İman, İslâm, Vatan

İman,  kuvvetli inanç demektir. Her insanda doğuştan bir şeye inanma ve bağlanma ihtiyacı vardır. Fakat kişi her zaman neye iman edeceğini bilemez, bir ideoloji, bir siyasi görüş, para, zenginlik ya da sıradan bir insana iman edebilir. İslâm’da iman ise İslâm’dan sonra gelen ikinci bir basamaktır. Bu ayrımı Hucûrat Sûresi 14. âyette net bir şekilde görebiliriz: “Bedeviler ‘İman ettik’ dediler. De ki ‘Siz henüz iman etmediniz, fakat henüz iman kalplerinizin içine girmemiş olduğu halde İslâm’a girdik deyin. Eğer Allah’a ve peygamberine itaat ederseniz, size amellerinizden hiçbir şey eksiklemez; çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, merhamet edendir.”

Görülüyor ki iman İslâm’a girdikten sonraki aşamadır. Allah’a kuvvetli bir inançla bağlanıp yapanın yaptıranın O olduğunu bilmek demektir. İman kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amel etmek demektir. Yani sadece dilimizle “Allah Allah” demek değildir; iman için kalp ile O’na bağlanmak gerekir ve iman, O’nun ahlâkı ile ahlaklanmaya çalışmakla olur.

“Vatan sevgisi imandandır” anlayışının hem zâhir hem de bâtın yönü olabilir. Zâhir olarak, insan doğduğu yeri sevebilir, ancak imanlı olan yani kuvvetli bir inanca sahip olan kişi, vatanını kendi canını düşünmeden korur ve müdafaa eder. Allah’a olan imanı, kişiyi güçlü kılar ve kendinden önce diğerlerini düşünür. Burada asıl olan, dinin ve devletin bekası ve devamıdır. Bu uğurda insan kendi canını hiçe sayar. Zaten Allah’a iman ile bağlanmış kişi dilindeki zikrinin yanında, kalple Allah’ı tasdik eder ve amellerine Allah’ın istediği gibi çekidüzen vermeye çalışır. Böyle bir kişinin kendi canını koruma gibi bir derdi olmaz, çünkü ölüm de sevgiliye kavuşmaktır. Burada önemli olan vatanı korumaktır. Vatansız bir kavim özgür olamaz ve özgür olmayınca da dinini, ahlâkını ve sahip olduğu güzellikleri koruyamayabilir. Bu sebeptendir ki hakiki vatan sevgisi imandandır, çünkü içinde Allah sevgisi barındırır. Sadece dil ile söylenen vatan sevgisi ise tıpkı yeni Müslüman olmuş Bedevilerinki gibi iman değil de taraf olmaktır. Harekete geçmeyen, gönülden yapılmayan bir şey sevgi olamaz. Tıpkı seni seviyorum deyip, ama kendi keyfinden geçemeyen acemi bir âşık gibi.

Öte yandan bâtınî yönden bakarsak şunları söyleyebiliriz: Kenan Rifâî, Sohbetler’inde, kişinin asıl vatanının kopup geldiği yer olduğunu anlatır.  Seyrini tamamlayıp kemale ermiş ulu kişi görüp geçirdiği âlemlerin güzelliklerini anlattıkça, O’nu  dinleyenler ağlar. Bu ağlamanın sebebi vatana yani geldiği yere olan özlemdir. Yani beşerî vücuttaki Hakk’ın isim ve sıfatları, vatanlarından ayrı düştüğü için haykırıp sızlanırlar.

Kısacası hem zâhirî hem de bâtınî mânâda vatanını sevme ve kendi canından öte bulma Allah’a sımsıkı inanmış kulların nasibidir. Aksi takdirde göstermelik bir sevgi ve iki sloganla insan vatanını sevmiş olmaz. Dünyadaki vatanımızı sevmek ve onun yükselmesi için çalışmak, öte yandan kopup geldiğimiz vatanımıza en saf halimizle geri dönebilmek için de gayret etmek ve nefsi adam etmek boynumuzun borcudur.

Birlik ve Beraberliği Parçalamak Atomu Parçalamaktan Zordur

Bir yer vardır ki; insan orada doğar, büyür, yaşar, yaşarken anılar biriktirir.  Zamanla oraya karşı bir aidiyet hisseder. Havasına, suyuna, toprağına bağlanır. Uzaklaştığında hasretini çeker. Vatanıdır orası. Sever, hem de çok sever. Uğruna canını verecek kadar. Çünkü vatan sevgisi fıtrîdir.

Vatan, havasıyla, suyuyla, toprağıyla tarif ediliyor olsa da sadece bu maddî öğelerden ibaret değildir. Vatan, içinde mânevî öğeleri de barındırır. Ortak din, dil, gelenek ve tarih, o toprak parçasını vatan yapan şeylerdir. O vatanda yaşayan insanların ortak bir geçmişi vardır. Zulme, baskıya, işgale, haksızlıklara beraber direnilmiştir. Bu uğurda kanlar dökülmüştür. Artık bir millet olmuştur. Bu milletin ortak bir geçmişi olduğu gibi ortak da bir geleceği vardır artık. Bu gelecek, huzur ve güven ortamında kurulan bir gelecektir. İnsan güvenli olduğu yerde huzurlu olur. Bu nedenle bu güveni bozacak tehditlere karşı vatan can pahasına savunulur.

İslâm tarihi vatanını milletini savunanların kahramanlık öyküleri ile yazılmıştır. Biz de bir tarihin canlı kahramanları olduk, oluyoruz. Gördük ki; vatan sevgisi imandandır. Allah’ın bildirdiği gibi, şehitlik mertebesi çok yüce bir mertebedir ve Allah “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın lutuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.” (Al-i İmran 169/171) buyurmuştur. Hz. Peygamber de çeşitli şekillerde şehitlik ve gaziliğin kutsallığından bahsetmiş ve vatanı, malı, canı korumak için ölenlerin şehit olduğunu belirtmiştir. İslam dini vatanı, milletti sevmeyi teşvik etmiş ve korumayı yüce bir görev addetmiştir.

Yaşadıklarımızı, gördüklerimizi unutmayalım. Çocuklarımıza, öğrencilerimize, kardeşlerimize, anlatalım. Onlara vatan sevgisini ve imanın gücünü aşılayalım. Bir ve beraber olmayı öğretelim. Bir gün vatan onlara emanet olacak. İmanlı, vatanını, milletini seven bir yeni nesil yetiştirelim Allah’ın izniyle. O zaman bizi kimse parçalayamaz. Einstein, “önyargıyı kırmak atomu parçalamaktan zordur” demiş ya, ona şunu eklemek isterim: “Birlik ve beraberliği parçalamak daha da zordur.” Unutmayalım, unutturmayalım inşallah.

Değişen Ben, Değişen Kıta!

Çocuk yaşta baba korumasını kaybedeli,

Anneme dost olalı beri,

Bir kahve kokusuyla ağlayıp yoksulluktan,

Özel sevkiyatlarla gezeli beri,

En Doğu’dan en Batı’ya görmeye çalışıp,

Binlerce insanın aşından yiyeli beri,

Dört dilde komşumun derdini dinleyeli,

Dost hasretiyle tatlı söyleşmeleri özleyeli beri,

Öğretmenlerimin anlattıklarını dinleyip,

Uygulamaya çalışalı beri,

Aşka sevk edip gönlümü,

Kendimden kendime seyahate çıkalı beri,

Bir başka seviyorum seni memleketim…

Ballı Muzlu Yoğurtlu Yulaf Ezmesi

Malzemeler:

2 adet muz

1 su bardağı yulaf ya da kinoa ezmesi

1 yarım çay kaşığı tuz

1 çorba kaşığı bal

Vanilya, tarçın veya badem esansı (isteğe bağlı)

Orman meyvaları veya kuru meyva (tercihe göre)

1 paket meyvalı yoğurt

 

Hazırlanışı:

Muzu püre haline getirin, üzerine yulaf ezmesini, balı, tuzu ve vanilyayı ekleyerek bir kâsede iyice karıştırın. Karışımı küçük kek kalıplarına, ortası çukur olacak şekilde yerleştirin. 180 derecede önceden ısıtılmış fırında 12 dakika pişirin. Soğuduktan sonra üzerine meyvalı yoğurt ve meyva tanelerini yerleştirip servis yapabilirsiniz.

 

Âfiyet olsun.

 

 

Editörden (Nisan-Mayıs-Haziran 2017)

Merhaba Dostlar,

Mübarek günler ve gecelerle dopdolu, mübarek Ramazan-ı Şerifi de içinde barındıran ve sonunda bizi bayrama kavuşturan Nisan-Mayıs-Haziran sayımızda yine hep beraberiz çok şükür.

Dilimize pelesenk olmuş bir cümle vardır: “İnsan hayatında öyle zamanlar vardır ki, geldi mi her şey üstüste gelir.” Nedense de bu cümleyi hep biraz mahzun-hüzünlü söyleriz. Halbuki bu cümle içinde çok önemli bir müjde de gizlidir. Nedense onu da hep göz ardı ederiz.

Evet haklısınız, her şey üstüste gelir. Çünkü her şey birbirini takip eder. Her şey küre şeklinde olan bu dünyada bir devinim içindedir diyebiliriz. Geceyi gündüz takip eder, dolayısıyla her karanlıktan sonra aydınlık vardır. Sıkıntı ve derdi, rahatlama ve derdin sona ermesi takip eder. Hastalığı sağlık, ağır hastalığı ebediyen bu sıkıntıdan kurtulmak takip eder. Bu örnekleri sonsuz sayıda çoğaltabiliriz. Yüce Rabbimiz pek çok defa olduğu gibi İnşirah Sûresi’nde de bunu dile getirmiştir Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah Sûresi, 5-6).

İşte tam bu sebepten ben de bu döngüde neden güçlük kısmına bakarız da kolaylık ve müjde kısmına bakmayız diye düşünürüm. Muharrem gibi “Zü’l Celâli ve’l ikram” bir aydan bir zaman sonrası Recep- Şaban-Ramazan gelir. Hepsi birbirinden kısmetli geceler ve kandiller içerir. “Kandil” ne güzel bir isimdir. Kandiller, ışığımızın azaldığı zamanda ışık olurlar, nur olurlar, aydınlatırlar, hayatımıza aydınlık verirler. Hele Ramazan; dile kolay “On bir ayın sultanı!”, bana göre sultanların sultanı, nimet ayıdır. Bu ayda kandiller ile süslenir camiler, yani hayatımıza onlarca kandil girer. Mahyalar açılır, ışık dolar gecelerimiz… Gözlerimiz cami şerefelerinde, “Top atıldı mı? İftar oldu mu?” diye bekleriz. Ramazan ayında zaman kıymetlenir. İftarlar, sahurlara, sahurlar iftarlara erişir. Devamlı hareketin, sohbetin ve muhabbetin olduğu mübarek bir bereket ayıdır. Zaman bereketlenir; çünkü insanlar zamanın geçişini takip ederler. Saatlere riayet ederler, zamanı –dehri – vakti fark ederler. Farkındalık dolu bir aydır. Ömrümüzü bereketlendirir; vermeyi, paylaşmayı, beklemeyi, kavuşmayı, açlığı, tokluğu, susuzluğu, susamayı farkederiz. Ne şerefli ve ikramlı aydır Ramazan; Kadir gecesi gibi bir emaneti saklar koynunda, ona ulaşmayı ve onu aramayı, “Bulunur mu bilinmez?” demeden yolunda olmayı taşır kollarında. Hırka-ı Şerif’in kokusu ile doludur tüm sinesi, ne muhteşem bir zamandır, Ramazan-ı Şerif…

Evet dostlar geldi mi her şey üstüste gelir ama pek de güzel, dolu dolu ve daima “Cemâli celâlini örtmüş ve taşmış olarak” gelir. Daima “Zü’l Celâli ve’l ikram” olarak gelir ve bizleri maddî-mânevî bayrama kavuşturur. Gönüllerimizi bayram ettirir. Büyüklerimizi ve dostlarımızı, evvelimizi-âhirimizi hatırlatır. En önemlisi bize bizi –özümüzü- hatırlatır. Velhasıl, evet dostlar, “Geldi mi her şey üstüste gelir”; çok şükür ki öyle gelir. Nimeti hiç kesilmeden, bir demden bir deme, nimetler saçarak gelir. Gönül Kâbesinin tavafıyla haccını yaptırıp üstüne hediyelerin en makbulü nefs koçunu fi sebillulah kurban ettirir de gelir. Evet dostlar, “Geldi mi her şey üstüste gelir” iyi ki de böyle üst üste ve gümbür gümbür gelir.

Konumuz “Kandiller ve Ramazan” olunca coştuk, sözü uzattık. “Kandiller ve Ramazan” konulu Nisan-Mayıs sayımıza hoş geldiniz, safâlar getirdiniz. Hoşgörünüze sığınarak, kusurları biz eksik kullara, güzellikleri her şeyin sahibine ait olmak üzere hayırlı Ramazanlarımız ve hayırlı bayramlarımız olsun inşaallah.

 

Yosun Mater

Sohbetler (Nisan-Mayıs-Haziran 2017)

Ramazanın ilk günü idi:

“Bir Ramazan daha geldi ve bizi bıraktığı gibi buldu. Belki de daha beter. Daha beter dememizin sebebi, Resûlullah Efendimiz’in ‘Bugünü dünkü güne müsâvî geçirene yazıktır’ buyurmalarıdır. Elinde fırsat varken, bugünü dünden, hele yarını bugünden aşağı geçiren kimseye yazıktır.”

 

***

Ramazan münâsebetiyle:

  • “Bazen Ramazan’da, sokakta sigara içenleri görürüm de hâl dili ile derim ki: A adamcağız, sende olan bende de var. Ama bende olan sende yok. Yâni, ben de senin gibi sigara içerim, onun lezzetini de bilirim. Fakat sen, içmemenin zevkini bilemezsin. Hâlbuki ben, bu zevkin de yabancısı değilim.”

 

***

 

Oruçtan bahsediliyordu:

“Oruç, hakikatini bilenler için çok büyük şeydir.”
Semîha Hanım:

 

  • Oruç, Hakk’ın samediyet sıfatının tecellîsidir ve Cenâb-ı Hak ‘En büyük ibâdet oruçtur ve orucun da karşılığı benim indimdedir’ buyuruyor.

 

  • “Evet, fakat kabuğunda kalmamak şartıyle. Zâhitlerin orucu kısırdan kabuktan ibârettir. Halbuki mânâsını bilen kimse için her an oruç hâli vardır. Zâhitlerin iftarı günün sonundadır. Halbuki âşıkların iftarı ancak visâlle mümkündür.”

 

***

 

“Orucun, şâir ibâdetlerden derecesi çok yüksektir. Çünkü oruç tutan samediyet sıfatıyle sıfatlanır.

Orucun üç mertebesi vardır: Biri avamın orucu, yemeden içmeden ve haram olan sâir hâllerden imsak etmektir.

Havâssın, yâni olgunlaşmış olanların orucu, el, ayak, göz, kulak ve cümle âzâsını, günah denilen şeylerden imsak etmek, geri çekmektir.

En üst derecede olanların orucu ise, bütün mâsivâdan perhiz etmek ve cümle hevâ ve hevesten sıyrılıp Allâh’ın muhabbeti lezzetini bulmaktır.

Orucun ve açlığın sır ve hikmeti, şehvet ve nefsin kahrından kurtulmak ve bu sûretle rûhâniyet bulmaktır. Mevlânâ Hazretleri der ki: Lokma, eğer sende cevher oluyorsa, istediğin kadar ye. Fakat bu lokma, fenâlıklar doğuruyorsa, boğazına kilit as.”

 

(Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000)

 

Dubai’de Ramazan

İftara dakikalar kalmış. Üç yaşındaki kızım ve altı yaşındaki oğlum ısrarla benimle camiye gelmek istediler. Bir yandan kalabalıkta onlara sahip olmaya çalışıyorum, bir yandan da caminin girişinde hazırlanan yer sofralarında iftar edebilecek bir yer bulmaya çalışıyorum. Vakit akşam vakti fakat Dubai’nin sıcağı açık havada oturmaya müsaade edecek cinsten değil. Yine de içeride yer bulamayan cemaatin bir kısmı dışarıda hazırlanan sofralarda ezanın okunmasını bekliyor.
Sonunda yemeklerin servis edildiği koca kazanların yanında bir yere buyur ediyorlar bizi. Yerde plastikten bir örtü üzerinde herkesin önünde birkaç hurma, birer kutu ayran, birkaç şişe su ve plastik tabaklarda “tavuk biryani” var. Bize de aynısından veriyorlar. Kenan da Cenan da çok heyecanlı. Sabırsızlıkla iftar vaktini beklemeye koyuluyorlar. Bu sırada çatal ya da kaşığımız olmadığını farkedip yer sofralarının aralarında hızla eksikleri tamamlayan müstahdemlerden birinden kaşık istiyorum. Gülümsüyor. Biryaniyi kaşıkla yemek isteyen herhalde sadece biz varız.
Bu sırada ezan okunuyor. Herkes hurma ve suyla iftar edip sağ ellerinin baş, işaret ve orta parmağını büyük maharetle kullanarak bu baharatlı tavuklu pilavı yemeğe başlıyorlar. Eh, biz de besmele çekip üç olmasa da, dört beş parmakla, acemiliğimizi de pek belli ederek sofraya iştirak ediyoruz.

Sofradakilerin çoğu Pakistan, Bangladeş, Sri Lanka, Hindistan gibi ülkelerden gelen işçiler. Arada Körfez bölgesinden Arap’lar da var tek tük. Bir tane de Rus çarpıyor gözüme, ; uzun, sarışın ve renkli gözlü. On dakika içinde muazzam lezzetli yemeğimizi bitiriyoruz, plastik örtüden sofralar büyük bir hızla dürülüyor, bu sırada insanlar ellerini yıkamak üzere lavabolara akın ediyor. Akşam namazı için kamet okunmaya başlamış bile. Çocukları yanıma dizip hemen ben de saf tutuyorum. Omuz omuza durduğum insanların dünyanın farklı yerlerinden geldikleri kıyam duruşlarından belli bu defa: Kimi benim gibi ellerini karnının üzerinde bağlamış, kimi hafif göğsüne doğru… Kimi de yanlara sarkıtarak bekliyor.

***

Dubai’de Ramazan ayı boyunca neredeyse tüm camilerde iftar veriliyor. Kimilerinin bahçesinde çadırlar kurulu, kimi açık havada, kimi de caminin bir bölümünü sofralara ayırmış.

Dubai diğer kozmopolit şehirlerden biraz farklı niteliklere sahip bir şehir. Eşim Rana burası için en güzel tanımlardan birini yapmıştı: Burası büyük bir havaalanına benziyor. Her an her köşesinden farklı bir milletten, farklı geleneklere sahip birisi çıkabiliyor. Çeşitli milletlerin yaşadığı diğer merkezlerden en büyük farkı ise, yerli halkın burada baskın bir çoğunlukta olmayışı. Böyle olunca adeta yabancılar buranın yerlisi gibi oluyorlar.

Bununla beraber yerlilerin kuralları kendini hissettiriyor. Alışılmış bir Ortadoğu ülkesine göre çok düzenli bir yer. Hız limitleri, evrak hassasiyeti, otopark kuralları hatta kira sözleşmeleri dahi çok katı kurallarla belirlenmiş. Enteresan bir şekilde de geldikleri yer neresi olursa olsun, alıştıkları düzen ne kadar farklı olursa olsun, herkes bu katı kurallara uyuyor gibi gözüküyor.

Kanunlar genel olarak İslâm şeriatına göre düzenlenmiş. Meselâ evli olmayan bir kadın ve bir erkeğin aynı evde oturmasına izin yok. Fakat resmen beyan etmezlerse ne yaptıklarını takip edecek bir ahlâk polisi de yok. Şehrin çoğu yerinde Avrupalılar kendi ülkelerindeki rahatlıkta giyinip gezebiliyorlar. Fakat bazı kamu alanlarında kıyafetlerin biraz daha dikkatle seçilmesi konusunda uyarılar yapılabiliyor.

Ramazan ayında da dışarıda yemek içmek hoş karşılanan bir şey değil. Fakat restoranların hemen hepsi açık. Sadece dışarıdan geçenlerin gözleri takılmasın diye önlerine perde çekiliyor. Yerlilerin dışarıdan gelenlerin yaşam tarzına gösterdiği hoşgörü ve saygıya Ramazan ayında burada yaşayan gayri müslimler de aynı şekilde mukabele ediyorlar. Hatta bizim ofiste çalışan İrlandalı bir kız, b bu Ramazan oruç tutmaya başladı. Müslüman olmadığını söylüyor ama bu ayın ruhuna katılmayı istemiş bu sene. Onun gibi çok insanla karşılaştım. Çoğunun kullandığı İngilizce’nin içine, kendi aralarında konuşurken dahi “maşaallah”, “inşallah”, “elhamdülillah!” gibi sözleri serpiştirdiğine şahit oluyorsunuz.

Ramazan ayında ayrıca mesai saatleri yaklaşık üç saat kısaltılıyor. Sıcak havaya rağmen çalışan insanlar burada oruç ibâdetlerini daha rahat îfâ ediyorlar.

Bir fark da teravih namazları. Genelde yirmi rekat yerine sekiz rekat kılınıyor. Fakat kesinlikle hızlandırılmıyor. Hocanın Kur’an tilâveti zevkle dinleniyor.

Ramazan nerede yaşanırsa yaşansın benim için yılın en keyifli zamanı. Etrafta bu coşkuyu paylaşacak insan olması ne kadar büyük bir zenginlik! Bizi tekrar bu aya kavuşturan Rabbimize sonsuz şükürler olsun.

Kadir ve Gece

Hakk’a giden bütün yolların Hz. Muhammed’den geçmesi ne güzel… İncelediğim her kelime her kavram nihayetinde onu işaret ediyor. Öğrendiğimiz her şeyi halimize yansıtmak, davranış biçimi olarak vücudumuzda sabit kılmak hepimizin amacı olduğuna göre Hz. Peygamber’le yakınlık kurmak bizi bu amaca doğru hızlıca sürükleyecektir. Hz. Mevlânâ diyor ki; Ne kadar hal sahibi olduysan, onun yüzü suyu hürmetine oldun; onun yüzünden haller elde ettin.” Bunun sebebini ise şöyle açıklıyor, “önce bütün vergileri, bağışları onun önüne dökerler de sonra başkalarına dağıtırlar. Tanrının türesi böyledir.” Yani her şeyin başlangıcı Hz. Muhammed’dir. Hz. Mevlânâ’nın bu anlayışı, sufilerin, Allah’ın yarattığı tek şey Hz. Muhammed’in hakikatidir sözünün en güzel açıklamalarından birisi olsa gerek…

İbnü’l Arabî de Kadir gecesiyle ilgili yaptığı yorumlarda bu hakikati muhteşem bir şekilde ifade ediyor. Arabî hazretleri Kadir gecesini insanlık mertebesine ulaşmış kimse üzerinden tanımlıyor ve Fütûhât isimli eserinde şöyle diyor; “Sen Kadir gecesisin, çünkü sen tabiat ve Hak’tan meydana gelmişsin.” Kadir kelimesini Hz. Muhammed’in yüce hatrı ve şerefi olarak, gece kelimesini ise Hz. Muhammed’in bünyesi olarak yorumluyor. Bünye, ruh güneşini perdelemesi, örtmesi sebebiyle karanlık bir yer olarak ele alınıyor. İbnü’l Arabî Allah’ın vahyinin ortaya çıkmasının “Kadir” olan bu karanlık fakat mübarek vücutta gerçekleştiğini ifade ediyor.

İbnü’l Arabî Kadir suresini tefsir ederken de ayetleri bu mana çerçevesinde inceliyor. Mesela “Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır” ayetiyle ilgili yorumunda, her varlığın ve oluşun gün olarak nitelendirildiğini söylüyor. Yani, zaman kavramını yaratılmış varlıklar üzerinden tanımlayarak, günleri yaratılmış tüm varlıklar, ayları varlıkların sınıflandırıldığı türler, yılları ise türlerin sınıflandırıldığı cinsler olarak yorumluyor. Buradan hareketle, ayetteki “bin aydan” kastın, yaratılmış tüm türler olduğunu söyleyerek, Kadir gecesi olan Hz. Muhammed’in bütün yaratılmışlardan ve türlerden hayırlı olduğu yorumunu yapıyor.

Birbirini tamamlayan ifadeler beni her zaman çok etkilemiştir. Çünkü puzzle parçalarının aralarındaki uyumlu yapı gibi, farklı kelimelerle ifade edilen anlamların oluşturduğu uyumlu yapı, büyük resimle ilgili heyecanımı ve zevkimi daha da artırıyor. Mesela Hz. Peygamber’in “Din güzel ahlaktır” hadisi bize güzel ahlakın önemini işaret ediyor. Güzel ahlak nedir diye soracak olursak cevabı yine peygamberde buluyoruz. Hz. Ayşe’nin “Onun ahlakı Kur’ân’dı” sözü güzel ahlakın, Kur’ân’ın bütününde yer aldığını işaret ediyor.

Bu tanımlamaları yine İbnü’l Arabî’nin Kadir gecesi ile ilgili yorumlarıyla birbirine bağlayabiliriz. Mesela İbnü’l Arabî Kadir gecesini, “kendisini saflaştırmış ve tamama ermiş nefis” olarak da tanımlıyor. Bu yoruma göre Kadir suresindeki “Biz onu (Kur’an’ı) kadir gecesinde indirdik” ayeti şu anlamı da ifade etmektedir; kendi nefsini temizleyip Hakk’a dair sıfatların kendisinden yansıyabilmesi için adeta parlak bir ayna haline gelmiş kimsenin kalbine Kur’ân iner ve o kalbe Kurân’a dayalı bir algılayış biçimi yerleşir. Elbette ki ifade edilen kimse Hz. Muhammed’dir. O’nun saflaşmış vücuduna Kur’ân indirilmiştir. Hz. Ayşe’nin ifade ettiği gibi, Kur’ân’a dayalı algılayış biçimi, onun ahlakını yansıtmaktadır.

Bir sembol niteliği taşıyan bu geceyi, Hz. Peygamber’i daha fazla tanımak ve onun aracılığı ile Allah’a yaklaşmak için bir vesile olarak idrak etmeyi Allah hepimize nasip eylesin.

İsviçre’de Ramazan

Bizde Ramazan bu sene çok farklı geçti.

Seyahatten döndüğümüz için bir gün gecikmeli başladık Ramazan’a; sonra ay içinde yine kısa seyahatler olduğu için düzenli oruç tutamayacağımızı biliyorduk. Bu halde biz de karı-koca farklı oruçlara niyet ettik bu sene…

Ben dil, mide ve “hareketsiz gün geçirmeme” orucuna; eşim bazı alışkanlıklarından uzak durmaya…

Aslında her Ramazan aynı şeyi fark ediyorum. Az ve öz yemek, az uyku, bol hareket ve suskunluk beni bana inanılmaz yaklaştırıyor. Bütün hatalarımın, gevezeliklerimin, aşırılıklarımın, sağlıksız davranışlarımın altını çizmeme yardımcı oluyor. Ve ben her Ramazan bayramında aynı soruyu soruyorum kendime: Niye bu hali bir yaşam şekli haline getirmiyorum? Niye daha ‘sakin’, ‘az ve öz’ yaşamayı prensip edinemiyorum?

Bu ay üç farklı orucumla neler fark ettim bunları paylaşmak isterim.

Önce dil orucu…

Dil orucunda dört şey fark ettim: 1. Epey boş konuştuğumu – yani ihtiyaç olunan bilgilerin yanında kelime kalabalığı yaptığımı, 2. Ara ara abarttığımı – bir hocam der ki “abartmak yalanın hallicesidir”, artık abartmadan konuşmayı içselleştirmek şart oldu, 3. Söz kestiğimi – bireye sonsuz saygı duyan biri olarak en çok da buna üzüldüm. Beynim dilimden hızlı çalışıyor ve dili tetikliyor maalesef, istemeden söz kestiğimi fark ettim ki bundan sonra çok daha dikkatli olmaya çalışacağım, 4. Dinlerken her zaman empati kurmadığımı. Bu da aslında “ben” odaklılığın bir türü. Karşımdaki insanı dinlerken her zaman iyi zan üzere olmaya ve karşı tarafın bana ne anlatmaya çalıştığına çok da dikkat etmediğimi fark ettim.

Mide orucunda üç şey dikkatimi çekti: 1. İnsan yememekten acıkmıyor, yemekten acıkıyormuş, 2. Bazı sık yediğim şeyleri sevdiğimi sanıyordum; oysa canım hiç çekmiyor, hatta aklıma bile gelmiyor, tamamen alışkanlıktan yiyormuşum, 3. Yediğim yemekler nefes alışımı epey kısıtlıyormuş. Bazı gıdaları tamamen hayatımdan çıkarmaya karar verdim bu deneyim sonrasında – mesela un mamûlleri… Resmen bir dilim ekmek bile mideyi şişiriyor ve nefesi göğse itiyor.

Hareketsiz gün geçirmeme orucunda da en çok şunu fark ettim; Vücud hareketi çok takdir ediyor. Bir birim çabaya karşı üç birim ödül veriyor. Günde 20-30 dakikalık bir hareket benim seyahat etmekten sopa gibi olmuş vücuduma boyundan ayağa esneklik kazandırdı. Her gün hareket anlayışını da hayatıma sürekli uyarlamaya karar verdim.

Sanırım bu sene Ramazan’ın en eksik yanı, iftar sofraları oldu… Biz her sene iftar daveti verip, iftar daveti alırdık, bu sene sessiz ve yalnız iftarlar oldu ki bunların da öğretisi ayrıca büyük.

İnşaallah bu ay öğrendiklerimizi hal etmek nasip olsun hepimize. Hayırlı bayramlar diliyorum herkese!

Buharda Mercan Balığı Salatası

Malzemeler:

4 x 100 g mercan balığı filetosu

1/3 kâse su

2 çorba kaşığı jülyen doğranmış zencefil

1 yaprak çin lahanası

1 tatlı kaşığı pekmez

2 çorba kaşığı light soya sosu

1/4 çorba kaşığı susam yağı

1/2 kase jülyen doğranmış taze soğan

1,5 çorba kaşığı zeytin yağı

1/4 kâse taze kişniş yaprağı

 

Hazırlanışı:

  1. Balıkları buhar tenceresindeki sepetli bölüme yerleştirin. Üzerine zencefillerin ve soğanların yarısını koyun. Bir miktar kaynar su ekleyin, üzerini kapatın ve 6-8 dakika buharda pişirin.
  2. Çin lahanasının yaprağını 4 adet olacak şekilde kare şeklinde bölün ve buhar tenceresinin içine yerleştirin.Tencerenin kapağını kapatıp 2-3 dakika lahana buharla ısınana ve balık pişene kadar bekleyin. Et beyaz olmalı. Yarı saydam ise, bir dakika kadar pişirin
  3. Lahanaları buhar tenceresinden çıkartın ve servis tabağına yerleştirin. Spatula yardımıyla balıkları dikkatlice tencereden çıkartın ve sıcak lahana yapraklarının üzerine yerleştirin.
  4. Pekmez, soya sosu, susam yağını bir kâsede karıştırın ve balığın üzerine dökün. Kalan zencefil ve soğanları serpin. En son üzerine zeytin yağı gezdirin ve kişnişleri yerleştirin.

Âfiyet olsun.