Sohbetler (Şubat 2017)

Şükrün mânâsından söz açılması üzerine:

– “Yalnız dil ile şükreylemek, tam şükür demek değildir. Şükür, çalışmaktır. Hakk’n hoşlandığı her yerde ibretle Allah’ın azametini seyreylemektir. Şükür ailesinin hizmetinde bulunmaktır. Kulağınla, fena ve harama müteallik bir şey dinlememek; elinle, Allah’ın rızâsının hâricinde bir şey tutmamak; ayağınla, yine o rızânın olmadığı bir yere teveccüh etmemek; hâsılı bütün varlığını Hakk’ın rızâsında kullanmak şükretmek demektir.

Meselâ bir sarhoş gördün. Sarhoş, rezil… Bak şu adamın hâline… Başı da hiç secdeye gelmiyor… deme. Yâni ayıplama! Yâ Rabbî, şu kuluna hidâyet et, beni de bu halden muhafaza et… Bilirim, istersen bir anda beni onun hâline, onu da benim hâlime koyarsın. Yâ Rabbî sana sığınıyorum. Koru beni, buna da hidâyetini ihsan et! diye Allah’a yalvar.

Böyle yapmaz da o kimseyi ayıplarsan, hem onu gıybet etmiş hem de kendini beğenerek şeytanlık sıfatını giymiş olursun. Hulâsa şükür, benliğe düşmemek, yâni kendini beğenmemek, Allah’tan gelen lütuf ve kahrı hoş görmek, Allah’ın verdiği sefayı da cefâyı da tatlı karşılamaktır.”

(Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2011, s. 398)

******

Hazret-i Davut öyle demiş: Yâ Rabbî ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü şükür de senden bir nimettir. O nimete de ayrı şükür lâzımdır. Bunun üzerine buyurulmuş ki: Yâ Davut, şükre iktidarın olmadığını, aczin bulunduğunu bilmek asıl şükürdür.

Şükür üç türlü olur. Biri kalp şükrü ki, kalbin, nimetin nimeti vericiden olduğunu bilmesidir. Yâni maddî olsun, manevî olsun, nimetlerin Allah’tan olduğunu bilmek kalp şükrüdür.

Biri de lisan şükrüdür ki, nimeti vereni lisanla medhetmektir.
Üçüncüsü ise âzâ ile şükürdür ki, bu da Allah’a itaat ve ibâdet etmektir. Fakat bu şükürlerden asıl olan, kalp şükrüdür.

Şükür üç kısım olduğu gibi, aynı zamanda üç derecedir. Birinci derece, senin için makbul olan, hoşuna giden şeylere şükretmektir. Bu şükürde avam da havas da dâhildir. Meselâ evlât sahibi olmak, işi ilerlemek, maaşı artmak gibi, hoşlanılan hâdiselere şükretmektir.

İkincisi, sevdiğin ve sevmediğin şeyleri bir tutarak, Hak’tan her ne gelirse ona razı olmaktır. Ama bu her kişinin kârı değildir.

Üçüncüsü ise, nimeti veren Allah Zülcelâl’de o kadar müstağrak olmak ki, nimeti görmeye bile vakti olmamaktır, ki şükrün asıl mânâsı budur. İşte, bu şükür sahibinin önünde bende ol, yok ol.”

(Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2011, s. 315)

Dede Efendi’yi Anlamak

Seneler önce ney dersleri alıyordum. Her hafta Cuma akşamları yaklaşık on kişilik bir grup halinde hocamız Salih Bilgin’le ders yapıyor, derslerin sonunda da sohbet ediyorduk. Bu derslerden birinde kulağımızın musikiye alışması için kimleri dinlememizi tavsiye edeceğini sorduk hocamıza. Türlü isimlerden bahsederken bir arkadaşımız “Dede Efendi’yi de dinleyelim mi?” diye sordu. Salih Hoca herkesi şaşırtan bir cevap verdi: “Hayır, dinlemeyin”. İlk önce bu cevabı duyduğumuza emin olamadık. Soruyu tekrar soracaktık ki hocamız devam etti: “Sizin kulağınız Dede Efendi’nin müziğini dinlemeye henüz hazır değil. Daha çok çalışmanız, müzik kulağınızı geliştirmeniz gerek. Ancak o zaman üstâdı dinleyebilirsiniz. Erkenden dinlemeye kalkarsanız o müziği anlayamaz ve ona layık olduğu takdiri gösteremezsiniz. Belki Dede Efendi’den soğursunuz bile”.

Evet, bazı şeylerin kıymetini anlayabilmek için idrakımızın belli bir seviyede olması gerekiyor. Fakat kıymet biçmek deyince aklımıza hep değeri âşikar şeyler gelir. Oysa hergün gözümüzün önünde olan ve değerini idrak edemediğimiz o kadar güzellik var ki…

Selamsız’da, Kâtibim Azîz Bey Sokak’ta Muhsin Baba Cumartesi akşamları sohbet yapardı. Bu sohbette daim olanlar arasında Mehmet Amca da vardı. Her Cumartesi gelir, sohbeti dikkatlice dinler, çok gerekmedikçe de konuşmazdı. Sohbeti dinlerken gözümün hep ellerine takıldığını hatırlıyorum. Yıllarca demirci ustası olarak çalışmış Mehmet Amca’nın elleri hayatını özetler gibiydi. Çok çalışmış, yorulmuş, hırpalanmış ama hala dinç ve güçlü. Yine bu Cumartesi akşamlarından birinde, konunun nereden açıldığını hatırlamıyorum ama bu yaşlı demirci ustası konuşmaya başladı. Bir önceki gün, torunları onu Salacak’ta, boğaz kenarında bir çay bahçesine götürmüşler. Mehmet Amca önce denize, sonra gökyüzüne ve etrafına hayret içinde bakmaya başlayınca torunları ne düşündüğünü sormuşlar. Mehmet Amca “Ne muazzam bir yerdeyiz! Şu deniz ne hârikulâde, martılar ne kadar muhteşem!” demiş. Bunu duyan torunları, “Dedeciğim ne şanslısın; böyle küçücük şeylerle mutlu olabiliyorsun. Seni mutlu etmek ne kolay!” demişler. Dürüst olmak gerekirse hikâyenin buraya kadar olan kısmını duyunca ben de torunları gibi düşünmüştüm. Mehmet Amca’yı mutlu etmek ne kadar da kolaydı. O ise anlatmaya devam etti: “Bu deniz sizin için küçük bir şey mi? Bu gökyüzü sizin için küçük bir şey mi? Tüm bunlara bakıp hâlâ bunların küçük şeyler olduğunu nasıl düşünebiliyorsunuz? Sizin için büyük şeyler nedir, ben de onu merak ediyorum.” Hakîkaten de daha büyük, daha muazzam ne olabilirdi?

Çok uzağa gitmeden, hemen sokağımızda dahi görebileceğimiz kediler, karıncalar, bahçede biten otlar, kendi kendine senelerce ayakta kalan ağaçlar, mevsim mevsim değişen bitkiler, çiçekler… Her birinin güzelliğini layıkıyla takdir edebilmek için belki bir ömür boyu seyretmek yetmez. Biz ise kendi aklımızca neyimizin eksik olduğunu, nerede kusur olduğunu bulmakta mâhir olmuşuz. Bu muazzam şeylerin güzelliğini idrâk edenlere de “küçük şeylerle mutlu olanlar” diyoruz. Oysa Cenâb-ı Allah “Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir düzensizlik görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin halde sana dönecektir” (Mülk 3, 4) diyor.

Dede Efendi’nin musıkîsi her tarafımızı sarmış, yüksek sesle çalıyor. Fakat o musıkînin hakkını verecek kulağımız var mı? Yoksa anlamadığı için onu beğenmeyenlerden miyiz?

Şükrân-ı Nimet

Hep böyle miydi yoksa yeni dünyanın bir hastalığı mı bilmiyorum ama gerçekliği tartışılmaz bir durum var; insanın herhangi bir şeyden şikâyet ederek özgüvenini yükseltmeye çalışması… Sanıyorum bu yolla kusursuz şekilde muhakeme etme kabiliyetimizin olduğuna, bir fikre ve daha iyiyi düşünebilen bir akla sahip olduğumuza inanıyoruz. Bu yolu denemenin özgüvenin sağlamlaştırılmasına belki de bir katkısı vardır ama işin diğer tarafında, insanda şikâyetin artması şükretmenin azalmasına sebep oluyor. Şükür denilen pozitif halin vücutta işgal ettiği yer azalıp şikâyet hali hâkim olunca da hayattan ve bulunduğumuz ortamdan tat alma, zevk alma konusunda bazı sıkıntıların yaşanması kaçınılmaz.

Şikâyet etmek en fazla iş hayatında gözlemlediğim bir durumdur. Kendim de dâhil, çalışanı memnun etmek neredeyse imkânsız. Çalışma hayatı tüm hayatımız boyunca en fazla vakit ayırdığımız yer olduğu için, sahip olduğumuzdan daha fazlasını hak ettiğimiz inancıyla, neye sahip olursak olalım hep bir sonraki şeye göz dikiyoruz. Mevcut durumla yetinememeye ve bunu bir alışkanlık haline getirmeye başladığımız zaman, şükretme kabiliyeti kayboluyor. Sadece Allah’a şükretmek anlamında değil insana teşekkür etmek anlamında da durum bu şekilde. Çünkü iş hayatında teşekkür etme alışkanlığı ne yazık ki çok düşük. Daha doğrusu benim gözlemim bu yönde diyebilirim.

Herhangi bir topluluk içinde birlik olmanın ve bir arada bulunmanın son derece önemli olduğunu bütün disiplinler kabul eder. Birlik olmanın önemli faydalarından birisi, topluluk üyelerinin, topluluğun değer yargılarından ve varoluş kodlarından uzaklaşmadan varlığını sürdürmesidir. Neden bu kadar az teşekkür ettiğimizi, şükrettiğimizi sorgularken, bunun sebeplerini geleneksel birlik ruhunun bozulmasında ve varoluş kodlarımızdan uzak kalmamızda da arayabiliriz. Zira medeniyetimizin temel taşlarını oluşturan büyük İslam âlimleri, mutasavvıfları yüzyıllar boyunca şükrün, teşekkürün önemini usanmadan bize anlatmışlar, yazmışlar. Örneğin son dönem Osmanlı mutasavvıflarından Ken’anRifâî, şükretmek ve iyilik etmek arasındaki bağlantıyı şöyle kuruyor; “İşte iyilik nâmı verilen bu hareketler, fiiller için biz, bir karşılık beklememeliyiz; kıymet bilsin, kadir bilsin diye bir düşüncede bulunmamalıyız. Esasen bizim başkalarına yaptığımız iyilikler, şükran-ı nimettir.” Bu bakış açısıyla, Hakk’ın bize sunduğu nimetlerin şükrü olarak başkalarına iyilik yapmak ve hiçbir karşılık beklememek bizim medeniyetimize göre bir vazifedir.  Daha da ileri giderek şunu söyleyebiliriz, eğer yaptığımız bir iyilikten bir karşılık beklersek, vazifeyi kötüye kullanmış oluruz. Zira yine Ken’ânRifâî buyurmuş ki; “Yapılan bir iyiliğe karşılık beklemek, iyiliğin hakikatini ihlâl eder.”

İş hayatındaki “teşekkürsüzlük” durumunun yanı sıra sıkça karşılaştığım başka bir durum daha var; başkalarının hatasını bulma ve bunu ilân etme. Bu alışkanlık çalışma hayatında ne yazık ki takdir gören bir duruma dönüşebiliyor. Zira hata yakalayan çalışanın, dikkatli ve disiplinli olduğu kabul edilebiliyor. Yani kadim bilgelikten çok uzak değer yargılarına sahip olan kapitalist sistem bu durumu teşvik edebiliyor.

X. yüzyılda yaşamış olan büyük İslam mutasavvıfı Kuşeyrî şöyle demiş:“Gözlerin şükrü, arkadaşında gördüğün kusuru örtmek, kulakların şükrü, arkadaşın hakkında duyduğun kusur ve ayıpları gizlemek suretinde olur.”Bu durumda insan gözünü, kulağını, tüm azalarını başkalarının aleyhinde kullanmadığı zaman, onları yerinde kullanmış oluyor. Her şeyi yerine uygun bir konum içine sokmak da Hakk’a bir şükür ifadesi haline geliyor. Tabi iş dünyasında bırakalım hatalar alsın başını yürüsün gibi bir anlayış içine giremeyiz, hiçbir sosyal ortamda bu anlayışı benimseyemeyiz. Fakat sistemin düzelmesi, kötünün iyi hale geçebilmesi için yapılan gayretle, egonun besin kaynaklarından biri olan kusur görme alışkanlığını birbirine karıştırmamak gerekiyor.

Hepimizin malumu, Hz. Peygamber (sav) buyuruyor ki; “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez”. Sebeplerin önemini, X. yüzyılda yaşamış olan İslam mutasavvıfı Ebu Talib El-Mekkî’nin şu sözü son derece güzel açıklıyor:“Sebepler Hakkın hükümleri ve O’nun hikmetlerinin vasıtalarıdır.” El-Mekkî burada şuna vurgu yapıyor, nasıl ki hüküm noktadır ve bir değişmezliği ifade eder, bir şeyin var kılınmasını sağlayan sebepler de, o şeyin vücuda gelebilmesi için, değişmeyecek şekilde özellikle seçilmiştir. Bu noktadan baktığımızda, o sebep mevcut olmasaydı o şeyin gerçekleşmesi de mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla sebebe teşekkür etmek Allah’a şükretmenin yoludur.

Âşıkın Şükrü

Şükür, sözlükte iyiliği anmak, övmek, işine karşılık birini mükâfatlandırmak, minnettarlık, yapılan iyiliği bilmek ve onu yaymak anlamında kullanılır. Şükür, bir başka mânâda ise nimetin farkında olmak demektir.  Sahip olunan güzelliklerin farkına varmak ve bu güzellikleri vereni bilmek de şükürdür.

Şükrün zıddı küfürdür, nimeti inkâr etme nankörlüktür. Küfür Arapça, “kefere” kökünden gelir ve örtülü demektir. Nankör kelimesi Farsça bir kelimedir. Farsça “nan” ekmek manasındadır ve “ekmeğe kör” olan mânâsına gelir. Yani nankör kişi nimeti görmeyen demektir. Nimeti verenin farkında olmama, hatta elindekilerin nimet olduğunu bilmeme halidir.

Herkes çeşitli sıkıntılar yaşar ve bu imtihanların sonucunda farklı farklı tepkiler verir. Kimi insan hayata küser ve elinde kalanların kıymetini bilmez. Böylece kendisini karamsar ve karanlık bir dünyaya hapseder. Elindekilerin de kıymeti kalmayınca Allah’ın mükâfatından da mahrum kalır. Karanlıklar içinde derdinden sızlanır durur, böylece  farkında olmadığı, kanıksadığı güzelliklerin de bereketi kalmaz.  İşte bu örtülü hal, nankörlük ve küfür halidir. Allah’ın verdiği nimetlerden örtülü olma durumudur. Beşer her dâim bu hale düşebilir, ama mühim olan bu kör kuyulardan tekrar şükür ile çıkmaktır. Karanlıkta kandilin yanması için şükür ipine sarılmak lazımdır.  

Bu mânâda 20. asrın en büyük ozanlarından olan Âşık Veysel’in hayatı ve şiirleri, kendi karanlık gibi görünen dünyasını şükür ile nasıl renkli bir hale getirdiğinin adeta bir örneğidir. Aşık Veysel çiçek hastalığından yedi yaşında kör olmuştur. Yaşamı boyunca birçok kayıp yaşamış ve çeşitli acılar çekmiştir, fakat yine de O “küçük dünyam” diye adlandırdığı aydınlık dünyasında Allah’a giden yolu sabır ve şükür ile kat etmiştir.

“Bir küçük dünyam var içimde benim
Mihnetim ziynetim bana kâfidir
Görenler dar görür  geniştir bana
Sohbetim ülfetim bana kâfidir”

Dünyada yedi ana renk ve bunların sonsuz tonları görülür, fakat Veysel, bu renklerden sadece iki tanesini hatırlar. Küçük dünyasında mihnet ve zenginlikleri ile mutlu olduğunu söyler. Dışarıdan dar gibi görünen dünyası onun için geniş ve kâfidir. Gözünü içine yöneltip dışarıdaki sıkıntılara katlanma ve hatta bunları kabullenme seviyesine erişmiştir. Âşık aslında herkese şunu hatırlatır: Dışarıdaki sıkıntı ve zevkler insanı kendine çeker ve savurur. Oysa insan kendi içine döner ve yüzünü tek olan Allah’a çevirirse sıkıntı ve zevklere takılmadan Allah’la irtibat kurabilir. Ve gönlüne ilhamlar gelebilir. Aslında her şey âlem içinde uyumu yakalamaksa bu uyum içe dönerek yakalanabilir. Bu uyumu yakalamak da Allah’ın bir lûtfudur. Kerem sahibi olan ise ancak şükredenlere lûtuf ile muamele edecek ve mükâfatlandıracaktır.

 

Her Nefeste Şükür

Televizyon hostesi ve yapımcısı Oprah Winfrey’in şükür hakkında çok sevdiğim bir sözü var: “Eğer (şükredeceğiniz) hiçbir şey olmadığını/ kalmadığını düşünüyorsanız, nefesinize geri dönün.”

İnanın, bu söz benim defalarca içinde bulunduğum durumdan, duygularımı, düşüncelerimi ve kendi öz şahsiyetimi ayrıştırmama ve yeniden dengemi bulmama vesile oldu.

Şükretmek kulağa ne kadar kolay geliyor ise de, hayata geçirmesi zor bir yeti; bu duyguyu sürekliliğe çevirmek ise belki de en zoru…

İnsanın doğasındaki acı odaklılık, bizi gün içinde neremizin ağrımadığından çok, neremizin ağrıdığına odaklanmaya itiyor, meselâ… Yine doğamızdaki ileri odaklılık bizi sürekli ileri bakmaya ve kendimizi başkaları ile karşılaştırmaya sürüklüyor.

Şahsen benim üstünde çalışmaya devam ettiğim ve en zorlandığım noktalardan biri bu: Çoğunlukla bir sonraki adımı düşünüyorum ve ‘rekabet’ çerçevesinde hareket ediyorum. Oysa yarışmayı hiç sevmiyorum ama buna rağmen egom beni sürekli itekliyor. Biliyorum ki stratejik olmak, planlı olmak güzel meziyetler ama her adımda âna odaklanıp nefes alıp vermeyi ve şükretmeyi öğrenmek gerekiyor. Uzun zamandır şükretmek üstünde çalıştığımdan şimdilerde ne zaman ileriye baktığımı ve/ya kendime kıyas çıkardığımı hissetsem, düşüncelerimi durdurup geçmişe bakarak hayatın beni nereye getirdiğini tek tek örneklerle yazıyorum ve yolculuğuma şükredici olmaya çalışıyorum.

Peki neden şükür? Ne olur şükredici olmaz isek? Bilmem… Benim gibi öğrenmeye âşık bir insan için daha anlamlı soru “şükrederek ne kazanırım?” olurdu herhalde…

Ve nitekim de öyle. Şükretmenin hem fizyolojik hem psikolojik, hem ruhsal dünyamızda etkisi çok pozitif.

Şükretmek bağışıklık sistemimizi kuvvetlendiriyor ve kan basıncımızı düşürüyor – gerçekten.

Kaliforniya Üniversitesi’nde yakın zamanda yapılan araştırmalar ise şükretmenin beynin moleküler yapısını değiştirdiğini, vücudumuzu sâkinleştirici ve dinçleştirici etkisi olduğunu gösterdi. Kim daha sağlıklı ve dinç olmayı istemez ki?

Psikolojik açıdan ise şükretmek, duygu dünyamızda farklı duyguların kendisini göstermesi için düşünsel olarak yer açmamamıza yardımcı oluyor. Bunun da kendimizi ifade konusunda, başkaları ile bağ kurabilme konusunda ve hayatı hissederek yaşayabilmemiz konusunda bize yardım ettiğini biliyoruz.

Şükretmek aynı zamanda aidiyet duygumuzu da besleyerek rûhânî olarak bize bir ‘sığınak’ sağlıyor. Şükür ile yaşayan insanlar diğer insanlara göre daha affedici oluyor, zorluklar ile daha iyi başa çıkıyor ve yenilgiler sonrasında daha çabuk ayağa kalkıyor.

Ben ‘şükür’ üzerine çalışan hocalarımıza bu yetimizi nasıl geliştirebileceğimizi yıllar evvel sorduğumda, şu cevapları almıştım:

  1. Her sabah uyandığınızda önce fizyolojinize konsantre olun. Sadece nefes alış verişlerinize dikkat etmeniz bile yeterli olur.
  2. Günlük tutun. Günlüğünüze her gün şükredebileceğiniz tek bir şey yazın.
  3. Duygu, düşünce ve tecrübelerinizden ruh halinizi ayrıştırmaya çalışın. Meselâ biri size kötü bir söz mü söyledi, duyun, kızdıysanız kızdığınızı fark edin, affedin ve yolunuza devam edin. Olayların üstünde durup tepinmeyin.
  4. Meditasyon yapın ve/ya dua edin.
  5. Âna odaklanın. Geçmişe değil, geleceğe değil, şu âna odaklı yaşamaya çalışın.

Denemeye değer mi derseniz, müsaadenizle peygamberimiz Hz. Muhammed’in sözü ile de bitirelim: “İman ikiye ayrılır, yarısı sabır ve yarışı da şükürdür.” Bize de idrak etmek ve yaşamak nasip olsun inşallah.

 

Şükrün Misk Kokusu

Dünyaya geldiğimiz ilk andan itibaren nefes alıp vermeye başlıyoruz. Sûfîler, her nefes verişimizle ölüp aldığımız her nefesle de yeniden dirilmekte olduğumuzu söylerler. Bunu Rahman Suresi’nin 29. ayetinde anlatılan Allah’ın her an yeni bir şe’nde (yaratmada) oluşu ile irtibatlandırırlar. Rahman ve Rahim olan Allah, her nefeste bizi tekrar ve tekrar var etmektedir. Tâ ki son nefesimize kadar… Dünyada takdir edilen vaktimiz dolunca son nefesimizi veriyor ve hakikatimize dönüyoruz.

İnsanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğu düşünülürse insan olarak dünyaya gelmekten daha büyük bir lutuf düşünülemez. Eşref-i Mahlûkat olan “insan”ız, çok şükür! Görüp duyuyor, konuşabiliyoruz. Koklayıp tadabiliyoruz. Akıl sahibiyiz, düşünebiliyoruz. Kalbe sahibiz. Seviyor, seviliyoruz. Ve en önemlisi de Allah’ı tanıyabilme, ona kul olabilme kabiliyetimiz var. Ne var ki; Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği tüm bu hazineleri hoyratça harcıyoruz. Bir mirasyedi vurdumduymazlığında ömür tüketiyor, o kerem sahibi tarafından her birimize ihsan edilen onca nimetin kadrini, kıymetini bilmiyor, şükretmiyoruz. İnsan olmanın, o yüce mâbûda kul olmanın hakkını veremiyoruz. Cenab-ı Hakk göz ihsan etmiş. O’nun âlemde içkin sonsuz sanatını, güzelliklerini görebiliyor muyuz? Rabbimiz kulak vermiş. Herkesten, her şeyden konuşan O’nun sesini duyuyor muyuz? Hz. Mevlânâ ‘Dinle!’ der, Mesnevî’nin ilk beytinde. Gerçekten dinliyor muyuz? Yaratan, dil lütfetmiş. Dilimizle yara açmaktan sakınabiliyor muyuz? Hakk’a dair, hakikate dair bir-iki kelâm edebiliyor muyuz? Yiyelim, içelim diye sayısız nimetler yaratılmış. Bu nimetleri muhtaçlarla paylaşıyor muyuz? Allah, akıl ihsan etmiş de ilim tahsil ederek farklı mesleklere sahip olmuşuz. İlmimize ihtiyacı olanların işini de görüyor muyuz para beklemeden? İlmimizi, meslekî bilgilerimizi aktarıyor muyuz yeni başlayanlara? Bunca dert sahibi varken kaç tanesinin derdine derman olduk? Kaç kez selâm vererek gülümsedik birine? İyilik düşünüp iyilikler yapıyor muyuz insanlara sırf Allah için? Hayır. Yeterince yapmıyoruz. O zaman hakikaten şükreden kullar olduğumuzdan bahsedemeyiz.

Sûfîler şükrün hakikati, Allah’ın verdiği nimetleri yine onun istediği yerlerde kullanmaktır, derler. Kalbin şükrünün tüm yaratılmışlara iyilik düşünmek, dilin şükrünün Allah’a minnettarlığı belirtmek, organların şükrünün ise Allah’a itaat etmek olduğunu ifade ederler. Gazzalî, şükrün hakikatini anlayabilmek için öncelikle var olan her şeyin nimet olduğunu ve bütün nimetlerin Allah’tan geldiğini bilmek gerektiğini söyler. Modern hayatın bize sahip olduklarımızdan çok, olmadıklarımıza odaklanmamızı telkin ettiği hayatlarımızda, Cenab-ı Hakk’ın bize ihsan ettiği sayısız lutuf ve nimetlerin farkında bile değiliz. Mesleğimizde kariyer yapmak ve para kazanmak, bu para ile malımızı mülkümüzü arttırmak, harika çocuklar, ideal bir eş sahibi olduğumuzdan dolayı beğenilmek, takdir edilen bir insan olmak için planlar yapıyoruz ve bunları titizlikle uyguluyoruz. Ancak bütün bunlar için gereken sağlığı, ilmi,  parayı, eşi dostu ihsan eden yüceler yücesini hatırlamıyoruz bile. Sahip olduklarımızın ‘hakkımız’ olduğunu düşünüyor, bunları kendi istek ve çabamızla kazandığımızı zannediyoruz. Bu isteği ve isteğe ulaşmak için gereken işleri yapma gücünü vereni görmüyoruz.

Sûfîler şükür ile şükredilecek nimetler artaacağını vurgularlar. Bunun için Hz. Mevlânâ, “Şükretmek, nimet memesini emmektir. Meme dolu olsa bile emmezsen süt gelmez. buyurmaktadır. Abdülkadir Geylânî Hazretleri de “O’na şükretmenin misk kokusu, ancak ruh elbiselerinin ceplerinde kokar’ buyurur.

Ruh elbiselerimizin misk kokması niyâzıyla…

 

Şüküre Niyet

İçimden geldiği gibi yaşıyorum aslında.

Kimse beni bir şeye zorlamıyor.

Hayat ben nasıl yaşıyorsam, öyle…

Ben dünyanın en şanslı kuluyum.

Farkında Olmak

Bizler şükretmeyi bilmiyoruz. Bizler kimi zaman iyiye kimi zaman da kötüye şükretmeyi bilmiyoruz. Bize verilmiş olan nimetlere şükretmeyişimizin temelinde, sahip olduklarımızın güzelliğinin idrakinde olmamamız yatıyor. İyi olayları görmemiz, eğer o olaylar bizim için bir rutin haline gelmiş ise bu olayları fark etmemiz zorlaşıyor. Bunun sonucunda da güzellikleri fark etmeyebiliyoruz. Hatta bu olayları sanki bir musibetmiş gibi görüyoruz. Ancak elimizde olanları kaybettiğimiz zaman bunların varlığının güzelliği ortaya çıkıyor ve ancak o zaman geçmişteki halimize özlem duyuyoruz.

Birçok zaman içinde bulunduğumuz halin güzelliğini görmememiz ve sadece kötülüklere odaklanmamız, bizi şükürsüzlüğe sevk ediyor. Bu noktada bir çocuğun dünyasını düşünelim. Aslında çocuk sadece dersleri ile meşguldür, onun dünyadaki rolü o gün itibariyle odur. Çocuk, özgür olmadığını düşünebilir, fakat aslında en özgür olduğu dönemdedir. Ancak hep daha sonrasının hayalini kurar ve bulunduğu ânın güzelliğini anlamayıp sanki büyüyünce her şey düzelecekmiş gibi düşünür. Bu fikir, kişi büyüdükten sonra çocukluğa duyduğu özlemle yer değiştirir. Olaylardan uzaklaşıp içinde bulunduğu sınavı tamamladıktan sonra olaylara bakışı tamamen değişir. İşte eğer olaylar sonlanmadan önce kendimize uzaktan bakabilirsek şükür içinde olduğumuzu fark etmek daha kolay olacaktır.

Cüneyd-i Bağdâdî şükür etmeyi şu sözü ile açıklar: “Nimeti ile Allaha âsî olmamaktır.” İnsan başına gelen musibetlere karşı bir noktadan sonra şükürsüzlüge düşer ve şikâyet etmeye başlar. Bu da onu isyana sürükler. Bu adeta bir süreç gibi, bir hastalık gibi gizliden gizliye bünyeye girerek ilerler ve kişi sonunda içinde bulunduğu güzellikleri de göremez hale gelir ve Allah’a karşı âsî olur. Oysa mümin kişi Allah’ından her dâim memnundur ve ona olan imanı tam ise başına gelen olayların aslında onun iyiliği için olduğunu bilir. Başa gelen olaylar onun tekâmülü için gerekli olan şeylerdir. Bunu bilen kişi için iyi veya kötü olay yoktur. Onun için her şey Allah’tan gelir ve Allah’tan gelen her şey güzeldir.

Kimi zaman insan başına gelenlere anlam veremez ve şükretmeyi unutur. Şükürsüzlük insanı mutsuz eder hayattan alıkoyar ve onu uzaklaştırır. Dünyevî meselelerle çokça meşgul hâle getirir ve bu da onun kendini geliştirmesini engeller.

Başına kötü bir olay geldiğinde insan meselenin farkına bazen daha çabuk varabiliyor. “Hayırlısı olsun”, “her işte bir hayır vardır”,  “çok şükür” gibi kalıplar, bizim toplumumuzda yer etmiş, toplumsal bilincimize işlemiş olan cümlelerdir; aslında şükretmek dilimizin içinde de yer bulmuştur. Dilimizde yer bulmuş olan kelimeler, bizim kült bilgilerimiz ile ilişkilidir. Bu cümleleri unutmamalıyız ve daima kullanmalıyız. Aslında bu tip cümleler, toplumların nasıl bir yaşam biçiminden geldiğini de bize anlatır niteliktedir.  

Dünyanın bir düzeni vardır. Bu düzen doğrultusunda başımıza gelen iyi ve kötü olayların farkında olur ve aslında iyi veya kötünün değil yalnız Allah’ın olduğunu idrak edersek şükrümüzde o denli artacaktır. Bizler hayatımızın ve yaşadıklarımızın idrakinde olmalı ve daima onun güzelliğini hatırlamalıyız. Ancak o zaman verdiklerinin ve aldıklarının ne kadar anlamlı olduğunu fark eder ve şükederiz.

Sırat Üstünde Şükür

Sırat üzerine olmak, dinimizin en önemli unsurlarındandır. Sırat üzerinde dosdoğru yolda olmak ise ince bir iştir, ustalık gerektirir, sebat gerektirir, iman gerektirir. Sırat üzere olmak dengeyi gerektirir, zor durumlarda feraset ile karar vermeyi, sükûneti gerektirir.

Bu denge nasıl sağlanır acaba diye kendi kendime düşünürken bir tahterevalli geldi gözümün önüne. Bir ucunda şükür, diğer ucunda gayret olan bir tahterevalli… Bu ikisi aynı ölçüde olunca kişinin hayatının dengede olacağını, böylece sırat üzere hareket edileceğini düşünüyorum. Kanımca şükürsüz gayret ya da gayretsiz şükür tek kanatlı kuşa benzer, menzile ulaştırmaz. Hâlinden memnun olup gayret etmeyi ve çabalamayı bırakırsak tahterevallimizdeki denge bozulur. Çünkü dinimiz aynı zamanda çalışmayı, gayret etmeyi ve son nefese kadar kendini geliştirmeyi de övmektedir. Peygamber Efendimiz “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmayı” öğütler. Kenan Rifâî de der ki “Hiç durma, hep yürü, ölüm bile seni hareket halindeyken yakalasın.”

Gayret ederek daha güzel, daha iyisini yapmaya çalışmak her Müslümanın görevidir. Hangi konuda olursa olsun, elimizden gelenin en iyisini yaptığımızı bildikten sonra neticeye memnun olmak ise şükürdür ki işte bu huzurdur.

İşte bu idrak hâlindeki insan, bence, kulluğunu bilir. Çalışır, çabalar ama ben yaptım demez. Böyle olunca hem kendine hem etrafına merhametli olur. Üstünlük taslamaz ve kibir ehli olmaz. Verenin Allah olduğunu bilir. Eğer sonuç beklediği gibi olmazsa, bunun da Allah’ın takdiri olduğunu bilerek, vazifesini yapmış olmanın rahatlığıyla, korunduğunu hissederek şükreder ve Sâmiha Ayverdi’nin söylediği gibi bir yorgunluğu ancak başka bir yorgunlukla gidermeye bakar. Mümin durmaz, gayrete devam eder. Ancak bu huzursuz, memnuniyetsiz, bir gayret değildir. Burada şevk vardır, aşk vardır, iman vardır, tevâzu vardır.

Şükür ve gayret bir kuşun iki kanadı gibidir, bizi hem dünya sahnesinde hem de kendi kişisel yolculuğumuzda hedefe vardıracak iki güzel haldir. Biri diğerine engel değildir, ancak birlikte olduklarında güzeldirler. Sadece aşırı gayret hırs, öfke ve ölçüsüz bir yaşam getirirken, sadece şükrederek bir şey yapmamak tembellik getirir, rehavet getirir. Ne hırs, ne tembellik dinimizde övülmez.  

Hâlinden memnun olarak çalışıp gayret eden ve tüm gayretlerine rağmen istediği sonucu elde edemeyince gülümseyebilene ne mutlu!

Hâlinden memnun olarak çalışıp gayret eden ve gayretlerinin meyvesini aldığında kendini değil Allah’ı anıp “çok şükür” diyene ne mutlu!

Mûsıkîye Adanmış Bir Ömür

Hayat bir yolculuk! Dur-durak demeden ilerliyoruz… Mûsıkîşinas, besteci, şef Yusuf Ömürlü ile gönülden gönüle söyleşmek istiyoruz. Eski günlere doğru birlikte seyahate çıkıyoruz. Azığımız ise bir damla aşk! Peki, kimdir Yusuf Ömürlü? Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti’nden Kubbealtı Akademisi’ne uzanan yolda, bir kültür elçisi. 80 yaşındaki çınar, günümüzdeki Klasik Türk Mûsıkîsinin değerli isimlerinden. Sanki gönlünün sesi eski kayıtlardan gelen. Yorumu, gözyaşlarınızı tutamayacağınız kadar etkileyici. Tasavvuf Müziği geleneğini yaşayan, yetiştirdiği değerli evlatları (Elif Ömürlü, Dilek Güldütuna, Emre Ömürlü) ile bu geleneğin yaşamasını sağlayan üstat.

Ergun Balcı’nın kaleme aldığı “Mûsıkîye Adanmış Bir Ömür” adlı kitap, Yusuf Ömürlü’nün hayatının kilometre taşlarını anlatıyor. Lâkin kitabı okumak başka, kendisinden hâdiselerin içyüzünü öğrenmek bir başka. Karar veriyoruz, biraraya gelip eski günlerden dem vurmaya. “Sohbet, öyle hemen olmaz.” diye söze başlıyor. “Her şeyin yeri ve zamanı var.” diyerek tatlı tatlı uyarıyor. Bakmayın; suskunluğuna dolmuş, taşıyor; coşkuyla bakıyor.

Zevkle İstanbul Erkek Lisesi’nde öğrenci olduğu günleri anlatmaya başlıyor. Sanki o günleri heyecanla yeniden yaşıyor: “Dört yol ağzı vardır… Oradan içeri doğru girince, karşına İstanbul Erkek Lisesi çıkar. Biraz ilerisinde de öğrenci lokali vardır. Arif Sami Toker, orada ders verirdi. 1950’li yılların sonuydu. Daha sonra da Arif Bey’in evine de gitmeye başladık. Gülhane Parkı’na gelmeden iki katlı ahşap evi vardı, bilmem hâlâ duruyor mu? Bu vesile ile tanıştığım Tanbûrî Haldun Bey, beni Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti’ne götürdü. Orada Emin Ongan’dan çok şey öğrendim. Kısa sürede ilerledim. 1960 senesine kadar cemiyette kaldım. ‘Durumlar iyi değil.’ diyordum, ‘Haklısın!’ diyorlardı lâkin bir şey değişmiyordu. Sonra da çeşitli sebeplerle ayrılmak zorunda kaldım. Meselâ mûsıkîyi çok seviyordum ama mûsıkîden para kazanmayı düşünmedim. Meslek olarak mimârîyi seçtim ama mûsıkî hep gönlümdeydi. Akademi’de Özcan Ergiydiren, Erhan Altıntaş, Zeki Ermumcu ile bir araya gelirdik. Cerrahpaşa’da, Erhan’ın evinde buluşurduk. Çalışmalarda önce kulağa bakmak lazım ama ben bakmazdım. Tek istediğim mûsıkîydi. Çok yoruldum tabii, aynı eseri bir daha oku, bir daha oku… Sonra beni çağırdılar; Kubbealtı Akademisi’nde mûsıkî yapılsın istediler. Mûsıkîye ihtiyaç vardı, sanki beni bir anda kendilerine çektiler…”

Aşk içinde aşk… Öyle ki bir ömür, mûsıkî ile geçmiş. Kendini şanslı sayıyor, bizim de aynı tadı almamız için feyz veriyor. “İyi sesler dinlemek, eski eserleri bilmek gerek. Çocuklarım hep bu seslerle büyüdüler.” diyerek tohumdan meyveye insanoğlunun “emek” ve “sevgi” ile nasıl gelişeceğini anlatıyor. Bekir Sıdkı Sezgin’i anıyor. “Kaç kişi biliyor, kaç kişi tanıyor? Yazık, gerçekten yazık! Üzülüyorum…” derken bir anda hüzünleniyor. Zaman gelip geçerken genç nesli, mûsıkî ile tanıştırıp barıştırma yollarını arıyor. Uyarıyor: “Emek vermek gerek, sermaye gerek… Yeni nesile bu bilgileri aktarmak gerek. Nasıl olur bilmiyorum fakat bir an önce harekete geçmeli.”

Yusuf Ömürlü, geleneklerin önemini vurguluyor: “Çocuklara, ‘Şöyle yapın, böyle yapın!’ diye müdahale etmedim. Onlar ne gördülerse onu yaşıyorlar. Çok şükür, geleneklerimizi devam ettiriyorlar. Çok şükür, şimdi yaptığım işleri onlar devraldılar. Her zaman şükretmeli bu hayatta. Bak, her şey ezelî nasip. Ben teknik üniversiteye gidecekken, mimârîyi seçtim ve dostlarla biraraya geldim. Çağırmışlar demek.  Sâmiha Ayverdi ile tanıştım. Çok şükür, bu günlere geldim. Kubbealtı, eğitim merkeziydi, evimdi, her şeyimdi. Dostluklar orada çok güzeldi. Her akşam bir arkadaşımızın evinde toplanırdık. Dostlarla iç içeydik. Küçük bir gruptuk. Az kişiydik ama birbirimize bağlıydık. Hizmet etmek çok önemlidir. Allah nasip etti, İlahiyat-ı Ken’ân adlı çalışmayı hazırlayabildik. Sanki bu dünyaya, bu iş için gelmişim. Hizmet, hizmet, hizmet… Sana söyleyeceğim budur. Sen de hizmet et!”

Genç yaşlarda şevk ile başlayan, ilerleyen yaşlarda ise mûsıkî olmadan yaşayamayan bir isim Yusuf Ömürlü.  Mûsıkîye adanmış bir ömür onunkisi… Genç nesile ulaşma yollarını arıyor,  Klasik Türk Mûsıkîsi’nin yeniden canlanması arzuluyor. Sanki bir hayat dersi veriyor; azimle hizmet etmenin önemini vurguluyor.