Kavuşma Vakti

On üç yaşındaydım.

On üç yaşında olup da anne babası çalışan her çocuk gibi sabahları okula gitmeden kendim hazırlanmaya alışıktım. Bir rutinim vardı. Uyanmak, dış fırçalamak, yatağını toplamak, üniformanı giymek, kızarmış ekmek yemek, vs. O gün aynı rutin ile güne başlamıştım. Dışarıdan bakılacak olsa, herhangi bir sabahtan hiç farkı yoktu. Ben de öyle sanmıştım. Taa ki ev telefonu acı acı çalana kadar. Kapıdan çıkmak üzere olan annem açtı telefonu, sonra babama verdi.

Bizim evde kapılar hiç kilitlenmezdi. Anlaşma şuydu: Kapılar örtülebilir, aralık bırakılabilir, hatta kapatılabilir, ama kilitlenmezdi. Buna karşın kimse kimsenin kapısını çalmadan odasına girmez, kimse kimsenin duvarlarının önünde gezmez, kimse kimsenin yaşam alanına izinsiz müdahele etmezdi.

Annem bana sormadan elinin arkası ile odamın kapısını çekti babam telefon ile konuşurken. ‘Giyinmene devam et‘ der gibi de işaret etti. Bu tuhaf bir hareketti. Daha evvel böyle bir davranışta bulunmamıştı annem. Dikkatim dağılmıştı. Madem anlaşma bozulmuştu, ben de kapıları dinleyecektim…

O sabah öğrendik ki Samsun’da yaşayan büyük dayım vefât etmiş. Celâl Dayım inşaat mühendisiydi. Deniz mavisi gözleri vardı. Hayatımda tanıdığım en asil, en komik adamlardan biriydi. Sevecen bir eş, otoriter bir babaydı. Dört yaşımdan itibaren her yaz ‘köye’ gitmenin de etkisi ile, ben dayımı çok ama çok severdim.

İpek Öğretmen aslında bir psikologdu. Okulda İngilizce öğretmenliği yapmaktaydı. Kimseye benzemez, klasik Türk kadınları gibi giyinmez, makyaj yapmazdı. Özel bir insandı kanımca. İpek Öğretmen, beni anlayan nâdir büyüklerimden biriydi. O sabah sınıfta kendisine ‘cevap’ verme cür’eti gösterince, beni kolumdan tutup dışarı çıkardı ve oldukça kızgın bir ses ile “ne oluyor sana yahu?” dedi. “Dayım öldü” diyebildim.

***

Aradan dokuz ay geçmişti.

Bir cuma günü öğleden sonra babam beni okuldan almaya geldi. Soyunma odasında üstümü değiştiriyordum. Kapı açıldı, içeri bir arkadaşım girdi, ‘Baban geldi’ dedi.

Bütün küçük kız çocukları gibi ben de babama pek düşkündüm. Kendisinden bütün çocukluğum boyunca utanmama rağmen – gülüşünden, manikürlü ellerinden, duâ ederken ağlamasından, her dâim dans etmesinden, bütün şarkılara sözlerini bilmese bile eşlik etmeye çalışmasından hep utandım – o benim güven kapımdı. Kapıyı açınca “Hazır mısın fıstık hanım?” dedi.

Biz Afyon’a, kaplıcalara gidiyorduk o hafta sonu, kısa bir tatil için. Arabayı annem kullanıyordu hep, zira babamın refleksleri kuvvetli değildi. Hatta gençliğinde bir çocuk ezmişti, aklına geldikçe üzülürdü. Kısa mesafeler dışında direksiyona geçmezdi bu yüzden. İstemezdi de.

Kütahya’da yoğun kar yağıyordu. Göz gözü görmedi saatlerce. Şehrin çıkışında hem camları yıkamak, hem de kar yüzünden stres içinde araba kullanan anneme dinlenme fırsatı sağlamak için onbeş dakika mola verdik. Annem ile beraber moladan dönüşte bir baktık ki babam direksiyonda.

“Buradan sonra ben kullanayım” dedi, “Arkadaşlara hava atarım.”

Biz o öğleden sonra iki katlı bir yolcu otobüs ile çarpışarak iki buçuk metrelik bir şaranpole yuvarlandık arabamızla.

Üç gün sonra babam vefat etti.

Doğruyu söylemek gerekir ise, sonraki dokuz, on ayı hayal meyal hatırlıyorum. Okula gitmeye devam ettim; farklı şehirlerde yaşamaya çalıştım hatta, annemin ve aile dostlarımızın desteği ile. Bu dokuz, on ay içerisinde geçen zaman dilimi biraz buğulu hatıramda. Pek net hatırladığım anım yok, üzüldüğüm veya sevindiğim anları hatırlamakta zorluk çekiyorum düşününce. Fakat bir net şey var hatırlayabildiğim bu zaman dilimine ait: Ben artık herkes gibi görmüyordum hayatı. Yaşıtlarımın ‘sorun’ları bana ‘çocukça’, büyüklerin telaşları ‘mânâsız’ ve ‘abartılı’ geliyordu. Herkes dünya dertlerinin peşinde, fakat ölümden korkuyordu; ben ise dünyayı boş vermiş, ölümü sevdiklerime kavuşmak olarak görüyordum. Böylece uzun yıllar süren bir ‘yalnızlık’ devrine girmiş bulunuyordum. Çok sonraları farkına vardım.

Seneler sonra tasavvuf ile tanışıp bir anneye gönül verdiğimde bendeki asıl değişikliğin nedenini okuduğum kitaplar ve aldığım dersler sonucunda anlayabildim.

Çocuk yaşta bile olsam, şâhidi olduğum ânî ölümler sonucu ben, içimdeki ‘ben’i öldürmüştüm. Belki bu geçişi kontrollü bir şekilde ve seçim yaparak sağlamamıştım ama olan buydu. Erken denilecek bir yaşta dünyada herşeyin geçici olduğunu anlamıştım ve hayat felsefemi bu rota üzerinden çizmeye başlamıştım.

Şimdi ‘ölüm’ denilince, bir tek vuslat geliyor aklıma. Hasret duygusu uyanıyor içimde, özlem duyuyorum. Bu dünyaya hoşçakal deyişi, bir doğum günü olarak görüyorum. Kurtuluş değil, yanlış anlaşılmasın; daha ziyade, “geri dönüş” gibi düşünüyorum, hissediyorum içimde.

Bu duyguyu kaybetmemek içinde sık sık hayatta en kıymet verdiğim insanların bu dünyadan göçüsünü hayal ediyorum.

Evime aldığım herhangi birşeyi, bir kalemi örneğin, gerekli miktarda kullandıktan sonra ihtiyacı olan birine devrediyorum. Sevgililerimi başkaları ile paylaşmaya çalışıyorum. Eşimi bensiz tatillere, annesi ve yakın arkadaşları ile başbaşa vakit geçirmeye yönlendiriyorum. Anneannemi komşu çocuklarına öncelik versin diye çok zamansız aramıyorum. Böylece hiç birşeye ‘benim’ demeye fırsatım olmuyor. Zira aslında hiçbirşey ‘bizim’ değil bu dünyada, herşey bir emânet, biliyorum.

Dahası ölümü hayatta iken tadmanın güçlülüğünü hissediyorum ruhumda. “Bir ben var, benden içeru” gerçekten ve o Ben, dışarıdan görünen Sesil değil. Rabbimin Aşk’ı ile teselli olamayacağım hiçbir âna müsaade etmemeye çalışıyorum. O’ndan başka kimseden korkum olmuyor, olamıyor bu sayede.

Bir de yaşayan ölüler var ki, bize asla lâf söylemek düşmez ama ‘yaşasalar ne olur’ diye geçiriyor insan içinden.

Kısacası ben ölümü bu bedenden ayrılış olarak değil, insan olarak yaşamayı becermiş olarak doğduğum noktaya dönmek, Yaratıcı ile bir olmak olarak görüyorum. Rus düşünür Mayakovski’nin dediği gibi “Ölmek zor bir şey değil bu dünyada; yeni bir yaşam kurmaktır asıl zor olan.” Allah bu dünyada iken egomuzu öldürebilmeyi ve gerçek yaşama geçebilmeyi hepimize nasip etsin inşaallah. Muhabbetle…

The following two tabs change content below.

Sesil Pir

İstanbul Türkiye doğumlu. İnsan Kaynakları ve Endüstriyel Psikoloji uzmanı. İnsan Kaynakları bölüm yöneticiliği ve kendi kurduğu danışmanlık şirketinin ortaklığını yaparken aktif olarak organizasyonların, bireyler, takımlar ve liderler üzerinden gelişimine çalışmakta. Aşk'a aşık, lütuf bildiği her nefesin borcunu ödeme derdinde. Yirmi senedir uzak yaşadığı ülkesine dair en çok ezan sesini ve pastane kokusunu özlemekte. Ara ara, deniz kenarında bir yerlerde, en sevdiği hayvanlar olan fillere yakın, bol bol bezelye yiyerek yaşamayı hayal etmekte. İsviçre'nin Basel şehrinde ikamet etmekte. Evli, henüz çocuk sahibi değil.

Son Yazıları: Sesil Pir (Profiline git)

1 cevap
  1. Ahmet Bakır
    Ahmet Bakır says:

    Evde kapıların kilitli olmaması çok güzel. Dış kapı da öyle ise daha iyi
    Ölüm vuslattır bir noktada, ama daha önemlisi hayatı hayy kılmak için farkındalık oluşturan, insanı gayrete getiren, geçiciliği iliklerine kadar hissettiren, bu nedenle de yaratılmışlara ve diğer kullara tevazu ile bakmayı öğreten büyük hoca. İnsan için ölümsüzlük aslında içlik, gayesizlik ve gayretsizliktir. düşünenize bir hiç ölmeyeceksiniz…. nasıl olur hayat.

    Cevapla

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın