Editörden (Kasım 2015)

Merhaba Dostlar,

Bu ayki konumuz “Rabbiyet”. Yüce rabbimizin en müstesnâ isimlerinden biri… Bu konuya ilişkin aklımıza ilk gelen mânâlar, yüce Allah’ın öğretmenliği, öğreticiliği, yol göstericiliği oldu. Öğretmenler gününü de kutladığımız bu ay için doğrusu oldukça da yerli yerinde bir konu oldu. Velhâsıl yine çok özel ve çok güzel bir konumuz var.

Elbette konu bu kadar kıymetli olunca, yazarlar da biz eksik beşerler olunca, yazmak da, konunun hakkını yerli yerine koymak da müşkül oldu.

Biz hasbelkader derginin hizmetlileri olarak bu konuyu anlamaya ve anlatmaya çalışırken, yüce yaratanımızın her an yeni bir şe’nle nasıl dirildiğini bir nefes olsun hissettik diye düşünüyorum. Konuya baktığımızda herbirimizin gönlüne konunun farklı vechesi düştü. Kimimiz hayatını etkileyen okul öğretmenlerinden, kimimiz hâdiseler ile konuşan muhteşem yaratanın, hayatla, çevremizdeki insanlar ve vesilelerle, tabiatta yaşayan diğer canlılar yardımıyla öğrendiklerimizi, onların bize öğrettiklerini hatırladı ve kaleme aldı. Dolayısıyla kendi hallerimize göre, kendi kabımızca, herbirimizi ifade eden ve ne yazık ki  bu engin ummanı temsil etmede yetersiz denemelerimizde hepsinden biraz bahsettik.

Biz yazarken öğrendiklerimizi ve öğrenecek şeylerin ne kadar çok olduğunu az da olsa tefekkür etmeye çalıştık. İnşaallah siz gönül dostlarımızı da bir nefes dahî olsa, tefekküre sevkeder ve ne kadar Âlim, ne kadar kapsayıcı bir Allah’ımız olduğunu hissetmenizi sağlayabiliriz. Hâdiseler vasıtasıyla, bıkmadan usanmadan, bir anne, bir öğretmen şefkati ve hassasiyeti ile bizleri eğitmeye devam eden ve bundan hiç vazgeçmeyen yüce Allahımıza lâyık kullar, iyi evlâtlar ve öğrenciler olabiliriz. Kusuru bizlere, güzelliği öğreticiliği sınırsız yüce rabbimize ait olmak üzere dergimize hoş geldiniz, gönül hoşluğu verdiniz. Allah razı olsun efendim.

Sohbetler (Kasım 2015)

Bütün varlık âlemi, Hakk’ın küllî veyâhut cüz’î isimlerinden bir veya birkaçına mâliktir. Meselâ mü’min kimse, Hâdî yâni hidâyet edici ismine mazhardır. Melekler, Hakk’ı tesbih edici isimlere mazhardır. Şeytan ise, kibredici, dalâlet verici isimlere mazhardır. Kâmil insan ise cümle isimleri kendinde toplamıştır. Herkesin o âyân-ı sâbitede olan ismi ona rabdır, yâni terbiyecidir. O kimse de bu ismin terbiyesi ve hükmü altındadır.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 275)

***

Adâlet, Hakk’ın rızâsını elde etmeğe çalışmaktır. İşte böyle hareket edip Allah Rabbimdir diye istikāmet edenler için havf u hüzün yâni korku ve endîşe yoktur. O vakit bunlara kalb-i  selîm pasaportunu verirler. Fakat sen bu pasaportu kendi gücünle almak istersen işte o çok zor, belki de imkânsızdır. Resûlullah Efendimiz bile ‘Mürebbî olmasaydı Rabbimi bilmezdim’ buyuruyor. İmâm-ı Âzam da Hazret-i Ali Efendimiz’in evlâtlarından İmam Câfer’e mürit olduktan sonra ‘(Son) iki sene olmasaydı Nûman helâk olurdu’ demek sûretiyle o sultana mülâkî oluşuna şükreder.

Onun için mürşidin rızâsını kazanmak sûretiyle bu kalb-i selim pasaportunu elde etmeye çalışmalı. Mürşidin rızâsı da onun boyasına boyanmak, yoluna gitmek, görmek ve bilmekle elde edilir.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 215)

***

Dünyâya gelmekten maksat, kişi Rabbini bilmektir

Rabbini bilmeye sebep evliyâyı bulmaktır

Bulmak değilmiş bilmek, bilmek değilmiş bulmak

Evliyâya gönül vermek rengine boyanmaktır.

Buldum, gördüm, bildim! demek maksûda ermek için kâfî değildir. Bu, ben kırk senedir dervişlik ediyorum diye öğünüp güvenme işi de değildir. Maksat, o terbiyesi halkasına girdiğinin velînin rengine boyanmaktır. Yâni güzel sıfatlarını giymek, doğruluğuna, adâletine, irfânına ve aşkına bürünmektir. Evet kırk sene bir kapıya hizmet eder bir şey alamaz da, üç gün dervişlik etmekle, onun kırk senede bulamadığını elde ediverir. Çünkü ezelde hazırlanıp da gelmiştir.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 152)

***

Yûsuf Ziyâ Bey:

– Rubûbiyet ile ulûhiyet arasındaki fark nedir?

– İkisi arasında ince bir fark vardır. Mâlum-ı âlîniz, rubûbiyet, rab, terbiye edici demektir. O cihetle dahi, yâ  Rabbî! denildiği vakitte, bu duânın en kabûle yakın bir duâ olduğu söylenir. Allah, yerin göğün ve bütün kâinâtın yaratıcısı, mevcûdâtın hâlıkı demektir. Rab ise terbiye edici mânâsına gelir. ‘Yâ Rabbî’ demek, benim Rabbim demektir. Benim Allah’ım demek değildir. ‘Allah’ denince kevn ve mekânın ve mevcûdâtın hâlıkı olduğu anlaşılır.

Cenâb-ı Hak, yâ Rabbî, hitâbını sever ve o hitâba cevâben kuluna ‘Lebbeyk!’ der. Bir insan hakîkaten Cenâb-ı Mevlâ’ya teveccüh edip, dağınık olan düşünce ve hislerini toplayarak ‘yâ Rabbî!’ dedi mi, kalbinde bir ferahlık, bir inşirah hâsıl olur. İşte o ferahlık, Cenâb-ı Hakk’ın o kuluna ‘Lebbeyk!’ demesidir. Eğer bu kul, hâlis, saf ve pâk bir gönülle, hiç olmazsa o anda tam bir teveccüh ile ‘yâ Rabbî!’ dese, bu inşirâhı bu ferahlığı hissetmemesi kābil değildir.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 562)

 

“İnsân-ı Kâmil, hâliyle öğreticidir”

Cemâlnur Sargut’la Söyleşi

Müge Doğan: Hocam, Ken’ân Rifâî Hazretleri “Herkesin sahip olduğu isim onun mürebbîsidir, âmiridir” diyor. Buna göre Rab ismini açar mısınız bize?

Cemâlnur Sargut: Herkes ancak kendindeki Allah’ın ismi sayesinde Allah’ı idrak edebilir ve herkesin varacağı nokta kendindeki isimdir. Ama herkes, Allah’ın kendindeki ismini tecellî ettirip ortaya çıkarınca, ölü olan kısmı, yani vücut ve vücudun arzu ve istekleri kendiliğinden önemini kaybeder. Vücut ezelî ve ebedî diriliğe kavuşur. Ondan sonra ölüm o insanlar için asla olmaz. Ölmeden önce ölme seviyesine ulaşmak bu demektir. Bu seviyeye ulaşan kimse, herkesteki Allah’ın adını idrak etmeye başlar. Bu şekilde Allah’ın bütün isimlerini tanır ve öğrenir. Onlara hürmet etme seviyesine ulaşır. Bu da “Her nereye baksan Allah’ın vechi oradadır” âyetinin açıklamasıdır. Böylece ölmeden önce ölme derecesine varan kişi hürriyete kavuştuğu gibi, Allah’la irtibatı artmış ve devamlı Allah’la beraber olan kişidir. Bu bakımdan kişinin ismini ortaya çıkarması onu hürriyete kavuşturup gerçek anlamda önce kendine, sonra herkese de öğretmenlik etmesini sağlamıştır.

Müge Doğan: Herkes kendi rabbine kulluk ediyorsa, mümin ile münâfık arasındaki fark nedir?

Cemâlnur Sargut: Mümin de kendindeki isme kulluk eder, münâfık da kendindeki isme kulluk eder; bu şekilde mümin de münâfık da Allah’a kulluk eder. Yalnız münâfıktaki isim, münâfığın ismi celâlî isimdir; müminin ismi cemâlî isimdir. Münâfık, Allah’a kendi ismiyle ulaşır… Mümin ise son noktada Allah’ın bütün isimlerini idrak eder. O yüzden de idrâki kuvvetlidir. Münâfığın ise idrâki en az, en âciz seviyededir. Halka başka Hakk’a başka gözükür.

Müge Doğan: Yani ismini açığa çıkaramama gibi bir durum olabiliyor mu?

Cemâlnur Sargut: Tabii ki olabiliyor bu âlemde. İllâ ki çıkacak diye bir şey yok. Bazısı bu âlemde âşikâr eder, bazısı öbür âlemde âşikâr eder, bazısı tâ kıyamet gününde her şeyi anlar.

Müge Doğan: Ama eninde sonunda âşikâr oluyor.

Cemâlnur Sargut: Kıyamet gününde her şey açığa çıkacaktır, evet.

Müge Doğan: Herkes kendi ismi yolunda gidiyorsa ve eninde sonunda aşikar olacaksa bu isim  mürşide neden ihtiyaç var?

Cemâlnur Sargut: Çünkü insan yalnız başına ancak kendi ismini, onu da ezelî nasibi varsa, bu âlemde idrak edebilir. Tekâmülde ise ‘nefs-i emmâre’den bile yukarı çıkması çok zordur insanın eğer önünde bir öğretmen yoksa… Ben cüce olan yeğenimle birlikte Louvre Müzesi’ni dolaşırken hiçbir şey görmeden bakıyordum resimlere… Kendisi ressamdı ve David’in resmi önünde durdu ve “David burada ağlayanı ne güzel resmetmiş” dedi. İlk defa resme baktım ve hakikaten inanılmaz bir gözyaşı çizimi gördüm orada… Belki de benim de bütün hislerimi âşikâr ediyordu ama beni ilgilendiren oradaki adamın ağlayışı değildi. Ressamın onu nasıl yaptığıydı çünkü yanımda resmi bilen yeğenim bana o ressamın o resmi niçin yaptığını ve nasıl yaptığını anlatmıştı. İşte dünyada da çeşitli resimler vardır fakat bize illâ ki resim eğitimi görmüş ya da baştan aşağı o resmin mânâsı kesilmiş bir öğretmen gelmeli ki o resmin hakikatini ve ressama geçişin önemini göstersin… Mürşid-i kâmiller de böyledir. Hiç farketmeden gezdiğimiz bu âlemde her görünen hâdisenin arkasındaki gerçek mânâyı göstererek kendi hiçliğimizi, aczimizi, karşımızdaki mânânın önemini ve Allah’ın her yerde tecellî ettiğini bize öğretirler. Çünkü onların kendi varlıkları yoktur, çünkü onlar baştan aşağı Allah’ın onlardan konuştuğu ney gibi olmuşlardır. Bu yüzden de “atan el benim elimdir” âyeti zuhur eder yani Allah onlardan tecellî eder, onlardan konuşur, onlardan bize hitap eder.

Mürşid bizim kimyada öğrendiğimiz katalizör gibidir. Kendisinde bir reaksiyona girme ihtiyacı olmadığı halde reaksiyonu hızlandırır yani bizim Allah’a kavuşmamızı hızlandırır. Sorunlarımızın arkasında yatan gerçekleri ve bizim âdil olarak görmediğimiz hâdiselerdeki adâleti gösterir. Onun için kişisel irşad yapar, herkesi kendi ismine göre Allah’a eriştirir. Negatif isimli olanları da yani celâlî isme sahip olanları da kendisinden uzaklaştırarak ya da nefret ettirerek ya da kendisiyle bozdurarak Allah’a ulaştırır. Yani mürşit aynı zamanda ayna gibidir; pozitifin pozitifliği, negatifin negatifliği onunla ortaya çıkar. O bir mihenk taşı gibidir yani ölçüdür.

Müge Doğan: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbı var. Neden “Ben sizin Allah’ınız değil miyim?” değil de, “Rabbiniz değil miyim?”

Cemâlnur Sargut: Çünkü Allah bize zâtıyla tecellî etmedi, isimleriyle tecellî etti ve o isimleriyle bizi eğitiyor. Dolayısıyla ezel âleminde, “Her yerde seni kendi ismine doğru çekeceğim. Mecbursun buna, bu senin ezelî nasibin” der Allah. “Kabul ediyor musun?” der. Ama bana nefsim hâkim olursa, yani ölü kısmım hâkim olursa, ismimi idrakten âciz olduğum için o çekilişi hissetmem. O zaman da verdiğim sözde durmamış olurum ve aradaki kişileri, ölüleri gerçek varlık olarak görür, sebep addederim. İşte bu bakımdan Allah bana tekrar tekrar, “Hayır, sebep yok, her yerde sana öğreten benim Rab ismimdir. Başka isim yok” der.

Müge Doğan: Cîlî Hazretleri diyor ki: “Rab cemâl ismidir ama rubûbiyet ve kudret itibariyle de celâl ismidir. Bir yüzü cemâle, bir yüzü de celâle bakar. Yani kemâlî isimlerdendir.” Ankaravî Hazretleri de diyor ki: “Kâmil insan âleme nispetle rabtir” Bu anlamda Rabbiyetin insân-ı kâmildeki tecellîsini anlatabilir misiniz hocam?

Cemâlnur Sargut: Kâmil insanda iki yüz vardır. Bir, terbiye edicilik; bir de Allah’a doğru Rahman sıfatıyla affedicilik ve çekilicilik … Yani bu sanki Peygamber’in dışı ve içi gibidir. Çünkü kâmil insan berzahtır. Dışıyla terbiye eder, içiyle de kendi varlığında o kişiyi Allah’a doğru götürür. Dolayısıyla kâmil insanda terbiye edicilik şöyle tecelli eder: Sen kendindeki ismi kâmil insanda temâşâ edersin. Yani kendi eksikliğini ve aczini hissedersin. Dolayısıyla bu acz ve eksiklik seni tekâmüle götürür. İşte kâmil insanın terbiye ediciliği budur. Yoksa o azarlayarak, kırarak değil; bazen gerekirse hatırlatarak, fakat çoğunlukla kendini örnek kılarak terbiye eder. Onun bu hâline yani hareket hâline, devamlı terbiye ediciliğine ve devamlı senin kendini onda seyredişine celâl denir. Çünkü devamlı hareket vardır. Ama sonra kâmil insanın kendini temâşâ etmeye başlarsın. Artık kendini kâmilde değil de, kâmili görmeye başlarsın ve kendini görmemeye başlarsın. O zaman onun ezelî ve ebedî güzelliğini ve cemâlini idrak edersin. O da onun içidir. O zaman sen de kendi içindeki hakikî güzelliğin aslını orada görürsün. Yani önce dışını celâlle, sonra içini cemâlle terbiye eder.

Müge Doğan: İbn-i Arabî diyor ki: “Bir vakit olur ki, kul rab olur, başka bir vakit de kulluk derecesine iner. Kul, kulluk derecesine inerken Hak ile genişler. Rab olursa yaşayışı daralır.” Buradaki kul kimdir?

Cemâlnur Sargut: Burada şunu demek istiyor, kuldan bahsediyor. Kul, insân-ı kâmil demektir. Kul, yani kendini temizlemiş, nefsânî sıfatlarından arınmış, insanlık makamına yükselmiştir. O hâliyle öğreticidir. Çünkü öğrettiğinin farkında bile olmaz ama hâli öğreticidir. İşte o zaman o hâlin mes’ûliyetini taşır. O zaman canının istediğini yapmak hakkını kaybeder. Çünkü örnek olmak zorundadır.

Müge Doğan: Yaşayışı daralır derken bunu mu kastediyor hocam?

Cemâlnur Sargut: Evet. Dâimâ örnek olmak zorundadır. İşte bu örneklik, Peygamber Efendimiz’e,  ayak ayak üstüne attığında “kul gibi otur” emrinin gelişi, hayatta bir kere yüzük taktığında, “ben seni oyun oynamak için mi yolladım bu âleme” deyişi yâhut bir kere ayağını hızlıca yere bastığında, “kibirli basma” deyişi gibi Allah’ın onu dâima etrafa örnek hâlde olması için uyararak kendindeki bütün hakları yok etmesidir. Bu yüzden kulun yaşayışı daralır. Sonra kul, dünyaya inip de kulluğuna dönüp de Rabliği kalkınca o zaman mes’ûliyeti kalkar yani öğretme mes’ûliyeti kalkar ve o zaman da genişler. Onda varlık kalmadığı için sırf Allah’la bir ve beraber olur. Yaptığı her şey Allah’tandır.

Müge Doğan: “Hz. Muhammed’i kabul etmeden önce Medine’nin ismi Yesrib’ti. Rab ismini kabul edince medeniyet anlamına gelen Medine ismini aldı” diyor Mısrî Niyâzî Hazretleri.

Cemâlnur Sargut: İşte Deizm’in ne kadar yanlış olduğu burada anlatılıyor. Yani Allah’ı tanımak için onun sevdiğini tanımak lâzım. Çünkü Allah’ın vahdâniyeti onun sevdiğinde tecellî eder. Ben Allah’ı bilemem, zât-ı ilâhîsini kimse bilemez. Ama isim ve sıfatlarını idrak için, o isim ve sıfat birliğini taşıyan bir kâmil insana mutlaka ihtiyaç duyarım. Onun varlığında kendi eksikliğimi, hiçliğimi, sadece bir veya birkaç isme sahip oluşumu, onları da yanlış uyguladığımı anlarım.

Medeniyetin mânâsı cehilden, cehâletten kurtulmak demektir. Cehâlet devrin sahibini tanımamak, kâmil insanı tanımamaktır. Aslında kâmil insanı tanımamak diye bir şey söz konusu olamaz ancak nefsin onun kâmil olduğunu reddeder. Nefsinin kâmil olduğunu reddetmeye onu tanımamak diyoruz, yoksa onu tanıyor.

Müge Doğan: Onu tanımak demek ilmi üzerine yaşamak mıdır?

Cemâlnur Sargut: Evet… Onun ilmi üzerine yaşamak tanımak demek. Nefsin onu reddederse, onun ilmini ve onu âciz ve eksik görmeye meyledip kendini üstün görmeye çalışırsa o zaman insan, vücudu içinde medeniyetten uzaklaşır çünkü câhildir. Câhil olduğu için medeniyeti kabul etmez.

Müge Doğan: O halde Peygamber Efendimiz’i tanımak, onu ve onun tebliğ buyurduğu dini kabul etmek demek her devirde onun tecellisini taşıyan ve onun ilmini bize aktaran insân-ı kâmili de tanımak ve kabul etmek demek midir?

Cemâlnur Sargut: Evet..

Müge Doğan: Çok teşekkürler efendim..

 

Yâ Rabbim

Dünya üzerinde ne kadar roman, ne kadar ansiklopedi, ne kadar biyografi var?

Kaç yaprak eder okuyabileceğim kitaplar?

Bir insan, hayatı boyunca başını hiç kaldırmadan okusa, dünyadaki kitapların ne kadarını okuyabilir? İzlemeye, dinlemeye, öğrenmeye çalışsa tüm hayatı boyunca, var olan bilginin ne kadarını edinebilir?

Elde kalan acz ve hayret.

Bu muazzam genişlikteki bilgi kaynağı karşısında bizim çok sınırlı bir kapasitemiz var. Bu kaynağın derinlerine doğru yol almaya hadi gücümüz yetse desek, bu sefer kısacık ömrümüz, zamanımız buna yetmez. Hem belli frekanstan ötesini duyamayan, belli uzaklıktan veya yakınlıktan ötesini göremeyen yani algılama imkânı sınırlara bağlı olarak değişen beş duyumuzla edindiğimiz bilgilere de güvenemiyoruz ki. Meselâ benim gördüğüm mavinin, başkasının kırmızısı olup olmadığından nasıl emin olabilirim? Zaten var olan bilginin çok çok az bir kısmını edinebiliyorken, bir de şu beş duyumun aklıma yönlendirdiği kısıtlı bilginin elinde mahkûm olduğum gerçeği önümde duruyor. Ne duyularıma güvenebiliyorum, ne aklıma. Bir de bunun akılla kalp arasındaki bağlantıyı kurma tarafı var ki, işte orası benim için tamamen muhâl…

Ben hep “anlayamadığımdan” dolayı sıkıntı çektiğimi düşünürüm. Hatâlarımı da anlamam. Anlamayınca onları düzeltmek için elimde bir veri yok diye üzülürüm. Sanırım en çok buna üzülürüm. Ortaokul yıllarımdan beri Necip Fâzıl’ın şu dizeleri aklıma gelir durur:

“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var.
Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var…”

Sohbetler’i açıyorum… Efendim diyor ki: “Nasıl ki Hazret-i Mûsâ ulülazim bir peygamber olduğu hâlde, Allah’ın emriyle, ledün yani esrâr-ı ilâhî ilmini elde etmek için Hızır’a mülâkî oldu. Hızır Hazretleri, kendisiyle arkadaşlık edebilmek için hiçbir şeye îtiraz etmemesini şart koştu. Fakat mâlûm olduğu üzere Mûsâ üç defa Hızır’a îtiraz etti. Böylece de Hızır, aralarında firak gerektiğini Mûsâ’ya bildirdi.”

O koskoca Hazret-i Mûsâ iken bunları yaşadıysa, ya biz ne yapalım? Bu kadar karışık ve zor olabilir mi bu anlama/idrak etme/öğrenme işi? Hayır, olmamalı… Peki benim anlamadığım nedir?  Neyi kaçırıyorum, neyi? Yine her an unutmak üzere, cevabını biliyorum.

“Bir ânın sayısız kez çoğaltılmasının farklı görüntüleri” demişti Yazar Ali Ayçil… Bunu ne için söylediğini hatırlamıyorum. Bir edebiyat sohbetiydi, not almışım… Notlarımın arasında bu ifâdeyi okuyunca “dünya tam da bu işte” dedim. Dünya işte bu… Bir ânın sayısız kez çoğaltılmasının farklı görüntüleri… Ve çoğalan o her farklı görüntüde tek bir soru yükseliyor arkadan: “Ben sizin rabbiniz değil miyim?”

Hocam anlatırken der ya, ezel âleminde bize soruldu, her an tekrar tekrar soruluyor. “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” hitâbı hepimize her an geliyor, diye… Bir ânın (o ânın), sayısız kez çoğaltılmasının, farklı görüntülerini yaşıyoruz. Ben sizin rabbiniz değil miyim sorusunun, bütün insanlar için her an yeniden gelişi ve o tek bir ânın hepimizde farklı farklı görülmesi değil mi şu dünya dediğimiz?

Tek soruya tek cevap: Belî, evet dedik. Rabbimizsin, bizi terbiye eden, bize öğreten sensin. Herkesten, her şeyden yalnız sen öğretirsin. Beş duyumun sınırlı algıları, beynimin dalgaları, aklımın bağlantıları gönlüme hangi bilgileri taşırsa taşısın, bilginin hangi düzeyine varırsam varayım, ne kadar çok şeyi anlarsam anlayayım, ne fark eder?.. Bana öğretenin sen olduğunu anlayamadıkça, rabbim sensin diyerek her şeyde seni fark edemedikçe, ânın içinde sana şâhit olmakla mutluluğa varamadıkça, anladıklarımın, öğrendiklerimin ne anlamı kalır? Kalmıyor işte. Her şeyde seni görmek, seni tanımak, tanıdıkça daha çok sevmek ve her an bu idrakle mutlu olabilmek için varız. İşte bunu bilmek gibisi yok…

“Bir sisli hazân kesilir rûhum eğer görmesem;
Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem?”

Unutsam da, farkına varamasam da, takılıp düşsem de her an, yâ rabbim, Rabbim sensin. Sen her an yeni bir şen’de tenezzül edensin.

 

Hatırlamak

Kumsalda oturmuş denize bakıyorum. Serin rüzgâr yüzüme vuruyor. Ayaklarımın altında beyaza çalan incecik kumlar. Deniz masmavi ve ben ona bakmaya doyamıyorum. Oysa beş dakika kadar önce buraya geldiğimde böyle düşünmüyordum: Ekim’in ortasında denize girilir mi? Deniz acaba hâlâ sıcak mıdır? Sıcak olsa bile bu rüzgârda sudan çıkınca insan kimbilir ne kadar üşür? Şu incecik kum taneleri de ayakkabıma girdi girecek, biraz daha yavaş yürüsem mi? Çantamı oraya koymayayım, altına kumlar yapışacak, vs.

Bir konferans için Çeşme’deydim. Haftasonuna denk geldiği için ailemi de getirmiştim beraberimde. Cuma sabahı konferansın ilk bölümünden sonra bir ara verildi. Bu sırada ailemi otelin hemen önündeki kumsala kadar bırakıp orada onlarla bir yarım saat kadar geçirebileceğimi düşündüm. İşte kumsala geldiğimde yukarıda bahsettiğim, arkası kesilmeyen menfî düşünceler tüm aklımı sardı.

Ben bunları düşünürken şortunu ne zaman çıkardığını bile anlamadığım beş yaşındaki oğlum denize girivermiş, benim “şimdi buz gibidir” dediğim sulara kendini hafifçe bırakmış, kafası dışarıda yüzmeye başlamıştı. Öyle mutluydu ki! Oysa yanında ne bir arkadaşı, ne de bir başkası vardı. Kıkır kıkır gülüyor, zevkten kendinden geçiyordu. Onu görünce ben de çok  mutlu oldum, hatta neredeyse onun gibi kıkırdayacaktım. Bu beş yaşındaki bızdık bir anda her şeyin ne kadar da güzel olduğunu hatırlatıvermişti bana.

Öyle ya, o yaşlarda ben de kafama takmazdım ıslanmayı, üşümeyi, kumlanmayı, terlemeyi. Sanki ne bir an sonrası, ne de bir an öncesi yokmuşçasına eğlenmeye verirdim kendini. Çocuktum!

Biraz daha geriye gidersek, yani ruhlar aleminde, elest bezmine, orada da durum farklı değildi: “Evet!” demiştik tüm benliğimizle, “Sen bizim Rabb’imizsin!”. “Bizlere ne verirsen razı olacağız. Çünkü bizler ancak sana kulluk edeceğiz.”

Aradan biraz vakit geçti ve bizler bırakın elest bezmini, çocukluğumuzu dahî unutuverdik. Hayatı karmaşıklaştırıp mutsuz olmanın yollarını aradık âdetâ. Cennetten bir köşeye benzeyen bir kumsalda bile, ayağımıza giren kumlardan, tenimizde kuruyan tuzdan hayıflandık. Nefes alıp verebilmenin ne kadar büyük bir nimet olduğunun farkına varmak yerine, havanın soğukluğundan, elbisemizin ıslaklığından şikâyet ettik. Elimize geçtikçe bizi mutsuz eden metânın her geçen gün daha da mübtelâsı olduk. Daha da gülüncü, elimizden çıkanlar için üzüldük, sanki bize ait olan herhangi bir şey varmışçasına…

Çocuklar sayesinde bazen çocukluğumu hatırlıyorum. Hiçbir sebebi yokken gülümsemeye, soğuk da olsa denize girmeye, üstümü kirletse de çamurlara, kumlara bulanmayı dert etmemeye gayret ediyorum. Bunları yapmayı öğrenmekten ziyade hatırlıyorum. “Evet!” diyorum. “Dün gibi aklımda: Ben de yere düşünce dizlerim kanardı, pantalonum yırtılırdı. Düşündüğüm tek şey annem eve çağırmadan topa bir kez olsun daha vurmaktı.” Hatırladıkça tıpkı o elest bezminde söylediğimize benzer şekilde yine “Evet!” diyorum. “Evet! Mükemmelsin! Kusursuzsun! Çok şükür seni hissediyorum! Bu âna şâhit olma lûtfuna erdim! Yaşattığın her şey ne kadar güzel!”

Var olan ne varsa her şeyin öğretmeni de hatırlatmak için tekrar tekrar soruyor:

“Ben senin Rabb’in değil miyim?”

Öğretmenim, Canım Benim

Buradayım. Yaşamaya çalışıyorum. Bir adım atıyorum. Sonra bir adım daha… Birbirlerini takip eden ufuklara açılan adımlarla yol kat ediyorum. Yol epey güzel geliyor. Yalan söyleyemem. Seviyorum. Canımdan çok sevdiğim öğretmenimin bir tebessümü her şeyi sevdirmeye yetiyor. Bir bakışıyla aşka geliyorum. Yanındayen içim dışıma taşıyor. Her geçen gün biraz daha çok fark ediyorum ki o her dâim yanımda. Bunu hatırladığım vakitlerde yine bir coşkuyla taşıyorum

Onun mânâsından yayılan gül kokusu ve baldan tatlı sözleri, amel dünyamı çerçeveliyor.. Bazı şeyleri bilmek için orada olmak yetiyor. Bazen nefes aldığımda o tadı damağımda hissediyorum. Elim telefonuma gittiğinde, bir dilim ekmek yediğimde, ayakkabılarımı bağlarken, yanında bir yudum çay içtiğimde ve sessizliğimde hep onu duyumsuyorum. Ayrıca kendime durmadan hatırlatmak da hoşuma gidiyor. Çünkü bu beşer, gaflete düşüp çokça unutuyor.

Öğrencilerinde onun gözlerini, bakışını görüyorum. Öyle çok seviniyorum ki. Gönül onlarla konuşmaya başlıyor. Güzel ve doğru yaşayışını yaşayanları görüp seyrettikçe kokusunun nasıl da yayıldığına şâhit oluyorum. Her birini ayrı ayrı ve bütün olarak örnek alıyorum. Hep birlikte yürüdüğümüzü fark ettikçe sevinip duruyorum. Çünkü yolculuğum, hislerimi paylaşabildiklerimle güzel.

Öğretmenimin gönlü bana kendisinden ve öğrencilerinden her dem konuşuyor. Kendisini vazgeçmeden her dâim hatırlatıyor. Bıraktığı ayak izleri sayesinde de takip etmeye çalışıyorum. Çok şükür… Onun gönlü ise bir gül bahçesi gibi devamlı açıyor. Orada güllerini buduyor. Gülleri, budanıyor. Budandıkça güzelleşiyor. Kalbindeki o güzellikleri tek bir güzel olarak ne de güzel var ediyor. Hayret ediyorum ve inanıyorum. Nefsim de darbelere kendini bırakmış, dikenlerini bir bir döküyor. İstenmeyen huylarımı alsın budasın. Yok etsin. Kendime dair hiç bir şey kalmasın isterim. Bir çiçek açacaksam öğretmenimi açmak isterim. Boğazımı, onun ellerine bırakırım. İrâdemi alsın kendi irâdesi eylesin isterim. İstedikçe isterim. Bir âciz ne ister ki başka?

Memnunum. Yörüngesinde dönüp duran pervâne gibi yanıyorum. Yaklaştıkça yanıyorum. Kül olayım da tertemiz kalayım. İçinde kaybolmayı o kadar çok isterim ki uğruna her istediğini, herşeyi vermeye razıyım. Kendimde verecek hiçbir şey kalmasa da vermeye devam edeyim. Kendimde kendime dair bir cüz kalmasın… Onsuz kalacağıma onunla yok olmaya razıyım. Zaten onsuz var olmak neye yarar?

İsterim. Öğretsin isterim. Bileyim ki onu daha çok seveyim. Tanıyayım ki dolu ve diri yaşayayım. Konuşalım ki sevindireyim. Bakışalım ki gözlerinde kaybolayım.

Hem yakınında hem de uzağındayım. Sen nasıl gelmemi istersen öyle geleyim. Ne kadar gelmemi istersen o kadar geleyim. Sen nasıl uygun bulursan o bana kâfidir. Bir kelimeni işitsem, başka dünya istemem…

Bir gün sana kavuşayım diye niyaz edecek olsam da eminim ki zaten seninleyim. Seni kendimde yaşatıyor ve seninle yaşıyorum. Yoksa eminim ki sensiz hiç bir nefesin tadı yok. Edep ederim de sana açılmaya dilim varmaz. Sensin ki beni benden iyi bilen, sana diyecek sözüm kalmaz. Suskun suskun yanında otururum. Fakat bilirsin ki yanında sonsuz huzurdayımdır. Havada uçuşan bir toz tanesi kadar olmayan şu vücudda ne varsa senindir, huzurundadır. Bir tebessümün yeter…

Kavseyn


Daha büyük minnettarlık yok. Öğretmen sevgisini çocuk halinle tam bir aşk olarak yaşarsın. Neyin minnettarlığı olduğunu bilmeden. Sana bir şey öğretti bilincinin minnettarlığı olamaz ki bu. Orada vurulduğun, karşılıksız verme ve şefkatin en mânâlı halidir; anne sevgisini bile tatlı bir mesafeyle geçer.

Sonra, anneyi de öğretmeni de fersah fersah geçen bir güzellik gelir. Bir habercidir, söyleyecekleri vardır. Kendiyle, ilmiyle beraber âlemi de getirir yanında hediye olarak. Çünkü sadece söyleyecekleri değil, gösterecekleri de vardır. Hatta koklatacakları. Gül bahçelerinin içinden başka bahçelere geçirir. Tek bir gülün katmerleri gibi bahçeler, âlemler, peygamberler birbirinin içinde katmerlenir.

İşte bütün âlem onun önünde titrerken, açılıp açılıp solarken, nefes nefes kabarıp inerken o minik sonsuz siyah bir noktaya doğru yoklaşır, yaklaşır. Kavseyn olup incelir, işte ona orada secde edilir.

En Büyük Mürşid

Rahman. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti. (Rahman, 1-4)
***
Mürşid: 1. Rehber, kılavuz, önder: Büyük mürşidimizin emrini minnet dolu gözlerle kabul ettim (Yusuf Z. Ortaç). 2. Hak ve hakîkate erişme yolunda müritlerine örnek olan, onları irşat eden, rehberlik eden kimse, şeyh: Mürşitle müritleri “ism-i celâl” zikrine başladılar (Rûşen E. Ünaydın). Fakat bir türlü rûhundaki susuzluğu gideremediği için yüzünü tasavvufa çevirmiş, kendisine mürşit arayan genç bir âlimdi (Ahmet H. Tanpınar). -(Kubbealtı Lûgatı)-
***
Sorularla başlayalım. Olur mu?
Hayatta en hakiki mürşid gerçekten ilim midir? Kimilerinin dilinden düşmez ya… Siyâsîleşmişdir de belki de ondandır böyle âyet gibi sarılışı kitlelerin… İlmi ilim yapan nedir? İlim mi yol gösterir insana, yoksa ilmi yaşayan, uygulayan mı? İlmi mi bulmuştur insanoğlu yoksa o zaten vardır da Rabb’in ilhamıyla “âciz” dâhiler keşif mi eylemişlerdir? Peki ilim ilim için mi vardır, bizim için mi?
Daha önce sana söylemiştim. Bu sorulara cevap verecek gücüm ve kudretim yok; daha önce de demiştim sana. Ben sadece dinler ve tefekkür ederim. Bunu yaptıran Rab, günü gelir bu sırları da âşikâr eder elbet. O’nun bileceği iş. Ben bilmem. Bilmem de bütün bu laflar da uzadı. Sanki şöyle mi kesseydik: “Hayattaki en büyük hakikat mürşiddir” desek daha mı iyi olurdu? Bak bu daha güzel oldu. Diğerine hiç içim ısınamamıştı.
***
Sahaflar şeyhi diye de bilinen Cerrâhî şeyhi Muzaffer Efendi (k.s.)’nun bir gün dükkânına kitap almaya girer bir zat, “Allah’ın Gazapları adlı kitap var mı?” diye sorar. Kendileri tüm haşmetiyle irkilir ve “Yok oğlum, bizde Allah’ın rahmeti var” diye buyururlar. Öyle ya Rahman’dır Allah; niye gazabı önceleyelim ki? Rahmeti vardır O’nun, gazabını örten… sî nefs hep alttan alta “Rabbin seni unuttu” diye söylenip durur ya… O der ki “Ben size şahdamarınızdan daha yakınım.” sî nefs “seni bu dünyaya attı, bıraktı” der ya… O da der ki “Seni yarattım, lâkin ondan önce Kur’an’ı öğrettim.” (Rahman Sûresi’nin ilk 4 âyeti)
Dehşete bakar mısın? Seni yaratmadan Kur’an’ı öğrettim sana, diyor. “Git, hatırla ne öğrettiğimi” der gibi sanki burada. Rahmete bak… Ama saidine de, şakîsine de, hepsine öğretiyor. Kimin ne yapacağını bile bile… “Mutlu”lar hatırlıyor, anasına-babasına verdiği bir sözü hatırlar gibi. “Bedbaht”lar ise her zaman şaşkın, hatırlayamadığı için bocalayıp bir ‘idea’dan diğerine savruluyor. Ruhunun derinliklerinde hep bir şeyler eksik çünkü, asıl yapması gereken şeyi yapamıyor. Hatırlayamıyor!!! Hatırlasa dirilecek, oysa uykusuna devam ediyor. Unutanlardan olursak bize yazıklar olsun, Allah’ım sen bizi muhafaza eyle. min.
***
Lâ ilâhe illallah demek aslında “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” sorusuna “Evet” demek değil midir?
Rab, eğer öğretense ve biz ona evet demişsek sonra da bizi bu “oyun âlemine” yollamışsa belki de bu oyunu kazanmanın tek yolu: “Evet, yapan yaptıran sensin. Bunu bana öğreten de sensin. Senin imtihanların, senin rahmetin olmasa ben kendimi nasıl bulurdum? Tövbe! Seni nasıl bulurdum? Kendimi buldum, seni buldum. Ben gittim, Sen kaldın. Ben yoktum Sen vardın. E sen hep vardın, ben neydim?”
***
Yazının başında Rahman Sûresi’nden 4 âyet paylaştık, ona bir de Kubbealtı Lûgatı’ndan mürşid ne demek, onu ekledik. Şimdi bu fasıllarla alâkayı kur bakalım kurabilirsen. Lûgatta bir açıklama daha vardı mürşid ile ilgili. Onu unuttum sanma. Sona sakladım. Ayrı dursun, beynine çakılsın diye. Ne diyorsun? Al, bak:
“Mürşid: Mürşid-i âzam: En büyük mürşit, Hz. Muhammed (s.a.v)”
Hayattaki en büyük hakikat mürşiddir. En hakiki, en büyük mürşid ise Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Vesselâm.

Öğretmenle Seyahat

“Dünya okuyabilen için bir kitaptır” derler. Nasıl okunur dünya, her yerde bu kadar acı ve karmaşa varken? Bunca sıkıntıya rağmen, nasıl zevk alır dünyadan. Sıkıntıyı çeken biz olmasak bile, başkalarının çığlıkları gelir kulaklarımıza… İçimizi acıtır ve öfkelendirir bizi…
Hem kendi yaşadıklarımız ve hem de başkalarının acıları, karanlığa iter bizi. “Bu bana yapılmalı mıydı” veya “haksızlık bu!” diye çığlıklar kopar içimizden… Fakat bilmeyiz ki hayatta her şey yerli yerindedir. Diyelim ki biraz Mevlânâ okuduk ve her şeyin Allah’tan olduğunu öğrendik. Keşke bilgiyi öğrenmekle her şey bitseydi… Ama ne zaman sıkıntılı bir hâdise başımıza gelse yine karanlık kör kuyulara düşeriz. Çünkü bilgiyi bilsek bile onu uygulamak için hem bilgiyi sık sık tazelemek ve onu bir modelden görmemiz gerekir. Hâdiselerin iç manasını anlatan ve kendi de haliyle bunu gösteren bize bir öğretmen lâzımdır. Öğretmen kendi içinde barışı sağlamış kişidir. Bizi cehennemden cennete çeke çeke götürür. Tek bir amacı vardır öğretmenin; o da Allah’ın kendi gözetimine verdiği bizleri sağ sâlim yine Allah’a götürmektir.
Bir ilkokul öğrencisi okuma yazmayı tek başına öğrenemez, mutlaka bir öğretmene gereksinim duyar. Aynı şey diğer dersler için de geçerlidir. Kendi yaşadığım bir hâdise vardı: 19. yüzyıl müziği ile ilgilenen bir arkadaşım vardı. Bir gün bana bu dönemin müziğinden bazı örnekler dinletti. Ben sıkıntıdan patladım, içim bayıldı. Ne var ki arkadaşım dinlerken zevkten zevke giriyor, parçanın bazı yerlerinde “bak, işte burası hârika” diye beni uyarıyordu. Oysa ben klasik müzikten hiç anlamam ve ona neyin bu kadar keyif verdiğini çözemedim. Aynı mekânda fakat farklı duygular içindeydik. Bilmeyince ya da anlamayınca zevk alan kişi de size tuhaf geliyor. Arkadaşım parça bittikten sonra benden kusura bakmamamı istedi, klasik müziğin öğrenildikçe sevilen bir müzik olduğunu anlattı.
Şimdi anlıyorum, aslında herşey böyle değil mi? Bir öğretmen ile beraber içimizdeki sokaklarda yürürken keşfederiz içimizdeki güzellikleri ve nefsaniyeti. Bilmeyince geçtiğimiz yollar yavan ve ham gelir. Oysa yavan ve ham olan da bizlerizdir. Öğretmen hep güzellikleri gösterir. Târumâr olmuş içimizde yeni açan bir çiçeği meselâ… Güzellikleri gösterir, bizi oraya odaklayıp onu içimizde büyütmemizi ister. Öğrendikçe zevk alır ve huzurlu oluruz. Dışarıda kıyametler bile kopsa içimizde huzur ve emniyet vardır.
Dışarıda hep bir savaş var olmuş ve olacak. Bizi dışarıdaki savaş değil, asıl içimizdeki nefis mücadelesi ilgilendirir. Hâricî sıkıntılara rağmen içimizde huzur kandillerini tutuşturana şükür…

Ömür Boyu Öğrenmek

Beş buçuk yaşında okulun kapısına doğru yaklaşırken, annem elimden tutuyordu. Annemin her zaman güvendiğim, sıcak, yumuşacık eli… Okula yaklaştığımız sırada annem durdu ve bana dönerek “bu okulun kapısından geçtikten sonra ben artık senin annen değilim, öğretmeninim. Bana anne değil, öğretmenim demen gerekiyor. Bu okulun kapısından çıktıktan sonra ise annenim. Bunu hiç unutma ve ona göre davran kızım, olur mu?” dedi. Ne demek istediğini anlamıştım; öğretmen bir anne babanın kızı olarak öğretmen-öğrenci ilişkisi hakkında az da olsa bir fikrim vardı. Okul sınırları içinde anneme nazlanamayacağımı, sızlanamayacağımı ve onun dediklerine harfiyen uymam gerektiğini anlamıştım, belki de daha doğrusu sezmiştim.

Okuma yazmayı erken öğrendiğim için, anaokulları çok pahalı olduğundan anaokuluna gidemediğim için, annemin okulunda sadece bir tane birinci sınıf olduğu için ve o sınıfın öğretmeni de annem olduğu için benim ilk öğretmenim annemdir. Genellikle bana en son söz hakkı veren, biriyle tartıştığım zaman muhakkak beni hatâlı bulan, öğrencilik hayatımda bana gerçekten en düşük notları veren sevgili annem… Okulda yaptıklarına hiç itiraz etmezdim, ancak eve gidince kızardım: “Sen bana kızdın ama ben haklıydım, aslında şöyle şöyle oldu” diye anlatırdım. Annem de “Kızım, biliyorum ancak sen öğretmen çocuğusun, eğer sana iki defa söz hakkı versem, öğrenciler seni kayırdığımı düşünürler, kavga ettiğinde de seni haklı bulamam. O yüzden haklı da olsan sınıf arkadaşlarınla kavga etmemeyi öğrenmelisin” derdi. Zannederim imtiyazlı olabileceğim durumlardan faydalanmamam gerektiğini bu yaşlarda öğrendim. Öte yandan bu duruma ancak iki yıl dayanabildim. İlkokul 3’e geçtiğim sene “ben annem olmayan bir öğretmen istiyorum, yoksa okumayacağım” dedim. Çok ikna edici olmuş olmalıyım ki o sene okulumu değiştirdiler ve ben bambaşka mizaçlı, çok sevdiğim, çok ciddi ve çok sert olan Ülker Öğretmen’in öğrencisi oldum. Tüm sertliğine rağmen onu çok sevdim, zannederim o da beni çok sevdi ve bana inandı. Beni hiç tanımayan birinin bana olan inancı ve güveni 7-8 yaşlarında göğsümü kabartmıştı. Onu ve daha sonra ortaokul, lise hatta üniversite yıllarımda hayatıma giren pek çok öğretmeni çok samimi bir şekilde sevdim, saydım.

Üniversiteyi bitirip çalışmaya başladığımda benim için öğretmenlerle ilişkim artık bitmişti. Oysa o dönemlerde bilmediğim şey, hayatımın en önemli öğretmeni ile henüz tanışmamış olduğumdu.

Allah’ın Rabbiyet sıfatı için en özet açıklamalarda “Öğretmen; mürebbi, terbiye eden, ıslah eden, yetiştiren” şeklinde ifadeler yer almakta. Ben, beni ıslah eden, terbiye eden gerçek öğretmenimle 32 yaşında tanıştım. Hani birine âşık olursunuz da neyini seviyorsun sorusuna aslında pek de net bir cevap veremezsiniz ya Cemâlnur Hocamla tanıştığımda benim hâlim tamamen buydu. Onu seviyor, ona doğru çekiliyor, ancak sorsanız açıklayacak kelime bulamıyordum. Onun yanında huzur buluyordum, endişelerim gidiyordu, dün ve yarın uzaklaşıp sadece o kalıyordu. Bu hal içindeyken o bana incelikle, zarafetle ne kadar ham, ne kadar cahil ve ne kadar çocuk olduğumu yavaş yavaş göstermeye başladı.

Diğer öğretmenlerim bana başka kitapları öğrettiler, mürşidim bana kendi kitabımı okumayı öğretti. “Nefsini bilen rabbini bilir” hadis-i şerifi gereğince bana nefsimi, nefsimin çirkinliklerini, aczimi gösterdi ve göstermeye devam etmekte. Hatâlarım olduğunda affetti, hoş gördü. Bana olan sevgisi azalmadı. Çalışkanlığı ile ilham kaynağı oldu. Allah’ın emirlerine uymaktaki hassasiyeti bende gayret uyandırdı. O hiçbir konuda beni doğrudan uyarmadı. Hatâmdan ötürü beni utandırmadı. Hep çok zarif, hep örnek oldu. Beni daha iyiye ve daha güzele teşvik etti. Attığım her adımda benden daha fazla sevindi. Yüzünden geçen bir anlık bulut kalbimi deldi geçti, bir küçük tebessümü günümü aydınlattı. İçimdeki çamuru gördü, ama hiç yüzlemedi. O çamuru aldı, yoğurmaya başladı. O çamuru insan sûretine çevirmek için hâlen bıkmadan yoğurmakta. O yorulmadı, benden ümit kesmedi. Bana öğretmenin, karşılıksız vermenin ve hizmetin mânâsını hâli ile gösterdi. Öyle bir öğretmen ki af hazinelerini, muhabbet denizini ve sabrın sırrını ben onda seyrettim.

Ben hâlâ öğrenciyim. Başımı onun omuzuna yaslamış, onunla birlikte kendi kitabımı okuyorum. Hâlâ beş buçuk yaşında annesinin elini tutan o küçük kız çocuğundan farksız, aynı heyecan, aynı korku, aynı heves ile öğrenmek, öğrenmek, öğrenmek istiyorum.