Yazılar

“Fuat Sezgin Hakkında”

Muhterem misâfirler,

 

DOST – İslâm’a Hizmet Ödülleri‘nin takdim edildiği bu özel gecede sizleri saygıyla selâmlıyorum. Fütüvvet temalı bu gecede, bütün hayatı mücadele ve zorluklarla geçmiş olan Fuat Sezgin Hoca’ya bu ödülün takdim edilecek olmasi cok mânâlı…

 

Fuat Sezgin ile ilk tanışmam 1980‘de Frankfurt Üniversitesi‘ne başladığım yıla denk geliyor, o zamanlar Frankfurt‘ta büyük bir Türk âlimi oldugunu duymuş ve tanışmak istemiştim. Hoca şimdi olduğu gibi o zaman da biz gençleri hemen kabul etmişti. O zamanlar Fuat Sezgin Hoca  Tabii Bilimler Tarihi Enstitüsü‘nde ders veriyordu. Simdiki Frankfurt Üniversitesi Arap İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü ise bu tarihten iki sene sonra, yani 1982‘de Hoca‘nın verdigi büyük mücadelelerle kuruldu.   

 

O zamanlar Hoca‘nın bilimler tarihi derslerine katılan biz müslüman gençler, Hoca‘dan dinimiz hakkında da ders almak arzusunda olmamıza rağmen, üniversite, anlaşma yaparken İslâm dini hakkında ders vermesini yasaklamıştı. Bunun için Hoca, Avusturya’dan bizim icin husûsî bir hoca, Prof. Dr. İsmail Balic’i getirtmişti. Ders grubumuzda Hoca’nın kızı Hilal Sezgin de bulunuyordu.

 

Fuat Sezgin, 1960 ihtilali sebebiyle Almanya’ya geldikten sonra, önceden müslüman olmuş olan Alman talebesi Ursula Hanım ile evlenmişti. Kendisi de bir oryentalist olan ve bu konuda doktora sahibi Ursula Hanım hayat boyunca Hoca‘nın bütün çalışmalarında bilfiil destekleyeni ve yardımcısı olmuştur.

 

Hoca’nın Almanya’ya geldikten sonra yaptığı en önemli işlerden birisi, Carl Brockelmann’ın yazdığı 6 ciltlik Geschichte der Arabischen Literatur (Arap Literatürü Tarihi) isimli eseri geliştirerek ve düzelterek devam ettirmesi oldu. Bu tanınmış Alman ekolünün, – ki Fuat Sezgin‘in hocası Hellmut Ritter bu ekolün devamıdır ve Brockelmann’ın talebesidir,- bir Türkün devam ettirecek olması fikrini  Batılıların, özellikle Almanların kabul etmesi kolay değildi. Bunu engellemek için heyetler kuruldu, mücadeleler verildi. Hoca ilk cildini bitirerek bu heyetlere sunduğunda, gösterdiği büyük başarı ile itirazları bertaraf etmişti.

Avrupa‘nın, rûhânî bilimlerde en tanınmış kitabevi olan Leiden Brill’de kitabı basılmıştı.

 

Kitabın coğrafya tarihi hakkındaki ciltleri ile, müslümanların bilimler tarihindeki büyük rolünü yok sayan Batılı tarihçilerin tezleri çürütülmüş ve eser, Batı‘nın sahiplendiği çoğu haritanın -Marko Polo dahil- müslümanlardan bilinçsiz şekilde kopya edildiğini ispatlamıştır.  Tarihi değiştiren böyle bir calışma ya pozitif ya da bulabildikleri takdirde negatif tenkitlere mâruz kalmalıydu, ama Batılıların bu kitap karşısındaki derin sessizliği âcizliklerinin göstergesi idi. Bugün 18. cildine ulaşan bu eseri dünyanın hangi kütüphanesine gidersek gidelim, bizzat müşâhede ettiğim üzere meselâ National Library Washington,  Kudüs‘teki National Library of Israel, baş  köşede bulabiliriz.

 

Enstitü‘nün bunun yanında binlerce yayınından da bahsetmek gerekir.

 

Almanlardan aldığı büyük ödüllerin sonrasında Hoca bütün ısrarlara rağmen Türk vatandaşlığını hiç bırakmadı ve Alman vatandaşlığını kabul etmedi. Bu büyük işler bir Alman tarafından yapıldı denmesini istemiyordu. 2010 yılında Hessen eyâleti en büyük ödülünü vermek istediğinde Hoca‘yla beraber Alman Yahudilerinin başkanı Salamon Korn da ödül alacaklardan birisiydi. İsrail’in o dönemde Filistin‘e yaptığı peşpeşe zulümleri destekleyen bu isimle aynı sahneye çıkmak istemediğinden bu ödülü reddetti. Bu hâdise Alman medyalarında oldukca tartışıldı. Bu durum, Hoca’nın ödül kabul ederkenki titizlik ve ahlâkî hassasiyetine de  bir örnek teşkil etmekte.

 

Hoca‘yla 37 senelik beraberliğimiz sırasında onu her gün enstitüsünde, masasının başında calışırken hatırlıyorum. Her gün sözüne haftasonu, Pazar, bayram, 1 Ocak gibi günler de dâhildir. Hoca gerçekten zâhidâne bir hayat yaşıyordu. Çorbasını kendisi pişirir, bulaşıklarını kendi yıkayayarak asla kimseye hizmet ettirmez.

 

Enstitü kütüphanesi, çölün ortasındaki vaha gibi, Frankfurt’ta İslâm hakkında ve İslâm Bilimler Tarihi üzerine çalışmak isteyen herkese hep açık bir câzibe merkezi olmuştur. Enstitü‘deki kitapların çoğu (yaklaşık 50.000 cilt) Hoca‘ nın bazen aç kalarak, 70 seneden beri kendi imkânları ile topladığı eserlerdir. Hoca‘dan şunu duyduğumu nakletmek istiyorum:
Bazen eşimden müsaade almam gerekiyordu, çünkü kitap satın almaktan evde yemek için paramız kalmıyordu.

 

1990 yıllarında Hoca müslüman âlimlerin kitaplarında keşfettigi âletleri 3 boyutlu ve çalışır vaziyette dünyanın farklı ülkelerindeki uzmanlara büyük bir titizlikle yaptırmaya başladı. 1000‘in üzerinde  âletten oluşan Enstitü‘nün müzesi bu şekilde meydana geldi. Bu âletlerden bazılarının, meselâ bazı astrolabların yapımı iki seneden fazla sürüyordu. Ama tam işlerliği olan bu âletler bugün de navigasyonda kullanılabilir. Çok güzel bir gelişme olarak bu müze 2008 yılında İstanbul’da Gülhane Parkı‘nda sayın Cumhurbaşkanımızın da teşrifleriyle açıldı. Resimlerde, müzenin düzenlenmesinde o zamanlar 80 yaşının üzerinde olan Hoca‘nın da bizzat kartonları açarak âletleri kontrol ettiğini ve yerleştirdigini görebiliriz.

 

Hoca bu muazzam kütüphanesini Türk milletine armağan etmek istedi. Devletimiz bu iş için Gülhane Parkı‘nda başka bir bina daha tahsis etti ve çok güzel bir kütüphane inşa edildi. Yazık ki şu anda Hoca‘nın kitaplarının sadece yarısı yerleştirilebildi. Geri kalan kısmına  Almanya’da Alman kültür hazinesine âit olduğu gerekçesiyle devlet el koymuş durumda ve dâvâ devam etmekte. Arzumuz ve duâmız bu kitapların da bir an önce ülkemize ulaşması.

 

Hoca bütün bu çalışmalarıyla İslâm Bilimler Tarihi sahasını en baştan oluşturdu, zeminini ve malzemesini hazırladı, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi‘nde kurduğu İslâm Bilim Tarihi  Enstitüsü, vakıf, müze ve son olarak kütüphane ile bu konuda Istanbul’u dünya çapında bir merkez haline getirdi.

 

Çok kısaca size Hoca hakkında bilgi vermeye calıştım, bu imkânı sunduğunuz cok için teşekkür ederim, saygılar sunarım.

 

(Dr. Şükrettin Güldütuna’nın 3 Aralık 2017 tarihinde DOST – İslâm’a Hizmet Ödülleri Takdim Töreni’nde yaptığı konuşmanın metnidir).

 

Şükrettin Güldütuna

Karınca Fütüvvet Yolunda

 

Fütüvvet lugatta “gençlik, kahramanlık, cömertlik” mânâlarına gelir. Ahlâkî mânâda ise, kerem, cömertlik, erdem ve şecaat gibi faziletlere sahip kişiler için kullanılmıştır. Fütüvvet, peygamberlerden kalma bir ahlâk yolu olarak görülmüştür. Hz. Ali baş fetâ olarak tanınmış ve O’nun yiğitliği, mertliği ve cömertliği örnek teşkil etmiştir.

Fütüvetten ilk bahseden Hz. Câfer-i Sâdık (ö. 765) olarak bilinmektedir. Bu hususta şöyle demiştir:Bize göre fütüvvet, ele geçen bir şeyi tercihen başkalarının istifâdesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir.” Bu târifte iki veçhe olduğu düşünebilir. Birincisi, kendinden önce başkasını düşünmek ve Allah’ın sunduğu nimetleri başkaları için kullanmaktır. Günümüzün hayat tarzına çok tersmiş gibi görünen bu düşünce aslında İslâm’ın ana davranış şekillerinden biridir. Şimdiki dünyada kendini başkalarından önce düşünmek en önemli davranış şekli iken, kendinden önce başkasını düşünmek önemsiz, gereksiz, hattâ tuhaf bir hâle gelmiştir. Öte yandan ikincisi ise Allah’ın vermediklerine şükretmek ve sıkıntılara sabretmektir. Aslında bu iki husus da huzur ve mutluluğun anahtarıdır, ama fetâ olmadan bu hal içinde olmak mümkün değildir. Büyükler önce taklit sonra tahkik, derler. Her şey önce taklit ile başlar, mürşidin rengine boyanmaya çalışmak ile başlar. Sonrasında taklit yapa yapa bu hal tahkik yani hakikat hâline geçer, derler.

Hz. Câfer-i Sâdık’ın târifini anlamak kolay gibi görünse de bu husus hakkında yazmak oldukça zor geldi. Çünkü insan kendi yaşamadığı bir şeyi yazmaya zorlanıyor. Yukarıda bahsedilen, herkesten önce kendini düşünmek benim de içselleştirdiğim bir şey. Şimdi ise taklit yolu ile farkına varırsam, tabiî ki nefsimin izin verdiği ölçüde sabretmeye ve önce başkasına hizmet etmeye gayret ediyorum. Örneğin arabanın önüne başka bir araba atlayınca, belki acemidir diye düşünmeye gayret ediyorum. Veyâ başıma bir sıkıntı geldiğinde her ne kadar içim yansa da ağzımı kapalı tutmaya ve  söylenmemeye gayret ediyorum. Onun yerine şikâyetimi Allah’a yapıp sabretmeye gayret ediyorum. Tabiî ki gerçek fetâlar böyle olayların üzerinde durmazlar. Onlar gülümser geçer giderler. Bizim gibi yoldaki karıncalar da bir gün susup beş gün kendini tutamayıp konuşurlar. Yani bir adım ileri, artık kaç adım geri olursa… Neyse, tesellim şu ki, bir gün karıncaya sormuşlar, “Nereye gidiyorsun?” diye. O da “Hacca gidiyorum” demiş. “Nasıl varacaksın bu halinle?” demişler. “Olsun, yolundayım ya” demiş.

 

Vakit Fütüvvet Vaktidir

Bu sene TÜRKKAD ve Kerim Vakfı işbirliği ile 14.’sü düzenlenen DOST – İslâm’a Hizmet Ödülleri Takdim Gecesi ‘Hz. Peygamber ve Fütüvvet’ başlıklı idi. Ödüller sahiplerine takdim edildi. Gece şeklen de mânen de olağanüstü bir gece idi. Bu vesile ile emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Gecenin konusu da zîrâ olağanüstü idi: Hz. Peygamber ve Fütüvvet’.

 

Fetâ kelimesinden türeyen fütüvvet; tasavvufî mânâda cömertlik, tevâzû, şefkat, güzel ahlâk, terbiye ve nezâket anlamlarına gelmektedir. Sülemî, ‘Fütüvvet Kitabı’nda fütüvveti ‘Âdem gibi özür dilemek, Nuh gibi iyi, İbrâhim gibi vefâlı, İsmâil gibi dürüst, Mûsâ gibi ihlâslı, Eyyub gibi sabırlı, Dâvud gibi cömert, Hz. Muhammed gibi merhametli, Ebu Bekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adâletli, Osman gibi hayâlı, Ali gibi bilgili olmaktır.’ şeklinde târif eder. Bu târiften anlaşılıyor ki; asıl fetâ ahlâk-ı Muhamediyyeyi giyinendir. Bu bakımdan hakiki fetâ, Hz. Muhammed’dir ve ‘Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.’ buyurması bundandır.

 

Sülemî, fütüvvetin bir tanımını da ‘Dostların kusurlarını görmemek, dostlarla şakalaşmak, onların ihtiyaçlarını karşılamak ve hatâlarını aramaktan vazgeçmek, dosttan kâr etmekten vazgeçmek’  şeklinde yapar. Günümüzün insanlarının giderek daha bireyselleştiği ve buna bağlı olarak da giderek daha çok bencilleştiği dünyada bu davranışlar hepimize biraz ütopik gelebilmektedir. İnsanlar kapitalist sistemin üzerlerine yüklediği tüketim yükünden dolayı daha çok kazanma, bu nedenle daha çok çalışma telâşı içindeler… Hal böyle olunca herkes arkadaşını, dostunu menfaatine göre seçiyor, fayda elde edemeyeceği bir ilişkiye girmeyi tercih etmiyor. Birtakım zorunluluklar ile kurulan ilişkilerde de taraflar birbirinin kusurlarını ortaya çıkarak ilân etmek peşine düşüyor. Yalnız bu târifi esas alıp salt bu târiften çıkan esasları hayatlarımızda, dostluk ilişkilerimizde uygulasak toplum şüphesiz daha yaşanılır hale gelir.

 

Sülemî bir başka tanımda ‘Her hal ve vakit, senden bir çeşit fütüvvet ister’ diyor. Bu tanımdan yola çıkarak, içinde bulunduğumuz zaman ve devrin gerekliliklerine uyarak fütüvveti hatırlamak, hatırlatmak ve en önemlisi yaşamak gereklidir. Fetâlar tekrar meydana çıkmalıdır. O vakit, ibnü’l vakt olabilir ve Hakikat-i Muhammediyyenin vârisleri olduğumuzu tüm dünyaya gösterebiliriz.  Vakit, fütüvvet vaktidir.

 

Filmlerin İzinden Fütüvvet

Sinemayı bütün sanatlardan beslenip disiplinler arası geçişi kendi içinde toplayan, çağın en göze çarpan eseri olarak değerlendirebiliriz. Kurgu, müzik, ışık, resim ve hikâye bir bütün biçiminde görülebilir. Hal böyle olunca sinema sanatı da bir hikmet sanatına dönüşüyor. İranlı yönetmen Mecid Mecidi “Eğer Hz. Muhammed bu dönemde yaşasaydı tebliği sinema olurdu” der, nitekim de doğru söyler. Sinema sanatı ile milyonları etkilemeyi başarırken, kişileri iyi ya da kötü yönde de değiştirebiliyorsunuz.  

Bu yazıda, filmlerin izinden “fütüvvet”i ele alacağız. Fütüvvet, kelime mânâsı bakımından birçok kavrama işaret ediyor: Alçakgönüllülük, eli açıklık, yiğitlik, başkalarını sevmek gibi… Ana akım sinemada, saydığımız bu vasıfları ana karakter ve yan karakterler üzerinden görmemiz mümkündür. Bu yazıda “fütüvvet” kelimesinin açılımlarını, şiirsel sinemanın ustası sayılan Tarkovsky’nin Stalker filmi üzerinden ele alacağız.

Tarkovsky, filmlerinde hep Allah’a ulaşmanın yollarını ararken, ibâdetinin sinema dili olduğu söyler, ayrıca sanatın da Allah’a bir yakarış olduğunu savunur. Stalker’ın konusuna gelecek olursak, “Uzak bir gelecekte, bambaşka bir yaşam düzeni içerisinde, ismi olmayan bir ülkedeyiz. Dünyaya düşen dev göktaşı, yaşamı yerle bir ederken Zone adında, esrarengiz yeni bir bölge oluşmuştur. Bu bölgeden içeriye girebilen insanların tutkularının gerçekleşeceğine dair söylentiler vardır. İçeride yaşayan ‘güç’ insan zihni tarafından hayal edilmesi mümkün olmayacak güçteki bir varlıktır. Askerler tarafından korunan Zone bölgesine sadece gerekli olgunluğa erişmiş cesur Stalker’lar girebilmekte, bölgeye giren insanlara eşlik etmektedirler.” Stalker unvanındaki karakterimizde, filmin başından sonuna kadar hissettiğimiz ana özellik, fütüvvet kelimesinin içinde barındırdığı “cesaret” olacaktır, çünkü Stalker herkesin korkup kaçtığı bölgeye cesareti ile sürekli adım atmaktadır. Stalker’ın yanında kafası soru işaretleri ile dolu bir profesör ve bir arayış içinde olan yazar vardır. Profesör ve yazar, filmde “mânâ denizi” denilen odanın eşiğine geldiklerinde içeri girmekten vazgeçerler, çünkü imanları zayıftır. Stalker bu durumdan oldukça üzgündür çünkü imanları zayıf olduğu için gerçek mânâyı göremeyip geri dönmüşlerdir, odaya girebilmek için kāl ehli değil, hâl ehli olmak gereklidir.

Bu noktada film bizleri alarak Nur Dağı’na, Hira Mağarası’na götürüyor. Hepimiz, Peygamber Efendimiz’in bilgi olarak Hira Mağarası’nda inzivâya çekildiğini biliyoruz ama kaçımız bir fütüvvet örneği göstererek O inzivâdayken başında bekleyebilir. Ona zarar gelmemesi için varını yoğunu ortaya koyabilir? Kaçımız Hz. Ali gibi gözünü dahi kırpmadan Peygamber’in o nur dolu yatağına yatabilir? Belki de bizim fütüvvetimiz bunları dile getirdiğimiz noktada başlayacaktır.

Stalker filminde, fütüvvet makamını temsil eden Stalker, hemen hemen her şeye seküler şekilde yaklaşan bilim adamına ve yazara şu sözleri söylüyor: “Bölge (Zone) seni iyi ya da kötü diye ayırmaz, bölge sadece hiçbir şey olanların, zavallıların geçmesine izin verir. Ama nasıl davranması gerektiğini bilmiyorlarsa en zavallılar bile ölür.” İşte filmin bu noktasında biz fütüvvetin diğer mânâları olan alçakgönüllülük ve dünya malına önem vermemeyi görüyoruz. “Zone” denilen bölge tuzaklarla dolu tıpkı dünya hayatı gibi…Bu bölgede tam teslimiyetle Allah’a yaklaşırsan, o da sana kendini açıyor ama teslim olamazsan bu bölgeden çıkamıyor, bazen de deliriyorsun. Dünya hayatı da, “Zone” gibi tuzaklarla dolu nefislerimiz, hırslarımız ve tutkularımız da bizi gerçekten uzaklaştırıp gönül odamızı kapatıyor. Yönetmen burada “Zone”u, dünya hayatı olarak ele almış. Tarkovsky’nin gözünden iman ve fütüvvet, bir arada sunuluyor ve film bizleri sürekli sarsıyor. Filmin belki de en can alıcı noktası Stalker’ın yanındaki profesör ve yazar için duâ ettiği sahne oluyor. Stalker, Rabbine o kadar teslim olmuş ki, o kadar çok inanıyor ki, aynı inançla yollarına devam etmelerini profesör ve yazar için de istiyor. Ve şu şekilde onlar için dua ediyor:

“İnanmalarına izin ver ve tutkularına gülmelerine, çünkü onların tutku dediği gerçekte duygusal bir enerji değil, ruhları ve dış dünya arasında bir sürtüşme… Ve en önemlisi kendilerine inanmalarına izin ver. İzin ver, çocuklar gibi çaresiz olsunlar, çünkü güçsüzlük muhteşem bir şeydir ve güç hiçbir şey. İnsan doğduğunda güçsüz ve uysaldır. Öldüğünde ise katı ve duyarsız.”

Bu tirad aslında, acziyetin Allah erleri için bir makam olduğunu dile getirirken, aynı zamanda fütüvvet kelimesi içinde yer alan “başkalarını sevmek, onlara yardım etmek, onların iyiliğini istemek” mânâlarına da işaret ediyor. Fütüvvet ehli insan, önce kendini değil, başkalarını düşünür ve onlara her ne olurlarsa olsunlar Allah’ın yarattığı bir can olarak saygı duyup onları sever. Tirad aynı zamanda bana, sultanımız Sâmiha Ayverdi’nin tekrar ve tekrar okuyup idrak etmemiz gereken sözünü bir kez daha hatırlatıyor:

“Herkes bu meydana bir zafer için gelir, ben ise sade sana yenilmek için geldim.”

Allah’a koşulsuz güven ile bağlanıp acziyetimizi idrak etsek, Stalker filmindeki gibi mânâ odasının kapıları gönlümüzde açılacak. Bizler bu dünyada benlik zannına tutulu kalıp filmimizdeki profesör ve yazar gibi mânâ odasının kapısına kadar gidebiliyor ama bir türlü kapıyı açamıyoruz. İnşallah hepimiz, Peygamber’in bayrağı altında kendi fütüvvet yolumuzu keşfeder, iyilik, güzellik ve Allah aşkı için çalışmaya niyet ederiz.

Yazıyı, filmin yönetmeni Tarkovsky’nin, Stalker için yaptığı yorum ile noktalayalım:

İnsanın yok olduğu ya da dayandığı bu yerde ayakta kalmayı başarıp başaramayacağı, kendine olan saygısıyla, önemliyi önemsizden ayırma yeteneğiyle belirlenir. Her birimizin içinde olan o özgün insânîlik ve ebedîlik üzerine düşünmeyi teşvik etmeyi görevim sayıyorum. Ne yazık ki, bu sonsuzluk ve öz, insanın kendi yazgısını kendi elinde tutmasına karşın sık sık görmezden geliniyor. Birtakım aldatıcı idealler peşinde koşulması yeğleniyor. Ancak gene de geride insanın varlığını inşâ ettiği ufacık bir kırıntı kalıyor: Sevme yeteneği. İşte bu kırıntı insan ruhunda, hayatını belirleyecek bir yer işgal edebilir, varlığına anlam katabilir.”

Firuze Büşra Ak

 

Yeşil Smoothie

Malzemeler:

1 adet soyulmuş, çekirdeği çıkarılmış, donmuş mango

¼ soyulmuş, çekirdeği çıkarılmış, donmuş avokado,

½ kiwi

1 kase kıyılmış karalahana

½ salatalık

½ misket limonu veya limon suyu

1 bir büyük fincan hindistan cevizi suyu

1 tatlı kaşığı chia tohumu

 

Hazırlanışı:

Bütün malzemeyi smoothie karıştırıcısına koyun ve 45 saniye kadar karıştırın.

Âfiyet olsun.

 

Editörden (Eylül-Ekim 2017)

Her Nefes Dostlarımıza Merhaba,

 

Yeni sayımızda, yeni bir konuyla yine biraradayız çok şükür. Eylül-Ekim 2017 sayımızın konusunu “Eğitim ve Tasavvuf” olarak belirledik. Gönlümüzden dilimize, kalemimize düşen hislerimizi ve düşüncelerimizi siz dostlarımızla paylaşmak istedik.

 

Yüce Rabbimiz bu âlemi yaratırken her an yeni bir şe’nle dirilen, sınırsız ilmini bize göstermiş, gösteriyor. Mübârek Peygamberimiz de öğrenmeye ve ilime verdiği kıymeti “İlim Çin’de bile olsa gidin alın” hadis-i şerifi ile bizlere hatırlatıyor. Aynı zamanda bu hadis-i şerif ile öğrenmenin, ilmin önemine ve kıymetine işâret ediyor. Dolayısıyla yüce dinimiz öğrenmeye, öğrenene ve öğretene büyük kıymet veriyor.

 

Bu durumda bize sadece öğrenmek ve inşallah öğrendiklerimizi yaşamaya çalışarak göstermek düşüyor. İşte bu sayıda bu konuyu beraberce düşünelim istedik. Biz öğrenmede neredeyiz? Hayatı ve kendimizi ne kadar öğrendik? Ne kadar anlayabildik? Bu soruları ve daha birçok başka soruyu kendimize, gönlümüze sorduk. Kendimize, hayatlarımıza, aldığımız eğitimlere göz attık. Farkına vardığımız, varamadığımız durumları kendimizce ve elbette dilimiz döndüğünce irdeledik. Sizlere iletmeye, sizlerle paylaşıp dertleşmeye çalıştık. İnşaallah bu vesîle ile siz ezelî gönül dostlarımız da bizim bu hasbî hâlimizi beğenir ve kendi hâlinizi bizlerle paylaşırsınız. Lütfen bize yazın ve konularımıza dâir görüş ve önerilerinizi paylaşın.

 

Kusuru şahsımıza, beğendiğiniz her şey, yegâne öğretene, El-Alîm isminin sâhibine âit olmak üzere Eylül-Ekim 2017 sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

Sohbetler (Eylül-Ekim 2017)

Victore Pauchet’nin tekâmül nazariyesine âit bir makalesini okuyorduk. Bilhassa şu sözler dikkatimizi çekmiş bulunuyordu: Muvaffak ve mes’ut olmak isterseniz her hafta, her ay, her sene temin ettiğiniz terakkiyi hesap etmelisiniz. Siz kendiniz hem terbiye eden, hem de terbiye olan bir varlık bulunduğunuzdan tekâmülünüz hayvanların ve nebatlarınkinden farklıdır:

“Muharrir demek istiyor ki, herkes behemehal nefsini hesaba çekmelidir. Eğer neticeden hoşnut olursa memnun olmalı, yoksa beğenmediği hallerini ıslâha çalışmalıdır. Sonra: Siz hem terbiye eden hem de terbiye olansınız, sözü de; Siz çobansınız ve sürünüzden mes’ûl-sünüz hadîs-i şerifine temas ediyor.”

Makaleyi okumaya devam ettik: İdare edilmeye muhtaç iseniz, insan terbiyesiyle uğraşan bir mütehassısın yardımı size faydalıdır. Bu terbiye sizde şevk ve heves uyandırdığı takdirde, bu yardım, şuurlu bir şahsiyet meydana getirmek için gereken malzemenin nefsinizde mevcut olduğunu gösterir. Siz bir müteahhitsiniz. Varlığınızın bütününün planını hazırlayacak bir mimara ihtiyâcınız var; o, size ihtiyaç hissedilecek tafsilâtı verecek ve çalışmalarınızı sevk ve idare edecektir. Fakat tekrar ederim ki onun fikirlerini herhangi bir muhakemede bulunmadan, izahlarını hiçbir fikir yürütmeden âbidenin yerden yükseldiğini göreceğiniz âna kadar noktası noktasına kabul de menfaatiniz icâbıdır.

– “Bu sözlerin anlatmak istediği fikir şu: Bir kimseye ya doğrudan doğruya Rahmanın cazibesi gelip onu kendinden almış olmalı veyahut o kimse terbiyesiyle uğraşan bir mütehassıs diye kastettiği kâmil insanı bularak onun terbiye ve irâdesine kendini teslim etmelidir.

 

Sermâye bu yolda hemen

Teslim olur buna inan

Sıdk ile Allah’a dayan,

Etmez mi gör ihsan sana!”

 

Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 195-196.

Kahrın da, Lütfun da Hoş

Sûfîler dünyaya gelmekten maksad Allah’ı bulmaktır derler. Ne var ki âleme gelir gelmez bu vazîfemizi unutup dünyanın sefâsının peşinden koşup cefâsından da kaçıyoruz. Dünya hayâtını bir imtihan yeri olarak gören kişi, bu âlemin en iyi eğitim sistemi olan tasavvuf müfredâtı ile yol alırsa Allah’a ulaşmak için doğru bir yol seçmiş olur.

Tasavvuf eğitim sistemi için önce iyi bir öğretmen lâzımdır. Bu sistemde kitaplardan öğrenilecek bir şeyler olsa bile asıl olan, hocadır. Hoca, talebesini seviyesine göre kişisel bir müfredâta ve eğitim sürecine tâbi tutar. Bu arada her bir talebenin öğreneceği şey ve öğrenme süresi farklı olabilir. Talebenin ezelî nasibi ve kapasitesi önemlidir.

Tasavvuf eğitiminde hakikat birdir; bu dünyada iki gibi görünen her şey aslında birdir. Yani iyi ve kötü, acı ve tatlı, güzel ve çirkin halinde görünen şeyler aslında birdir. Mevlânâ’nın bir hikâyesinde bahsettiği gibi aslında beşer şaşıdır. Şaşı iki tane şişe olduğunu ne kadar iddia ederse etsin, aslında bir tane şişe vardır. Hikâyede şaşı, şişelerden birini kırar ve başka şişe olmadığını görür. Yani aslında şişe birdir, ama şaşı diğer şişenin de var olduğunu sanmaktadır.

Bunun farkına varmak bile insana büyük bir rahatlık verir. En azından cefâ gibi görünen şeylerin aslında birer imtihan olduğu ortaya çıkar ve ne zaman ki cefâ ve sefâ kişi için bir olur, işte o zaman bu eğitimin meyveleri de dâimî huzur ve kesin bir îman olur. Yunus Emre Hazretleri’nin şiirinde de dediği gibi Allah’ın kahrı da lutfu da hoş gelir.

 

Hoştur bana senden gelen,

Ya hil’at ü yahut kefen,

Ya taze gül, yahut diken..

Kahrın da hoş, lütfun da hoş.

 

Gelse celâlinden cefâ,

Yâhut cemâlinden vefâ,

İkisi de cânâ safâ:

Kahrın da hoş, lütfun da hoş.

 

Huzura Giden Yoldaki Engelleri Kaldırmak

Batı’nın etkisinde kalmış, pozitivist rasyonalist bir eğitim sisteminde yetişiyoruz. Hal böyle olunca, bilgi edinme yolunda akıl ve mantık vazgeçilmez araçlarımız oluyor. Aristotelesçi, ‘Siyah siyahtır, Beyaz da beyazdır.’’ mantığı ile düşünmeye alıştırıldığımızdan, bir şey ya Şu’dur ya da Bu’dur demek zorunda kalıyoruz. Duyu organlarımızın sınırlı verileri ile üretilen sınırlı bilgileri gerçeklik olarak alıyoruz. Bu nedenlerle de hakikatîn (şimdilerde “fuzzy logic” denilen) çok katmanlı yapısını kavrayamıyoruz. Ne kendimize, ne de evrene dâir tatmin edici açıklamalar getiremiyoruz.

 

İnsana, âleme, varlık katmanlarına, yaratılışa, hayâta, hayatın amacına, ölüme dâir birçok sorumuz oluyor. Bu sorulara sınırlı bilgilerimiz ile cevaplar üretemeye çalışıyoruz. Bilimsel çalışmaları ve felsefe kuramlarını da okuyor ancak tam olarak tatmin olamıyoruz. Modern kapitalist dünyanın sunduğu teknoloji, tüketim ve haz tuzakları ile kendimizi uzunca bir süre oyalıyoruz ancak bir türlü huzuru, dinginliğini, ruh sâkinliği bulamıyoruz. Zamanla depresyondan şizofreniye türlü ruhsal hastalıkların pençesinde can çekişiyoruz.

 

Nasıl aşacağımızı bilemediğimiz, her geçen gün biraz daha bizi biz olmaktan çıkaran bir benlik ile yaşamaya çalışıyoruz. Nefsimiz bize emrediyor, biz de sorgusuz itâat ediyoruz. Her istediğini verdiğimiz, verdikçe büyüyen, büyüdükçe yine isteyen ve bizi ele geçiren bir güce köle olduğumuzu anlayamıyoruz.

 

Sûfîler bizi yakıp küle döndüren bu ateşi söndürebilecek tek şeyin, bir öğretmenin terbiyesine girmek olduğunu söylerler. O öğretmen ki, insanı nefsinin esâretinden kurtaracak yolları öğretebilecektir. İnsan bu öğretmenin gösterdiği şekilde nefsinin emrinden kurtulup onu kınamaya başlar.

 

Tekâmül ile insan kendini bilmeye başlar. Kendini bilen de Rabbini bilebilecektir (‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’): Hz. Mevlânâ’nın, Yunus Emre’nin öğrettiği ve geleneğimizde hâkim olan öğreti de budur. Onlar gibi ârifler modern bilimin terminolojisinde bulunmayan bir bilgi türü olarak kalbî bilgiyi kabul ederler. Bu bilgi türüne keşif adını verirler. Bu biliş tarzının, kalbi her türlü kin, nefret, haset gibi kirlerden arındırarak mümkün olabileceğini söylerler. İbn Arabî’ye göre, bir insan şeylerin doğrusunu kalbi ile anladığı ölçüde Allah’ı ve evreni anlayabilir.  Tasavvuf ilmini diğer tüm ilimlerden ayıran temel özellik de budur. Yani bir bilgi türü olarak kalbî bilgiyi kabul etmesi onu eşsiz bir ilim yapar. Bu nedenle ehline göre tasavvuf ilmi, ilimlerin anasıdır. Bu anlamda tasavvuf ilmi insanı aklı aşan bir bilme seviyesine götürür ve hikmet’i elde etmeyi öğretir. Kenan Rifâî Hazretleri, “Hikmet; Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi yerli yerince yaratma, her şeyi layık olduğu yere koyma sırrı ve âlemin insanlar tarafından anlaşılmayan gizli amacı mânâsındadır. buyuruyorlar. Anlaşılıyor ki, hikmet, en üst bilme seviyesidir. Bu bilme seviyesine de ancak tasavvuf ilmi ile ulaşılabilir.  

 

Modern insanın bunalımına çâre olarak üretilmiş her türlü kişisel gelişim aracı, kendini tanıma adı verilen psikoloji ve felsefe dersleri de aslında kendini bilmek üzerine kuruludur. Bu nedenle özünde tasavvuftan beslenen metotlarla birlikte doğrudan tasavvuf ilmi de öğrenilmelidir. Bu anlamda Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nde herkesin kendine göre seçebileceği birçok eğitim programı bulunmaktadır. Enstitünün, her insanın kendini tanımaya, dolayısıyla Rabbini tanımaya başlayacağı muazzam eğitimlerin verildiği bir yer olduğunu söylemek isterim. Sûfîler, “Huzurda isek huzur duyulur” derler. Huzura giden yoldaki engelleri ancak tasavvuf eğitimi kaldırabilir diyor ve huzurda olmayı dileyen herkesi tasavvuf eğitimi almaya dâvet ediyorum.

“Zorunsuz Eğitim”

“Zorunlu Eğitim” denilen sürecin eğitim ve öğretim kurumları olan okullarda 12 yıl olduğunu hepimiz biliyoruz. Her ne kadar adı “Zorunlu Eğitim” de olsa aslında yapılan “Zorunlu Öğretim”dir zîra eğitim beşikte başlayıp son nefese kadar süren “zorunsuz” bir süreç ve ömür boyudur. Bendeniz de zorunlu eğitim ve öğretim yıllarımı çok gerilerde bırakmış biri olarak zorunsuz eğitim sürecine ağırlık vermeyi tercih edenlerdenim.

Başlı başına bir eğitim ve öğretim kurumu olarak İslâmiyet’in de yaşanma şeklini ortaya koyan tasavvuf anlayışı bu “zorunsuz eğitim” sürecinde gönüllülük esasına dayanarak gönlü eğitmeyi ve güzelleştirmeyi hedef alır. Eğitimle öğretimin etle tırnak gibi birbirinden ayrılmadığı bu anlayış çerçevesinde yaygın eğitim bir yandan gelenekten kopmadan dışarıda devam ederken, Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü, bir örgün eğitim kurumu olarak ortaya çıkıyor. Cemâlnur Sargut Hocamızın ve Üsküdar Üniversitesi Rektörü sayın Nevzat Tarhan’ın işbirliği ile Üsküdar Üniversitesi çatısı altında kurulan Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün hedefi, dönemlik eğitim ve seminer programlarının yanısıra aslen yüksek lisans ve doktora programlarıyla tasavvufu akademik seviyede öğrenecek ve öğretecek insanların yetişmesine imkân hazırlamaktır. Allah’ın lûtfuyla, her yaştan ve çeşitli meslek gruplarından oluşan öğrenci kadrosuyla önce tezsiz başlayan yüksek lisans programının yanısıra, geçtiğimiz Temmuz ayında tezli yüksek lisans programı da açıldı.

Programa, “acaba altından kalkabilir miyim, bu yaştan sonra becerebilir miyim” endişesiyle başladığım halde, kendimi her sabah koşa koşa okula giderken, gündelik zevklerimi bir kenara bırakıp saatlerce ders çalışma zevkini yaşarken buldum. Çocukluk yaşlarımdan îtibâren içinde bulunduğum çevrenin, âile büyüklerimin tesiriyle bu kültüre hiç de yabancı olmamama rağmen, önce sertifika programları sonra da yüksek lisans programıyla başlayan ve devam eden talebelik sürecinde, dersler, muhtevaları ve alanında söz sahibi kıymetli ve muhterem hocalarımızın derin bilgi ve tasavvufî bakış açılarını paylaştıkları tecrübelerden -kabımız miktarınca- istifâde etmemiz imkânının sunulması, kıymetine paha biçilmez bir fırsat oldu benim için.

Enstitü’de diğer ilimlerle beraber İslâmiyet’in bir ve bütün olarak anlaşılması gerektiği, tatbîkî bir ilim olan tasavvufun kucaklayıcı ve kapsayıcı bakış açısı içerisinde târihî, kültürel, edebî zenginliği ile öğretiliyor. İslâm düşünce ve medeniyetinin temel kaynakları olan Kur’an ve sünnetin, başta Hz. Peygamber ve onu temsil eden insân-ı kâmiller tarafından nasıl yorumlandığı ve yaşanıldığı anlatılıyor.

Dünyanın çeşitli yerlerinde, alanında söz sahibi olan tasavvuf araştırmacılarıyla öğrencileri buluşturacak etkinliklerle köprüler kuruluyor.

Hülâsa Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü, tasavvuf eğitim ve öğretiminin akademik ortamdaki doğru adreslerinden birisi… Bu sadece benim değil diğer talebelerin de ortak kanaatidir. Ümidimiz, Türkiye’nin dört bir yanında bu amaca hizmet edecek programların açılması ve yaygınlaşmasıdır.

Hümeyra Livatyalı