Her Günümüz Umre Olsun

Bu sabah uykudan uyandığımızda sırt üstü yatıp derin derin nefes alalım. Ellerimizin, ayaklarımızın, iç organlarımızın ve aklımızın yavaş yavaş yerine gelmesini hissedelim, bu uyanışa müsaade edelim.
Ne vakit ki zihnimiz açılmıştır, kalkıp pencereyi sonuna kadar açalım, yeniden uzanalım. Mümkünse üstümüzü de açık bırakalım. Temiz havayı ciğerlerimize çekerken hücrelerimizin yaşam dolduğunu hissedelim ve bize hayat denen bu yolda bir gün daha bahşedildiği için şükür içinde olalım.

Vakitlice yataktan kalkıp temizlenerek abdest alalım. Sabahın o en güzel saatinde namazımızı kılalım. Kadın ise sade ve zarif, erkek isek temiz ve şık giyinmek sûretiyle muhakkak bakımlı olmaya gayret edelim. Hazır olduğumuzda bütün gün Kâbe’nin etrafında tavaf edecekmişcesine bir inanış içinde kapıdan dışarı ilk adımımızı atalım. Çünkü umre yolculuğu, hac yolculuğu gibi bir kişisel ibâdet yolculuğudur. Bu yolculuk, kişinin mânevî hayatını gözden geçirmesi ve rûhî bir yenilenme gerçekleştirebilmesi için bir fırsattır.

Üzerimize giydiğimiz kıyafetlerimiz ihramımız olsun. Varsayalım ki gün içinde karşımıza çıkacak herkesin kıyafeti de onların ihramıdır. Hatırlamaya çalışalım ki ihram, sadece bir kumaş parçası, bir elbise değildir. İhrama bürünmek bir niyete ve telbiyeye giriştir. Bu hareket fiziksel bir sonuç doğursa da (elbiseyi kuşanma), aslen içsel olarak verilmiş bir karardır.

Yan masamızdaki çalışma arkadaşımız ile göz göze geldiğimizde onun özünü görmeye çalışalım. Gönlümüzde hissederek iman edelim ki, eşitiz. İdrak etmeye çalışalım ki biz bütün yaratılmışlar ile kardeşiz ve hepimiz bu dünyada Yaratan’ın misafirleriyiz. Geçmişte hatâlar yapmış olsak, küfüre düşmüş olsak bile, kuşandığımız ihram ile, günümüzü tıpkı umrede olması gerektiği gibi, kibir, kıskançlık, kırılma, kavga, ve küfür duyguları olmadan geçirmeye çalışalım. Diğer bir deyişle, ‘tövbe’ edelim, özümüze dönelim.

Gün içinde başımıza gelen olaylara sabır gösterelim. Gerçekten içimiz sıkıldığında, sessizce ‘Allah’ çekelim. Nasıl ki umre kendimizi yenilemek için bir fırsattır, biz de aynı şekilde, nefis muhasebesini yapıp duygularımızı kontrol ederek benliğimizi tekâmül etmeye yönlendirelim.

Umreye gidebilmek bir nasip işidir… Kimisine kısmet olur, kimisine ne eylerse eylesin, nasip olmaz… Ben umreye de hacca da henüz gidemedim. Fakat oralara gidemedik diye üzülmek yerine, her günü umreye gider gibi yaşamanın bir kıymeti olduğunu düşünüyorum. En nihâyetinde umreye niyet etmek, bir samimiyet göstergesidir. Yenilenmek için af dileyerek tövbe etmek için karar verdiğimizin göstergesidir. Bu samimiyet sonrası kardeşlik bilincine ermek, insânî değerleri yaşamak demektir.

Belki ben ve benim gibi niyetlilere de bu yolculuk bir gün nasip edilir ama o zamana dek, her günümüz umre yapar gibi olsun inşaallah.

Îfâ-yı Hac

Kâbetü’l-uşşâk için ben yollara düştüm bugün
Hem bevâdî-i hevâ-yı nefsi hep geçtim bugün
Gıll ü gış, benlik libâsından çıkıp oldum revân
Tâat ihrâmiyle irfân-ı Arafât’a bugün

Taşlayıp Minâ-yı aşkta nefs ü şeytan varlığım
Beyt-i rûy-i yâri tavf etmek bana oldu nasîb
Hâl-i ruhsârı Hacerü’l-esved’e sürdüm yüzüm
Sa’y ile oldum safâ-yı vahdete el-hak karîb

Vech-i yâr kıblemdir, ondan “Kābe kavseyn” âşikâr
Gözleriyle kaşları mihrâb-ı “Ev ednâ”m benim
Bi’r-i Zemzemdir bilâ-şek çâh-ı zenahdân-ı yâr
Kāmet-i Tûbâ’dır hüsnü, ravzası cennetlerim

Ref’ olup nefs zulmeti, gördüm nikapsız âşikâr
Mushaf-ı vechinde “Mâ kâne Muhammed”den nişân
Eyle Bismil-gâh-ı aşkta nefsini kurbân-ı yâr
Bulmak istersen eğer Ken’ân hayât-ı câvidân

Huzur, Aşk, Kudret

Umre bir insana ne hissettirebilir? İlk bakışta basmakalıp bir sorudur bu. Oysa büyük mutasavvıflardan öğrendiğimize göre nasıl herkesin kendi mirâcı varsa aynı zamanda kendi umresi de olmalıdır. Ben de kişisel umre tecrübemi aktarmak istiyorum.

Bana kalırsa umre üç başlıkta ele alınabilir: “Huzur”, “aşk” ve “kudret”. Bu üç hâl birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Huzur bulunmadan aşk kavranamaz, aşk olmadan kudret fark edilemez.

Neydi huzur? Huzurun huzurda olmak olduğunu Peygamber Efendimiz’in huzurunda hissettim. Huzur hep oradaydı ama oraya ayak basana kadar bunu idrak etmemiştim. Aslında o anda bu yaşıma kadar hiçbir şeyi idrak etmediğimi, hatta idrak etmeye bile çalışmadığımı anladım. Yaptığım bütün ibâdetleri bir görev olarak düşündüğüm için yaptığımı, yapmaya çalıştığımı anladım orada. Çünkü aşkı temâşâ ettim, onda kayboldum.

Neydi aşk? Eskiden güzel bir manzaraya baktığımda, insanların birbirlerine çıkarsız şekilde yaklaştıklarını hissettiğimde, sevdiğim müziği dinlediğimde aşk böyle bir şey olmalı derdim. Kâbe’yi kendi içimde anlamlandırmaya başladığım andan itibâren bütün bu Allah’ın bize verdiği güzelliklerde hissettiğim aşkın çıkış noktasının Kâbe’de olmak olduğunu idrak ettim:  Aşk bu imiş, dedim. Aşkta zaman yokmuş, mekân yokmuş, kişiler yokmuş, sözcükler yokmuş… Sadece O varmış. Tavaf ederken, Kâbe’yi seyrederken, namaz kılarken huzurlu bir gönlün içinde hissettim kendimi. Beni saran, kucaklayan, yol gösteren, paylaşmayı öğreten, affeden bir rehberle olduğumu idrak ettim. Aslında, Efendimi idrak etmeye başladığımı hissettim. Birlik olmayı, birlikte olmayı her zerremde tadarken, çok şükür, Nur Dağı’na çıkmaya başladım. Fakat akılla Hira’ya ulaşamayacağımı daha ilk adımımda anladım.

Neydi kudret? Nur Dağı’nda hissetmiştim onu; orada bir kudretin beni aşkla sardığını anladım. Allah’ın “Hay” olduğunu Hira Mağarasına adım adım yaklaşırken hâl ettim. İnerken orayı özleyeceğimi ama hep orada olduğumu, huzurda olduğumu idrak etmem, hatırlamam gerektiğini düşündüm. Bir de o anlarda Tur Dağı ile Nur Dağı arasındaki farkı hissettim.  İkisinde de kudret vardı ama Tur’da akıl, Nur’da aşk hâkimdi. Bir an şu geçti aklımdan: Tur’a çıkmamın nedeni Nur Dağı’nın mânâsıydı sanki.

Kısacası, benim için umre birbirinin içinde eriyen üç hâlden ibarettir: Huzur, Aşk, Kudret, yani HAK…

Nurdan Tuhfe

Fütûhât-ı Mekkiyye’den…

Allah’ın evi, mümin kulunun kalbidir. Ev, O’nun isminin evidir. Arş ise, Rahman’ın istivâ ettiği yerdir. ‘Hangi isimle duâ ederseniz (edin), en güzel isimler O’na âittir.’ ‘Duânı ne çok sesli ne de bütünüyle içinden oku.’ ‘Çünkü Allah gizliyi de açığı da bilir.’ Aynı zamanda Allah ‘gizleneni ve daha da gizliyi de bilir.’ ‘Daha gizli’, ‘bu ikisinin arasında bir yol benimse’ âyetinde belirtilen durumdur. Çünkü sözü edilen yol, sırdan daha gizlidir, yani daha açıktır. Çünkü iki uç arasında engel olup ikisini belirleyen ve ikisini ayırt eden orta, o iki şeyden daha gizlidir. Örnek olarak, güneş ile gölge arasındaki ayrım çizgisini veyâ acı ve tatlı denizler arasındaki berzahı veyâ bir cisimde siyah ile beyaz arasındaki ayırıcıyı verebiliriz. Biliriz ki, ortada bir ayırıcı vardır, fakat göz algılayamaz. Ne olduğunu, başka bir ifâdeyle mâhiyetini bilemezse de, akıl onun varlığına tanıktır. (…)

Hac bu Ev’in belirli bir zamanda sürekli ziyâret edilmesi anlamına geldiği gibi kalp de belirli bir hâlde ilâhî isimlere ulaşmak ister. Çünkü her ismin kendisine özgü özel bir hâli vardır. Söz konusu hâl her ne vakit kuldan ortaya çıksa, kendisine âit ilâhî ismi aradığı gibi o isim de bu hâli arar. Bu nedenle ilâhî isimler kalp evini ‘hacceder’ (sürekli ziyâret eder). Bazen bu isimler, kalbin Hakk’ı sığdırması bakımından kendisini ziyâret eder. Bunun yanı sıra ilâhî isimler, isimlendirilenlerini arar ve onların isimlendirilenlerini ziyâret etmeleri kaçınılmazdır. Bu amaçla ilâhî isimler, Hakk’ın bildiği bir genişliğe sâhip bu evi ziyâret ederler. İlâhî isimlerin kalbe yönelmelerinin nedeni, onun varlıklardan talep ettikleri hâllere doğru yönelmiş olmasıdır. İlâhî isimlerin hükümleri söz konusu varlığa işlediğinde, bu kez isimlendirilenini aramak üzere geri döner. Bu kez, mümin kulun kalbini arar ve ona yönelir. İsimlerin yinelenen bu yönelişleri ve ziyâret (bâtınî yorumda) ‘hac’ diye isimlendirilir. Her yıl insanların, cinlerin ve meleklerin farz ve nâfile hac nedeniyle Kâbe’yi ziyâretleri de yinelenir. Hac zamanının ve durumunun dışında bu yöneliş hac olarak değil, sadece ziyâret diye isimlendirilir ki, bunun adı umredir.

Umre, ziyâret demektir. Bununla birlikte umrede ihram giymek, tavâf etmek, (Safâ ile Merve arasında) koşmak, saçları kesmek veyâ kısaltmak, sonra da ihramdan çıkmak gibi uygulamalar bulunduğu için ‘küçük hac’ diye isimlendirildi. Yine de, umre hacdaki bütün uygulamaları içermediği için bütün uygulamaların yerine getirildiği büyük hacca kıyasla küçük hac diye isimlendirildi. ‘Kıran haccı’ yaparak ikisini birleştiren kişinin tek bir tavaf ve tek bir sa’y (koşma) yapması yeterlidir. Nitekim Hz. Peygamber, vedâ haccında kıran haccı yaparken böyle yaparak şöyle buyurdu: ‘Hac uygulamalarınızı benden öğrenin.’ Âhirette genel ziyâretteki durum da böyledir. Bu ziyâret, dünya hayâtındaki hac konumundadır. Umre haccı ise, her insana özgü ziyârete benzer. Kim ne kadar (kalbini) îmâr ederse, Rabbini de o ölçüde ziyâret eder. Belirli bir zamanda yapılması gerekli olan genel ziyâret ise, büyük haccın karşılığıdır. Özel ziyâret ise –ki umre demektir– herhangi bir zamana özgü değildir. Öyleyse onun hükmü, zaman bakımından büyük hacdan daha etkindir. Büyük haccın hükmü ise, uygulamaları yerine getirme bakımından umreden daha etkindir. Bu durum, hac ile umre arasında üstünlük ilişkisini sağlamak içindir. Bu sâyede üstünlük karşılaştırması yapılamayacak kemâl Allah’a özgü kalır. Allah’ın dışındakiler ise böyle değildir.

 

Kaynak: İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, çeviri: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2007, Cilt 5, s. 242-244

Sende Ara Sende Bul

Geçenlerde katıldığım bir eğitimde eğitmen,  Amerikalı bir sosyal psikolog profesörün pozitivite oranları adlı teorisinden söz etti. En yalın ifadesiyle profesör, insanın bir sistem olduğundan ve her negatif düşünce ve his yoluyla bu sistemin dengesinin bozulduğundan söz etmekteydi. Sistemin yeniden dengeye gelebilmesi ise ancak üç pozitif düşünce ya da his yoluyla mümkün olmaktaydı. Bunu duyduğum anda hemen aklıma Muhyiddin Ibn-i Arabî’nin yaklaşık 8 yüzyıl önce dile getirdikleri geldi. Kendisi bizlere, bir elbise ile olumsuz bir durum ya da tavır oluşturduğumuzda yine aynı elbise ile olumlu bir durum ve tavır oluşturmamızı ya da belli bir mekânda olumsuz bir davranış ya da duygu oluşturduğumuzda yine aynı mekânda olumlu bir davranış veya duygu oluşturmamızı söylüyor ve 8 yüzyıl önceden ancak bu şekilde kendimizle beraber içinde bulunduğumuz çevreyi de temizleyebileceğimize dikkat çekiyordu.

Bizler son 50-60 yılda artık sistemik bir düşünce yapısıyla evreni bir sistemler bütünü olarak düşünmeye ve bu sistemlerin kendi iç dengelerinin diğer tüm sistemlerle olan ilgisini ve etkileşimini anlamaya başladık. Öte yandan bu bağ ve etkileşim, bizlere asırlardır mutasavvıflar tarafından çeşitli şekillerde, çeşitli metaforlarla anlatılmaya çalışılmıştır. Mutasavvıflar, asırlar öncesinden insan denilen sistemin ekolojisi (çevresi) üzerine olan etkisine dikkat çekerek bu karşılıklı alışverişin tabiatını açıklamaya çalışmışlardır. Bugün bizlerin enerji dediğimiz ve varlığı moleküler seviyede dönüştürebildiğine türlü kanıtlar getirdiğimiz unsura “eser halinde ruh” demişler ve bu ruhun tüm eşyada bulunduğuna, lâtif olan ruhların birbirinin halinden etkileneceğine dikkat çekmişlerdir. İnsanı içinde bulunduğu çevrenin bir parçası olarak anlamış ve onun çevresini etkilediği ölçüde çevrenin de onun üzerindeki dönüştürücü etkisine işaret etmişlerdir.

Günümüzde özellikle disiplinlerarası bir uzmanlık alanı olan nörobilim alanındaki çalışmalar, insanın düşünce yoluyla nasıl çevresini dönüştürdüğünü bize gösterirken dönüştürdüğü bu çevrenin de yine insanın kendisi üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır. Bu minvalde yüzyıllar öncesinden Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin, evimizin bahçesine diken ekmeyeceğimiz gibi gönül bahçelerimize de dikenler ekmememizi bizlere öğütlemesi, yine aynı etkiyi bizlere anlatmak için olsa gerektir. Gönül bahçesine ekilen endişe, kin, öfke, korku, şüphe dikenleri, zaman içerisinde bizleri kaçınılmaz olarak dönüştürecek, bugün bizim şekillendirdiğimiz bahçe yarın bizi yeniden şekillendirecek ve bu böylece sürüp gidecektir. Bizler ise kehânetlerimizin kendi kendini gerçekleştirme gücünden bîhaber olarak “ben dememiş miydim” diye bir de haklılığımızı ya da ileri görüşlülüğümüzü etrafımızdakilere ispatlamaya çalışırız. Elini kaldırmış olan adamı gördüğünde eşleri “aman vuracak!” derken, “hayır, sevecek” diyen Kenan er-Rifâî’ den ya da “söz vücut bulur” diyen âriflerden daha mı ileri görüşlü, daha mı iz’an sahibiyizdir acaba? Öte yandan bugünün bilimi de, yeni görüntüleme teknikleri sayesinde, 21 gün boyunca tekrar eden düşünme tarzının, fikrin ya da davranışın beyinde o doğrultuda yeni bir nörolojik yol oluşturduğunu bizlere kanıtlamaktadır.

İnsanın aradığı her dermanın kendi içinde olduğunu “sende ara sende bul” diyerek hatırlatmak isteyen mutasavvıflar -bizler çok farkında olmasak da- asırlardır bilime ve sanata dünyanın dört bir yanında, ışık tutmuşlardır. Yazının başında sözünü ettiğim Amerikalı profesör, hakkında biraz araştırma yaptığımda ise karşıma çıkanlar hem şaşırtıcı ama bir o kadar da “tabii ya” dedirtecek türdendi. Prof. Barbara Fredrickson, bugün Kenan Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün de bulunduğu Kuzey Carolina Üniversitesi bünyesinde çalışmalar yapan -ince bir nükteyi işaret edercesine- “Kenan” Distinguished profesörlerindendir. Yaptığı sunumlarda ve çalışmalarında İslâm mutasavvıflarından alıntılar yapıyor olması da çalışmalarında onlardan ne kadar etkilendiğini gözler önüne sermektedir.

15 Dakika

Şehir hayatının insanı içine alan girdap tadında bir ritmi vardır. Öncelikleri genelde kendisi belirler. Merkeze işinizi koyarsınız, geri kalan yaşantınızı da etrafına örersiniz. Aslında sokakta rastgele çevireceğiniz her on kişiden beki en az sekizi kendisiyle özdeşleştiremediği, gerçek bir anlam katamadığı bir işi hasbelkader icra etmekle meşgul olduğunu itiraf edecektir. Yalnızca ekmek parası için çoğu zaman özensizce, öylesine yapageldiğimiz işler… Bu da içten içe bir tadsızlığın temel kaynağıdır hayatımızda.

İkinci sırada pek çoklarımız için yolda geçen süreler gelir. İstanbul gibi bir metropolde eviniz ile iş yeriniz birbirine yakın değilse trafiği olmazsa olmaz bir meşguliyet kalemi olarak dikkate alırsınız. Günde en iyi ihtimalle dokuz saati işte, üç saati yolda geçiriyor ve uykuya da hâlâ hatırı sayılır bir zamanı ayırmak zorunda hissediyorsanız, elinizde geriye günde 4-5 saatten fazla kalmamış demektir. Ye, yıkan, ev halkı ile bir-iki kelâm et, televizyona boş gözlerle bak. Okumak istediklerini, yapmak istediklerini, görüşmek ve görmek istediğin diğer herkesi ve herşeyi hiç gelmeyen tatillere sakla. Geçmiş olsun; yılda en az 240 günü bu şekilde tükettiniz.

Günlük yaşam içinde kanıksadığımız bu uğraşlar silsilesi bir kâğıdın satırları arasına karışınca ne kadar da ürkütücü görünüyor, öyle değil mi?

Bu yazının sonu, hayatın tadını çıkarmak için gidip bir Ege kasabasında kendinize pansiyon açın ya da bağınızı, bostanınızı ekin, kendinizi doğaya karıştırın türünden romantik ancak gerçekleşmesi pek az kişiye nasib olacak türden ilhamlara bağlanmamalı. Bilakis yaşamı olduğu yerde ve şartlarımızı değiştirmeye çalışmadan daha kaliteli yaşamayı öğrenmeliyiz.

Hâlimize razı olmak ve bulunduğumuz koşulların bize sunduklarını hak kabul etmek ilk ve en önemli koşuldur muhakkak ya, biz bu kadim binaya bir tuğla katabilsek nasıl olur diye düşünüyorum.

Hayatı kökünden değiştirmeye çalışmaya hiç gerek yok. Günde yalnızca 15 dakika.  Evet işe sadece 15 dakika ile başlasak ve hayatımızda bir fark yaratsak. Ortalama bir Türk dizisinin 90 dakika sürdüğü ve hafif hipnotik bir tavırla o ekrana baktığımız hesap edilecek olursa günde yalnızca 15 dakika ayırmamak hiçbir özürü kaldırmayacaktır. Günde 15 dakika ile belki dünyayı değiştiremeyiz ama farklı, öğretici, şifalı ve hatta ruhu besleyici bir şeyler katabiliriz dünyamıza.

Bir dostum namaza nasıl başladığını şöyle anlatmıştı: “Bir gün bir arkadaşım geldi. ‘Biliyor musun, bir rekât ortalama bir dakika sürüyor. Farzların toplamı günde yalnızca 17 dakika eder. 17 dakikayı her şeye ayırabiliyorum, neden Allah için ayırmayayım? Namaza başlıyorum.’ dedi. Öylelikle ben de namaza başladım.”

17 dakika ile hayat mı değişirmiş demeyin. Günde onyedi dakika ile evvelimiz de âhirimiz de kurtulur. Yeter ki iman edip istikrarı elden bırakmayalım.

Günde 15 dakika ile de pek çok şey yapabilirim.

Okuyabilirim. Kötü ve erteleyici bir okuyucu dahî olsam elime bir kitap alıp günde yalnızca 15 dakika okuyabilirim. Varsın kitap beş ayda bitsin, kime ne? Ben bırakmayım yeter ki.

Dikiş nakış gibi bir el işi yapabilirim. Bugüne kadar tığ ile şiş ile bir işim olmamış dahî olsa, kışın başladığım kazağın bir sonraki kışa kadar bitmemiş olacağını bile bile… Ne gam ben örmeye devam edeyim yeter ki…

15 dakikam varsa vücut hareketleri yapabilirim. Bel rahatsızlığım için gittiğim doktorun binbir emekle gösterdiği ve yetmeyip elime tariflerini tutuşturduğu kâğıttaki o egzersizleri uygulayabilirim. Yeteri kadar istikrarlı olursam belki duruş bozukluğum bile geçer.

Ya da yürüyüşe başlarım… Tempolu bir yürüyüş 15 dakikada 1.5 kilometre eder yani 2000 adıma yakın. Sağlık için uzmanların önerdiği 10.000 adıma daha çok kalsa da düzenli devam edersem kendi içinde spor sayılır.

Kur’an öğrenmeye çalışabilirim. Başlangıçta günde yalnızca 15 dakika ile harekeleri bile öğrenemem ama en azından yolunda olurum.

Seçenekleri sınırsızca çoğaltmak mümkündür. Hepimizin kendi ihtiyacımız ölçüsünce hayatımıza neşe, şifâ, gıda katacak bir seçeneği mutlaka vardır.  İddiaya hiç gerek yok. Günde sadece 15 dakika. Ama hiçbir koşulda bırakmamacasına. İman edelim ki Allah vaktimizi bereketlendirir.

Unutmayın, sihirli kelime “istikrar”.

 

Bilen Bilir

İnsanın kendisini çektiği anlarda ne yazan kalıyor ne de dinleyen…

Bugün kalem, kendinden yazıp kendini okumaktan ibâret olan bir denize yöneldi.

Göze görünenden emin olmuş olarak çekildiysen, seyrinde de sana pek söyleyecek bir söz kalmıyormuş.

Artık herhalde sözü, içinde olduğun zevke zevk katmak için söylersin. Zevkle söylersin. Söylemek için de havaya veyâhut hayata nefesini verirsin. O zevkin sözü için verilen nefes, epey tatlı ve güzel bir nefes olabilir. Netice itibâriyle sanıyorum ki bu zevkin içindeyken insan ve hayatı, her nefesiyle daha da güzelleşmektedir. Bunlar çok âşikâr olunca bazen kendilerini biraz gizlemek istiyor olacaklar ki yaşayarak arayıp bulmamız gerekiyor.

O tatlı sözler için gerekli nefesler de birlikte güzelleşiyor. Çünkü O, güzelleştikçe güzelleştiriyor. Bu anlarda artık kendine soracağın soruları zevkle soruyorsun. Cevaplara erişmek veya erişememek bir mevzu olmaktan çıkıyor. Sevginden ötürü sevdiğini merak etmek, merakların en güzeliymiş.

Her güzel söz gönlümde bir mum yakıyor sanki. Her geçen gün daha fazlası yanıyor. Her mum da ateşini bir diğeriyle paylaşıyor. Ev de aydınlandıkça aydınlanıyor. Gün doğumuna kadar tüm mumlar yanıyor.

Merak ediyorum. Burası neresi? Ne güzel bir yer…

Güneş gibi mum ateşine eşlik eden ay da bir ayrı güzel. Güneşin aksine ona doğrudan bakmak mümkün. Gökteki diğer yıldızlar da ay ışığının ardında birer birer görünür oluyorlar. Ay, sen ne güzelsin. Geceleyin seni, ardındaki yıldızları ve mehtabı seyretmek ne de güzel bir zevk…

Gözüme böylece görünenleri oldukları halde seyretmeye devam edeyim.

Bilen, bilir. Ben seyredeyim.

Kalem, yöneldiği denizlere bulandı. Yeniden kıyıya dönerken fark ediyor ki yine haddini aştı ve utanıyor.

Çok şükür ki ucu bucağı olmayan okyanusun sahibi,

Her zaman her şeyin en güzelini arz ediyor.

Neyin, ne zaman ve de nasıl olması gerektiğini en doğru şekliyle biliyor.

Nasıl hiçbir şey bilmediğimi en tatlı dil ile hep hatırlatıyor.

Bir gün inşallah;

Bilene uyanayım.

Bileni seyredeyim.

Bileni dinleyeyim.

Bileni seveyim.

Bilenden korkayım.

Bilene sığınayım.

Bilene teslim olayım.

Bilen ile olayım.

Bir anlığına bilecek olsam da bilen yine O olsun.

Bilene kul olmasını bileyim.

 

 

 

 

Editörden (Haziran 2015)

Merhabalar Her Nefes Dostlarımız,

Efendim, bu sayıda konumuz 29-31 Mayıs 2015 tarihleri arasında Yenikapı Mevlevîhânesi’nde başlayan ve Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda devam eden, Cemâlnur hocamızın “Ben 63 yıl bugünü bekledim” dediği “Uluslararası ‘Rahmet Kapısı’ Ken’an Rifâî Sempozyumu”na dâir…

Haziran 2015 sayımızda sempozyumumuzu ve bu sempozyumun bizlerdeki etkisini sizlerle paylaşmaya çalıştık. 29 Mayıs’ta, İstanbul’un Fethi’nin 562. yılının idrak edildiği günde Yenikapı Mevlevîhânesi’nde semâ töreni ile başlayan, diğer bir deyişle “nefslerimizin fethi” ile başlayan bu kutlu sempozyumumuz, 31 Mayıs’ta sırlanmasını tâkiben kavuştuğumuz Berat Kandili ile ve inşaallah sağ taraflarımızdan aldığımız berâtlarımızın bir sancak misâli, gönül kalelerimize dikilmesi ile tamamlanan bir “Mânâ Fethi”ne dönüştü. İşte tam da bu yüzden hislerimizi, siz gönül dostlarımızla paylaşmayı istedik.

Dünyanın en önemli tasavvuf profesörlerinden farklı konularda uzmanlığı olan katılımcılara kadar yaklaşık 40-45 konuşmacının ağırlandığı, sayısı bine ulaşan bir dinleyici topluluğunun katıldığı bir sempozyumdan bahsetmek istiyoruz. Sempozyumumuzda, adı gibi “rahmet” dolu, hatta rahmetin dolup dolup taştığı bir kapıyı Ken’an Rifâî Hazretleri’ni anlamaya ve anlatmaya çalıştık. O’nun engin ilminden feyzlenirken, bu kapıya hakkıyla ve lâyıkıyla hizmet etmeye, O’nun bitmez tükenmez menbaından doya doya içerek ve hâlini, edebini ve inşaallah mânâsını idrak etmeye çalışarak gayret ettik.

Tüm katılanların, çalışanların ve düzenleyenlerin gönüllerine fetihlerin en kutlusunun gergef gibi işlediğini düşündüğümüz bu günler vesilesi ile “Rabbim bizleri bir nefes senin bu rahmet dolu kapından ayırmasın ve inşaallah her nefes O’nunla ve O’nun ve Hakk’ın yolunda olalım. Her an yeni bir şen’le dirilen o sultanlar sultanına şâhitliğimiz dâim olsun” diye niyaz ediyoruz.

Cân-ı gönülden “Rahmet Kapısı” vâsıtasıyla yaşanan fetihlerimizi kutluyor ve sizleri Haziran sayımıza dâvet ediyoruz. Elbette eksiklikleri ve kusurları vardır ve bunlar bizlere aittir. Tüm güzellikleri de elbette bu Rahmet Kapısı’nın ve tüm kapıların yegâne sahibine, o güzele ait olarak, yeni sayımıza hoşgeldiniz, gönlümüzü hoş ettiniz.

Yosun Mater

Sohbetler (Haziran 2015)

– “Dün Ekrem’e dedim ki: Mîmârım, diye niçin böbürleniyorsun? Biz de mimarız. Herkes hayâtı binasının mimarıdır.

Faraza sen, yaptığın bir yapıyı, fena malzeme kullanır, çürük ve hesapsız yaparsan, yaptığın bina yıkılır, neticede seni mes’ul ederler. İnsanların buldukları ferah, keder, cennet, cehennem, iyilik ve fenalık da, hayatları binasını iyi veya fena kurmuş olmalarındandır. Erdiğimiz neticenin mes’uliyeti başkalarının değil, kendimizindir.

Eğer biz de vücûdumuz binasını çürük ahlâklar ve kötülükler ile yaparsak, günün birinde kendi kendine çöküverir. Nihayet Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkarılıp ‘Ben sana bu vücûdu emânet vermiştim. Onu niçin çürük ve kötü malzeme ile bina ettin?’ diye muhakeme edilir ve neticede de mahkûm oluruz.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 426)

*****************

  • Seven kimse Allâh’ından sevilmek talep edebilir mi?
  • “Aşkın dereceleri vardır. Sevgiyi meyveye benzetirsek, yeşil kabuğu, dış kabuğu, iç kabuğu ve bir de zarı olduğunu görürüz. Eğer sen de cevizin yeşil kabuğunda isen, isteyebilirsin. Ama lübbe ermişsen isteyemezsin. Çünkü gerçek âşıkta arzu kalmaz. Çünkü kendi kalmamıştır. Mâdemki âşık olmuştur, bu aşkın içinde sevilmek de mevcuttur. Zîra senin sevmekliğin aynı sevilmekliğindir. Eğer sen sevilmeseydin, sevemezdin.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 632)

 

********************

 

– “Dünyâya gelmekten maksat, kişi Rabbini bilmektir

Rabbini bilmeye sebep evliyâyı bulmaktır

Bulmak değilmiş bilmek, bilmek değilmiş bulmak

Evliyaya gönül vermek rengine boyanmaktır.

 

‘Buldum, gördüm, bildim!’ demek maksûda ermek için kâfi değildir. Bu, ben kırk senedir dervişlik ediyorum diye öğünüp güvenme işi de değildir. Maksat, o terbiyesi halkasına girdiğinin velînin rengine boyanmaktır. Yâni güzel sıfatlarını giymek, doğruluğuna, adâletine, irfânına ve aşkına bürünmektir. Evet kırk sene bir kapıya hizmet eder bir şey alamaz da, üç gün dervişlik etmekle, onun kırk senede bulamadığını elde ediverir. Çünkü ezelde hazırlanıp da gelmiştir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 152)

“Kenan Rifâî Bize Allah Aşkını Öğretti”

– “Rahmet Kapısı” Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu – Açılış konuşması –

Yılın, hatta yüzyılların en büyük mutasavvıflarından bir tanesi, tevhid anlayışının sultanı, peygamber yolunun yolcusu bir büyük mürşid-i kâmil Kenân er-Rifâî Hazretleri. Bizim hayatımızdaki rolünü kelimelerle anlatmak mümkün değil. Ama O’nun dünyaya yayılışını kendi ağzından dinlersek, “İndifâ eden bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun, özellikle İslâm tasavvufunun yeryüzüne akmasını önleyecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur.”

Bugün görülüyor ki hocamın anlatmaya çalıştığı ahlâk-ı muhammedî, edep, aşk kavramı içinde yoğurduğu güzelleşen insan, insan olma seviyesine çıkma, bütün bunlar bugün batıya örnek olmak için akıyor, akıyor… O’nun getirdiği iman, inanç, tevhid, birlik, her şeyden memnun olma kabiliyeti, özellikle peygamber ahlâkını yaşamadaki üstün tavrı bize örnek olmaya devam ediyor. Kendisinin de söylediği gibi zamanın, vaktin olmadığı bir dünya yarattı bize. Bize Allah aşkını öğretti. Bizi adam etmeye çalıştı. Bizim için çok gayreti var. Bunun için de bir özel çaba göstermiyor. O tebliğ etmeye gelmiştir. Bilir ki son noktayı Allah koyar.

Biz O’nun, hâlinden memnun olma, her şeyden memnun olma sanatını elde etme gayreti içindeyiz. Biz O’nun bize, dünyaya taşıdığı cenneti yaşamak gayreti içindeyiz. Bize öğrettiği; bölünmenin, ayrılmanın yanlış olduğunu öğrenme gayreti içindeyiz. Birliğin, beraberliğin önemini anlama ve idrak etme gayreti içindeyiz.

Bize birleşin dedi; bir araya gelin, bölünmeyin, aranızdan hiçbir varlık geçmesin. Birliğin öneminden bahsetti bize, Allah’a beraber gitmenin zevkinden bahsetti. Ne güzel şeyler öğretti bize… Doğru yolu, zevki öğretti, idrâki öğretti. Ne kadar yapabildik bilemiyorum ama biz hedefle yaşamanın zevkini aldık.

Bugün belki gençlerimizin en büyük eksiği, mürşid-i kâmillerin kurduğu, koyduğu hedefleri bilmemek. Bugün batının, doğunun yanlış İslâm anlayışı, uyuşturucu etkisi, bunlar hep hedefsiz insanların uğradığı felâketlerden ibâret. O bize hedef verdi ve o hedefe doğru yönlenin, dedi. Tıpkı Peygamber Efendimiz’in mîrâca çıkarken gözünün hiçbir yere bakmayışı gibi, gözümüzü hocamıza diktirtti.

Hocamızın da bir varlık olmadığını, O’nda Hazreti Peygamber’in tecelli ettiğini bize öğretti. Vücutların kırılacağını, tekkelerin kapatılabileceğini, varlıkların, mekânların yok olabileceğini ama mânânın asla yok olmayacağını öğretti. Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi, Kur’an yansa da mânâsı yanar mı bir evin içinde? Bu hakikati öğretti bize… Kur’an gibi yaşamaya, yaşayan Kur’an olabilmeye çalıştık. Onun derdine düştük, derdimiz bu oldu. Sevgiliyi daha iyi anlamak, daha çok sevmek; böylece onun her anki tecellisine iştirak etmek ve zaman kavramından kurtulmak zevkine düştük. İbn-i Arabî Hazretleri’nin dediği gibi; aşk, diyor ve iman seni zaman kaydından kurtarıyor ve mutluluk veriyorsa gerçek imandır. Bize bunu öğretti hocamız. Çok enteresandır ki O, en kötü, ne fenâ, ne çirkin dediğimiz hâdiseleri güzelleştirdi. Allah indinde yanlışın, abesin olmadığını, insanların itikatlarını Allah hâlinde düşündüklerini öğretti bize. İnsanların fikirlerine hürmet etmeyi, farklılıkları hoşgörmeyi öğretti. Yapabildik mi bilmiyorum ama öğrenme çabası içindeyiz.

Öyle güzel insanlar yetiştirdi ki, bir Sâmiha Ayverdi, bir Semiha Cemâl Sultan, Nazlı Anne, Meşkûre Sargut, İlhan Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi… Daha sayılabilecek milyonlarca insan… Sofi Huri’ler, Safiye Erol’lar, Nezihe Araz’lar… Hepsi kendi çapında hedefe gözünü dikmiş insanlar. Hepsi kendi yolunda olanlara örnek oldular. Ama bazıları hepsinden de daha çok örnek oldular. Onlar kimlerdi, biliyor musunuz? “Ben yokum, yalnız Efendim var” diyenlerdi. Onlar “Ben Efendi’nin kalemiyim, bende bir varlık yok” diyenlerdi. Onlara baktık, hayran kaldık, benzemeye çalıştık.

Şimdi bir gayemiz var: O’nun istediği gibi her şeyden memnun olma sanatını elde etmek. Mücâdelemizi sonsuza kadar vermek ve İslâm’ın hakiki yüzünü dünyaya anlatmak. Tasavvufî mânâsını herkese anlatmak ama bunu yaşayarak yapmak… Bir gayemiz var. Bizim çok şükür ki bir gayemiz var. Müslümanlığın hakikatini yaşayarak ölmek istiyoruz. Ve bir gayemiz var, Cemâlullah’a ulaşmak istiyoruz. Âyette buyurulduğu gibi herkes kendi Âdem’inin bayrağı altında kalkacaktır. Mürşidimizin bayrağı altında, Allah’ın istediği kul olarak, Peygamber’imin memnun olduğu kul olarak O’na varmak istiyoruz. Ama bunu yalnız yapmak istemiyoruz, sınıfça yapmak istiyoruz.

Allah bizleri bu birlikten, beraberlikten, hocamızın mânâsına hürmet etmekten ayırmasın ve dâimâ doğru yolda sâbit kılsın. Teşekkürler ediyorum efendim hepinize…