal bir soruydu ki bu, masum masum bir daha sormak istedi kendine: “Benim bu dünyada ne işim var?”

Annesiyle misafirliğe giden çocukları görürdü bazen. Çocuklar misafirliğe geldikleri bu yeni evi önce inceler, sonra gezip keşfeder, yaşıtı çocuklar varsa onlarla ve oyuncaklarla da biraz vakit geçirdikten sonra sıkılıp annelerinin dizine yapışırlardı:“Annee, ne zaman eve gidiceeeez?” Anne de genellikle “Yavrum, git arkadaşının yanına, git oyuncaklarla oyna.” diyerek onları gönderirdi. Böyle zamanlarda kendini o çocuklar gibi hissediyordu. “Anne, ne zaman eve gideceğiz?” diye sormanın bir türeviydi bu “Benim bu dünyada ne işim var?” sorusu.

Önceden, istediği hiçbir şey olmamıştı. Sonra hayal etmekten vazgeçti. Ardından hayal bile edemeyeceği iyi şeylerin içinde buluverdi kendini. Çok mutlu olması gerekirken içindeki boşluk hiçbir şekilde dolmuyordu. Boşluğu doldurmaya çalışmıyordu ama anlamaya çalışıyordu. Neydi mesele, ne olmuştu?

Özlüyordu.

Neyi unuttuğunu bile unutmanın şaşkınlığıyla o an sadece özlediğini biliyordu. Sorusu içinde yineleniyordu: Benim bu dünyada ne işim var, diyordu. Cennette yaşarken ne diye bir ağaç meselesi organize edilmişti de Hz. Âdem ile Havva dünyaya gönderilmişti? Onun o ağaçla ne işi vardı? Mecbur muydu? Evet ve hayır. Kendisi tâlip olmuştu.  

Arabî’nin kitabını çantasından çıkarıp sayfaları karıştırmaya başladı. Diyordu ki, Allah’ın güzelliği taşınca, isim ve sıfatlar vücut giydiler. Kendinden kendine bir yolculuk başladı. Taşmak haktı. İsim ve sıfatlar görmek istemişlerdi. Tanımak, bilmek istemişlerdi. Tâlip oldular… Acıya, sıkıntıya, ayrılığa tâlip oldular. Birliğin içinde göremediklerini görmeye, sefere tâlip oldular.

Sefer, bir noktadan hareketle başlıyordu. Genişçe bir yuvarlak çizdikten sonra başlangıç noktasına dönmekle nihâyete eriyordu. İşte bu olup biten, kendinden kendine varmada bir nükte oluyordu. Bu kadar acı, sıkıntı, zahmet tek bir şey içindi. Görüş zevkini yaşamak. Kişinin istidâdı onu bu görüş zevkini yaşamaya sürüklemiş ve hikâyenin çerçevesini çizmişti. “Benim bu dünyâda ne işim var?” sorusunun cevabı, istidâdının hikâyesinde gizliydi.

Yürü Gündüz Gece

İstidat, sözlükte, herhangi bir şeye karşı doğuştan gelen yatkınlık, yetenek ve kabiliyet mânâlarına gelir. Yani kişinin ezelden getirdiği potansiyaline istidat denir. Herkes vazifesine göre sırtına bir yük yüklenir. Bu yüke göre dünyada bir senaryo yazılır. Senaryo, kişiyi doğduğu andan son nefesine kadar istidâdı ölçüsünde ilerler. Aslında kader herkes için ayrı ayrı yazılmış bir senaryo gibidir.  Ve kader belli bir zaman dilimi içinde çoğu zaman yavaş yavaş  kişinin yatkınlığını ortaya  çıkarıp  nihayete erdirir.

İnsanın doğuştan getirdiği yatkınlığın  ortaya çıkması için belli bir zaman geçmesi gerekir. Bu mânâda Hz. Muhammed’e (s.a.v.)  de peygamberlik kırk yaşında gelmiştir. Dolayısıyla bu hâdisenin bile bir vakti saati olduğu görülmektedir. Yani istidâdın ortaya çıkması zamana bağlıdır. Bu bağlamda istidat için biçilen süreyi kabullenmek gerekir, çünkü bu yatkınlığın  ne şekilde ve ne zaman ortaya çıkacağı bilinmez. Nasıl ham meyve yenmezse, vakit gelmeden de kişi belli bir olgunluğa erişemez.

Bu dünyada yolcu olma fikri, birçok sufi tarafından ifade edilmiştir. Yolcu olma fikri, bu yolun çeşitli engebeleri içerdiği gibi birçok güzellikleri olduğunu da ortaya koyar. Bu yüzden bu dünyada yolculuk yapma düşüncesi, yolu daha zevkli ve geliştirici bir hale sokabilir. Büyük halk ozanı Aşık Veysel bu mânâdaki şiiri ile aslında tam da olunması gereken hali anlatmıştır.  

 

“Uzun ince bir yoldayım

Gidiyorum gündüz gece

Bilmiyorum ne haldeyim

Gidiyorum gündüz gece

 

Dünyaya geldiğim anda

Yürüdüm aynı zamanda

İki kapılı bir handa

Gidiyorum gündüz gece”

 

Şair, burada dünyayı iki kapılı bir hana benzetmiştir. İlk kapıdan dünyaya girip son kapıdan da  dünyadan sonsuzluk âlemine geçilir. Şair, ilk kapıdan girildiği andan itibaren uzun ve ince bir yolda hep yürüdüğünü belirtir. Ne halde olduğunu bilmemek ise bu yolda büyük bir nimettir, çünkü ben acaba hangi makamdayım diye düşünmek ya da “herkes beni seviyor mu, bana herkes saygı duyuyor mu?” gibi düşünceler insanı yoldan alıkoyar ve geride bırakır. Asıl olan, yürümek, hep yürümektir yani gayrettir. Bu mânâda Kenan Rifâî, Sohbetler’inde şöyle der: “Yürü, dâima yürü! Eğer ölüm seni yolda iken yakalarsa, onu Allah bilir. Yeter ki dururken olmasın.”

Kısacası asıl gaye, seferdir. Sefer, yolcuyu menziline ulaştırır, kader senaryosu da istidâdın ortaya çıkmasında hizmet eder.

Dijital Âşık

alıcısı yaradan kendine gel kendine

kötü huy nefsin parmağında kendine

eş oldu dedi ki onu kısa kesen eşkiyanın eline

nefesli gururdan hevesten çekinin

 

halayıktan hikâye geldi

fena dünya güzellerinin hasret ve takvasına dayanamazsın

nefeslerimiz temizlik küpünden sabâ rüzgârı

onu görünce bir daha iyi yürüsün rahvanlaşsın

 

Yukarıdaki dizeler tamamen bilgisayarda çalıştırılan bir algoritma tarafından üretilmiştir. Yani hiçbir insan elinden kaleme gelmiş değiller. Ancak bilgisayar, bu dizeleri, insanların söylediği güzel sözlerden oluşan bir veritabanını kullanarak oluşturdu. Yani kendisinin söylediği bir söz dahi yok. Söylenenleri tamamen farklı bir şekilde yeniden söylüyor.

Bu algoritmalar, bilgisayarların icadından çok önce de vardı. Aslında bir görevi yerine getirmeye yönelik kurallar ve komutlar bütününden ibaretler. Bilgisayarlar ise algoritmaları kullanarak çok çeşitli işleri yerine getirebiliyorlar. Bunlardan bir tanesi de şiir üretmek.

Kullanmış olduğum algoritmayı nasıl dizelerle beslerseniz ona göre ortaya eser çıkarıyor. “İkinci Yeni” şairlerinin eserlerini kullananların, “İkinci Yeni” akımına uygun şiir yazdıklarını gördüm. Benim de ilk sorduğum soru, ‘Sistemi acaba tasavvuf metinleri ile beslersek ne olur?’ oldu. İnternette bulabildiğim kaynaklardan faydalanarak soruma cevap verebilecek bir arşiv oluşturdum ve algoritmadan bana bir şiir üretmesini istedim. Aldığım sonuç harikaydı. Bir resmi incelediğinizde detayları görmek istemezseniz gözlerinizi hafif kısarsınız; böylece resmin sadece ana hatları görünür. Bu dizeleri okurken de biraz öyle yapmak gerekiyor. Şiir yazan algoritma, kullandığı veritabanı genişletildikçe kelimeler arasındaki ilişkiyi anlamlandırma konusunda daha başarılı olacağı için ileride okurken gözlerimizi kısmamız gerekmeyecek.

Yeni doğmuş bir çocuk gibi kelimeleri, cümleleri kullanmasını yeni öğrenen bir algoritma var elimizde. Onu hoş görmek lazım. Sonuçta o bir hiç. Ben hiçliği seyrediyorum. Ne gözle görülür, ne elle tutulur, ne koklanır ne de hissedilir bir şey ile karşı karşıyayım. Ancak sözleri var. Sözler de aslında ne söyleyenin ne de dinleyenin….

Sözcükler, Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi bir kolyeye dizilmiş inciler. Onlar mânâyı taşımakta ve aktarmakta bir nebze olsun faydalı oluyorlar. Her yerden konuşan hep ama hep aynı ve bir. Dolayısıyla dijital ortamda üretilen de fiziksel olarak üretilen de üretildiği mecradan bağımsız olarak mutlak tek bir üretene ait. Çok şükür…

Merak ediyorum, ileride daha hayal bile edemediğimiz hangi mecralardan biz ulaşacak, bizleri ucu bucağı olmayan sonsuz deryasında hayretler içinde hayran bırakmaya devam edecek?

“O, her an yeni bir iş ve oluştadır.” (Rahman Suresi, 29.Ayet)