Editörden (Ekim 2013)

Merhaba dostlar,

 

Yeni bir Her Nefes sayısında yine bir aradayız çok şükür. Ekim 2013 sayımızın konusu “ÖLÜM.” Kimimizin aklına getirmekten korktuğu, duymaya dayanamadığı bir hâdise. Tasavvuf ehli için ise, sevgiliye kavuşma, düğün gecesi… Elbette burada bahsettiğim “ölüm”, beden dediğimiz, dünyaya ait geçici ikametgâhın gaybûbeti (kaybı, görünmezliği)… Beden dediğimiz bu kabın içindeyken de bir ölüm hâli var ki, buna tasavvuf lisanında “ölmeden evvel ölmek” deniyor.

Burda bahsedilen ölmeden evvel ölmek hâli, dünya dediğimiz, aldatıcı, bizi tek ve yegâne sevgiliden uzak tutmaya çalışan, kısa ama uzun, bir an ile bir ömür arasındaki o nefes zamanı içerisinde karşılaştığımız hâdiselerin bize etkilememesi durumudur. Tasavvuf ehli için bunun bir diğer anlatımı “hâdiseler karşısında ölü gibi olmak” hâli diye dillendiriliyor. Burada “hâdise”, mülk âleminde her nefeste karşımıza çıkan engellere ve sınavlara karşılık geliyor. Velhâsıl önemli bir konu “ölüm”. Bana göre “ÖLÜM”, içinde “gerçek yaşamı, gerçek ve tek nefesi” barındıran bir konu. O tek ve gerçek sevgiliye, o tek gerçek aşka, o tek gerçek âna, o tek gerçek hayata ulaşmak için mekruhlarla çevrili bir geçici yaşam hâdisesi.

Bu sayıda size bunu kendi gönüllerimizin penceresinden, kendi dilimiz döndüğünce ve idrakimizce anlatmaya çalıştık. İnşaallah beğenirsiniz. Amacımız bu konu üzerinde sizleri de tefekküre dâvet etmek. Bu kısa süreli, yalan âlemde iken size “Her canlı ölümü tadacaktır. Evet! İnşaallah bunu unutmadan beyhûde dünya meseleleriyle sevdiğimizin gönlünü kırmayalım” diyebilmektir. Kusuru bizlere, güzellikleri herşeyin sahibi Rabbimize ait olan sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

Sürç-ü lisan ettiysek affola…

Yosun Mater

 

 

 

Sohbetler (Ekim 2013)

 

Her şeyin sonu başlangıca dönüştür, dendiğine göre nihâyet ne­dir?
– “Nihâyet, iptidâya yâni başlangıca rücûdur. Görmez misin, bir dâire çizdiğimiz zaman dönüp tekrar başladığımız noktaya varırız. De­mek oluyor ki âyân-ı sâbite âleminde hangi noktadan zuhur etmişsek, yine o noktaya dönmek, nihâyete ve kemâle erişmemiz demektir. Şâyet oraya varmadan evvel yolda kalacak olursak, aslımıza dön­mekten geri kalmış oluruz.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 5-6)

***
Ölüm ve ölüm ötesinden konuşulurken:
– “Ölüm, insanın ilmî kazançlarının imtihan yeridir. Herkes oraya imtihan edilmek üzere gider, tâ ki burada tahsil edilmesi îcap eden ilimden cevap versin, diye… Eğer kendisine tevcih olunan suallere gereken cevâbı verebilirse daha âlâ mevkilere, yükselir. Yok eğer cevaptan âciz kalır da dönerse cehenneme gider. Yâni cehennem gibi olan hicran ve firaka atılır. İmtihana çekilenler de üç kısımdır. Tıpkı talebenin çalışkan, orta ve tembelleri olduğu gibi… Çalışkan talebe, sorulan suallere kolaylıkla cevap verir: Sâdıklar ve âşıklar gibi. Ortalar, mü’minlerdir. Tembeller ise kâfirler.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 24)

***
İki defa doğmayan, melekût ve semâvattan ileri geçmez, deniyor. İkinci doğuştan maksat, ihtiyârî ölüm değil midir?
– “Birinci doğuş, cümlenin mâlûmudur: Anadan doğmak. İkinci doğuş ise ihtiyârî ölümdür. Yoksa tabiî ölümle ölen kimse, tabiat ana­sından ikinci defa doğmuş olmaz. Tabiî ölümle ölenler, ekseriyâ ânâsırda kalır, ileri geçemezler. Hadîs-i şerîfde de ‘İrâdenle öl, saadetle hayat bul!’ buyuruluyor.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 39)

***

Gazetede, iki senedir sevişen bir kadınla bir erkekten, kadının kendi koluna sevgilisinin ismini ve ‘beni sevgilimden ölüm ayırabilir’ cümlesini döğdürdüğünü, fakat birbirlerinden soğumaları ve kadının bir başkası ile alâkalanması üzerine kolundaki yazıyı çıkartmak isteye­rek doktorlardan ilâç aldığını, neticede de açılan yaralar yüzünden ko­lun kangren olup kesildiğini okuduk:
– “İşte dünya aşkının sonu! Dünya gibi onun da sonu vahim! Neye, kime âşık oluyorsun? Sevdiğin, gözünün önünde her an de­ğişmekte… Bir çiçek gibi kokladığın o güzel, bir müddet sonra bir fertûd-ı sad-sâle, bir kocakarı olacak. Âşık olacaksan, güzelliği dâim ve bâkî olan bir dilbere âşık ol. Çünkü dünya aşkı, buz üstüne yazılan yazı gibidir. Fakat işte gaflet al­datıyor. Allah, emâneti dağlara, taşlara arzetti. Kabulden baş çevirdiler. Yalnız insan onu kabul etmekle nefsine zulmetti. O insandan maksat da kâmil kişidir. Kâmil ruhtur. Bu emânet de ilâhî cezbedir. Sübhânî aşktır, Cenâb-ı Hakk’ın sıfat ve zâtı ile o mübârek vücutta tecellîsidir. İşte ruhlar halkolunduğu vakit, Allah kendi nurundan üzerlerine saçtı. Yâni ilâhî feyzinden üzerlerine serpti. O feyzi kabûle istidatlı olanlar ve kabûl edenler, kâmil insanın ruhuna mensup olanlardır ki, sâhib-i mânâ bunlardır.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 165)

 

Cemâlnur Sargut’la Söyleşi: “Kendi hakikati ile ilişki kurmayı becerebilen insan için ölüm bir zevktir”

“Kendi hakikati ile ilişki kurmayı becerebilen insan için ölüm bir zevktir”

 

Müge Doğan: Hocam, bu ay çoğu insanın aklına dahi getirmek istemediği “ölüm”den bahsetmek istiyoruz. Hepimiz bu kadar yaşamaya programlıyken neden ölüm var ve biz neden bu kadar korkuyoruz ölümden? Bir tek mutasavvıfların ölüme diğer insanlar gibi bakmadığını görüyoruz. Onların diğerlerinden farkı ne?

 

Cemâlnur Sargut: Aslında âyet-i kerîmede olduğu gibi, Allah ölümü ve hayatı, dünyayı tanımamız ve dünyayı kendisine ulaşmak için bir fırsat olarak kullanmamız için yaratmıştır. İnsan ölümle gerçek hayata kavuşacağını idrak ettiği zaman, o gerçek hayat için hazırlanmaya başlar. Ve ölümün sevgili ile kavuşmak olduğunu, sevgilinin cemâlinin her an yeni tecellisini idrak etmek olduğunu yavaş yavaş anlamaya başladıkça da ölüme doğru bir çekiliş duyar. Hatta Hz. Mevlânâ “gerçek insanlar yani mümin olanlar, ölecekleri zamanı hissederler ve oraya doğru koşarlar” diyor. Demek ki senin de söylediğin gibi öbür âlem ile yani kendi hakikati, kendi içi ile ilişki kurmayı becerebilen insan için ölüm bir zevk, bir kavuşma, hatta genişlemedir. Zira, meselâ çocuk ana karnında iken orayı çok zevkli bir yer zanneder, hatta yediği kan pıhtılarını en lezzetli yemek addeder. Hiçbir zaman dışarı çıkmak istemez ve orada çok rahattır. Orayı da dünyanın en geniş yeri olarak düşünür ama oradan çıktığı zaman gerçek genişliğin ne olduğunu anlar. O pislik yemenin zevksizliğini idrak eder.

 

Dolayısıyle bu âlemden de öbür âleme geçen insan, Hz. Yusuf’un zindandan kurtulup hakikate kavuşması gibi genişliğe, bolluğa, berekete ve bu dünyada zerresini gördüğü cennet taamlarının hakikatlerini idrak etmeye başlar. İçi ile ilişki kurduğu ölçüde bütün cennette anlatılan o Kur’an-ı Kerim’de cennetle anlatılan güzelliklerin, meyve bahçelerinin, tomurcukların, hatta güzel hurilerin, onların organlarının hepsinin kendi yaptığı amellerinin neticesi olduğunu idrak eder. Hayırlı amel ve güzel amel işleyen, o amellerin neticesini öbür âlemde cennet-i âlâ gibi görecektir. Bunu idrak eder. Dolayısı ile ölüm onun için artık Şeb-i Arus olur. Kavuşma ânı, buluşma ânıdır. İnsan bunu kendi için hissettiği gibi, yakınında bir kâmil insan öldüğü zaman, onun yüzünde onun hakikatinde de çok yakînen görür, o kavuşmanın zevkini hisseder ve onun için üzülmeye de edep eder.

 

Müge Doğan: O zaman tanımadığımız, bilmediğimiz şeyden korkuyoruz…

 

Cemâlnur Sargut: Kesinlikle. Allah da böyle..Yani Allah’ımızı da birazcık tanıyabilsek  o zaman ölüme ne kadar zevkle koşarız, herkes de bunu idrak edebilir.

 

“Hakiki hayat, ölümün içinde vardır.”

 

Müge Doğan: Ken’an Rifâî Hazretleri de “ölüm bir odadan öbür odaya geçmektir” diyor. Hatta Meşkûre Anne’ye de “gömleğim eskidi” diyor. O halde bizim bilmemiz, idrak etmemiz gereken şey aslında ruhun canlı oluşu, bekası ve bedenin geçici oluşu mu?

 

Cemâlnur Sargut: Eğer ruhumuz ile ilişki kurmuş isek biz zaten diriyiz demektir. Ezelî ve ebedî diriler hiçbir zaman ölmez. Nefsimiz ile alâkalı bir ömür geçirdiysek, nefsin ego kısmı ile yani tekâmül etmemiş nefis (emmâre) ile alâkalı bir ömür geçirmiş isek, ölümden korkmakta son derece haklıyız çünkü hiç tanımadığımız bir âleme gideceğiz. İnsan tanımadığı bir ülkeye giderken ne kadar korku içerisinde ve garip olursa ölüme giden insan da bilmediği, tanımadığı bir âleme gitmenin korkusunu yaşar. Dünya ile ilişkisini kesememişse de, arada yani berzahta kalır ve dünya ile ilişkisi orada devam eder. Dünyaya olan meyli, onda kabir azâbı yaratır, yani kabir azâbının mânâsı budur. Dünya ile ilgili meyli o kabir denen vücûdunun içerisinde hâlâ o vücûdun maddesini hissederek onun içinde sıkıntı yaratır. Bunlardan kurtulan, bu âlemde bütün kendi nefsânî arzu ve isteklerinin üzerine yükselmiş hür insan ise öbür âlemde direkt cemâlullaha doğru yönelir ve kendi hakikatini bulana kadar Allah’ın cemâlinin tecellileri ile mest olur. Her an bir yenilenme, her an bir güzellik, her an doyulmaz, inanılmaz bir ilimle karşılaşır ve bunun aşkı ile yaşar. Hakiki yaşamın ne olduğunu orada öğrenir.

 

Müge Doğan: Peki, buna ölmeden önce ölmek mi deniyor?

 

Cemâlnur Sargut: Ölmeden önce ölmüş kişinin öbür âlemdeki zevki deniyor.

 

Müge Doğan: O yüzden mi mutasavvıflar hem  ölümü  severler, yakın hissederler ama bu hayatı da bir fırsat bilirler?

 

Cemâlnur Sargut: Evet,  hocam Ken’an Rifâî Hazretleri “ölümü büyük bir kavuşma gördüğü için müslüman mümin ölüme özlem duyar fakat aynı zamanda burada yaşadığı her bir ânın hizmet edip bir günahını affetirmek için bir fırsat olduğunu bildiğinden, burada yaşadığı anlara da şükreder” der. Dolayısıyle müslüman, hem yaşamaktan dolayı şükreden hem de ölmeye çok hazırlıklı olan kimse demektir.

 

Müge Doğan: Kâşânî Hazretleri “mülk âleminde ölüm zâtî, hayat ise ârızîdir” diyor. Buradaki zâtîlikten kasıt nedir?

 

Cemâlnur Sargut: Burada, mülk âlemi dediği, dünya âlemidir. Dünya âleminde asıl olan ölümdür. Hayat ise ârızîdir. Yani bu âlem çok geçici bir âlemdir. Burada hayat gibi görünen şey hayat değildir. Hakiki hayat ölümün içinde vardır. Kâşânî bunu söylüyor. Fakat insanlar bu ârızî ve geçici hayatı hakikat zannederler, hatta burada ölü yaşarlar. Onun için Peygamber Efendimiz’e “siz de rüyâ tâbir eder misiniz Hz. Yusuf gibi ?”dediklerinde, “ben dünyayı tâbir ederim, çünkü hakiki rüyâ dünyadır” buyurmuşlar. Biliyorsun, her uyku ölümün bir başka provasıdır ve her uyku bir çeşit ölümdür. Dolayısıyle de insan ölüm ânında gördüğü şeyleri yaşar, yani ölü gibi yaşar bu dünyada. Peygamber onu rüyâ olarak düşünmüşler, tâbir etmişler.

 

Müge Doğan: Yine Kâşânî Hazretleri diyor ki “ölümdeki acı, var olmaya yatkınlık mahallidir.” Yani biz var olmaya çalıştığımız her an aslında ölüm acısını mı yaşıyoruz?

 

Cemâlnur Sargut: Çok doğru. Aslında ölüm acısını yaşadıktan sonra var oluyoruz. Yani her neden ölürsek o bir varlık getiriyor. Meselâ nefsimizin arzu ve isteklerinden tek tek öldükçe varlık kazanıyoruz. Kinden ölüp varlık kazanıyoruz, nefretten ölüp varlık kazanıyoruz. Çünkü bu hisler bizim cüz’î ve yanlış uyguladığımız hisler. Bunlardan kurtuldukça hürriyete kavuşuyoruz. Her hürriyet insanı varlığa yaklaştırır. Bu bakımdan çok önemli.

 

“Gün boyunca mânâ ile meşgul olan, mânevî rüyâlar görür”

 

Müge Doğan: Hocam, çoğumuzun merak ettiği ve korktuğu bir şey de, ölüm esnâsında acı çekip çekmeyeceğimiz…

 

Cemâlnur Sargut:  Efendimiz’e de bunu sorduklarında, biliyorsun Hz. Yusuf kıssasından bahsetmişler. Züleyhâ’nın hakkında çok dedikodu edilince, o dedikodu yapan hanımları yemeğe dâvet ettiği ve yemekten sonra hepsinin eline birer turunç birer de bıçak verdiği  ve tam o esnâda da Hz.Yusuf’u önlerinden geçirdiği anlatılıyor. Hz. Yusuf önlerinden geçerken onun sonsuz güzelliği karşısında kadınlar ellerini kesmişler, fakat kimse acı hissetmemiş.

 

O hâlde bu âlemde Peygamber’in hakikati olan kâmil insan ile karşılaşmış bir kişi ölüm ânında mutlaka en sevdiğini gözünün önünden geçireceği için aslâ ve aslâ acı çekmez. Çünkü o Allah’ına kavuşmanın zevki içindedir. Dolayısıyle acı zaten bu dünyada çekilen bir şeydir. Hakikati bilen insan için acı kavramı kalkar. Acı biberi yiyince zevk alan insana benzeriz. Canımız acır ama biraz daha verseler, o tat ne güzel deriz. O hâle geliriz.

 

Müge Doğan: Her gece aslında ölüyoruz dedik. Hz. Ali “ruhlar bir şuâ vâsıtası ile bedenlere bağlı kalırlar” diyor.

 

Cemâlnur Sargut: “Her gece sen öbür âleme gidersin” diyor Hz. Mevlânâ… Ölürsün, öbür âleme ruhun gider ve bedenin burada kalır. Fakat bir ışın ve şuâ vâsıtası ile o ruh sana bağlı kalır ki tekrar dönebilsin ertesi gün uyandığın zaman. Yoksa ruh ne diye dönsün? Bu nefsin çektirdiği ızdırap ve acılardan kurtulmuş, ezel âlemine gitmiş, hakikati ile buluşmuş. Onun için uyku önemli bir şey, yani ruhun dinlenmesi açısından önemli ama zaten bu âlemde hep Allah ile olan için uyku gittikçe azalıyor. Neden? Çünkü zaten Allah ile bir ve beraber. Dolayısıyle her sabah yine döner.

 

Bu arada görülen uykularda eğer sen bütün gün boyunca mânâ ile meşgul isen, ruhun daha ön plana geçmiş ise mânevî rüyâlar görürsün ve ruhunun gittiği yeri görürsün. İşte bu rüyâlar yoruma muhtaçtır ve insân-ı kâmile ihtiyaç duyar. Ama bütün gün nefsin ile meşgulsen ve ruhundan bîhabersen, gördüğün rüyâlar Freud’un yorumladığı sıkıntı verici rüyalardır, yâhut bir mânâ ifade etmez. Senin arzu ve isteklerinin neticeleridir.

 

“Organ bağışına taraftarım, çünkü insan, herşeyi ile faydalı olduğu zaman insandır”

 

Müge Doğan: Peki ölünce  neden mutlaka toprağa gömülmemiz lazım?

 

Cemâlnur Sargut: Aslına bakarsan herşeyimiz faydalı olmalı ve herşeyimiz kendi geldiği ezelî yerine geri dönmelidir. Ruhumuzun ezelî yeri Allah’ın hakikatidir, çünkü ruh mahlûk değildir. Emir âleminden gelmiştir. Allah, üflemesi ile bizde dirilik yaratmıştır. Yani ruh dirilik demektir ama her ruhu olan canlı demek değildir o anlamda. Fakat madde olan vücudumuz da topraktan yaratıldığı için kendi aslını özler ve aslını bulduğu zaman bitki verir, faydalı olur. Herşey aslına dönünce faydalı olur. Onun için de vücut da mutlaka toprağa gömülmek zorunda. Faydalı olabilmek için… Bir gün Boğaz Köprüsü’nden geçiyordum ve ağlayarak dedim ki “Allahım ben ne kadar şanslı bir kulum ki İstanbul gibi Peygamber’in kutsadığı bir şehirde yaşıyorum. Bu şehirde Allah’ıma teslim olmayı Allah bana nasip etsin. Vücudumun da bu şehirle hizmet etmesini Allah bana nasip etsin.” Görüyorsun ki insanın her organının hizmete ihtiyacı vardır.

 

Müge Doğan: O halde organ bağışına taraftarsınız…

 

Cemâlnur Sargut: Çok taraftarım. Çünkü insan, herşeyi ile faydalı olduğu zaman insandır. Bu yüzden de ben organlarımı bağışladım zaten ve  bütün öğrencilerime de bağışlattım. Ölümünün faydalı olması da çok önemli. Zaten kâmil insanlar ezelî ve ebedî diri oldukları için ölümden sonra daha çok faydalı olurlar. Korumaları kalkmaz.

 

Müge Doğan: Âyet “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” diyor.

 

Cemâlnur Sargut: Evet “güneşin buradan batıp öbür taraftan doğması gibi” demişti Samiha Annem. Demek ki güneş başka bir yerden doğduğunda buradakinden farklı doğmaz. Burada üzüntülü, mutsuz, huzursuz ve cehennem bir hayat yaşıyorsan, öbür âlemde cehennemin içindesin demektir. Çünkü en büyük cehennem kendi mutsuzluğun ve huzursuzluğundur. Ondan daha büyük cehennem olmaz. Hatta insan acı çekerken,  dışarıdan bir şeyini, elini filan yakmaya çalışır ki dışının acısı içinin acısını bastırsın diye. Çünkü dışarıdan gelen acı çok daha hafiftir, içinde çektiği acıya nazaran. Onun için, hocama “cehennemde kaç kilo odun yanıyor?” diye sorduklarında, gülerek “ateşin çıktığında sende ne kadar odun yanıyorsa o kadar” demişler. Buradan anlaşılıyor ki herkesin kötü huyları, yanlışları ve hatâları kendi cehennemlerini hazırlar. Yoksa Allah onu günah diye bir yere sokmuyor. Kendi kendimize hazırlıyoruz cennetimizi ve cehennemimizi. O zaman Allah bize bu âlemde bütün kayıtlardan kurtulmuş, aşırı sevgilerden arınmış ve ilâh yapmaktan, put etmekten arınmış, tamamen yüzümüzü Allah’a dönmüş bir vaziyette O’nunla olabilmeyi nasip etsin ki inşaallah ölümün tadını çıkarabilelim biz de.

 

Müge Doğan: Âmin… Çok teşekkürler hocam.

 

Mezarlıkta

Bu sessizlik ne de çok şey anlatıyor duyana,

Bu sükûtda mânâların en derini, doğrusu,

Onlarca insan uzanıvermiş şöyle yan yana,

Ne güzellik kaygısı, ne de zenginlik tutkusu…

 

İncinmeyen, incitmeyen, dedikodu etmeyen,

Vesveseyle, endişeyle kendini tüketmeyen,

Hırslarının peşinde gece gündüz didinmeyen,

Onlarcası kefen giyip uzanmışlar yan yana;

Fâniliği ve hiçliği anlatıyorlar bana…

 

Hani bilgin ki uğruna yıllarını verdiğin,

Hani ünvanlar, uğruna insanları yerdiğin,

Hani aklın, her durumda sana yeter sandığın,

O siyâsî tartışmalar, hani kalpler kırdığın…

 

Ah şimdi toprak altında çürümekte bedenler,

Devran bu; toprağa dönüyor topraktan gelenler,

Sevgiyle anılıyor yalnız  sevmeyi bilenler,

Onlarcası yokluğun bağrına uzanıvermiş,

Bu sessizlik içinde ne büyük bir ders gizliymiş..

 

 

 

 

Vuslatın En Güzel Hâli

 

                                                           Bedenden bedene değişir sûreti, çünkü ne kadar çok gönül varsa o kadar tanımı vardır aslında…

Sonbahar her zamanki sonbahardır. Gece her zamanki gece… Uykun yine naz yapar, dört duvar arasında karanlığın büyüsüyle yalnız bırakır seni. Işık yaparsın kendine yıldızları. Bazen konuşacak birini bulursun, uykusuzluğunu paylaşırsın ama yetinemezsin… Hâlâ yalnızsındır. Sonra bir ateş kaplar içini, heyecanlanırsın. Her yanında O’nu hissedip göremeyeceğini bile bile ararsın odalarda… Yine de huzurlusundur: Uzaksınızdır birbirinize ama gönül komşuluğunu kurmuşsunuzdur ezelden. Gözünü açtığın ilk andan beri seninledir, sendedir!

Büyürsün… Artık duymak istediğin tek sestir; dudaklarının konmak istediği tek eldir ve içinde olmak istediğin tek gönüldür. Bazen aylarca görüşemezsin. O’na duyduğun aşk, hasret her geçen gün artar ama huzurlusundur: Gökyüzü sonsuz gibi görünse de bilirsin ki nefesleriniz bulur birbirini… Başkaları vardır yanında; kıskanırsın, seni unutmasından korkarsın ama o an kucaklar seni. Aynı zamanda seninle olduğunu bilerek tebessüm edersin ve hayaller kurarsın: Söylemek istediklerin, O’nunla yaşamak istediklerin vardır.

Büyümeye devam edersin… Hâlâ küçüksündür aslında, çünkü ölümle henüz tanışmadın! Çevrendeki insanların hayatından sevdikleri eksilirken, o sana bu kadar yakınken bir gün senin de başına geleceğini düşünmezsin, düşünmekten kaçarsın! Ama farkında değilsin: O sene dizlerinde son kez ağladın, saçlarını son kez okşadı, ismini son kez söyledi ve birbirinize bakıp son kez gülümsediniz. Bunları bir daha yaşayamayacağını bilemezsin, ancak ayrılık zamanı geldiğinde anlarsın…

Sonra büyümekten kaçarsın. O an hiç dinmez, dakikalar geçmek bilmez! Bedenin, içindeki fırtınaya dar gelir; taşarsın! O gün hiç çıkmaz aklından: Beyazlar içinde, gözleri kapalı ve sessiz… Ama zaman çabuk kabullenir, akmaya devam eder. Seninse aklında hep “son”lar vardır! Aylar geçmiştir üzerinden ama hâlâ kanayan bir yaradır gönlünde. Yine de huzurlusundur: Acı duymazsın. Çünkü “ölüm” dedikleri o gidiş, Yaradan’a dönüştür, vuslatın en güzel hâlidir!

Ve sen farkında olmasan da O hâlâ yanı başındadır…

 

 

 

Not: Merhaba dergisinin Yaz 2010 sayısında yayınlanan bu yazı yeniden düzenlenerek bu sayıda yer almıştır.

Kavuşma Vakti

On üç yaşındaydım.

On üç yaşında olup da anne babası çalışan her çocuk gibi sabahları okula gitmeden kendim hazırlanmaya alışıktım. Bir rutinim vardı. Uyanmak, dış fırçalamak, yatağını toplamak, üniformanı giymek, kızarmış ekmek yemek, vs. O gün aynı rutin ile güne başlamıştım. Dışarıdan bakılacak olsa, herhangi bir sabahtan hiç farkı yoktu. Ben de öyle sanmıştım. Taa ki ev telefonu acı acı çalana kadar. Kapıdan çıkmak üzere olan annem açtı telefonu, sonra babama verdi.

Bizim evde kapılar hiç kilitlenmezdi. Anlaşma şuydu: Kapılar örtülebilir, aralık bırakılabilir, hatta kapatılabilir, ama kilitlenmezdi. Buna karşın kimse kimsenin kapısını çalmadan odasına girmez, kimse kimsenin duvarlarının önünde gezmez, kimse kimsenin yaşam alanına izinsiz müdahele etmezdi.

Annem bana sormadan elinin arkası ile odamın kapısını çekti babam telefon ile konuşurken. ‘Giyinmene devam et‘ der gibi de işaret etti. Bu tuhaf bir hareketti. Daha evvel böyle bir davranışta bulunmamıştı annem. Dikkatim dağılmıştı. Madem anlaşma bozulmuştu, ben de kapıları dinleyecektim…

O sabah öğrendik ki Samsun’da yaşayan büyük dayım vefât etmiş. Celâl Dayım inşaat mühendisiydi. Deniz mavisi gözleri vardı. Hayatımda tanıdığım en asil, en komik adamlardan biriydi. Sevecen bir eş, otoriter bir babaydı. Dört yaşımdan itibaren her yaz ‘köye’ gitmenin de etkisi ile, ben dayımı çok ama çok severdim.

İpek Öğretmen aslında bir psikologdu. Okulda İngilizce öğretmenliği yapmaktaydı. Kimseye benzemez, klasik Türk kadınları gibi giyinmez, makyaj yapmazdı. Özel bir insandı kanımca. İpek Öğretmen, beni anlayan nâdir büyüklerimden biriydi. O sabah sınıfta kendisine ‘cevap’ verme cür’eti gösterince, beni kolumdan tutup dışarı çıkardı ve oldukça kızgın bir ses ile “ne oluyor sana yahu?” dedi. “Dayım öldü” diyebildim.

***

Aradan dokuz ay geçmişti.

Bir cuma günü öğleden sonra babam beni okuldan almaya geldi. Soyunma odasında üstümü değiştiriyordum. Kapı açıldı, içeri bir arkadaşım girdi, ‘Baban geldi’ dedi.

Bütün küçük kız çocukları gibi ben de babama pek düşkündüm. Kendisinden bütün çocukluğum boyunca utanmama rağmen – gülüşünden, manikürlü ellerinden, duâ ederken ağlamasından, her dâim dans etmesinden, bütün şarkılara sözlerini bilmese bile eşlik etmeye çalışmasından hep utandım – o benim güven kapımdı. Kapıyı açınca “Hazır mısın fıstık hanım?” dedi.

Biz Afyon’a, kaplıcalara gidiyorduk o hafta sonu, kısa bir tatil için. Arabayı annem kullanıyordu hep, zira babamın refleksleri kuvvetli değildi. Hatta gençliğinde bir çocuk ezmişti, aklına geldikçe üzülürdü. Kısa mesafeler dışında direksiyona geçmezdi bu yüzden. İstemezdi de.

Kütahya’da yoğun kar yağıyordu. Göz gözü görmedi saatlerce. Şehrin çıkışında hem camları yıkamak, hem de kar yüzünden stres içinde araba kullanan anneme dinlenme fırsatı sağlamak için onbeş dakika mola verdik. Annem ile beraber moladan dönüşte bir baktık ki babam direksiyonda.

“Buradan sonra ben kullanayım” dedi, “Arkadaşlara hava atarım.”

Biz o öğleden sonra iki katlı bir yolcu otobüs ile çarpışarak iki buçuk metrelik bir şaranpole yuvarlandık arabamızla.

Üç gün sonra babam vefat etti.

Doğruyu söylemek gerekir ise, sonraki dokuz, on ayı hayal meyal hatırlıyorum. Okula gitmeye devam ettim; farklı şehirlerde yaşamaya çalıştım hatta, annemin ve aile dostlarımızın desteği ile. Bu dokuz, on ay içerisinde geçen zaman dilimi biraz buğulu hatıramda. Pek net hatırladığım anım yok, üzüldüğüm veya sevindiğim anları hatırlamakta zorluk çekiyorum düşününce. Fakat bir net şey var hatırlayabildiğim bu zaman dilimine ait: Ben artık herkes gibi görmüyordum hayatı. Yaşıtlarımın ‘sorun’ları bana ‘çocukça’, büyüklerin telaşları ‘mânâsız’ ve ‘abartılı’ geliyordu. Herkes dünya dertlerinin peşinde, fakat ölümden korkuyordu; ben ise dünyayı boş vermiş, ölümü sevdiklerime kavuşmak olarak görüyordum. Böylece uzun yıllar süren bir ‘yalnızlık’ devrine girmiş bulunuyordum. Çok sonraları farkına vardım.

Seneler sonra tasavvuf ile tanışıp bir anneye gönül verdiğimde bendeki asıl değişikliğin nedenini okuduğum kitaplar ve aldığım dersler sonucunda anlayabildim.

Çocuk yaşta bile olsam, şâhidi olduğum ânî ölümler sonucu ben, içimdeki ‘ben’i öldürmüştüm. Belki bu geçişi kontrollü bir şekilde ve seçim yaparak sağlamamıştım ama olan buydu. Erken denilecek bir yaşta dünyada herşeyin geçici olduğunu anlamıştım ve hayat felsefemi bu rota üzerinden çizmeye başlamıştım.

Şimdi ‘ölüm’ denilince, bir tek vuslat geliyor aklıma. Hasret duygusu uyanıyor içimde, özlem duyuyorum. Bu dünyaya hoşçakal deyişi, bir doğum günü olarak görüyorum. Kurtuluş değil, yanlış anlaşılmasın; daha ziyade, “geri dönüş” gibi düşünüyorum, hissediyorum içimde.

Bu duyguyu kaybetmemek içinde sık sık hayatta en kıymet verdiğim insanların bu dünyadan göçüsünü hayal ediyorum.

Evime aldığım herhangi birşeyi, bir kalemi örneğin, gerekli miktarda kullandıktan sonra ihtiyacı olan birine devrediyorum. Sevgililerimi başkaları ile paylaşmaya çalışıyorum. Eşimi bensiz tatillere, annesi ve yakın arkadaşları ile başbaşa vakit geçirmeye yönlendiriyorum. Anneannemi komşu çocuklarına öncelik versin diye çok zamansız aramıyorum. Böylece hiç birşeye ‘benim’ demeye fırsatım olmuyor. Zira aslında hiçbirşey ‘bizim’ değil bu dünyada, herşey bir emânet, biliyorum.

Dahası ölümü hayatta iken tadmanın güçlülüğünü hissediyorum ruhumda. “Bir ben var, benden içeru” gerçekten ve o Ben, dışarıdan görünen Sesil değil. Rabbimin Aşk’ı ile teselli olamayacağım hiçbir âna müsaade etmemeye çalışıyorum. O’ndan başka kimseden korkum olmuyor, olamıyor bu sayede.

Bir de yaşayan ölüler var ki, bize asla lâf söylemek düşmez ama ‘yaşasalar ne olur’ diye geçiriyor insan içinden.

Kısacası ben ölümü bu bedenden ayrılış olarak değil, insan olarak yaşamayı becermiş olarak doğduğum noktaya dönmek, Yaratıcı ile bir olmak olarak görüyorum. Rus düşünür Mayakovski’nin dediği gibi “Ölmek zor bir şey değil bu dünyada; yeni bir yaşam kurmaktır asıl zor olan.” Allah bu dünyada iken egomuzu öldürebilmeyi ve gerçek yaşama geçebilmeyi hepimize nasip etsin inşaallah. Muhabbetle…

Vefât Bayramı

Kur’an okunmasından sonra Allah’ın güzel isimleri zikredildi. Devamında eller açılıp uzun ve güzel bir duâya onlarca ağız “âmîn” dedi. İlâhiler okunmaya başlanınca yüzler iyice nurlandı. Herkes âdetâ bir bayram kutluyormuşçasına şendi, yüzler gülüyordu. Mevtânın yakınlarını seçmek çok kolaydı; en huzurlu ve sevinçli olanlar onlardı çünkü. Sevdiklerini gerçek Sevgili’nin huzûruna uğurlamışlardı. Hem de böylesine güzel bir kalabalıkla… O kalabalık ki, bu merâsim süresince gerçek hayat sahibi olanların, “Hay” olanların bahçesinde ağırlandılar. Uğurladıkları dostları ise bu cemâl bahçesine sırlandı. Kimilerinin hakkında “öldü” dedikleri bu dostlarına özendiler desek yeridir. Ne güzel bir menzile vardı!

***

Cemâlnur Hocam şüphesiz bizlere çok şey öğretti. Bunlardan benim hayatımda en büyük değişikliğe sebep olanı, ölüm hâdisesinin karşılanmasıdır diyebilirim. Yazımın girişinde hocamızın teşrif ettiği bir cenâze duâsını anlatmaya çalıştım kısaca. Söylediklerimin eksiği var, fazlası yok. Eminim çoğunuz görmüşsünüzdür hocamızın, öz annelerinin, Meşkûre Annemizin cenâzelerinde çekilmiş fotoğrafını. Sanki yeni doğmuş bir bebek haberiyle şenlenmiş bir yüz… O kadar mutlu! Biz ondan böyle gördük; kendimizce, karınca kararınca hâl etmeye çalıştık. Allah en yakınlarımızın vefâtında da aynı hâli yaşamayı nasib etsin hepimize.

Hocamın bizlere öğrettiği bu yaklaşım, kendi hocasından, büyüklerinden, Peygamber’inden öğrendiğinden farklı bir şey değil. Mâlûm, Medine-i Münevvere’ye, Ravza’ya gidenler, “huzûra” çıkarlar. Bilirler ki verdikleri selâm alınır ve ona mukâbele edilir. Bu, hadisle sâbittir. Şehitler hakkında “ölü” kelimesini kullanmamayı ise bize yüce kitabımız öğretir. Ama biz şehâdet mertebesine erişememiş müminler için bile bu tâbiri kullanmayı sevmeyiz. Güllerle donattığımız mezarlarına bayramlarda gideriz, âhiret dünyasına intikal etmiş sevdiklerimizle sevincimizi paylaşmaya… Bizim mezarlıklarımız korkunç olmaz, çok güzel olur. Mezarlıkta dolaşmaya korkmayız biz. En çok biraz hüzünleniriz oradakileri göremediğimize.

Mevlânâ Hazretleri’nin başkalarının ölüm dediğine “düğün” demesi boşuna değildir. O hazretin düğünüyle biz fakirlerinki şüphesiz aynı olmayacak. Lâkin gönül bu hâdiseyi kendileri gibi karşılamaya heves eder.

O gün bizler için de gelecek, buna hiç şüphemiz yok. Belki telefonda, belki kısa bir mesajla paylaşacaklar bu haberi. “İnna lillah ve inna ileyhi  râciûn” diyecek duyanlar. Şüphesiz Allah’tan geldik ve tekrar O’na döndürüleceğiz. Fakirâne isterim ki, haberi duyanlar hocamdan öğrendiğimiz gibi uğurlasınlar, Allah nasîb etse de iyi ansınlar bizleri.

Din-i İslâm’ı diğer dinlerden, geleneklerden, kültürlerden ayıran en önemli hâdiselerden biridir vefât. Ne mutlu bizlere ki hâlâ bu kültürü yaşayan ve yaşatan topraklarda doğduk, inşaallah bu din üzere yaşayan topraklarda müslüman olarak sırlanacağız. Hacı Bayram Velî Hazretleri’nin buyurdukları gibi, biz bayram etmeyelim de kimler etsin?

Bayram’ım imdi  Bayram’ım imdi 

Bayram ederler yâr ile şimdi 

Hamd-ü senâlar hamd-ü senâlar 

Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm

Yan

“Allah yolunda ölenlere ölü demeyin, onlar diridirler”

 

yıkayıp paklarlar da ölüleri, mezara yatırırlar:

yüz Kâbe’ye dönük,

sağa doğru, yan…

 

hayatta secdedeyken artık yana çevirir de vechini,

mâşukunun yüzünü seyreyler.

evvel gayba doğru indirmişken başını,

kaldırır da seyreder artık aşkını.

 

 

Hundi

Ölüm Korkusu

Bu yazıyı yazmaya oturmadan önce, gördüğüm bir kişi ölümden korktuğundan bahsediyordu. Ben de konumum icabı onu dinlemek ve bazı şeyler söylemek zorundaydım.

Öncelikle şunu düşündüm: İnsan ölümden neden korkar? Varoluş teorileri dünya hayatına doymamış olanların ölümden korktuğunu söylemektedir ki ben de buna katılıyorum. Peki dünya hayatına nasıl doyulur? Dünyadaki maddî-mânevî her zevki tatmış olmak bu tatmini sağlar mı? Bence maalesef hayır. Zaten bu bahsettiğim kişi son derece zengin, son derece ünlü, dünyada sadece birkaç kişiye nasip olacak bir başarı yakalamış, aile hayatı son derece düzgün olan bir insan. Fakat hâlâ ölümden korkuyor. Demek ki dünyaya doymak “dünyevî şeyler”e sahip olmak ile doğru orantılı gitmiyor. Tasavvuf ise bence tam bu noktada işin içine giriyor.

Ölümü incelemek için öncelikle neden bu dünyaya geldiğimizi sorgulamak gerektiğine inanıyorum. Tasavvuf ise bu sorunun cevabını “isimlerimizi açığa çıkarmak” olarak veriyor.

Hatice Cenan Sultan “insanları o kadar seveceksin ki doğumları ile çoğalıp ölümleri ile azalacak kadar onlarla bir ve beraber olacaksın” demiş. Buradaki doğum ve ölümün ne olduğunu çok düşündüm. Ve sonunda şöyle bir sonuca vardım: Eğer bende olan bir isme uygun olarak hareket ediyor ve o ismi ortaya çıkarabiliyorsam, doğmuş oluyorum. Yani eğer bende merhamet ismi varsa ve bu ismi Allah’ta olduğu gibi ortaya çıkarabiliyorsam bu doğumu hem yaşıyorum hem de hissediyorum. Yani “Hayy” oluyorum. Bendeki isme aksi bir hareket yaptığımda ise bir huzursuzluk hissediyorum ve bunun akabinde mânevî olarak ölmüş oluyorum. Örneğin eğer bende sabır ismi varsa ve ona buna kızıp bağırıyorsam içimde bir huzursuzluk ve bir sıkıntı ortaya çıkıyor. Bu sıkıntıdan dolayı da Allah’ın her an yeni bir şanla dirilişini idrak edemiyorum. Bu idraksizlik da beni ölü kılıyor. Ölü olduğum zaman da hayattan almam gerekenleri alamıyorum ve hep bir alacaklı durumunda kalıyorum. Alacaklı durumda kaldığım için de ölüm korkusu yaşıyorum, çünkü alacaklı durumda olduğum bir yeri terk etmek istemiyorum.

Eğer ismime uygun yaşadıysam her an Allah’ı ve onun güzelliklerini idrak edebiliyorum. Bu da bende mânevî bir tatmin sağlıyor. Hem bir doyuma ulaşıyorum hem de gerçek anlamda “Hayy” oluyorum. Böylelikle ölüp bu dünyadan gitme konusunda bir sıkıntı yaşamıyorum. Çünkü “Hayy”, yani diri olduğum için bedenimin ölmesinin bende bir değişiklik meydana getirmeyeceğini biliyorum. Bununla beraber eğer dünyayı bir yemek sofrasına benzetirsek, doyduğumdan dolayı tatmin olduğum için o sofradan kalkmak bende bir sıkıntı yaratmıyor ve ölüm korkusu ortaya çıkmıyor.

Yaşadığımız deneyimler de gerçekten “Hayy” olmuş olanların bu dünyadan gitmekle ölmediklerini, bilhassa varlıklarını daha da kuvvetli hissettirdiklerini ortaya koyuyor. Örneğin Sâmiha Anne’nin “Altın Öğütler” yazısını girdiği bir dükkânda okuyan adamın, birisini öldürmeye giderken bundan nasıl vazgeçtiğini ve dükkân sahibine “hiç kimse beni bu kararımdan vazgeçiremezdi fakat bu yazı geçirdi” deyişini, Hocam sıklıkla anlatır. Hz. Ali bu hakikati anlatmak için ölümü kastederek “Siz bir de beni kınımdan çıkınca görün” diyor. Yani gerçek Hayy olan için bu dünyada olmak, ölümden daha kısıtlayıcı bile olabiliyor.

Allah hepimizi dâimî Hayy kılsın inşaallah.

Âmin!

“Başım Gövdemle Buluştuğu Gün Öldüm” (Mensur Şiir)

Başım gövdemle buluştuğu gün öldüm.

İlk vahyi duyduğumda da,

Son hutbeyi verdiğimde de ölüydüm.

Ne gören bildi acımı, ne bilen erdi,

Kimse duyamadı cesaret edip kılıç sesini,

Çâresizliğimi…

Kerbelâ toprağından bir avuç yutsam iyileşir miydim?

Ya ağlayan bir hurma kütüğü olsam affedilir miydim?

Bilemedim,

Yusuf’u önüme koyup ellerimi kesmeye devam ettim…

 

Kimin için öldürüldüm?

Uğruna baş verdiğim baş kimin?

Günahın en büyüğüyle mi sıvanmıştı mâsûmiyetim?

Öyle ya,

Kılıcın nakşını işleyen de bendim,

İki ucunu kıldan ince bileyen de…

Tam şahdamarıma lâyık hale getiren bendim,

Ve bendim ölüm döşeğine uzanan…

Her şeye eyvallah da,

Peki ya başımı gövdemden ayıran?

 

Ya görünür ya görünmez,

Ya ince ya saydam,

Ya parlak ya ateş,

Ha şems ha güneş…

Gözbebeğimi esir alanın tebessümü,

Dillerimi iki parmağının ucuyla okşayanın mârifeti,

Geceden siyah saçlarıyla gözlerine sürme çekip,

Nazar eylediğini evliyâ yapanın rahmeti,

Arş-ı a’lâya erişen günahımı mı sevdi?

 

İsyan bayrağını dalgalandırıp,

Ağıtla süslü mâtem türkülerine sığındım.

Gizlendiği yüzlerin arkasından gülümsedi durdu,

Hem üzüldüm hem kızdım.

Dört nala öfke koştum hırsımdan,

Çiçekleri ezdim, çimenleri suça boyadım…

Nâfile…

Gözyaşının diriliği ile bir defa daha nefes almak için,

Boynumu önüne uzattım…

 

Bir günah şehrinin uslanmaz müptelâsıyım,

Koca yokluk mâmûr olur ben yürüdükçe,

Attığım her adımda iki yanımda vücut bulur şehir,

Ben dirildikçe ezan okunur,

Ve sâlâ verilir öldükçe…

Kabzasından nârince tutulmuş bir kılıç boynumla nikâhlanırken,

Mıhlanırım Hayy olanın iki kaşının arasına, yüzü görünür,

Ve ben yine ölürüm şehâdet dileyerek.

Ölürüm,

“Hayye alel felâh” sesine dönerek…