Bir Selâm

Evime geldiğim sokakta, kapıların önüne kurulup herkesin geçişini izleyen bir sürü kediyle hemen her gün selâmlaşıyoruz. Bazen işten negatif enerji santrali gibi döndüğüm zamanlarda kedilere pek aldırmadan, onlara selâm vermeden yürüyüp geçer, bir an önce eve girmeye çalışırdım. Zorlu imtihan dönemlerinden geçerken onlara veya diğer yaratılmışlara karşı pek de sevgi ve merhamet nazarıyla bakabildiğimi söyleyemem. Zira böyle zamanlarda, daha çok gergin, huysuz, savunma psikolojisine bürünmüş ve belki saldırganlaşabilecek durumda olabiliyorum.

Bu sıralarda bütün yaşananların karagöz perdesindeki bir oyundan ibaret olduğunu, üç gün sonra arkadan tek bir elin uzanacağını kendime bol bol hatırlatmaya da çalışıyordum. Evet, çok gerçekçi bir oyun ama bu hayâlin gerçekliğine kendimi kaptırmamalıyım, asıl gerçekliği kaybetmemeliyim diye kendimi uyanık tutmaya gayret ediyordum. “Herkes vazifesini yapıyor, herkes rolünü oynamak zorunda, onların ne yaptığı önemli değil, ben sadece kendi vazifemi doğru düzgün yapabileyim…” diye kendimle epeyce de konuşuyordum.

Fark gözetmeden herkese “yaradandan ötürü” sevgi ve merhamet nazarıyla bakabilmek, kızmamak, sinirlenip coşmamak çok zor. Cennet ve cehennem arasında seçim yapmak bize kalmış. Biz bu imtihandayken, huzurda kalmaya ve huzurdan ayrılmamaya çalışarak cenneti seçebiliyoruz veya itiraz, şikâyet, öfke üçlüsüyle gönül huzurunu takas ederek kaynayan cehennemi içimize kendi elimizle bir güzel sokabiliyoruz. Kişiler veya olaylar yakmıyor canımızı; onları nasıl algıladığımıza bağlı olarak canımızı yine kendi elimizle kendimiz yakıyoruz.

*****

Eve yürüdüğüm kaldırımlardaki kedilere bir tebessümü, bir selâmı, bir merhametli bakışı çok görerek geçirdiğim her akşam, benim kendimi huzursuzluk cehennemime hapsettiğimin ispatı gibiydi. Sonra işleri içinden çıkılmaz hâle getirdiğimde, evet kendim o hâle getirdiğimde, gecenin son üçte biri gibi o en karanlıkta kayıp düşmüşken sadece Allah’a sarılabilir, O’na sığınabilirdim. Gafletteydim, acizdim ve o çözmezse ben hiçbir şey yapamazdım, biliyordum. Kimseyi bırakmayan o güzel Allah, beni de çok şükür düştüğüm karanlıktan aydınlığa çıkaracaktı.

Bu sefer artık kaldırımdaki kedileri görebiliyordum. Onlara aldırmadan, sinirle geçmiyor, sevgi ve merhamet ile selâm verebiliyordum. Onlara bakarken, Ahmed er-Rifâî Hazretleri’nin hasta hayvanları bağrına basa basa iyileştirişini hatırlayabiliyordum. O’nun benim gibi uyuz ve hasta hayvanları da sevgiyle, merhametle nasıl bağrına bastığını düşününce…

Neydi benim derdim? O büyük sıkıntılar, gönlümde o cehennem kaynayışları neydi? Ben bilmiyor muydum o kıssayı? İbnü’l Arabî Hazretleri, “Öbür âlemde mürşidin gelip ben senin öğretmeninim dediğinde evet, sen benim öğretmenimsin diye tasdik edersin. Sonra düşmanın gelir, ben senin öğretmeninim derse ve sen o zaman hayır, sen benim düşmanımsın dersen işte cehennemde olmuş olursun.” diye anlatıyordu durumu. Yapan yaptıran, görünen gösteren, seven döven hep O değil miydi? Neredeydi benim aşkım, sevgim, vefam, sadâkatim? O Dost’tan bir an ayrılmamak, O’ndan gayrıyı görmemek öyle kolay belli olmazdı, imtihanları tabiî çetin olacaktı. Çünkü ne kadar çetin olursa ben o kadar hatırlıyor, o kadar sığınıyor, o kadar yalvarıyor, niyâz ediyordum. Belâ gelmeden belî diyemiyordum. Bunca imtihan O’nun beni kendine çekmek istemesinden, kendine daha bir coşkulu sığınmamı istemesindendi.

Biz sebeplerin peşine takılıp giderken Semiha Cemâl Hanım’ın dediği gibi tüm vefâsızların vefâsızlığına bedel bizden bir an ayrılmayan bir tek Dost vardı. Benimse O’na sadâkatim ve vefâm, beni sevdiği elleri öptüğüm kadar, dövdüğü ellerde de O’nu görüp, O’nu bilip, O’nu sevebilmemdeydi. O’nu bırakıp da sebeplerin, gölgelerin peşine takılmayışımda, O’ndan ayrılmayışımdaydı. O’nun kullarına olan vefâsı ve sadâkati gelmeyene gitmesinde, vermeyene vermesinde, aramayandan dahî ayrılmamasında âşikârken, bütün iş benim bu vefâyı ve sadâkati görerek ürperebilmemdeydi… Vefâyı ve sadâkati görebilmem, O’ndan ayrılmamaya, vefâlı ve sâdık yâr olmaya gayretteydi… Kolay iş miydi? Değildi. Ama hayâli bile çok güzeldi.

The following two tabs change content below.

Elif Hilal Doğan

1987'nin Temmuz'unda, Elazığ’da dünyaya geldim. Çocukluğum babamın görevi nedeniyle farklı yerlerde geçti. Halkla İlişkiler ve İşletme eğitimi görürken 2007’de e-ticaret sorumlusu olarak çalışmaya başladım. Bununla birlikte çeşitli kuruluşların iletişim faaliyetlerini yürüttüm. Şu anda kitap editörlüğü ve yazar danışmanlığı yaparken, eğitimime Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü'nde Tasavvuf Kültürü ve Edebiyatı yüksek lisansı ile devam etmekteyim...

Son Yazıları: Elif Hilal Doğan (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın