Allah Var

Hazret-i Pîr, her Müslümanın kalbinde bir ilâhî vâiz olduğunu buyuruyorlar. Peki, siz bundan haberdar mıydınız? Hani, hiç susmayan bir ses vardır içimizde bir yerlerde ama o kadar samimi ve bize âit gibidir ki hiç yabancılık hissetmeyiz. İşte bu ses, ona âit… Yeri de belli aslında. “Kalp, Allah’ın nazargâhıdır.” derler ya, işte ilâhî vâizin meskeni de kalptir. Dolayısıyla Hak’tan gayrı değildir.  

İlâhî vâiz, Hakk’ı unutmamamız için daima çabalar, gaflete düşmememiz için bizi uyanık tutmaya çalışır. Dışarıdaki seslerden daha doğru söyler hangi yolda olduğumuzu, ne yapmamız gerektiğini, tekâmül edip etmediğimizi… Ken’an Rifâî Hazretleri bununla ilgili olarak şöyle buyuruyorlar: “İnsan, yükselip alçalmasını kendi kalbinden anlar. (…) Kalbin elbet ne yolda ve ne halde olduğunu sana, hâriçteki vâizlerden daha doğru söyler. (…)”  

Ben çoğu zaman vâizimle hasbıhal ederim yahut konuşmasam bile o arka planda bana hep bir şeyler söyler, yüzümü kalbime çevirip hangi yolda olduğumu hissettirir. Uzun bir süre onu duymazlıktan geldiğimde, yani dünyayı kendime dost sandığımda ise kalbimde bir nokta peydâ olur sanki ve huzursuzluk günlerce peşimi bırakmaz. Sonra o küçük nokta zamanla adeta kara bir delik halini alıp cemâle dair içimde ne varsa yutmaya çalışır.

Bazen farkında olarak bazen olmayarak bir süre böyle yaşarım. Sonunda kalbimin yolunu tuttuğumda vâizimi fısıldarken bulurum: “Allah var!” O söyledikçe tekrarlarım, tekrarladıkça durulurum. İçimdeki kara delik de yavaş yavaş küçülür ama bir nokta olarak hep kalır. Çünkü nefs, oradan bakar dünyaya ve fırsatını bulduğunda beni kandırıp kalbe hüküm sürmeye çalışır.

İşte en güzel liman, en güvenli sığınak: “Allah var…” Cenâb-ı Hak, “Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16) âyetinde bunu müjdelemiyor mu aslında? İçimizdeki sesin O’ndan gayrı olmadığı öyle âşikâr ki…

Kalbimizi dinleyip O’na vâsıl olmak niyazıyla…

Bir Selâm

Evime geldiğim sokakta, kapıların önüne kurulup herkesin geçişini izleyen bir sürü kediyle hemen her gün selâmlaşıyoruz. Bazen işten negatif enerji santrali gibi döndüğüm zamanlarda kedilere pek aldırmadan, onlara selâm vermeden yürüyüp geçer, bir an önce eve girmeye çalışırdım. Zorlu imtihan dönemlerinden geçerken onlara veya diğer yaratılmışlara karşı pek de sevgi ve merhamet nazarıyla bakabildiğimi söyleyemem. Zira böyle zamanlarda, daha çok gergin, huysuz, savunma psikolojisine bürünmüş ve belki saldırganlaşabilecek durumda olabiliyorum.

Bu sıralarda bütün yaşananların karagöz perdesindeki bir oyundan ibaret olduğunu, üç gün sonra arkadan tek bir elin uzanacağını kendime bol bol hatırlatmaya da çalışıyordum. Evet, çok gerçekçi bir oyun ama bu hayâlin gerçekliğine kendimi kaptırmamalıyım, asıl gerçekliği kaybetmemeliyim diye kendimi uyanık tutmaya gayret ediyordum. “Herkes vazifesini yapıyor, herkes rolünü oynamak zorunda, onların ne yaptığı önemli değil, ben sadece kendi vazifemi doğru düzgün yapabileyim…” diye kendimle epeyce de konuşuyordum.

Fark gözetmeden herkese “yaradandan ötürü” sevgi ve merhamet nazarıyla bakabilmek, kızmamak, sinirlenip coşmamak çok zor. Cennet ve cehennem arasında seçim yapmak bize kalmış. Biz bu imtihandayken, huzurda kalmaya ve huzurdan ayrılmamaya çalışarak cenneti seçebiliyoruz veya itiraz, şikâyet, öfke üçlüsüyle gönül huzurunu takas ederek kaynayan cehennemi içimize kendi elimizle bir güzel sokabiliyoruz. Kişiler veya olaylar yakmıyor canımızı; onları nasıl algıladığımıza bağlı olarak canımızı yine kendi elimizle kendimiz yakıyoruz.

*****

Eve yürüdüğüm kaldırımlardaki kedilere bir tebessümü, bir selâmı, bir merhametli bakışı çok görerek geçirdiğim her akşam, benim kendimi huzursuzluk cehennemime hapsettiğimin ispatı gibiydi. Sonra işleri içinden çıkılmaz hâle getirdiğimde, evet kendim o hâle getirdiğimde, gecenin son üçte biri gibi o en karanlıkta kayıp düşmüşken sadece Allah’a sarılabilir, O’na sığınabilirdim. Gafletteydim, acizdim ve o çözmezse ben hiçbir şey yapamazdım, biliyordum. Kimseyi bırakmayan o güzel Allah, beni de çok şükür düştüğüm karanlıktan aydınlığa çıkaracaktı.

Bu sefer artık kaldırımdaki kedileri görebiliyordum. Onlara aldırmadan, sinirle geçmiyor, sevgi ve merhamet ile selâm verebiliyordum. Onlara bakarken, Ahmed er-Rifâî Hazretleri’nin hasta hayvanları bağrına basa basa iyileştirişini hatırlayabiliyordum. O’nun benim gibi uyuz ve hasta hayvanları da sevgiyle, merhametle nasıl bağrına bastığını düşününce…

Neydi benim derdim? O büyük sıkıntılar, gönlümde o cehennem kaynayışları neydi? Ben bilmiyor muydum o kıssayı? İbnü’l Arabî Hazretleri, “Öbür âlemde mürşidin gelip ben senin öğretmeninim dediğinde evet, sen benim öğretmenimsin diye tasdik edersin. Sonra düşmanın gelir, ben senin öğretmeninim derse ve sen o zaman hayır, sen benim düşmanımsın dersen işte cehennemde olmuş olursun.” diye anlatıyordu durumu. Yapan yaptıran, görünen gösteren, seven döven hep O değil miydi? Neredeydi benim aşkım, sevgim, vefam, sadâkatim? O Dost’tan bir an ayrılmamak, O’ndan gayrıyı görmemek öyle kolay belli olmazdı, imtihanları tabiî çetin olacaktı. Çünkü ne kadar çetin olursa ben o kadar hatırlıyor, o kadar sığınıyor, o kadar yalvarıyor, niyâz ediyordum. Belâ gelmeden belî diyemiyordum. Bunca imtihan O’nun beni kendine çekmek istemesinden, kendine daha bir coşkulu sığınmamı istemesindendi.

Biz sebeplerin peşine takılıp giderken Semiha Cemâl Hanım’ın dediği gibi tüm vefâsızların vefâsızlığına bedel bizden bir an ayrılmayan bir tek Dost vardı. Benimse O’na sadâkatim ve vefâm, beni sevdiği elleri öptüğüm kadar, dövdüğü ellerde de O’nu görüp, O’nu bilip, O’nu sevebilmemdeydi. O’nu bırakıp da sebeplerin, gölgelerin peşine takılmayışımda, O’ndan ayrılmayışımdaydı. O’nun kullarına olan vefâsı ve sadâkati gelmeyene gitmesinde, vermeyene vermesinde, aramayandan dahî ayrılmamasında âşikârken, bütün iş benim bu vefâyı ve sadâkati görerek ürperebilmemdeydi… Vefâyı ve sadâkati görebilmem, O’ndan ayrılmamaya, vefâlı ve sâdık yâr olmaya gayretteydi… Kolay iş miydi? Değildi. Ama hayâli bile çok güzeldi.

Allah’ın Vefâsı

Sıdk ve vefâ kavramları birbirini tamamlayan kavramlardır.  Sıdk, sözlükte saflık, temizlik, doğruluk ve sâdık olma anlamına gelir. Tasavvufî  olarak sıdk, Allah’a gönülden  bağlanarak çıkar hesabı yapmamaktır.  Her gördüğünü hak bilip ona göre davranmak, bir başka deyişle,  olduğu gibi görünme veya göründüğü gibi olma  halidir. Vefâ ise dostluk ve muhabbette sebat etme, sevgide süreklilik, bağlılık, sadakat  ve  himaye etme anlamına gelir. Tasavvufî mânâda ise vefâ terimi, ezelde, bezm-i elestte Allah’ın “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” hitabına karşılık verilen söze sâdık kalmaktır.  

Allah’ın rahmeti her an yağar derler. Bu rahmet Müslümana da yağar, putpereste de yağar. Fark şudur: Bu rahmeti  hissedip faydalananlar vardır; bir de farkında olmayıp  fayda sağlayamıyanlar. Tıpkı elest bezminde aynı  hitâba muhatab olan varlıklar gibi.

Bütün  varlıklara aynı soru soruldu: “Ben sizin rabbiniz  değil miyim?” Bütün varlıklar “ belî” dediler. En önce peygamberler ve  sıddıklar  “belî” dediler. En son da şeytan ve tayfası… İlk önce diyen tayfanın sıddıklardan olması bir tesadüf olmasa gerek. Allah’a sadakatle bağlı olanlar onun rahmetini ve O’nun kuşatıcılığını hisseder. Yani Allah’ın kendilerini himâye etmelerine izin verirler. Allah’ın kapsayıcılığı onun vefâsıdır. Allah bu bağlamda en büyük vefâ sahibidir. Biz kullarını hiç ayırmadan sever ve himâye eder. Bize şah damarımızdan bile yakın olması, bizi bırakmadığının ve ayırmadığının  misalidir. Öte yandan Allah en büyük sadakat sahibidir de, çünkü her şey Allah’ta en mükemmel hali ile vardır. Bizde ise ancak eksik hali vardır. Tıpkı suya teslim olup onun kuşatıcılığına  teslim olduğun zaman suyun seni bir şekilde olman gereken yere götürdüğü gibi. Yani su ile savaşıp kendi yolunu tayin etme çabası yersiz bir çabaya  dönüşüp amacına  ulaşmayabilir. Böylece hem yolunu kaybetmiş hem de yorgunluktan bezmiş olabilirsin.

Kısacası, Allah’ın rahmetini herkes alır ama ona gönülden bağlı olanlar bunu kaynağından hisseder, Allah’ın varlığında erir gider. O  zamanda en vefâlı ve en  sâdık olanın Allah Teâlâ olduğunu görür, çünkü O’ndan başkası kalmaz vesselâm.

Sınanmaya Vefâlı

On dört yıldır bu memlekette yaşıyorum. Vatan hasreti ne demek unuttum. Gerçi vatan kelimesini gördüğüm, duyduğum her an içimde bir yerleri bir neşterle ince ince kesiyorlar sanki, sızlıyorum. Hayır, içimde hiçbir şeye karşı hiçbir özlem yok. Özlenecek bir şey de kalmadı geride; ne ben aynı ben ne ülkem aynı ülke… Hadi geriye dön kaldığın yerden devam et deseler, gitmem. Vatan hasretinin ne demek olduğunu tarif etmem mümkün bile değil, unuttum. Ama vatan kelimesi içimi acıtıyor.

Yanımızdaki evin sahipleri olan yaşlı karı-kocayı düşünmekten sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Dün akşam üzeri eve girerken karşılaştık. Her hafta perşembe günü oğullarını ziyarete gidiyorlar, kovulup geri dönüyorlar. Selâmlaşıp hâl hatır sorduktan sonra karı-koca yine oğlandan bahsedip ağlamaya başladılar. Ne diyeceğimi bilemedim. Bir vatan kelimesinin göğsümde meydana getirdiği sızı bir de bu yaşlı çiftin evlatları için ağlaması… İkisinde de aynı sızıyı ve aynı duyarsızlığı hissediyorum. Evet derin bir duyarsızlık var içimde; acı hissetmeme rağmen üzerinde duramadığım, bilinç dışı bir yönlendirmeyle ve koşar adımlarla o acıdan uzaklaştığım bir hâl. Ama dün gece gözüme uyku girmedi…

Yaklaşık otuz beş yıl önce gelmişler buraya. Karı-koca hiç durmadan çalışmışlar. Bugün düşününce nasıl olur diyor insan ama bayağı zenginleşmişler. Oğulları da burada doğmuş. Oğlan bizden, kültürümüzden uzak kalmasın, anasını babasını saysın, etrafa örnek olsun diyerek resmen uysal bir robot gibi yetiştirmişler. Hiç sözümüzden çıkmazdı diyor annesi. Öyle ki üniversitede bir kıza âşık olmuş, kız yabancı diye ana-baba istemeyince kızla görüşmeyi kesmiş. Sonra da yirmi yedi yaşındayken ailesinin isteği üzerine bir kızla evlenmiş. Onu da bir buçuk yıl önce öldürmüş ve şimdi içeride.

Şimdi bile oğullarını anlatırken bir gurur kaynağı olarak anlatıyorlar. Nasıl yetiştirip terbiye ettiklerinden, hangi okulu kazanıp hangi kabiliyetlere sahip olduğuna kadar hiç susmadan, oğullarıyla övünmeye devam ediyorlar. Ama oğlan işlediği cinayetin ve yaşadığı pasif hayatın sorumlusu ve tek suçlusunun anne ve babası olduğunu söyleyip kendileriyle görüşmüyormuş. Ne acı; bütün hayatını evlâdına adarsın, herkesin örnek alacağı bir insan yetiştirmeye çalışıp ona bel bağlarsın, o evlât bir gün kendi eşini öldürür ve sorumlusu olarak da seni görür. Acı olan son değil, başlangıç.

(…)

Yaşadığımız ne var ki bir rastlantının eseri olsun? Belki farkındayız belki de değiliz ama gerçek şu ki hiç kimse, iddia sahibi olduğu şeyle sınanmadan bu dünyayı terk etme fırsatı bulamayacak. Üzerine düşülen, yaşamın merkezine konulan, bir üflemelik gücü olmasına rağmen, sırtımızı yasladığımız bir dağ mesâbesinde değer gören ne varsa, yok edilmeden göz yumulmayacak.

Peki benim üzerimdeki bitmek bilmeyen bu sınamanın sebebi ne olabilir? Huzursuzluktan gözümü açma fırsatı bulamadığım şu zavallı ömrüm boyunca hangi iddianın içine düşmüş olabilirim ki mutlak güç, zevk aldığı bir oyuncağı elinden düşürmek istemezmiş gibi bir an olsun beni elinden düşürmesin? Kendimi bir an iyi hissetsem ne iyilik ettim de bu hâli hak ettim diyecek kadar mutsuzluğa gömülmüş bir zihnim var, bu zihinle hangi büyüklenmeyi kendime rehber edinmiş olabilirim? İnsanlara saygı duymaktan kendine saygı duyamaz hâle gelen bir ürkekliğin esiriyim. Nasıl olur da kendimi bir başkasından üstün görmüş olabilirim? Hâl böyle olunca, bu sınama kanununun, üzerinde uygulandığı en vefâlı beşer neden benim?

Soru çok ancak bir cevap yok ötelerden…

Kendimi en aşağılara lâyık görme alışkanlığım mı sınanıyor acaba? Yoksa kendime karşı büyüklenen, kendimi aşağılayan kendim mi bu büyüklenmenin karşılığını buluyor?

Evet, kendime karşı bir parça büyüklük iddiası içinde olabilirim.

Bu da mı suç?

Editörden (Temmuz – Ağustos 2016)

Merhaba Dostlar,

Her Nefes ekibi olarak, öncelikle tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet ve gazilerimize acil şifâlar diliyoruz.

Her Nefes’in Temmuz – Ağustos 2016 birleştirilmiş sayısı konularımızı “Tevhid – Şehâdet ve İtidal” olarak belirledik. Konularımız bu kadar mühim olunca, biz aradan çekildik ve her dâim “Hayy” olan gönül sultanlarının eserlerinden ve öğütlerinden derlemeler yapalım istedik.

Hatalarımızı  ve kusurlarımızı hoş görmeniz temennisiyle, Temmuz – Ağustos 2016 birleşik sayımıza hoş geldiniz, safâlar getirdiniz.

Editörden (Ekim 2016)

Merhabalar Dostlar,

Her Nefes Ekim 2016 sayısı ile yine huzura geldik, çok şükür. Bu sayımızda konumuz “Söz Dinlemek” üzerine olacak. Söz dinlemek, bu geçici dünya hayatımızda doğumumuzla başlıyor. Belki de çok daha önce, hatta belki de ilk cevabımızla, “Belî” (evet) sözünü verirken başlıyor hikâyemiz.

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok yerinde “söz dinlemek, itaat etmek” yer alıyor. Nisâ Sûresi’nde yüce Rabbimiz “Kim Resûl’e itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik.” (Nisâ, 80) buyuruyor. Demek ki söz dinlemek çok önemli bir hâl. Yine yüce dinimizde söz dinlemeye bağlı olarak, Hz. dem peygamberlik makamına ve huzura kavuşurken, şeytan lânetlenerek huzurdan kovuluyor. Yani Hz. dem ile şeytan arasındaki farklardan biri de söz dinlemeye bağlı olarak ortaya çıkıyor.

Türk geleneğinin en önemli ve değerli özelliklerinden biri de yine büyüklerimizin sözünü dinlemek olarak karşımıza çıkıyor. Önemi de onların sözlerine verdiğimiz kıymetin büyüklüğünden,hürmetimizden geliyor.

Bir başka bakış açısıyla da söz dinlemeyi doğru ve yanlış arasında yer alan, görülemeyen ince bir çizgi gibi düşünebiliriz. Belki bir çeşit kıldan ince, kılıçtan keskince sırattır. Yüce Rabbimiz, Hakka Suresinde “Kur’ân şerefli bir elçinin sözüdür” (Hakka, 40) buyurmuş ve bu sözün dinlenilmesini murad etmiştir.

Bütün kusurlarımız ve eksikliklerimiz ile maddî-manevî “söz dinlemenin” bizi bir hâlden, başka bir hâle getirdiğine inanıyoruz. İnşallah, söz dinleyenlerden olabilmeyi, Rabbimizden temenni ediyoruz. Tam da bu nedenle Ekim 2016 sayımızın konusunu çok önemsiyoruz.

Eksiğiz ve kusurluyuz. Dolayısıyla bu sayımızda yer alan eksikliklerimizi ve kusurlarımızı hoşgörmenizi rica ediyoruz. Elbette güzel olan ve beğendiğiniz her şey de, sözün yegâne sahibine, yegâne sözü dinlenene ve yegâne sözünü dinletene aittir, diyerek sözü balla kesiyoruz. Ekim 2016 sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.
Yosun Mater

Sohbetler (Ekim 2016)

Söz dinlememesiyle yanlış yolda gidip servetini, malını ve mülkünü kaybetmiş birisinden bahsediliyordu. Sabîha Hanımefendi bu kimse hakkında duâ ricasında bulununca:

– “Ateş düştüğü yeri yakar. Hakkı ne ise onu bulur. Çünkü Allah Rabbül-âlemîndir. Allah îmânını kurtarsın. Lûtuf odur işte!”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 242)

*****

Güneş doğunca idâre kandiline lüzum kalmaz, buyrulmuştu. Evet, hakîkat meydanda. Güneş doğmuş. İdâre kandilini de söndürdük. Lâkin o hakîkata yaklaşmaya, hatâlarımız mâni oluyor. İşte o yaklaşma lutfunu sizden bekliyoruz:
– “Kulun hatâ işlememesi kābil değildir. Mücevheri yontarak nasıl pırlanta hâline getiriyorlarsa, mürşitler de o pürüzleri, mânevî illetleri tedaviye, düzeltmeye memurdurlar. Hekimler hastalıkları nasıl tedâvîediyorlarsa, ruh tabîbi olan mürşitler de mânevî illetleri öylece şifâlandırırlar. Lâkin söz dinlemek şarttır.
Mektebe gittiğim vakit hiçbir şey bilmiyordum. Hocamın sözünü dinlemek, cümle arzûlarımı hocamın arzûsunda fânî etmekle birçok şeyler öğrendim. Meselâ benim arzum sabahleyin geç kalkmaktı; hocamın emri üzere erken kalktım. Benim arzum bütün gün oyun oynamaktı, oyunlarımı terkedip mektebe devam ettim. Yâni kendi istek ve heveslerimden geçip hocamın çizdiği yolda yürümek sûretiyle talebelik hayâtımı düzenlemiş oldum.
İrfan mektebi olan tarîkat de böyledir. Muvaffak olabilmek için, kendisine gösterilen yolda yürümek lâzımdır.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 627)
*****
Sâmiha Hanım:
— Bir kere idi, dervişliğin buyruk dinlemek olduğunu söylemiştiniz.
— “Tabiî, tabiî… Dervişlik buyruk dinlemektir. Çünkü her olan, Allah’ın buyruğudur. Bütün kitaplar bu dört kelime içindedir. Bunu hâl eden, lâ ilâhe illallah demiş olur.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 352)
*****

Bendelik mefhûmunun izahı rica olunması üzerine:
– “Eğer sen nefsinin bendesi olursan, efendinin değil, o eşek nefsinin bendesi olmuş olursun. Efendinin dediği başka, senin dediğin başka oldu- mu ona bendeliğin nerede kalır? Çünkü sen nefsinin emirlerini dinlemekle mürşidinin emirlerini kırmış, binâenaleyh onun dediği başka, senin dediğin yine başka olmuş olur.
İşte Pisagor’un dediği gibi, her gece nefsini hesaba çekmeden gözünü kapama! Meselâ “ben bu gün ne iş işledim? Mürşidimin rızâsı dâhilinde ne yaptım?” diye düşün. Elbet onun rızâsının nelerde olduğunu bilirsin. Çünkü bunları senelerden beri türlü türlü suret ve şekillerde, kâh sohbetler kâh manzumeler, kâh vaaz ve nasihatler ile îlân ettik. Meselâ, mürşidin “kimseye bâr olmayasın!” diyor; “ben kime bâr oldum?” diye düşün. “Kimseyi kırmayın!” diyor, “acaba kimi kırdım?” de. “Dünyâya meyil ve muhabbet etmeyin, gıybet, arabozuculuk etmeyin, kimseyi ayıplamayın, her yerde Hakk’ı seyredin, böyle yapmazsanız ben rencide olurum. Elinizden, gözünüzden dâima hayır zuhur etsin” diyor. “Acaba ne dereceye kadar onun arzusu dâhilinde hareket edebildim?” diye düşünmelisin. Mürşidinin rızâsı dâhilinde gerek kalben gerek bedenen kaç saatini sarfettiğini ara! İşte Efendin, senin böylece çalıştığını görürse hep seninledir. Fakat sen, gafletinle bu refakati reddedersen, o ne yapsın? Senin, onun rızâsı hâricinde hareket etmen, onun beraberliğini reddetmen, istememen gibi olur.
Nasıl ki bir kimsenin ayıbını söylemek, “yâ Rabbî benim de ayıbımı sen fâş et” demek gibi olursa…”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 201)

SAPIENS

Antropolojist Yuval Harari’nin insan türünün başlangıcından bugüne uzanan kısa tarihini biyoloji, antropoloji, biraz da sosyoloji açısından özetleyen kitabı “Sapiens”i okudum. Kitap bilimsel bulguların nispeten nesnel yorumlarla açıklandığı bir eser olduğu için her şeyden önce öğretici bir kaynak. Bununla beraber bilim insanlarının da tam mutâbakat sağlayamadığı birçok konuya değinmek zorunda kaldığı için kimi kısımlarında yazarın şahsî fikirlerini ön plana çıkarması kaçınılmaz olmuş. Fakat Harari iyi bir bilim adamı olmanın yanında, bence daha da iyi bir hikâyeci. Kendi alanında eğitim görmemiş olan bizlere dersini dinletebilen bir hoca. Bu sebeple kitabı baştan sona keyifle okudum.

İlkokuldaki hayat bilgisi derslerinden bu yaşımıza kadar insanoğlunun tarihi hakkında hepimiz eğrisiyle doğrusuyla birtakım bilgiler edindik. “Sapiens” bu bilgilerin hepsini toparlarken, en son bilimsel bulgularla beraber iyi bir hatırlatma yapıyor. Bundan daha önemli olarak, bu kronolojik vakaların sebep-sonuç ilişkilerini okuyucuyu da düşünmeye zorlayarak sıralıyor. Sapiens’i okuduktan sonra atalarımızın tarihine bakışım oldukça değişti.

Nasıl olduğunu Harari de bilmiyor, fakat bundan yaklaşık 70.000 yıl önce insanoğlu konuşmaya başlamış. Hani bizde “hayvan-ı nâtık” yani konuşan hayvan derler ya, bu olay tarihimizde en belirleyici dönemeçlerden biri. Bu yetenekle beraber insanoğlu küçük gruplardan daha büyük topluluklar halinde yaşamaya geçiş yapmış. Kendisinden fiziksel olarak daha güçlü hatta bulgulara göre daha da zeki olduğu düşünülen Neandertal’leri alt etmiş ve sonlarını getirmiş. Bu devirlerde avcı-toplayıcı olan insan, hâlâ vahşi hayvanların ve açlığın büyük tehdidi altında yaşadığından sayıca diğer türlere göre bir üstünlük sahibi değilmiş.

Yaklaşık 12.000 yıl önce tarım devrimi gerçekleşmiş. İlk olarak yerleşik hayata geçen atalarımız, yiyecek sıkıntısını büyük ölçüde giderebildikleri için sayıca çoğalmaya başlamış. Buğdayı ve hayvanları evcilleştirmeye başlamış. Burada yazar çok kilit bir soru soruyor: Evcilleşen buğday mı yoksa insanoğlunun kendisi mi? Sonuç olarak buğday o zamana kadar orada burada tek tük biten, diğer bitkilere bir üstünlüğü olmayan bir türken, şimdi ekildiği toprağı işleyen, taşlarını ayıklayan, her güz gübresini veren, sulamasını yapan ve onun daha büyük alanlarda yayılmasını sağlayan bir hizmetçisi var. Üstelik evcilleşmek “evde yaşamaya başlamak” anlamından türediği için, kimin evde yaşamaya başladığını sorarsak cevabı buğdaydan ziyade insan olacaktır.

Bu analiz, bana 2008’de İstanbul’da yapılan İbni Arabî Sempozyumu’nda William Chittick’ in sunduğu tebliği hatırlattı. Chittick, İbni Arabî’nin hayvanların insan taslağı olan beşerden daha üstün olduğunu söylediğini hatırlatmıştı bizlere. Allah’a kullukta beşerden çok daha mutî, ihtiyaç konusunda da yine beşerden çok daha özgür olduklarını şöyle isbat etmişti: Eğer evcil hayvanlar olmasa insanoğlunun yaşantısı büyük sıkıntıya girer, fakat hayvanların insanoğluna ihtiyacı yoktur. Hatta onları bağlayıp ahırlara kapatmasanız, kaçıp giderler.

Harari kitabın bu bölümlerinde en azından biyoloji açısından önemli bir soruyu da dillendirmeye başlıyor: Bir canlı türü için başarı ne? Ya da mutlak amacı ne? Sayıca diğer türlere üstünlük sağlamak, daha uzun süre hayatta kalabilmek mi, yoksa daha saadetli bir yaşantı sürmek mi? Biyolojik açıdan “saadet”i tanımlayabilir miyiz? Burada çarpıcı bir örnek olarak büyükbaş hayvanları gösteriyor. Et endüstrisi için yetiştirilen bir hayvan, doğumunun akabinde anasından ayrılıp küçük bir çitin içine yerleştiriliyor. Burada yemi ve suyu eksik edilmiyor, doğru… Fakat kasları sertleşmesin diye hareket etmesine de müsaade edilmiyor. Diğer buzağılarla oynayamıyor. Doğduktan yaklaşık dört ay sonra ilk kez yürümesine izin veriliyor. Fakat ilk yürüdüğü yol mezbahanın yolu. Evrim açısından, yeryüzündeki sayılarına bakarsak ineklerin en başarılı türlerden biri olduğunu söylemek mümkün. Fakat gerçekten öyle mi?

İneklere “vah vah” derken aklıma bizim türümüz geldi. Evet, çok şükür dört aydan fazla yaşıyoruz. Hayatımızın sonunda da bizleri mezbahaya göndermiyorlar ama yaşam tarzı olarak zavallı inekçiklerden çok da farklılaşmadığımız yönlerimiz yok mu?

İnsan büyük gruplar halinde ticaretini geliştirirken parayı, yaşamını kolaylaştırsın diye sanayiyi inkişâf ettiriyor. Harari birçok Batılıgibi bilimsel devrimin Batılı bilim adamları tarafından gerçekleştirilğini düşünüyor. Konumuz bu değil ama belki Fuat Sezgin’i biraz okusa fikri değişebilir. Yine de sonuç olarak bilim, insanın günlük hayatını hızla değiştirmeye başlıyor. İnsan gücünün yapamadıklarını önce buharlı makineler, sonra ise elektrikli, içten yanmalı, türbinli, hatta nükleer enerjili makineler yapmaya başlıyor. Hafızamızda tutmakta zorlandığımız sayısız veriyi bilgisayarlar saklıyor ve bu bilgileri kimi zaman insan beyninden daha hızlı şekilde işliyor.

Bu kısa yazıda tüm ayrıntılara değinebilmenin mümkün olmadığı mâlûm, fakat binlerce yıllık tarih sonunda günümüze geliyoruz. Bunca keşif, bunca buluş, bunca katliam ve bunca olaydan sonra geldiğimiz noktada insanoğlunun hayatı daha iyi hâle geldi diyebiliyor muyuz? Yazar için bu muamma. Bunu kendi verdiği iki örnekle açıklayalım. İngiltere Kraliçesi Eleanor (1241 – 1290) tam 16 doğum yapmış. Çocuklarının çoğu bebeklik devresini dahi atlatamadan vefat etmiş. Sadece bir oğlu yetişkinliğe erebilmiş, o da II. Edward olarak taç giymiş. Zamanının tüm imkânlarına sahip bir kraliçenin bu kadar evlât acısı yaşadığı bir dönemle çocuk ölümlerinin nadir denecek kadar azaltıldığı, gelir seviyesi düşük ailelerde dahi kraliçenin devriyle kıyaslanamayacak sayılara indirildiği günümüzü kıyaslarsak çok daha iyi durumda olduğumuzu düşünebiliriz. Gelgelelim günlük rızkını sabahtan topladıktan sonra zamanının büyük kısmını ailesi ve dostlarıyla geçirebilen, haftalık mesaisi günümüz insanından çok daha az olan 10.000 yıl önceki atamız ile karşılaştırdığımızda hayatımız belki de o kadar cazip gelmeyecektir.

Yazarın konusu antropoloji, biyoloji belki çok az da sosyoloji. Dolayısı ile “neden yaşıyoruz?” sorusuna cevap vermiyor. Pozitif bilimlerle yola çıkarak yanına mâneviyat tedârikini almayan aç kalıyor. Meşkûre Annemizin söyledikleri gibi imansız ilim olmuyor.

Kendimizi bir buğday başağı ya da inekle kıyaslarsak kimin daha üstün olduğu dahi belli değil. Oysa “Eşref-i Mahlûkat” biz değil miyiz? Bu sorunun cevabı bilmediklerimizde yatıyor: “O kalemle öğretti; insana bilmediklerini öğretti”. Kendi aklıyla, gördükleriyle, duyduklarıyla sınırlanmış insana, bilmediklerini haber verecek 24.000 haberci gelmiş. Hepsi de “Dinle!” demiş. Yâ Sîn Sûresi’nde geçen Habîbi Neccar “insanlardan karşılık beklemeyenleri dinleyin!” diye halkına âdetâ yalvarmış. Sekiz asır önce Hazreti Mevlânâ “Dinle!” diye başlamış Mesnevî-i Şerif’ine.

Sınırlı aklını kendine totem yapmış, nereye gittiğini, neye hizmet ettiğini, niye yaşadığını ve neden varolduğunu dahi bilemeyen insanoğlunun kalb kulağına seslenmiş hepsi de. Gönlünün işittiklerine kulak verenler ise mânâya ermiş. “Sapiens” gibi bir kitapta böyle bir yoruma yer yok tabii ki. Harari’nin hakkını yemeyelim. Harari bizlere sadece aklı ile yaşayanların binlerce yıllık döngüsünün bir yere bağlanamadığını, sonunun meçhul olduğunu, yaşasa da yaşamasa da evren için çok şeyin değişmeyeceğini anlatmış. “Sapiens”in macerasının sonu meçhul olabilir. Fakat Ademoğlu’nun dönüşü özüne olacak. Nereden mi biliyorum? Binlerce yıldır hiç karşılık beklemeden “Dinle!” diyenlerin sözü bu. İster inanın, ister inanmayın…

DİNLEMEYİ UNUTTUK

Dinlemeyi unuttuk. Dinlemek, eylem ve anlam olarak işitmek için kulak vermeyi gerektiriyor ya, biz resmen dinlemiyoruz artık.

Kendimizi dinlemiyoruz. Kalbimizi, ruhumuzu dinlemiyoruz. Bir karar vermek istediğimizde aklımıza ağırlık veriyoruz; gönlümüz ne diyor, dinlemiyoruz.

Vücudumuzu dinlemiyoruz; midemizi, örneğin. Saati geldi, ikram geldi, yemek yiyoruz; aç mıyız tok muyuz düşünmeden. Vücudumuza iyi gelmediğini bile bile bir sürü yiyecek ve içeceği tüketiyoruz.

Rüzgârı dinlemiyoruz sabahları. Uzmanlar aynı zamanda nefes egzersizi olarak, “sabah uyandığınızda – yaz, kış fark etmez – ilk iş camınızı açın ve beş ilâ onbeş dakika daha uzanın, uyumayın, rüzgârın sesini dinleyin” diyorlar. Oysa biz ya yataktan fırlayarak ya uykumuzu alamamış ya da uyandırıldığımız için kızgın uyanıyoruz. Gözümüzü açar açmaz negatif duygular yükleniyoruz.

Denizi dinlemiyoruz. Sükûnet içinde oturup nem ve tuz kokusunu içimize çekmiyoruz. Bir haftadır tatildeyiz. Etrafıma bakıyorum, plajda herkesin elinde cep telefonu. Biz, denizsiz yerlerde yaşayarak terbiye edildiğimiz için, çok şükür, denize çoğu zaman yanımıza kitap bile almadan bile gidiyoruz, doymak istiyoruz mavisine. Denize gelmenin asıl amacının dinlenmek olduğunu unutuyoruz.

Hayvanları dinlemiyoruz. Kuşlar bize ne anlatıyor, yan evin bahçesinde minik köpek niye ağlıyor, cırcır böcekleri kimin ismini sayıklıyor, fark etmiyoruz.

Büyüklerimizin sözleri, üstü tozlanmış kitaplar gibi raflarda bekletilmekte… Söz dinlemiyoruz.

Ve belki de en kötüsü, bizimle iletişime geçmeyi tercih etmiş kimseleri, eşimizi, dostlarımızı, komşularımızı dinlemiyoruz. Oysa birinin bizimle iletişime geçmeyi tercih olması ne büyük bir lûtuf, değil mi? İlişki kurmak için bizi seçmiş olmaları ne güzel… Birileri bize herhangi birşey söyleyince, söyleneni anlamak için kulak vermiyoruz. Dinlemiş gibi görülmek için duyuyor gibi yapıyoruz. Dinlerken duyduğumuza değil, aklımızdan geçene odaklanıyoruz ve sözü söyleyen ile nasıl ilişki kuracağımıza odaklanmak yerine, kendimizi nasıl ifade edeceğimize konsantre oluyoruz. Konuşma eylemini de, işittiğimize yanıt vermek için değil, kendimizi ispatlamak için kullanıyoruz maalesef.

*****

David Isay – ABD’de StoryCorps (Hikâyelerden Alıntılar) diye çok sevdiğim bir radyo programının yapımcısıdır – beni çok etkilemiş bir sözü var: “İnsanın ruhu sesinde gizlidir” diye… Ben bunu duydum duyalı, ses tonuma çok dikkat etmeye çalışıyorum. Biraz sesim yüksektir benim, anladım ki bu ruhumun bir yansıması, ruhumu dindirmeye, sesimin kontrollü çıkmasına çalışıyorum.

Bir kaç sene evvel başka bir radyo programında dinlemiştim, Dan Rather, ABD’nin CBS radyo kanalında çalışan oldukça tecrübeli bir muhabir, ‘gelmiş geçmiş en çok hastaya hizmet eden hemşire’ olarak tanınan Rahibe Teresa ile bir söyleşisini anlatıyordu. Şöyle sormuş kendisi hemşireye: “Bu kadar insana hizmet ediyorsunuz, peki, siz nasıl dua ediyorsunuz? Dua esnasında Tanrı’dan ne istiyorsunuz?” Buna karşılık hemşire Teresa “Bir şey istemiyorum, dinliyorum” demiş. Bu sefer muhabir, “O zaman, Tanrı size ne anlatıyor?” diye ikinci kez sorunca, hemşire “O da beni dinliyor” demiş, “eğer dinlemenin erdemini anlayamıyorsak, ben size bunu anlatamam.”

Dinlemenin önemi ve gereği muazzam, dostlar. Hizmetin öneminden bahsediyoruz hep, ‘hizmet’ çatısındaki bir numaralı görevimiz başkalarına karşılık beklemeden ‘vermek’. Biz ‘vermek’ deyince, hep ekonomik anlamda bir yardım, maddî bir bağış düşünüyoruz. Oysa vermenin çeşitleri vardır. Gülümsemek de verebilmektir, zaman ayırmak da, el uzatmak da, yemek yapmak da, öğretmek de, birinin bize birşey öğretmesine izin vermek de, vs. Fakat seçtiğimiz aksiyon ne olursa olsun, başkasına hizmet edebilmenin ilk gereği her zaman dinlemektir.

Geçtimiz hafta, izinde olmama rağmen ve kendileri ancak müsait oldukları için, işim gereği Harvard Üniversitesi’nde tanıştığım ve zamanında beni en çok etkilemiş hocalardan biri ile görüşüyordum. Hocamız Dr. Mahzarin Banaji’nin uzmanlık alanı sosyal psikoloji. Kendisi Hindistan doğumlu bir zerdüşttür. Görüşme konumuz ise, kendisinin üzerinde aktif olarak çalışmaya devam ettiği, hatta dünyanın başka okullarına bu temada öncülük ettiği, bizim ise öğrenmeye çok ihtiyacımız olan bir alan, ‘önyargı’ idi. Ve konuşmamızın bir yerinde çok güzel birşey söyledi Dr. Banaji: “Anlamak için dinlesek, o kadar çok şey değişecek ki… Ama çoğumuz kendi inancımızı ispat için konuşuyor ve maalesef önyargılarımızın farkında bile olmadan kendi öğrenme alanımızı daraltıyoruz.” Ne kadar güzel bir anlatım…

Peki daha iyi bir dinleyici olmak için ileriye dönük olarak ne yapabiliriz? Benim net cevaplarım yok, maalesef, zira ben de bu yolda bir öğrenciyim, ancak kendi denemelerimi, deneyimlerimi sizinle paylaşabilirim. Meselâ yazar Paulo Coelho’nun öğrettiklerinden esinlenerek bu sene ortasında kendime ciddi ciddi üç soruluk ‘gece sınavı’ hazırladım. Komidinim üzerinde bu kart duruyor, her gece yatmadan rutin olarak kendime üç soru soruyorum. Sorulardan biri “Bugün ne kadar dinledin?” Bu soruya verdiğim cevap, pratikte nasıl hareket ettiğimi değerlendirmeme ve bir sonraki gün davranışlarımı daha iyi kontrol etmememe yardımcı oluyor.

Günde bir saat bütün görevlerimden ve bütün teknolojik gereçlerden uzak durmaya çalışıyorum. Bu süreçte tasavvuf çalışarak, doğa yürüyüşü yaparak, sanatsal eserleri görerek, meditasyon yaparak ve dua ederek kendimi dinlemeye çalışıyorum. Nefesime dikkat etmeye çalışıyorum, zihnime pozitif enerji yüklemeye çalışıyorum.

Başka bir deneyim, şahsen tanımadığım ama bana uzaktan rol modellik yapan bir büyüğümün tavsiyesi ile gelişti. Kendisi bir yazısında, birine cevap vermeden evvel, verdiği cevabın kendisinin fiziksel hayatta dile dökebildiği son sözler olduğunu hayal etmeye çalıştığını anlatıyordu. Bu örnek, babamı ve dayımı aniden kaybetmiş olmanın da tecrübesi ile bana çok dokundu. En sevdiklerime ‘sert’ cevap verdiğim zamanları düşündüm, sonra bu zamanlar benim en son anlarım olsa ne hissederdim diye düşündüm, olmak isteyeceğim yer ile aramdaki mesafeyi keşfettim. O gün bugündür, bu sorgulamayı özellikle biri beni zorladığında uygulamaya çalışıyorum.

Velhâsıl, dinlemek, zor bir iş, vesselâm. Duyabilmek için alan açmak lâzım. Duyabilme yeteneğini geliştirmek için pratik yapmak lâzım. Denemelerimiz sonuçsuz kaldığında, fark edip geri dönmek, yeniden dinlemeye çalışma cesareti göstermek lazım. Bu bağlamda Cemâlnur Hocamın çok güzel bir sözü var: “Unutmayın” diyor, “Söylediğimiz her söz önce Allah’a gidiyor, sonra söylediğimiz kimseye… Verdiğimiz her sadaka önce Allah’ın eline düşüyor, sonra fakirin…” Allah idrak etmemizi nasip etsin inşallah…

AKIL VE AŞK DAVÂSI

Dinleyebilecek bir sözün olması ne büyük lütuf. Bana, benim için bir şey söylenmiş olması ne büyük hazine. Bana sadece dinlemek kalıyor, o sözü tutma gayretini göstermek… Bu bile bazen zor gelebiliyor. Gereğini yapamayacağımızı düşündüğümüz kadar zor konularda imtihanlarla karşılaşabiliyoruz. Böyle vaziyetlerde de Allah’a sığınmak ve samimiyetimizi ispatlamak durumunda oluyoruz. Belki de her şey sadece O’na samimi bir şekilde sığınabilmemiz için tasarlanıyor.

Söz tutmak hem en rahat hem de en zor iş. Bunun için aşk gerekiyor. Aklının sınırlarla kayıtlı olduğunu kabul ederek, aşkla anlaşılacak yere geçmek gerekiyor. Kendi sınırlarının ötesine, gerçeklik boyutuna geçince de işin en güzel tarafı başlıyor. Sözün gereğini yerine getirmek için gösterilen gayret, çekilen sıkıntılar ve belki acılar burada zevke dönüşüyor. Çünkü aslında göremediğimiz ne belâlardan, ne büyük sıkıntılardan böylece korunmuş olduğumuzu bu tarafa geçince görebiliyoruz.

Söz tutmak, yokluk işi. Ken’ân Rifâî Hazretleri bir gün camide namaz kılarken, kat izi yapmasın diye pantolonunun paçasını hafifçe yukarı çekmiş. Adamın biri de gelip, senin namazın kabul olmaz, sen ne biçim namaz kılıyorsun demiş. Bunun üzerine Ken’ân Rifâî Hazretleri, bu söz de Allah’tan zuhur etmiştir, yapmamam gerekiyor demiş. Ondan sonra paçalarını yukarı çekmemiş…

İnsan rablığı ve kulluğu kendi içinde taşıyor. O yüzden söz dinlemek akıl ile aşk arasında geçen bir dava. Dünya işlerine eren aklı gerçek akıl hâline getirebilmek için, Allah’ın ilim verişine uygun hâle gelebilmek için, hakîkî kul olabilmek için kendi irademi terk ederek onun emrine uymam gerekiyor. Bu da ancak aşkla mümkün oluyor…