Öğretmenim, Canım Benim

Buradayım. Yaşamaya çalışıyorum. Bir adım atıyorum. Sonra bir adım daha… Birbirlerini takip eden ufuklara açılan adımlarla yol kat ediyorum. Yol epey güzel geliyor. Yalan söyleyemem. Seviyorum. Canımdan çok sevdiğim öğretmenimin bir tebessümü her şeyi sevdirmeye yetiyor. Bir bakışıyla aşka geliyorum. Yanındayen içim dışıma taşıyor. Her geçen gün biraz daha çok fark ediyorum ki o her dâim yanımda. Bunu hatırladığım vakitlerde yine bir coşkuyla taşıyorum

Onun mânâsından yayılan gül kokusu ve baldan tatlı sözleri, amel dünyamı çerçeveliyor.. Bazı şeyleri bilmek için orada olmak yetiyor. Bazen nefes aldığımda o tadı damağımda hissediyorum. Elim telefonuma gittiğinde, bir dilim ekmek yediğimde, ayakkabılarımı bağlarken, yanında bir yudum çay içtiğimde ve sessizliğimde hep onu duyumsuyorum. Ayrıca kendime durmadan hatırlatmak da hoşuma gidiyor. Çünkü bu beşer, gaflete düşüp çokça unutuyor.

Öğrencilerinde onun gözlerini, bakışını görüyorum. Öyle çok seviniyorum ki. Gönül onlarla konuşmaya başlıyor. Güzel ve doğru yaşayışını yaşayanları görüp seyrettikçe kokusunun nasıl da yayıldığına şâhit oluyorum. Her birini ayrı ayrı ve bütün olarak örnek alıyorum. Hep birlikte yürüdüğümüzü fark ettikçe sevinip duruyorum. Çünkü yolculuğum, hislerimi paylaşabildiklerimle güzel.

Öğretmenimin gönlü bana kendisinden ve öğrencilerinden her dem konuşuyor. Kendisini vazgeçmeden her dâim hatırlatıyor. Bıraktığı ayak izleri sayesinde de takip etmeye çalışıyorum. Çok şükür… Onun gönlü ise bir gül bahçesi gibi devamlı açıyor. Orada güllerini buduyor. Gülleri, budanıyor. Budandıkça güzelleşiyor. Kalbindeki o güzellikleri tek bir güzel olarak ne de güzel var ediyor. Hayret ediyorum ve inanıyorum. Nefsim de darbelere kendini bırakmış, dikenlerini bir bir döküyor. İstenmeyen huylarımı alsın budasın. Yok etsin. Kendime dair hiç bir şey kalmasın isterim. Bir çiçek açacaksam öğretmenimi açmak isterim. Boğazımı, onun ellerine bırakırım. İrâdemi alsın kendi irâdesi eylesin isterim. İstedikçe isterim. Bir âciz ne ister ki başka?

Memnunum. Yörüngesinde dönüp duran pervâne gibi yanıyorum. Yaklaştıkça yanıyorum. Kül olayım da tertemiz kalayım. İçinde kaybolmayı o kadar çok isterim ki uğruna her istediğini, herşeyi vermeye razıyım. Kendimde verecek hiçbir şey kalmasa da vermeye devam edeyim. Kendimde kendime dair bir cüz kalmasın… Onsuz kalacağıma onunla yok olmaya razıyım. Zaten onsuz var olmak neye yarar?

İsterim. Öğretsin isterim. Bileyim ki onu daha çok seveyim. Tanıyayım ki dolu ve diri yaşayayım. Konuşalım ki sevindireyim. Bakışalım ki gözlerinde kaybolayım.

Hem yakınında hem de uzağındayım. Sen nasıl gelmemi istersen öyle geleyim. Ne kadar gelmemi istersen o kadar geleyim. Sen nasıl uygun bulursan o bana kâfidir. Bir kelimeni işitsem, başka dünya istemem…

Bir gün sana kavuşayım diye niyaz edecek olsam da eminim ki zaten seninleyim. Seni kendimde yaşatıyor ve seninle yaşıyorum. Yoksa eminim ki sensiz hiç bir nefesin tadı yok. Edep ederim de sana açılmaya dilim varmaz. Sensin ki beni benden iyi bilen, sana diyecek sözüm kalmaz. Suskun suskun yanında otururum. Fakat bilirsin ki yanında sonsuz huzurdayımdır. Havada uçuşan bir toz tanesi kadar olmayan şu vücudda ne varsa senindir, huzurundadır. Bir tebessümün yeter…

Kavseyn


Daha büyük minnettarlık yok. Öğretmen sevgisini çocuk halinle tam bir aşk olarak yaşarsın. Neyin minnettarlığı olduğunu bilmeden. Sana bir şey öğretti bilincinin minnettarlığı olamaz ki bu. Orada vurulduğun, karşılıksız verme ve şefkatin en mânâlı halidir; anne sevgisini bile tatlı bir mesafeyle geçer.

Sonra, anneyi de öğretmeni de fersah fersah geçen bir güzellik gelir. Bir habercidir, söyleyecekleri vardır. Kendiyle, ilmiyle beraber âlemi de getirir yanında hediye olarak. Çünkü sadece söyleyecekleri değil, gösterecekleri de vardır. Hatta koklatacakları. Gül bahçelerinin içinden başka bahçelere geçirir. Tek bir gülün katmerleri gibi bahçeler, âlemler, peygamberler birbirinin içinde katmerlenir.

İşte bütün âlem onun önünde titrerken, açılıp açılıp solarken, nefes nefes kabarıp inerken o minik sonsuz siyah bir noktaya doğru yoklaşır, yaklaşır. Kavseyn olup incelir, işte ona orada secde edilir.

En Büyük Mürşid

Rahman. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti. (Rahman, 1-4)
***
Mürşid: 1. Rehber, kılavuz, önder: Büyük mürşidimizin emrini minnet dolu gözlerle kabul ettim (Yusuf Z. Ortaç). 2. Hak ve hakîkate erişme yolunda müritlerine örnek olan, onları irşat eden, rehberlik eden kimse, şeyh: Mürşitle müritleri “ism-i celâl” zikrine başladılar (Rûşen E. Ünaydın). Fakat bir türlü rûhundaki susuzluğu gideremediği için yüzünü tasavvufa çevirmiş, kendisine mürşit arayan genç bir âlimdi (Ahmet H. Tanpınar). -(Kubbealtı Lûgatı)-
***
Sorularla başlayalım. Olur mu?
Hayatta en hakiki mürşid gerçekten ilim midir? Kimilerinin dilinden düşmez ya… Siyâsîleşmişdir de belki de ondandır böyle âyet gibi sarılışı kitlelerin… İlmi ilim yapan nedir? İlim mi yol gösterir insana, yoksa ilmi yaşayan, uygulayan mı? İlmi mi bulmuştur insanoğlu yoksa o zaten vardır da Rabb’in ilhamıyla “âciz” dâhiler keşif mi eylemişlerdir? Peki ilim ilim için mi vardır, bizim için mi?
Daha önce sana söylemiştim. Bu sorulara cevap verecek gücüm ve kudretim yok; daha önce de demiştim sana. Ben sadece dinler ve tefekkür ederim. Bunu yaptıran Rab, günü gelir bu sırları da âşikâr eder elbet. O’nun bileceği iş. Ben bilmem. Bilmem de bütün bu laflar da uzadı. Sanki şöyle mi kesseydik: “Hayattaki en büyük hakikat mürşiddir” desek daha mı iyi olurdu? Bak bu daha güzel oldu. Diğerine hiç içim ısınamamıştı.
***
Sahaflar şeyhi diye de bilinen Cerrâhî şeyhi Muzaffer Efendi (k.s.)’nun bir gün dükkânına kitap almaya girer bir zat, “Allah’ın Gazapları adlı kitap var mı?” diye sorar. Kendileri tüm haşmetiyle irkilir ve “Yok oğlum, bizde Allah’ın rahmeti var” diye buyururlar. Öyle ya Rahman’dır Allah; niye gazabı önceleyelim ki? Rahmeti vardır O’nun, gazabını örten… sî nefs hep alttan alta “Rabbin seni unuttu” diye söylenip durur ya… O der ki “Ben size şahdamarınızdan daha yakınım.” sî nefs “seni bu dünyaya attı, bıraktı” der ya… O da der ki “Seni yarattım, lâkin ondan önce Kur’an’ı öğrettim.” (Rahman Sûresi’nin ilk 4 âyeti)
Dehşete bakar mısın? Seni yaratmadan Kur’an’ı öğrettim sana, diyor. “Git, hatırla ne öğrettiğimi” der gibi sanki burada. Rahmete bak… Ama saidine de, şakîsine de, hepsine öğretiyor. Kimin ne yapacağını bile bile… “Mutlu”lar hatırlıyor, anasına-babasına verdiği bir sözü hatırlar gibi. “Bedbaht”lar ise her zaman şaşkın, hatırlayamadığı için bocalayıp bir ‘idea’dan diğerine savruluyor. Ruhunun derinliklerinde hep bir şeyler eksik çünkü, asıl yapması gereken şeyi yapamıyor. Hatırlayamıyor!!! Hatırlasa dirilecek, oysa uykusuna devam ediyor. Unutanlardan olursak bize yazıklar olsun, Allah’ım sen bizi muhafaza eyle. min.
***
Lâ ilâhe illallah demek aslında “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” sorusuna “Evet” demek değil midir?
Rab, eğer öğretense ve biz ona evet demişsek sonra da bizi bu “oyun âlemine” yollamışsa belki de bu oyunu kazanmanın tek yolu: “Evet, yapan yaptıran sensin. Bunu bana öğreten de sensin. Senin imtihanların, senin rahmetin olmasa ben kendimi nasıl bulurdum? Tövbe! Seni nasıl bulurdum? Kendimi buldum, seni buldum. Ben gittim, Sen kaldın. Ben yoktum Sen vardın. E sen hep vardın, ben neydim?”
***
Yazının başında Rahman Sûresi’nden 4 âyet paylaştık, ona bir de Kubbealtı Lûgatı’ndan mürşid ne demek, onu ekledik. Şimdi bu fasıllarla alâkayı kur bakalım kurabilirsen. Lûgatta bir açıklama daha vardı mürşid ile ilgili. Onu unuttum sanma. Sona sakladım. Ayrı dursun, beynine çakılsın diye. Ne diyorsun? Al, bak:
“Mürşid: Mürşid-i âzam: En büyük mürşit, Hz. Muhammed (s.a.v)”
Hayattaki en büyük hakikat mürşiddir. En hakiki, en büyük mürşid ise Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Vesselâm.

Öğretmenle Seyahat

“Dünya okuyabilen için bir kitaptır” derler. Nasıl okunur dünya, her yerde bu kadar acı ve karmaşa varken? Bunca sıkıntıya rağmen, nasıl zevk alır dünyadan. Sıkıntıyı çeken biz olmasak bile, başkalarının çığlıkları gelir kulaklarımıza… İçimizi acıtır ve öfkelendirir bizi…
Hem kendi yaşadıklarımız ve hem de başkalarının acıları, karanlığa iter bizi. “Bu bana yapılmalı mıydı” veya “haksızlık bu!” diye çığlıklar kopar içimizden… Fakat bilmeyiz ki hayatta her şey yerli yerindedir. Diyelim ki biraz Mevlânâ okuduk ve her şeyin Allah’tan olduğunu öğrendik. Keşke bilgiyi öğrenmekle her şey bitseydi… Ama ne zaman sıkıntılı bir hâdise başımıza gelse yine karanlık kör kuyulara düşeriz. Çünkü bilgiyi bilsek bile onu uygulamak için hem bilgiyi sık sık tazelemek ve onu bir modelden görmemiz gerekir. Hâdiselerin iç manasını anlatan ve kendi de haliyle bunu gösteren bize bir öğretmen lâzımdır. Öğretmen kendi içinde barışı sağlamış kişidir. Bizi cehennemden cennete çeke çeke götürür. Tek bir amacı vardır öğretmenin; o da Allah’ın kendi gözetimine verdiği bizleri sağ sâlim yine Allah’a götürmektir.
Bir ilkokul öğrencisi okuma yazmayı tek başına öğrenemez, mutlaka bir öğretmene gereksinim duyar. Aynı şey diğer dersler için de geçerlidir. Kendi yaşadığım bir hâdise vardı: 19. yüzyıl müziği ile ilgilenen bir arkadaşım vardı. Bir gün bana bu dönemin müziğinden bazı örnekler dinletti. Ben sıkıntıdan patladım, içim bayıldı. Ne var ki arkadaşım dinlerken zevkten zevke giriyor, parçanın bazı yerlerinde “bak, işte burası hârika” diye beni uyarıyordu. Oysa ben klasik müzikten hiç anlamam ve ona neyin bu kadar keyif verdiğini çözemedim. Aynı mekânda fakat farklı duygular içindeydik. Bilmeyince ya da anlamayınca zevk alan kişi de size tuhaf geliyor. Arkadaşım parça bittikten sonra benden kusura bakmamamı istedi, klasik müziğin öğrenildikçe sevilen bir müzik olduğunu anlattı.
Şimdi anlıyorum, aslında herşey böyle değil mi? Bir öğretmen ile beraber içimizdeki sokaklarda yürürken keşfederiz içimizdeki güzellikleri ve nefsaniyeti. Bilmeyince geçtiğimiz yollar yavan ve ham gelir. Oysa yavan ve ham olan da bizlerizdir. Öğretmen hep güzellikleri gösterir. Târumâr olmuş içimizde yeni açan bir çiçeği meselâ… Güzellikleri gösterir, bizi oraya odaklayıp onu içimizde büyütmemizi ister. Öğrendikçe zevk alır ve huzurlu oluruz. Dışarıda kıyametler bile kopsa içimizde huzur ve emniyet vardır.
Dışarıda hep bir savaş var olmuş ve olacak. Bizi dışarıdaki savaş değil, asıl içimizdeki nefis mücadelesi ilgilendirir. Hâricî sıkıntılara rağmen içimizde huzur kandillerini tutuşturana şükür…

Ömür Boyu Öğrenmek

Beş buçuk yaşında okulun kapısına doğru yaklaşırken, annem elimden tutuyordu. Annemin her zaman güvendiğim, sıcak, yumuşacık eli… Okula yaklaştığımız sırada annem durdu ve bana dönerek “bu okulun kapısından geçtikten sonra ben artık senin annen değilim, öğretmeninim. Bana anne değil, öğretmenim demen gerekiyor. Bu okulun kapısından çıktıktan sonra ise annenim. Bunu hiç unutma ve ona göre davran kızım, olur mu?” dedi. Ne demek istediğini anlamıştım; öğretmen bir anne babanın kızı olarak öğretmen-öğrenci ilişkisi hakkında az da olsa bir fikrim vardı. Okul sınırları içinde anneme nazlanamayacağımı, sızlanamayacağımı ve onun dediklerine harfiyen uymam gerektiğini anlamıştım, belki de daha doğrusu sezmiştim.

Okuma yazmayı erken öğrendiğim için, anaokulları çok pahalı olduğundan anaokuluna gidemediğim için, annemin okulunda sadece bir tane birinci sınıf olduğu için ve o sınıfın öğretmeni de annem olduğu için benim ilk öğretmenim annemdir. Genellikle bana en son söz hakkı veren, biriyle tartıştığım zaman muhakkak beni hatâlı bulan, öğrencilik hayatımda bana gerçekten en düşük notları veren sevgili annem… Okulda yaptıklarına hiç itiraz etmezdim, ancak eve gidince kızardım: “Sen bana kızdın ama ben haklıydım, aslında şöyle şöyle oldu” diye anlatırdım. Annem de “Kızım, biliyorum ancak sen öğretmen çocuğusun, eğer sana iki defa söz hakkı versem, öğrenciler seni kayırdığımı düşünürler, kavga ettiğinde de seni haklı bulamam. O yüzden haklı da olsan sınıf arkadaşlarınla kavga etmemeyi öğrenmelisin” derdi. Zannederim imtiyazlı olabileceğim durumlardan faydalanmamam gerektiğini bu yaşlarda öğrendim. Öte yandan bu duruma ancak iki yıl dayanabildim. İlkokul 3’e geçtiğim sene “ben annem olmayan bir öğretmen istiyorum, yoksa okumayacağım” dedim. Çok ikna edici olmuş olmalıyım ki o sene okulumu değiştirdiler ve ben bambaşka mizaçlı, çok sevdiğim, çok ciddi ve çok sert olan Ülker Öğretmen’in öğrencisi oldum. Tüm sertliğine rağmen onu çok sevdim, zannederim o da beni çok sevdi ve bana inandı. Beni hiç tanımayan birinin bana olan inancı ve güveni 7-8 yaşlarında göğsümü kabartmıştı. Onu ve daha sonra ortaokul, lise hatta üniversite yıllarımda hayatıma giren pek çok öğretmeni çok samimi bir şekilde sevdim, saydım.

Üniversiteyi bitirip çalışmaya başladığımda benim için öğretmenlerle ilişkim artık bitmişti. Oysa o dönemlerde bilmediğim şey, hayatımın en önemli öğretmeni ile henüz tanışmamış olduğumdu.

Allah’ın Rabbiyet sıfatı için en özet açıklamalarda “Öğretmen; mürebbi, terbiye eden, ıslah eden, yetiştiren” şeklinde ifadeler yer almakta. Ben, beni ıslah eden, terbiye eden gerçek öğretmenimle 32 yaşında tanıştım. Hani birine âşık olursunuz da neyini seviyorsun sorusuna aslında pek de net bir cevap veremezsiniz ya Cemâlnur Hocamla tanıştığımda benim hâlim tamamen buydu. Onu seviyor, ona doğru çekiliyor, ancak sorsanız açıklayacak kelime bulamıyordum. Onun yanında huzur buluyordum, endişelerim gidiyordu, dün ve yarın uzaklaşıp sadece o kalıyordu. Bu hal içindeyken o bana incelikle, zarafetle ne kadar ham, ne kadar cahil ve ne kadar çocuk olduğumu yavaş yavaş göstermeye başladı.

Diğer öğretmenlerim bana başka kitapları öğrettiler, mürşidim bana kendi kitabımı okumayı öğretti. “Nefsini bilen rabbini bilir” hadis-i şerifi gereğince bana nefsimi, nefsimin çirkinliklerini, aczimi gösterdi ve göstermeye devam etmekte. Hatâlarım olduğunda affetti, hoş gördü. Bana olan sevgisi azalmadı. Çalışkanlığı ile ilham kaynağı oldu. Allah’ın emirlerine uymaktaki hassasiyeti bende gayret uyandırdı. O hiçbir konuda beni doğrudan uyarmadı. Hatâmdan ötürü beni utandırmadı. Hep çok zarif, hep örnek oldu. Beni daha iyiye ve daha güzele teşvik etti. Attığım her adımda benden daha fazla sevindi. Yüzünden geçen bir anlık bulut kalbimi deldi geçti, bir küçük tebessümü günümü aydınlattı. İçimdeki çamuru gördü, ama hiç yüzlemedi. O çamuru aldı, yoğurmaya başladı. O çamuru insan sûretine çevirmek için hâlen bıkmadan yoğurmakta. O yorulmadı, benden ümit kesmedi. Bana öğretmenin, karşılıksız vermenin ve hizmetin mânâsını hâli ile gösterdi. Öyle bir öğretmen ki af hazinelerini, muhabbet denizini ve sabrın sırrını ben onda seyrettim.

Ben hâlâ öğrenciyim. Başımı onun omuzuna yaslamış, onunla birlikte kendi kitabımı okuyorum. Hâlâ beş buçuk yaşında annesinin elini tutan o küçük kız çocuğundan farksız, aynı heyecan, aynı korku, aynı heves ile öğrenmek, öğrenmek, öğrenmek istiyorum.

İlk Kapı

Kendime yine haksızlık ediyorum. Zaman, beni düşünmeksizin ve bana inat akıyor. Ben ise bir şeyleri düzeltmek adına hâlâ adım atamıyorum. Halbuki perdelerimi kaldırıp kendime nazar edecek daha ne kadar vaktim var, bilmiyorum. Belki de geç kalmamışımdır. Şimdi, yazarken karar versem, biraz inansam… Kararımdan döndükçe de bu satırları okusam…

Bu yol kolay mı, zor mu… Herkes kendi penceresinden cevap veriyor. Ama biliyorum; Cemâl için biraz zahmet çekmek lazım. Önce kendimi olduğum gibi kabul etmekle yola koyulmalıyım… Hiç kulak verdim mi kalbime? Ya çok üzgünsem kendime karşı acımasız olduğum için, bazı insanlara karşı eleştirilerimi susturamadığım için… Artık yorulduysam beklentilerimle başa çıkamadığım için… Hiç umudum kalmadıysa yaşamak istediklerimi hep ertelediğim için… En önemlisi, ya çok utanıyorsam her şeyi aradan çekip O’na sığınamadığım için!

Uzun zamandır düşünüyorum, zamanı başa sarabilseydim bir şeyler değişir miydi diye… Aynı akıl, aynı kalp değil miydi? Farklı bir yerde, farklı şartlarda yetişsem de kumaş aynıydı. Yine bu yola dökülürdüm. Aynı kararları alırdım, aynı duyguları hissederdim, aynı gözlerle bakardım ve içimdeki özgürlük duygusunun iplerine sıkıca sarılırdım. Yine severdim uzakları, yolculukları, hayalleri… Hiçbir şey değişmezdi. Belki de, hep söylendiği gibi, artık bakış açımı değiştirmem lazım.

Mesela kalbim bana çok şey öğretmiş olabilir; sevmenin, dostluğun ve samimiyetin insanı besleyip büyüttüğünü… Öfkem de bana çok şey öğretmiştir belki; bir duygunun kalpteki güzellikleri örtüp insana ne kadar zarar verebileceğini ve etrafındakileri de ne kadar incitebileceğini… Sonra hatalarım çok şey öğretmiş olabilir; neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ve tekrar ayağa kalkılabileceğini…

Bugün umutluyum. Bütün kapıların anahtarı O’nda… Yeter ki dünya işlerinde koşuşturduğum gibi bu yolda da sebat edeyim. Gel gör ki verirse sebat da O’ndan… İnanıyorum; kendimi affetmeyi denediğimde ilk kapıyı açacak… Ama gerçekten, bütün samimiyetimle niyet edersem! Sonra zaman yine akmaya devam ettikçe perdelerim de aralanacak, belki de bakmaktan görmeye bir hâl yaşanacak. Ve Cemâl, en son kapıda beni karşılayacak…

Mehveş

 

“Bekle yâ Muhammed, Rabbin salâtta!”

Birçoğumuzun bildiği üzere, Miraçta Cebrâil Aleyhisselâm bir yere kadar peygamberimize refakat ettikten sonra, oradan daha ileri gitmesine izin olmadığını ve ondan sonra yalnız gitmek zorunda olduğunu söyleyerek kendisini yalnız bırakmıştır. Fakat, Hazret aşkın kapısına vardığında kendisine “bekle yâ Muhammed, Rabbin salâtta” buyrulmuştur.

Peki koca Cebrâil neden yola devam edememiştir? Cemâlnur Öğretmenim der ki: “Cebrâil, aklın mümessili olduğu için, kendi hududunda, sidre-i müntehâda kalmıştır. Hz. Muhammed’in bundan sonraki ilerleyişini sağlayan Refref, yani Aşk beygiridir.” Bilindiği üzere “salât” kelimesi, insanlar için duâ ve kulluk, Allah için rahmet ifade eder. Buna göre, Hazret bir kul olarak, bir vücud içinde, mirâcın zirvesine kadar gelebilmiş ama belirli bir noktanın ötesine devam etmesi uygun görülmemiştir. Asıl güzel olan odur ki, peygamberimize bu hadis ile Allah’ın kullarına tenezzül ettiği müjdesi verilmiştir. Allah, Peygamber’e tenezzül edip O’nun mânâsının kendisine yaklaşmasına izin verirken, aynı zamanda Hazret’in ve akabinde biz yaratılmışların kendi hakikatimizi görebilmemiz için gerekli koşulu sağlamıştır. Allah, o yüce ruhu önce kendine yaklaştırmış, sonra yeniden alçaltmıştır. Peki neden böyle yapmıştır? Benim anlayışımca, Allah bizlere kendimizi öğrenmemiz için bütün isimlerini ayna kılmak istemiştir. Yani bizlere bütün yaratılışın insan için bir nevi öğretici olduğu müjdesini vermiştir. Bu sebepten Peygamber’in mânâsını kendine yakın tutup mânâsını vücud içinde bize bahşetmiştir.

Bizler günlük hayatımız içinde zaman zaman yaratılmış her şeyin hak olduğunu unutup karşımızdaki insanları kolayca yargılayabiliyor, beğenmiyor veyahut insanlara kırılabiliyoruz. Oysa Hz. Muhammed’e bile âyet inmiştir “âmâya surat asmayacaksın” diye… Yani kalbi kör olana surat asmamamız emredilmiştir. Çünkü o kalbi kör olan kimse de bir Hakk’ın bir yüzüdür ve ondan da öğreneceğimiz bir şey vardır. Aslına bakılırsa, bizlerin şu hayatta ‘zorluk’ diye addettiğimiz şeyler pişmemiz ve insan olmamız için bir ‘lûtuf’tur. Böyle düşünebildiğimiz vakit, hayat gerçekten çok büyük mânâlar kazanıyor ve insan olabilme çabası âdetâ bir sanata dönüşüyor.

Peki nasıl kendimizi ‘âmâya surat asmamaya’ ve/ya insan olma sanatında birer rol model olmaya teşvik edeceğiz? Nefsimizi yenerek inşaallah… Şunu yaşayarak deneyimliyoruz ki ancak ve ancak nefsimizi bir kenara bırakıp bütün mânâsı ile kul olmaya, yani yaratılmış her şeyde Allah’ı görmeye ve bu idrak ile yaratılmışa hizmet etmeye kendimizi adadığımız vakit, Allah’ın ilmi bizde zuhur etmeye başlıyor. Diğer bir deyişle, içimizde ‘ben biliyorum, doğru yapıyorum, o bilmiyor’ düşüncesini yendiğimiz ve başkalarına herhangi birşey ‘öğretme’ iddiamız olmadığı zaman… Bu düşüncelerin yerini Allah aşkı ile ümit kandilleri olma isteği, benlikten geçebilme, birleştirici özelliğe kavuşabilme arzusu ile doldurduğumuz zaman gerçek insan olma yolunda rol modellere dönüşebiliyoruz.

Kenan Rifâî Efendimizin söylemiş olduğu gibi:

“Dünyaya gelmekten maksat, kişi Rabbini bilmektir.
Rabbini bilmeye sebeb evliyâyı bulmaktır.
Bulmak değilmiş bilmek, bilmek değilmiş bulmak,
Evliyâya gönül vermek, rengine boyanmaktır.”

Öyle ki, bu hayattan maksat, bizi o bahsi geçen “terbiye halkası”na sokacak bir veli bulmak ve onun eteklerine yapışmaktır. Ki… O Allah sevgilileri bizlere yaşayış ve öğretileri ile kendi içimizdeki Rabbiyet’i, yani güzel sıfatları, imanı, irfanı ve aşkı keşifte yol gösterici olabilsinler. Hakkikat-i Muhammediye rengine boyanma çabamızda bize destek olabilsinler.

İşlemediğim Günahın Masumuyum

Bir süredir düşünüyorum; insan bir günahı işlemeyip “zevkini” tatmamışsa, o günaha karşı geliştirdiği kalkan, irade, kontrol mekanizması ne kadar gerçekçi ve sağlam olabilir? Elbette “hadi hep birlikte günaha doymayalım!” gibi bir söylem içinde değilim ama işlemediğimiz bir günahın masumu olarak o günahı işleyenlere öğretmenlik yapmaya kalkmak biraz garip değil mi? Öğretmenlik deyince aklıma ilk bu geldi nedense…

Dürüst olmak gerekirse, bu yazıda Hz. Peygamber’in, mürşidin, Allah’ın öğreticiliğinden bahsetmek istemiyorum. O zaten hepimiz için âşikâr ve itiraz edilemez bir gerçek. Ben ters köşelerde gezinmeyi diliyorum. Meselâ kendi öğretmenliğimiz… Kendi kendimize ne öğretebiliriz? Okuduğumuz kitaplardan edindiğimiz bilgilerle kendimize çekidüzen vermemiz ya da örnek aldığımız bir rehber varsa onu takip ve taklit etmemiz mi kendimizi eğitmemizi sağlar?

Eğer öyleyse sanırım bende ters işliyor durum. Meselâ şunu farkettim: Eskiden sürekli olarak birilerine bir şeyler öğretme çabası içindeymişim; ne kadar çok seviyormuşum meğer “mânevî caka” satmayı! Hatta şu an bile aynı şeyi yaptığımdan şüpheleniyorum desem yeridir, neyse… Sonra insanlara bir şey öğretmeye çalışmanın ne kadar nâfile olduğunu anladım; herkes bana rağmen kendi yoluna devam edince… Daha sonra öğretmeye çalıştığım şeyleri aslında çok da uygulamadığımı, havalı ve esrarengiz fikirlerden oluşan, ezbere dayalı bir bilgi hazinem olduğunu keşfettim. Bunları bilinçli bir şekilde öğretmedim kendime; yaptığım hatâların bana acı şekilde geri dönüşüyle hatâlarım öğretmenim oldu. Yani dışarıya öğretmenlik yapmaya çalışırken kendi kendime öğretmenlik yapmışım ilginç bir şekilde…

Her insanın, yolunu takip ettiği bir rehberi muhakkak vardır. Benim rehberim yok diyen kişi, çevresinde, iş hayatında, izlediği dizi filmlerde, siyaset makamlarında özendiği ve dikkatle takip ettiği kişileri bir düşünsün derim; farkında olmadan kimi rehber edindiğini anlamış olur. Esas mesele şu: Neden o rehbere, öğretmene doğru çekiliriz? Bize yeni bir şey öğrettiği için mi? Yoksa bizde zaten mevcut olan bir şeyin ortaya çıkmasına ve böylece kendimizi bir adım ileriye götürmemize vesile olduğu için mi? Tabiî ki ikinci seçenek doğru olan. Fakat hatâlar ve yanlışlar için de aynı şey söylenemez mi? Neden herhangi bir yanlışa doğru süratle çekiliriz? Yasak bir meyveyi yiyip bir heyecan ve çılgınca bir zevk yaşamak için mi? Yoksa o hatânın içimizde var olan bir potansiyeli, gizliliği açığa çıkararak bizi bir adım daha ileriye götürmesi için mi? Artı ve eksi aynı noktada… Olayı farklılaştıran ise, bakış açımızdan ibaret: Tıpkı Ebu Bekir’in ve Ebu Cehil’in farklı şeyleri, aynı öğretmen olan Hz. Muhammed’de görmeleri ve gördükleri şeyi kendilerine öğretmeleri gibi…

Muharrem 1437

Hicrî 1437 İstanbul’a sonbaharla geldi.

Sağanak yağmurlu bir günde yerlerde savrulan yapraklar hiç de hüzün vermez bana. Yeniden giyinebilmek için soyunur ağaçlar, daha büyümüş, daha serpilmiş olarak bahara kavuşabilmek için dökerler yapraklarını. Celâlin cemâline giden nur olduğu gibi ve her yok oluşun daha büyük bir varoluşa yol açtığı gibi, ölüm de daha büyük ve kalıcı bir diriliğe yoldur muhakkak. Severim ben Ekimi. Hazandır ve neşesi içinde saklıdır.

Meselâ Ekim yağmurları pek bir keyiflidir. İçimde yağmuru kucaklamaya hazır bir neşe ile şemsiyesiz olarak attım bugün yine kendimi sokaklara. Lâkin sağanak bu; iki dakika içinde baştan ayağa ıslanıverdim. Halbuki Muharrem’in ilk on günündeyiz. Kerbelâ’da susuz bırakılıp şehit edilen Hz. Hüseyin Efendimiz’e ve ailesine hürmetimiz var. Yolları yolumuzdur, mânâları arayışımız, susuzlukları susuzluğumuzdur. Yağmurun neşesi bu seferlik kenarda beklesin. İçimde Muharrem’e duyduğum hürmetin verdiği suçluluk duygusu ile yağmurun tadı çıkar mı?

Ey her şeyin yaratıcısı, ey Zâhir ve Bâtın olan, ey Evvel ve Âhir olan, sen ki her işin evvelini de ardını da bilen yüce Yaradansın; istesen bu yağmurun aynısından 1376 sene evvel o Kerbelâ toprağına  indiremez miydin? O en sevdiğinin ehli beyti bir kırba su için paramparça edilirken gökleri delip o rahmeti yağdıramaz mıydın? Dilesen olurdu. Küçücük kuşlara koskoca filleri ezdiren sen, Hz. İbrahim’in ateşini gül bahçesine çeviren yine sen… Ey olmazı olduran, dileseydin Kerbelâ da olmazdı. Bana neşe olan yağmur o kundaktaki bebeklerin çatlamış dudaklarına cansuyu da olurdu. Dileseydin…

Rahmansın. Tüm yarattıklarını çok seven, çok koruyan, çok bağışlayansın. Kerbelâ’da şehâdet şerbetini içirdiklerin, daha da çok sevdiklerin değil miydi? Onlar evlâd-ı Resûl. Onlar, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin nurun kandilleri. Fâtımatü’z Zehra’nın ciğerpâreleri.

Ben sana iman etmişim bir kere, hikmetinden sual olmayacağını bilmez miyim? En kıymetlilerine acıyı revâ görmeyeceğini anlamaz mıyım? O mübâreklerin hiçbirini bilmedikleri bir yola düşürmemişsin besbelli. Şehâdete kavuşmaya vardıklarını bilerek gitmişler o belâ toprağına…  İman ederim ki vücutlarının parçalanışı bir sivrisinek acısı kadar dahî elem vermemiştir o büyük sultanlara. Onlar ki senin en sevdiklerin; sen korumaz mısın o canları? Vücutlarını senin uğruna kurban ederken dirilerin en dirisi olmaya ve en yüce dirilişle dirilmeye vardıklarını bildirmemiş olabilir misin hiç?

O halde Kerbelâ onlara değil, bize var. Kerbelâ adını dilimizle damağımız arasında her yuvarlayışımızda ve aklımıza her gelişinde ebede dek sürecek bir ibret dersinin içindeyiz. Devran her an yeni baştan yazılıyor. Ve nefsimizle ruhumuz vücud Kerbelâ’sında her an cenk ediyor.  Ucu bucağı olmayan dirilik için…

Editörden (Ekim 2015)

Merhabalar Efendim,

Yeni sayımıza hoşgeldiniz. Bu sayıda konumuz “Şehâdet”. Bu vesile ile vatanımızı korumak için geçmişten bugüne kadar, kendinden vazgeçip vatan müdafaası için veya görevi başında cesâretle Hakk’a yürüyen tüm ceddimize, güvenlik güçlerimize ve tüm vatandaşlarımıza yüce Allah’tan rahmet diliyor ve onları hayır duâları ile anmak istiyorum. Allah (cc) onlardan iki cihanda râzı olsun, taksîratlarını affetsin. Kalan ailelerine, yakınlarına ve milletimize sabırlar ihsan eylesin. “Şâhitlikleri” mübârek olsun.

Konumuz “Şehâdet”. Diğer bir deyişle “sâhitlik, sâhit olma makamı”. Yüce dinimiz, “Şehâdet” hâdisesine çok büyük kıymet verir. “Şehitlik mertebesi” dinimizde peygamberlik mertebesinden hemen sonra gelen bir mertebedir. Bunun sebebi, şehitlerin “Allah’ın cemâlini görme şerefine nâil olacakları” müjdesidir. Başta Hz. Peygamber’in şehitler sultanı torunları olmak üzere, pek çok Allah (cc) sevgilisine nasip olan bu mertebe, bahsettiğimiz gibi ancak ALLAH’ın sevdiklerinin mertebesidir. Dolayısıyla yüce Rabbimiz de o mübârek kulların şehitliklerine-şâhitliklerine “şâhitlik” eder.

Şâhitlik etme, aslında Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde geçer. Hattâ hukuki olarak da dünya meselelerinde doğru şâhitlik taltif edilir, yalancı şâhitlik lânetlenir. Amellerimize, günah ve sevaplarımıza Münkir-Nekir’in, yani melekler şâhitlik eder. Tek başımıza kaldığımızda önce kendi cüz’î vicdanımız, sonra da yüce Hakk’ın şâhitliği sözkonusudur. Aslında her nefesimizde varolan, hayatımızda önemli bir hâdisedir şâhitlik etmek… Zaman bize, biz zamana şâhitlik ederiz. En önemlisi de kimse bilmiyor diye düşünsek de, Allah’ın şaşmaz şâhitliği eşliğinde kendi kendimize şâhitlik eder ve ne olduğumuzu gayet iyi biliriz.

Her nefesi şâhitlikle geçen ve pek de farkında olmayan beşerler olarak, Her Nefes ekibi de kendince, dilinin döndüğü ve anlayabildiği kadar şehâdeti ve şâhitliği anlatmaya ve paylaşmaya çalıştı. İnşallah sizin şâhitliğinizde, biraz da olsa bu mübârek mertebeyi anlamayı ve anlatmayı başarabiliriz. Sizlerin ve bütün şehitlerimizin mübârek huzurunda hoşgörülmeyi ve yüce Rabbimizin bizleri de sevdiği kullardan eylemesi dileği ile kusurları bize, güzellikleri her şeyin sahibine ait olan sayımıza safâlar getirdiniz.