HAYAL DÜNYAMIZ

“Bizim kâinatımız, yokluğun bir rüyası, bir hayâlidir. Fakat bu bitmez tükenmez sanılan hayaller, o yokluk âlemindeki hakikate nispetle hiçtir. Yahut çok dardır ve bu darlıktan dolayı ruh ıztırâba düşer” diyor Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde…

Bizim elle tutup gözle gördüğümüz ve algıladığımız her şey beynimizin dış dünyadan aldığı sinyalleri, duyularımız sayesinde beynin ilgili bölgesine göndermesi ve beynimizin bu sinyalleri daha önce elde etmiş olduğu tecrübe ve bilgilerle ilişkilendirip tahminî bir yorumla kurgulamasından oluşur. Meselâ ışığı düşünelim. Işık, evreni dolduran sonsuz bir elektromanyetik dalgalar tayfının küçük bir parçasıdır. Bunun en küçüğü bildiğimiz titreşimdir. En hızlısı ise bildiğimiz kadarıyla gama dalgaları dediğimiz radyoaktif ışınlardır. Bunların arasında kıl kadar incecik bir bölüm vardır ki bu bölüme görünür ışık (350-750 nanometrik dalga boyu) denir. Bu görünür ışık bize göre görünür çünkü gözün retina tabakasında sadece bu kadarını algılayabilecek ışık reseptörleri yani alıcıları vardır. Yani bizim dış dünyaya ya da kendimize dair deneyimlediğimiz her şey gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz, tattığımız her şey beynimizin içinde kendisine gelen elektrik sinyalleri tarafından üretilen yorumlardır.

Duyularımızın son derece dar algı kapasiteleri düşünüldüğünde algıladığımız herşey dünyanın sonsuz çeşitliliği içinde çok sınırlı bir aralıkta beynimizin kurgulayıp yorumladığı bir hayal âleminden başka bir şey değildir diyor sinirbilimci Prof. Dr. Sinan Canan. Her birimizin beynindeki bağlantı haritaları da her kişinin doğumundan itibaren büyüdüğü sosyal ortam, öğrendikleri ve tecrübe ettikleriyle kendine özgü bir şekilde farklılaşır. Yani her birimizin beynindeki bağlantılar tıpkı parmak izlerimiz gibi birbirinden farklıdır. Dolayısıyla herkesin yorumu da diğerinden farklıdır. Yani herkesin âlemi kendine hastır. O halde herkesin gerçek diye algıladığı her şey aslında kendi hayalinden ibârettir. Bu hayaller ise asıl ve gerçek olan yokluk âlemi karşısında hiç mesâbesindedir. Yoksa Peygamberimiz “bana eşyanın hakikatini göster” diye duâ eder miydi?

Kısacası hepimiz her şeyi olduğu gibi değil olduğumuz gibi algılıyoruz. Beyin biliminin yeni açıklığa kavuşturduğu bu gerçeği İbn-i Arabî Hazretleri 700 sene önce maddenin ağırlık, yoğunluk, geçirgenlik ve yumuşaklık gibi genel özelliklerinin nesnelerle değil, gözlemciyle ilişkili olduğunu söyleyerek bildirmiş. Davud el-Kayserî Hazretleri ise “İdrak sahibi, idrak ettiği şeyi o şeyden kendisinde bulunan pay kadarıyla bilebilir” diyerek açıklamış. Yani insanın Allah hakkındaki bilgisi ancak kendisi kadar olacaktır ve bu da Allah ile olan irtibatıyla doğru orantılıdır. O halde bu irtibat  Allah’ın bizdeki isim ve sıfatlarını idrak ettiğimiz oranda olacaktır. Yani aslında duyularımızın bize deneyimlettiği ve algıladığımız her şey ve herkes aslında bu isim ve sıfatları hakkıyla âşikâr etmek ve o oranda bu sonsuzluğa şâhit olmamız için vardır. O halde  zavallı aklımızla bu esrarı çözmemiz, kavramamız mümkün değildir. O yüzden Hz. Peygamber “Akıl, Hakk’a kulluğu îfâ için yaratılmıştır. Rabbin esrarını idrak için değil” buyurur.

Ebubekir Sıddık “Onun idrakten âciz olduğunu idrak etmek, onu idrak etmenin ta kendisidir” yani sonlu olanın sonsuzu tam anlamıyla bilmesi mümkün değildir der. Ama çok şükür Yüce Yaradan “İstedim ki bilineyim” demiş ve bize bilinmek istediği kadarını bildirmek için bu mânânın istediği kadarını açtığı peygamberlerini ve insân-ı Kâmillerini göndermiş. Onların hayatlarını ve hayatı nasıl okuduklarını incelediğimizde, vücudun dar kalıplarınlarından nasıl özgür olduklarını görüp muhakeme ettiğimizde, Hakk’a kulluk etmenin aslında bu mânâya kulluk etmek ve her yerde ve her şeyde bu mânâyı görebilme yetisine sahip olmak olduğunu anlıyor insan…

İşte bizim cüz’î aklımızı kullanmamız gereken yegâne yer, kendi hiçliğimizi idrak ve sadece dünyaya eren bu sınırlı aklımızı, vücudunu kendine binek yaparak onun kayıtlarından kurtulmuş velilerin kalıpsız ve sonsuzu idrak eden küllî akıllarına rapt etmek olmalı… Belki o zaman hayallerimiz gerçek olur ve gerçeğimiz hayal olmaktan çıkar.

BİRLİK

Ahmet Bey, köşede oturan yaşlı adama, baba, diye sesleniyor. Topu ile berâber koşa koşa içeri giren çocuk da Ahmet Bey’e baba diye hitap ediyor. Karısı ise genç adamı Ahmetciğim, diye çağırıyor. Küçük kardeşine gelince o da Ahmet Bey’e ağabey diyor.

Ahmet Bey, babasının iki kardeşinden erkek olana amca, kıza da hala diyor.

Annesinin kardeşlerinden biri dayısı, diğeri teyzesidir.

Ahmet Bey’in dostları ve arkadaşları sırasında onu gayet lâubâlî lakaplarla çağırdıkları hale, bu birbirinden ayrı sıfatlara bölünmüş olmaklığı, onun bir bütün olmasına mâni teşkil etmediğine göre, Esmâ-yı Hüsnâ’da zikr olunan veya olunmayan isimlerin çeşitliliği de yaradanın birliğine halel getirmemektedir. Öyle ki Allâh’ın bir ismi Şâfî, yâni şifâ vericidir. Bir başka ismi Muhyî, hayat bahşedici olduğu halde bir başka isminin Mümit bulunmasıyle de dünya hayâtını sona erdirici bir vazîfeyi îfâ ederken yeni bir hayâta adım attırmasını da berâber getirir. Böylece de, Hakk’ın sayıp sıralamakla tükenmeyecek olan isimleri bir yaradılış âleminin vahdetine engel olmamaktadır. Aksine meydana getirdiği o zıtlar âbidesi Allâh’ın uzlaştırıcı birliğini haykıran şâhâne bir şâhit değil de nedir?

***

Ahmed Bey’in bedeni de kezâ bir zıtlar heykelidir. Ancak, bünyesindeki çeşitli unsurlar onun, bütünlüğüne mâni teşkil etmemektedir. Şu halde, bu yolda hesaba kitaba gelmeyecek kadar çok misâller, tevhidden örnekler verirken, biz insanlar, nasıl bir gaflet ve ayıp işleyerek tefrikaya düşüp bölük bölük olmaktan kurtulamıyoruz.

***

İşte bu tutum muvâcehesinde bizi birbirimizle didişmekten ve toplum adına giriştiğimiz zannı ile işlediğimiz hatâlı çarpışmalardan kim uyaracak? Kim, bizim basîret gözümüzü açarak doğru yolun aydınlığına götüren rehber olacak?

(Sâmiha Ayverdi, Küplüce’deki Köşk, Hülbe Yayınları, 1989, s. 99-100.)

HEP HAK OLDU CÜMLE ÂLEM…

Sen zannedersin ki Hakk’ın vücûdundan başka bir vücut vardır.

Halbuki vücut birdir. O da, Hak’tır. O “nûr-ı münbasit”e erip kemâlini bulunca, o vakit hakîkat sana âşikâr olur, kendini gösterir. Ve:

Gitti kesret, geldi vahdet, oldu halvet dost ile
Hep Hak oldu cümle âlem, şehr ü bâzar kalmadı

âşikâr olur. İşte tevhîd ehlinin nazariyesi budur. O vücûdun zâhir görülen kısmı ki, bu mezâhir yâni gördüğümüz şu zuhur, varlık âlemidir. İşte bütün bu zuhur âlemi, Hakk’ın isim ve sıfatlarının mazharları, tecellî mahalli olmuştur.

Onun için Resûlullah “Beni gören Allah’ı görür” buyuruyor. Hazret-i Ali de “Görmediğim Allah’a tapmam” buyuruyor. Hazret-i Ebû Bekir ise “Hiçbir şey görmedim ki onda Allah’ı görmeyeyim” buyuruyor.
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 565)

HER ZERREDE O…

(…) Bir âyette buyruluyor ki: “Benim yarattığım şeyde tefâvüt göremezsin.” yetin zâhirî mânâsı bu. Fakat her âyette nice âlemler vardır.

Yâni, şerif olsun, denî olsun, câhil olsun, âlim olsun, kâfir, mü’min, âlî olsun, talî olsun, her zerrede, mevcûdatın her zerresinde Cenâb-ı Hak, cüz’î veya küllî esmâsiyle tecellî etmiştir. Bu ne büyük bir söz, ne büyük bir kāide, bir edebe dâvet ve ne büyük bir tevhîd, bir lâ ilâhe illallah’tır.

Bütün mevcûdat, kâfir, mü’min, süflî, âlî, hiçbir zerre yoktur ki, Cenâb-ı Hak ona cüz’î veya küllî esmâsiyle tecellî etmesin. Her bir mahlûk, her bir zerre, her isim sahibi kendi isminin aslını dâvet ediyor, celbediyor ve kendisi de o ismin câzibesine tutuluyor ve bu onun için bir sırât-ı müstakim oluyor.
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 123)

 

İNCİNME, İNCİTME…

İlm ile âmâl ile hâsıl olur kalb-i selim
Hakk’ı tevhîd eylemektir cümle ilmin gayesi

Ama bu ilimden maksat, zâhir ilimler değildir. Kendini bilmek, yokluğunu görmek ve Hakk’ı tevhîd eylemek ilmidir. İşte ilmin gayesi budur. Tevhidden maksat da, her yapılan şeyi Allah’tan bilmektir. Amele gelince:

İstikâmettir bütün âmâlin hep gayesi
Hep fenâ-yı halkladır tevhid bakâ-yı Hak’ladır

İşte, amelden maksat istikâmettir. Yâni her yerde Hakk’ı görüp ona göre hareket eylemektir. Ne kimseyi inciteceksin ne de kimseden incineceksin. “İncitmemek ne ise ama incinmemek nasıl olur?” dersen, her yerde Hakk’ı gördükten sonra kimden incinebilirsin? Nâhoş bir muameleye mâruz kaldığın vakit “Bunu yaptıran Allâh’ımdır” diye halkı nefyedince, tabiatiyle incinemezsin.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 213)

İNSAN NE EDERSE KENDİNE EDER

O kimse ki kelime-i tevhidin mânâsını hâl eder, yaşar ve ona göre hareket eder, Allah’tan başka fâil, Allah’tan başka mevcut yoktur demek suretiyle fâilin ve mevcudun Hak olduğunu bilirse, can, cânan olmuş olur. O kimse, her mevcudun Cenâb-ı Hakk’a bir mâzhar olduğunu görürse ondan Hak görünür.

İşte ilim ve irfan budur. İrfan sahibi, mârifet sahibi dediğimiz bu kimselerdir. O zaman, âlem içinde ona hayret ve ibretten başka bir şey kalmaz. Çünkü kaç kıyamet görmüş, herkes gibi bir adam iken ne büyük tasarrufa sahip ne azîm bir varlığa mâlik olmuş ve fenâ mertebesinden bekā mertebesine geçmiştir.

Hâsılı, bu dünyâda Hak’tan gayrı nesne yoktur. Onun için insan ne ederse kendine eder, dedikleri bundandır.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 320)

ELBİSENİ ÇİRKEFTEN TEMİZLE!

Şâzelî Hazretleri bir gece uykuda iken Resûlullah Efendimizi görür.

Resûlullah kendisine der ki: “Yâ Şâzelî, elbiseni çirkeften temizle. Tâ ki her nefeste Allah’ın ihsan ve desteği senin ile olsun.”

“Yâ Resûlallah, nasıl elbise deyince?” buyurulur ki: “Allah sana beş hil’at vermiştir. Bunların birincisi, muhabbet hil’ati, ikincisi tevhîd hil’ati, üçüncüsü mârifet, dördüncüsü îman, beşincisi İslâm’dır.

Allah’ı anlayan ve sevenin her şeyi kolay olur.

Allah’ı anlayanın nazarında hiçbir şey kalmaz.

Allah’ı birliğiyle bilenler ona şirk koşmazlar.

Allah’a îman edenler, her şeyden emîn olurlar.

İslâm olanlar Allah’a âsî olmazlar. sî olsalar da özür dilerler ve özürleri kabul olunur.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 342)

TEVHİD, YİNE TEVHİD…

Muhiddîn-i Arabî Hazretleri “Tevhîdin hakîkati sükûttur” buyurmuşlardır. Tarîkattan maksat da edeptir. Hele îtiraz, tarîkatin en büyük düşmanıdır. Yine Muhiddîn-i Arabî Hazretleri öyle buyurur: “Lisânı tutmak her şeyden iyidir. Fakat anlamak, itmînan hâsıl etmek, yâni emin olmak kanaat getirmek için sormak başka.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 509)

***

– Edep ne demektir?
– Edep, her neye baksan Hakk’ın birliğini görmektir.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 585)

 

AHMED ER-RİFÂÎ HAZRETLERİ’NDEN…

* Dostuna küçük bir hatâsından dolayı küsme.
* Dostun bir hatâ işlediği zaman kendin yapmış gibi mahcup ol.
* Kendi ayıp ve noksânını bilmeyen kimsenin vakit ve zamânı noksandır.
* Nasîhati kendine fayda vermeyen kimsenin, başkalarına da tesir ve faydası olamaz.
* Allah bir kulunu zelil etmek isterse kendi ayıplarını görmez eder; ammâ, bir kulunu da azîz etmek isterse, ona da ayıplarını kabul ettirip tövbe ettirir.
* İnsan, her türlü iyilik ve menfaatte halkı da yanına alan ve etrafına ihsan ve menfaati esirgemeyendir.
* Seve seve halka yardımı huy edinenleri Allah seçkinlerden eyler.
* Bir mümin kul, kardeşinin hizmetinde oldukça, Allah’ın amânındadır.
* Kardeşlerinizin sıkıntı ve yüklerine iştirak ediniz, kalplerini incitmeyiniz, ayıplarını örtünüz, onlara noksan gözü ile bakmayınız.

(Sâmiha Ayverdi, Mektuplardan Gelen Ses, Hülbe Yayınları, 1985, s. 15-16)

SEKİZ BAHÇENİN HAKİKATİ

Akıl sâhibi bir adamın kalbinde, tarhlar ile ayrılmış sekiz bahçesi vardır. Bir bahçıvan, bakımını üstüne almış olduğu bahçelerinde nasıl her gün gezerek lüzumsuz ot ve dikenleri ayıklayıp atarsa, bizim bahçıvan Edhem Ağa’nın vecizelerinden biri olarak “Beyim bahçeye her gün bakılırsa güzel olur” dediği gibi, âkil kimselerin de her gün bahçelerine bakıp bunlarda biten diken ve yabânî otları atması ve sulaması lâzım gelir.

Bu bahçelerden biri, tevhîd bahçesidir. Şâyet burada, şirke âit ve şüpheye dâir otlar bitmişse, bunları koparıp atmak îcap eder. Mâlûmdur ki bütün ilimlerin gâyesi tevhiddir. Bu hâsıl edilince, dünyânın çeşitli zâhirî bilgilerine sahip olmuş bir kimsenin lüzûmsuz yere yorulduğu anlaşılır.

İkinci, tevekkül bahçesidir. Tevekkül demek, Allah’tan gayri fâil olmadığını bilmek demektir. Bu bilinmedikçe de ben Allâh’a mütevekkilim demek doğru olmaz. Bu bahçede de korku ve endîşe dikenlerini koparıp atmak lâzımdır.

Üçüncüsü tefviz, yâni kendini Hakkın irâdesine terkeylemektir ki bu bahçede tedbir ve ihtiyardan, şahsî isteğini kullanmaktan ileri gelen dikenler görülürse söküp atmak gerekir. İşini Allâh’a bırakanın yâni tefviz edenin ne elemi olur ne kederi. Her işini Allâh’a bırakmak, tedbir alsan, kendi irâdeni kullansan da bunu sırf bir âdettir diye yapmak, tedbîrinden bir şey beklemeden, bir fayda ummadan, Allah’tan gayri ve onun irâdesinden başka hiçbir şeyin tesîri olmayacağını bilmek ve tedbîrine bağlanmamak lâzımdır.

Dördüncü, sabır bahçesidir ki, başlıca dört kısma ayrılır: Biri, Hakk’a lâzım gelen kulluk hususunda karşına çıkacak güçlüklere sabır. İkinci, dünyânın zevklerine, sürurlarına, ferahlarına kendini kaptırmamak husûsunda sabır. Üçüncü, dünya fazlalıklarını elde etmeye çalışmamak hususundaki sabır. Dördüncü de, musîbetlere, felâketlere sabır.

Asıl tesbih de sabırdır. İşte bu dediklerimizin hilâfında, bahçesinde bir şey görürse onları çıkarıp atmak lâzımdır. Hazret-i Yûsuf kuyudan selâmet sahiline çıkmak için nasıl uzatılan ipe tutunup çıkmış ise, insanı da bu dünya zulmetinden nûrâniyete çıkaracak ip sabırdır. Allah, sabırlı olan kimseler ile beraberdir.

Beşinci bahçe rızâ bahçesidir ki, Allah’tan ne nîmet için bir şey istemek ne nikmetinden yâni ceza ve çile yollu verdiklerinden kurtulmak için yalvarmaktır. Bilâkis hâdiseleri olduğu gibi kabul etmeye çalışıp bu hâdiselere karşı dargınlık, küskünlük ve itirazda bulunmamaktır.

Altıncı, mârifet bahçesidir ki, Allah’tan gayri ne varsa ondan soyunmak ve Hak’tan gayriye meyil eylememek, Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanıp sabırlı ve razı, mütevekkil ve teslimiyet sâhibi olmaktır.

Yedinci bahçe muhabbettir ki, Allâh’ın aşk ve muhabbetine hiçbir şeyi tercih etmemektir. Nefis, evlât, mevki, servet putlarını kırıp atmaktır.

Sekizinci bahçeye gelince, bu da hikmettir ki kavilde, fiilde, talepte dürüst olmaktır. Yâni, Allâh’ı söylemek, Allah için işlemek, murâdı Allah’tan gayrı olmamaktır. İşte bu bahçelere giren bahçıvan, her şeye hayat veren su ile o güzel çiçekleri ve ağaçları sular ve bu sûretle de canına can katar.
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 450)