Yazılar

Tasavvuf ve İlim

Hz. Ebu Hafs Haddad, “Tasavvuf, baştan aşağı edeptir” buyuruyor. O zaman akla, “Edep nedir?” sorusu geliyor. Bu sorunun cevâbını Hz. Ken`an Rifâî “Edep, her yerde Hakk`ın birliğini görmektir” diyerek veriyor. Bu târif, aynı zamanda bütün ilimlerin, bize sadece Hakk`ın birliğini anlatan birer vesîle olduğunu da söylüyor. Yâni, kimyanın, biyolojinin, matematiğin, felsefenin, astronominin ve diğer bütün ilimlerin gāyesi bize ‘Bir`i anlatmaktır. Bu vesîleleri Bir`den gayrı görmek ise, kişiyi o ilmin hakîkatinden uzaklaştırır. Ne güzel hâdisedir, bir keresinde Meşkûre Sargut Hanımefendi Konya`da Selçuk Üniversitesi’nde bir konuşma yapmak üzere dâvet ediliyor; konuşmasında “İmansız ilim, insanı ahlâksız yapar” buyurduklarında bütün profesörler kendisini ayakta alkışlamışlardı.

Peki, neden bu kadar çokluk? Hz. Ali`nin, “İlim bir noktadır, onu cahiller çoğaltmıştır” sözündeki gizli mânâ nedir? Bu mânâyı yine Hz. Ken`an Rifâî “Sohbetler” isimli eserinde şu şekilde şerh etmektedir: “Meselâ benim zihnimde bir hikâye var. Onu gazetede neşretmek istiyorum. Fakat hikâyeyi yazacağım yerde, kâğıda bir nokta koyup gönderiyorum. Gerçi bu nokta ile hikâyemi, kendime göre ifâde etmiş oldum. Fakat herkes tarafından anlaşılması için mutlaka o noktanın tafsil edilmesi, yâni hikâyenin yazılması lâzımdır.”

Meşkûre Sargut, “Mevlânâ Diyor ki” isimli eserinde “Her kazanç bu âlemdedir, irfan mektebi burasıdır. Binâenaleyh dünyâya gelmenin hakîkî mânâsını sezip bu mânâyı tahsil edenler, hakîkat ile âşinâlık kurarlar ki, Hak ile olmanın sırrı da budur.” buyuruyor.

İşte bütün ilimlerin gayesi, insanlık ilmini tahsil etmektir. İnsan olmak, nefsin şedîd arzularından âzâde olmaktır ki, “Rabbini bilen, nefsini bilir” sırrına da gebedir. Esasen Rabbini (Öğreticisini) bilen de bu âleme bir irfan mektebi gözüyle nazar eder, her ilimden hakîkî âlim olan Allah`a ulaşır. Bu âlemde her şey ona öğretmen olur.

Ne buyurmuş Koca Yunus:

İlim ilim bilmektir, 
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin,
Ya nice okumaktır.

Okumaktan murat ne,
Kişi Hak’kı bilmektir. 
Çün okudun bilmezsin,
Ha bir kuru emektir.

İlahe Kurşun

Patates Püresi

Malzemeler:

 

4 Büyük boy patates

Deniz tuzu

200 ml Süt

200 gr Sade tereyağ

 

Hazırlanışı:

Patatesleri üç ya da dört parçaya bölerek düdüklü tencerede haşlayın. Durulayıp kabuklarını soyun. Patates ezicisi ile nemi gidene kadar ezerek püre haline getirin

Sütü bir tencerede kaynatın, ısıyı azaltın ve püreyi içine koyun. Sonra tereyağını ekleyin ve tuz serperek homojen bir kıvam elde edene kadar karıştırın.

Âfiyet olsun.

Sohbetler (Temmuz-Ağustos 2017)

– Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş diyor Hazret-i Niyâzî…

“Dert olarak kabul edilecek şey, bâtın derdi yâni mânevî dertlerdir. Burada Niyâzî Hazretleri: Ben derdime derman aradım, yâni aslıma, cânânıma kavuşmaya ve kopup geldiğim vatanıma ulaşmaya yol aradım, dediler ki, derman kendindedir. Mâdemki cânânının derdini kendine dert edinmişsin, şu halde ona yana yakıla kavuşursun, demek istiyor.”

 

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 565)

 

*******

– Aşk, Hakk’ın tuzağıdır. Onunla kulları avlar. Aşk ile alış verişi olmayan kimseye yazık… diye bir söz okudum. Îzah buyurur musunuz?

“Cenâb-ı Hak sevgili kullarını ikiye ayırmıştır. Bir kısmını ibâdet ve tâatine, bir kısmını da aşkına tahsis etmiştir.

Aşk demek, Allah’ın muhabbetinden başka bir muhabbetin gönlünde yer etmesine müsâade etmemek demektir. Ne mutlu o kula ki Allah onu muhabbet âleti ile avlıyor.

Ne yazık o kimseye ki ne ibâdet ne aşk ehlidir. Geçici ve hayâlî olan dünya zevklerine sarılarak aslından uzaklaşır ve mevhum gölgelerin arkasından koşar.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 596)

 

*******

Kolay kazanılmış paradan sadaka vermekle, güç kazanılmış paradan sadaka vermek arasında bir fark var mıdır?

“Elbet kendi helâl kazancından sadaka vermek daha hoştur. Amma dili ile hayır yapmak, insanları hayra teşvik etmek de sadaka-dır. Kezâ bedeni ile başkalarına hizmet ve yardım da sadakadır. Sadaka, mutlaka kesesinden fedâkârlık yapmakla olmaz. Allah nâmına yapılan her iyilik bir sadaka demektir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 596)

 

******

– İrfânın alâmeti nedir?

– “Ârif olan, sözünden de, özünden de, gözünden de, hareketinden de bellidir. İrfan demek Allah’ı bilmek demektir. Yâni Allah’tan başka fâil, ondan başka mevcut görmemektir. Her nereye baksan ol güzel Allâh’ı görmek, işte irfan budur.

Sanma zâhit savm u salât ile biter işin

İnsan olmaya lâzım olan irfan imiş.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 598)

Vefa Apartmanı

Geçen yıl Türk Edebiyatı Vakfı’nda çalıştığım sırada, Ahmet Kabaklı tarafından başlatılan ve 45 yılı aşkın süredir her hafta devam eden Çarşamba Sohbetlerinden birine Sadık Yalsızuçanlar’ı konuşmacı olarak davet etmiştim. Sadık Yalsızuçanlar da kendisine “Bir Vefa Hikâyesi: Tevfik İleri” konuşma başlığını seçmişti. Bu vesileyle kendisinin Vefa Apartmanı adlı kitabına dalmış, satırların altını çize çize çalışmaya başlamıştım. 

İnsanların millî ve mânevî değerleri ağzında sakız gibi dolaştırıp aynı zamanda yine nasıl sakızdan beter çiğneyip attığını gördüğümden beridir içimde fırtınalar kopuyordu. Çok uzak değil, daha yüz yıl öncesinde bile bu millet ne acılar çekmiş, ne emekler vermişken gördüğüm bîgâneliği kabullenemiyordum. Vefa Apartmanı tam o sırada yetişmişti içimin sıkıntısına. Gerçek ve yalan arasındaki kısacık hayat çizgisinde helâli haramı bilmiş, yanlışın karşısında her zaman doğru durmuş, her cefâyı sıdk ve vefâyla karşılamış örnek bir âileyle başbaşaydım. Tevfik İleri Beyefendi öyle vatan âşıklısıydı ki, Sadık Yalsızuçanlar kitabında ona “Sevgilinle memleketin birdi. ‘Seni seviyorum.’ derken eşine mi, memleketine mi sesleniyordun fark edilmiyordu.” diye hitap ediyordu.

Vefa Apartmanı’nda en etkilendiğim yerlerden biri ise şu bölümdü: “Hastalığın erittiği bedenine rağmen umut dolu ve aydınlık çehresiyle yüreğindeki memleket aşkı… Bunu bir türlü anlayamıyorum. İnsan, vatanına nasıl bu kadar âşık olabilir? Fethi Bey’in dostluk söyleşisinde geçtiği gibi, herkesin köşe dönmek için çırpındığı, ihâleler peşinde koştuğu bir zamanda, bunu anlamak ne kadar güç. Bir kadına âşık olunabilir, paraya, üne, tutkuya… Peki, insan memleketine âşık olur mu? Uğrunda her şeyden vazgeçer mi?” 

Tevfik Bey ve âilesi, hangi koşullarda olunursa olunsun insanın ilkelerinden sapmadan nasıl yaşayabileceğini gösteriyorlardı. Vatan, millet sevgisi nasıl bir esası, nasıl bir temeli teşkil ediyor; bize hatırlatıyorlardı. Kitaba devam ettikçe anlıyor ve görüyordum ki vatan aşkını yaşayamayan, ne ilâhî aşkın anlamını ne de herhangi bir şeyi gerçekten sevmenin ne demek olduğunu anlayamıyordu. Sevgide sahtecilik burada doğuyordu. Evlenmek üzere olduğu nişanlısına “Seninle birlikte memleketimizin müşterek zevklerini tadarak dolaşacağız…” diye hitap eden bir Tevfik İleri’yi, eşinin hüznünü Hazret-i Hatice gibi vakumlayıp çekmeye çalışan Vasfiye İleri’yi tanımamanın eksikliği ne büyüktü…  

Sadık Bey o gün vakfın sohbet salonunda bu güzel âileyi bizlere türlü anılarla yakînen tanıtırken, gözüm Türk Edebiyatı Vakfı Kurucusu Şeyhülmuharrîrîn Ahmet Kabaklı’nın duvara asılmış, vatanımızı annemizle bir tutan yazısının üzerinde tekrar tekrar gezinmişti. O da diyordu ki: “Kendi Gök Kubbemiz’in altındadır benim dünyam. İslâm’ın aydınlığı içinde, gönül ülkümüzün güneşi altındadır. Tarihimizin altın tozları serpilmiş vatanımız eşsizdir. Başka analar içinde anamız nasıl en güzelse, anamızın güzelliği nasıl zenginlik ve estetik ölçülere vurulamazsa, başka vatanlar içinde bizim vatanımız da en güzeldir. Onu sevmek, onarmak, işyerleri, fabrikalar, yeşillikler ve çiçeklerle donatmak görevimiz var, fakat sevmemek, beğenmemek hakkımız değildir.”

Onların vatan ve millet sevgisi öyle bir sevgiydi ki, anne, baba, evlat, kardeş, eş sevgisi dahî onun temelinde birleşmişti. Allah’a îmânları bu sevgiyi, bu sevgi de îmânlarını parlatıyor, Hak ve halk sevgileri onlarda birbirini tamamlayan bir bütün hâlinde görülüyordu. Türlü dünya zevklerinin içinde gezip kaybolmak yerine bu insanlar millet hakkı için, ezan hakkı için, cefâlârı selâm gibi karşılamayı seçmişler ve birer tevhid meşâlesi hâline gelmişlerdi. Aile sevgisinin, vatan sevgisinin ve Allah sevgisinin nasıl birlendiğini görmek için onlara bakmak yeterliydi…

İman, İslâm, Vatan

İman,  kuvvetli inanç demektir. Her insanda doğuştan bir şeye inanma ve bağlanma ihtiyacı vardır. Fakat kişi her zaman neye iman edeceğini bilemez, bir ideoloji, bir siyasi görüş, para, zenginlik ya da sıradan bir insana iman edebilir. İslâm’da iman ise İslâm’dan sonra gelen ikinci bir basamaktır. Bu ayrımı Hucûrat Sûresi 14. âyette net bir şekilde görebiliriz: “Bedeviler ‘İman ettik’ dediler. De ki ‘Siz henüz iman etmediniz, fakat henüz iman kalplerinizin içine girmemiş olduğu halde İslâm’a girdik deyin. Eğer Allah’a ve peygamberine itaat ederseniz, size amellerinizden hiçbir şey eksiklemez; çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, merhamet edendir.”

Görülüyor ki iman İslâm’a girdikten sonraki aşamadır. Allah’a kuvvetli bir inançla bağlanıp yapanın yaptıranın O olduğunu bilmek demektir. İman kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amel etmek demektir. Yani sadece dilimizle “Allah Allah” demek değildir; iman için kalp ile O’na bağlanmak gerekir ve iman, O’nun ahlâkı ile ahlaklanmaya çalışmakla olur.

“Vatan sevgisi imandandır” anlayışının hem zâhir hem de bâtın yönü olabilir. Zâhir olarak, insan doğduğu yeri sevebilir, ancak imanlı olan yani kuvvetli bir inanca sahip olan kişi, vatanını kendi canını düşünmeden korur ve müdafaa eder. Allah’a olan imanı, kişiyi güçlü kılar ve kendinden önce diğerlerini düşünür. Burada asıl olan, dinin ve devletin bekası ve devamıdır. Bu uğurda insan kendi canını hiçe sayar. Zaten Allah’a iman ile bağlanmış kişi dilindeki zikrinin yanında, kalple Allah’ı tasdik eder ve amellerine Allah’ın istediği gibi çekidüzen vermeye çalışır. Böyle bir kişinin kendi canını koruma gibi bir derdi olmaz, çünkü ölüm de sevgiliye kavuşmaktır. Burada önemli olan vatanı korumaktır. Vatansız bir kavim özgür olamaz ve özgür olmayınca da dinini, ahlâkını ve sahip olduğu güzellikleri koruyamayabilir. Bu sebeptendir ki hakiki vatan sevgisi imandandır, çünkü içinde Allah sevgisi barındırır. Sadece dil ile söylenen vatan sevgisi ise tıpkı yeni Müslüman olmuş Bedevilerinki gibi iman değil de taraf olmaktır. Harekete geçmeyen, gönülden yapılmayan bir şey sevgi olamaz. Tıpkı seni seviyorum deyip, ama kendi keyfinden geçemeyen acemi bir âşık gibi.

Öte yandan bâtınî yönden bakarsak şunları söyleyebiliriz: Kenan Rifâî, Sohbetler’inde, kişinin asıl vatanının kopup geldiği yer olduğunu anlatır.  Seyrini tamamlayıp kemale ermiş ulu kişi görüp geçirdiği âlemlerin güzelliklerini anlattıkça, O’nu  dinleyenler ağlar. Bu ağlamanın sebebi vatana yani geldiği yere olan özlemdir. Yani beşerî vücuttaki Hakk’ın isim ve sıfatları, vatanlarından ayrı düştüğü için haykırıp sızlanırlar.

Kısacası hem zâhirî hem de bâtınî mânâda vatanını sevme ve kendi canından öte bulma Allah’a sımsıkı inanmış kulların nasibidir. Aksi takdirde göstermelik bir sevgi ve iki sloganla insan vatanını sevmiş olmaz. Dünyadaki vatanımızı sevmek ve onun yükselmesi için çalışmak, öte yandan kopup geldiğimiz vatanımıza en saf halimizle geri dönebilmek için de gayret etmek ve nefsi adam etmek boynumuzun borcudur.

Birlik ve Beraberliği Parçalamak Atomu Parçalamaktan Zordur

Bir yer vardır ki; insan orada doğar, büyür, yaşar, yaşarken anılar biriktirir.  Zamanla oraya karşı bir aidiyet hisseder. Havasına, suyuna, toprağına bağlanır. Uzaklaştığında hasretini çeker. Vatanıdır orası. Sever, hem de çok sever. Uğruna canını verecek kadar. Çünkü vatan sevgisi fıtrîdir.

Vatan, havasıyla, suyuyla, toprağıyla tarif ediliyor olsa da sadece bu maddî öğelerden ibaret değildir. Vatan, içinde mânevî öğeleri de barındırır. Ortak din, dil, gelenek ve tarih, o toprak parçasını vatan yapan şeylerdir. O vatanda yaşayan insanların ortak bir geçmişi vardır. Zulme, baskıya, işgale, haksızlıklara beraber direnilmiştir. Bu uğurda kanlar dökülmüştür. Artık bir millet olmuştur. Bu milletin ortak bir geçmişi olduğu gibi ortak da bir geleceği vardır artık. Bu gelecek, huzur ve güven ortamında kurulan bir gelecektir. İnsan güvenli olduğu yerde huzurlu olur. Bu nedenle bu güveni bozacak tehditlere karşı vatan can pahasına savunulur.

İslâm tarihi vatanını milletini savunanların kahramanlık öyküleri ile yazılmıştır. Biz de bir tarihin canlı kahramanları olduk, oluyoruz. Gördük ki; vatan sevgisi imandandır. Allah’ın bildirdiği gibi, şehitlik mertebesi çok yüce bir mertebedir ve Allah “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın lutuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.” (Al-i İmran 169/171) buyurmuştur. Hz. Peygamber de çeşitli şekillerde şehitlik ve gaziliğin kutsallığından bahsetmiş ve vatanı, malı, canı korumak için ölenlerin şehit olduğunu belirtmiştir. İslam dini vatanı, milletti sevmeyi teşvik etmiş ve korumayı yüce bir görev addetmiştir.

Yaşadıklarımızı, gördüklerimizi unutmayalım. Çocuklarımıza, öğrencilerimize, kardeşlerimize, anlatalım. Onlara vatan sevgisini ve imanın gücünü aşılayalım. Bir ve beraber olmayı öğretelim. Bir gün vatan onlara emanet olacak. İmanlı, vatanını, milletini seven bir yeni nesil yetiştirelim Allah’ın izniyle. O zaman bizi kimse parçalayamaz. Einstein, “önyargıyı kırmak atomu parçalamaktan zordur” demiş ya, ona şunu eklemek isterim: “Birlik ve beraberliği parçalamak daha da zordur.” Unutmayalım, unutturmayalım inşallah.

Değişen Ben, Değişen Kıta!

Çocuk yaşta baba korumasını kaybedeli,

Anneme dost olalı beri,

Bir kahve kokusuyla ağlayıp yoksulluktan,

Özel sevkiyatlarla gezeli beri,

En Doğu’dan en Batı’ya görmeye çalışıp,

Binlerce insanın aşından yiyeli beri,

Dört dilde komşumun derdini dinleyeli,

Dost hasretiyle tatlı söyleşmeleri özleyeli beri,

Öğretmenlerimin anlattıklarını dinleyip,

Uygulamaya çalışalı beri,

Aşka sevk edip gönlümü,

Kendimden kendime seyahate çıkalı beri,

Bir başka seviyorum seni memleketim…

Ballı Muzlu Yoğurtlu Yulaf Ezmesi

Malzemeler:

2 adet muz

1 su bardağı yulaf ya da kinoa ezmesi

1 yarım çay kaşığı tuz

1 çorba kaşığı bal

Vanilya, tarçın veya badem esansı (isteğe bağlı)

Orman meyvaları veya kuru meyva (tercihe göre)

1 paket meyvalı yoğurt

 

Hazırlanışı:

Muzu püre haline getirin, üzerine yulaf ezmesini, balı, tuzu ve vanilyayı ekleyerek bir kâsede iyice karıştırın. Karışımı küçük kek kalıplarına, ortası çukur olacak şekilde yerleştirin. 180 derecede önceden ısıtılmış fırında 12 dakika pişirin. Soğuduktan sonra üzerine meyvalı yoğurt ve meyva tanelerini yerleştirip servis yapabilirsiniz.

 

Âfiyet olsun.

 

 

Editörden (Nisan-Mayıs-Haziran 2017)

Merhaba Dostlar,

Mübarek günler ve gecelerle dopdolu, mübarek Ramazan-ı Şerifi de içinde barındıran ve sonunda bizi bayrama kavuşturan Nisan-Mayıs-Haziran sayımızda yine hep beraberiz çok şükür.

Dilimize pelesenk olmuş bir cümle vardır: “İnsan hayatında öyle zamanlar vardır ki, geldi mi her şey üstüste gelir.” Nedense de bu cümleyi hep biraz mahzun-hüzünlü söyleriz. Halbuki bu cümle içinde çok önemli bir müjde de gizlidir. Nedense onu da hep göz ardı ederiz.

Evet haklısınız, her şey üstüste gelir. Çünkü her şey birbirini takip eder. Her şey küre şeklinde olan bu dünyada bir devinim içindedir diyebiliriz. Geceyi gündüz takip eder, dolayısıyla her karanlıktan sonra aydınlık vardır. Sıkıntı ve derdi, rahatlama ve derdin sona ermesi takip eder. Hastalığı sağlık, ağır hastalığı ebediyen bu sıkıntıdan kurtulmak takip eder. Bu örnekleri sonsuz sayıda çoğaltabiliriz. Yüce Rabbimiz pek çok defa olduğu gibi İnşirah Sûresi’nde de bunu dile getirmiştir Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah Sûresi, 5-6).

İşte tam bu sebepten ben de bu döngüde neden güçlük kısmına bakarız da kolaylık ve müjde kısmına bakmayız diye düşünürüm. Muharrem gibi “Zü’l Celâli ve’l ikram” bir aydan bir zaman sonrası Recep- Şaban-Ramazan gelir. Hepsi birbirinden kısmetli geceler ve kandiller içerir. “Kandil” ne güzel bir isimdir. Kandiller, ışığımızın azaldığı zamanda ışık olurlar, nur olurlar, aydınlatırlar, hayatımıza aydınlık verirler. Hele Ramazan; dile kolay “On bir ayın sultanı!”, bana göre sultanların sultanı, nimet ayıdır. Bu ayda kandiller ile süslenir camiler, yani hayatımıza onlarca kandil girer. Mahyalar açılır, ışık dolar gecelerimiz… Gözlerimiz cami şerefelerinde, “Top atıldı mı? İftar oldu mu?” diye bekleriz. Ramazan ayında zaman kıymetlenir. İftarlar, sahurlara, sahurlar iftarlara erişir. Devamlı hareketin, sohbetin ve muhabbetin olduğu mübarek bir bereket ayıdır. Zaman bereketlenir; çünkü insanlar zamanın geçişini takip ederler. Saatlere riayet ederler, zamanı –dehri – vakti fark ederler. Farkındalık dolu bir aydır. Ömrümüzü bereketlendirir; vermeyi, paylaşmayı, beklemeyi, kavuşmayı, açlığı, tokluğu, susuzluğu, susamayı farkederiz. Ne şerefli ve ikramlı aydır Ramazan; Kadir gecesi gibi bir emaneti saklar koynunda, ona ulaşmayı ve onu aramayı, “Bulunur mu bilinmez?” demeden yolunda olmayı taşır kollarında. Hırka-ı Şerif’in kokusu ile doludur tüm sinesi, ne muhteşem bir zamandır, Ramazan-ı Şerif…

Evet dostlar geldi mi her şey üstüste gelir ama pek de güzel, dolu dolu ve daima “Cemâli celâlini örtmüş ve taşmış olarak” gelir. Daima “Zü’l Celâli ve’l ikram” olarak gelir ve bizleri maddî-mânevî bayrama kavuşturur. Gönüllerimizi bayram ettirir. Büyüklerimizi ve dostlarımızı, evvelimizi-âhirimizi hatırlatır. En önemlisi bize bizi –özümüzü- hatırlatır. Velhasıl, evet dostlar, “Geldi mi her şey üstüste gelir”; çok şükür ki öyle gelir. Nimeti hiç kesilmeden, bir demden bir deme, nimetler saçarak gelir. Gönül Kâbesinin tavafıyla haccını yaptırıp üstüne hediyelerin en makbulü nefs koçunu fi sebillulah kurban ettirir de gelir. Evet dostlar, “Geldi mi her şey üstüste gelir” iyi ki de böyle üst üste ve gümbür gümbür gelir.

Konumuz “Kandiller ve Ramazan” olunca coştuk, sözü uzattık. “Kandiller ve Ramazan” konulu Nisan-Mayıs sayımıza hoş geldiniz, safâlar getirdiniz. Hoşgörünüze sığınarak, kusurları biz eksik kullara, güzellikleri her şeyin sahibine ait olmak üzere hayırlı Ramazanlarımız ve hayırlı bayramlarımız olsun inşaallah.

 

Yosun Mater

Sohbetler (Nisan-Mayıs-Haziran 2017)

Ramazanın ilk günü idi:

“Bir Ramazan daha geldi ve bizi bıraktığı gibi buldu. Belki de daha beter. Daha beter dememizin sebebi, Resûlullah Efendimiz’in ‘Bugünü dünkü güne müsâvî geçirene yazıktır’ buyurmalarıdır. Elinde fırsat varken, bugünü dünden, hele yarını bugünden aşağı geçiren kimseye yazıktır.”

 

***

Ramazan münâsebetiyle:

  • “Bazen Ramazan’da, sokakta sigara içenleri görürüm de hâl dili ile derim ki: A adamcağız, sende olan bende de var. Ama bende olan sende yok. Yâni, ben de senin gibi sigara içerim, onun lezzetini de bilirim. Fakat sen, içmemenin zevkini bilemezsin. Hâlbuki ben, bu zevkin de yabancısı değilim.”

 

***

 

Oruçtan bahsediliyordu:

“Oruç, hakikatini bilenler için çok büyük şeydir.”
Semîha Hanım:

 

  • Oruç, Hakk’ın samediyet sıfatının tecellîsidir ve Cenâb-ı Hak ‘En büyük ibâdet oruçtur ve orucun da karşılığı benim indimdedir’ buyuruyor.

 

  • “Evet, fakat kabuğunda kalmamak şartıyle. Zâhitlerin orucu kısırdan kabuktan ibârettir. Halbuki mânâsını bilen kimse için her an oruç hâli vardır. Zâhitlerin iftarı günün sonundadır. Halbuki âşıkların iftarı ancak visâlle mümkündür.”

 

***

 

“Orucun, şâir ibâdetlerden derecesi çok yüksektir. Çünkü oruç tutan samediyet sıfatıyle sıfatlanır.

Orucun üç mertebesi vardır: Biri avamın orucu, yemeden içmeden ve haram olan sâir hâllerden imsak etmektir.

Havâssın, yâni olgunlaşmış olanların orucu, el, ayak, göz, kulak ve cümle âzâsını, günah denilen şeylerden imsak etmek, geri çekmektir.

En üst derecede olanların orucu ise, bütün mâsivâdan perhiz etmek ve cümle hevâ ve hevesten sıyrılıp Allâh’ın muhabbeti lezzetini bulmaktır.

Orucun ve açlığın sır ve hikmeti, şehvet ve nefsin kahrından kurtulmak ve bu sûretle rûhâniyet bulmaktır. Mevlânâ Hazretleri der ki: Lokma, eğer sende cevher oluyorsa, istediğin kadar ye. Fakat bu lokma, fenâlıklar doğuruyorsa, boğazına kilit as.”

 

(Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000)