İlk Kapı

Kendime yine haksızlık ediyorum. Zaman, beni düşünmeksizin ve bana inat akıyor. Ben ise bir şeyleri düzeltmek adına hâlâ adım atamıyorum. Halbuki perdelerimi kaldırıp kendime nazar edecek daha ne kadar vaktim var, bilmiyorum. Belki de geç kalmamışımdır. Şimdi, yazarken karar versem, biraz inansam… Kararımdan döndükçe de bu satırları okusam…

Bu yol kolay mı, zor mu… Herkes kendi penceresinden cevap veriyor. Ama biliyorum; Cemâl için biraz zahmet çekmek lazım. Önce kendimi olduğum gibi kabul etmekle yola koyulmalıyım… Hiç kulak verdim mi kalbime? Ya çok üzgünsem kendime karşı acımasız olduğum için, bazı insanlara karşı eleştirilerimi susturamadığım için… Artık yorulduysam beklentilerimle başa çıkamadığım için… Hiç umudum kalmadıysa yaşamak istediklerimi hep ertelediğim için… En önemlisi, ya çok utanıyorsam her şeyi aradan çekip O’na sığınamadığım için!

Uzun zamandır düşünüyorum, zamanı başa sarabilseydim bir şeyler değişir miydi diye… Aynı akıl, aynı kalp değil miydi? Farklı bir yerde, farklı şartlarda yetişsem de kumaş aynıydı. Yine bu yola dökülürdüm. Aynı kararları alırdım, aynı duyguları hissederdim, aynı gözlerle bakardım ve içimdeki özgürlük duygusunun iplerine sıkıca sarılırdım. Yine severdim uzakları, yolculukları, hayalleri… Hiçbir şey değişmezdi. Belki de, hep söylendiği gibi, artık bakış açımı değiştirmem lazım.

Mesela kalbim bana çok şey öğretmiş olabilir; sevmenin, dostluğun ve samimiyetin insanı besleyip büyüttüğünü… Öfkem de bana çok şey öğretmiştir belki; bir duygunun kalpteki güzellikleri örtüp insana ne kadar zarar verebileceğini ve etrafındakileri de ne kadar incitebileceğini… Sonra hatalarım çok şey öğretmiş olabilir; neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ve tekrar ayağa kalkılabileceğini…

Bugün umutluyum. Bütün kapıların anahtarı O’nda… Yeter ki dünya işlerinde koşuşturduğum gibi bu yolda da sebat edeyim. Gel gör ki verirse sebat da O’ndan… İnanıyorum; kendimi affetmeyi denediğimde ilk kapıyı açacak… Ama gerçekten, bütün samimiyetimle niyet edersem! Sonra zaman yine akmaya devam ettikçe perdelerim de aralanacak, belki de bakmaktan görmeye bir hâl yaşanacak. Ve Cemâl, en son kapıda beni karşılayacak…

Mehveş

 

“Bekle yâ Muhammed, Rabbin salâtta!”

Birçoğumuzun bildiği üzere, Miraçta Cebrâil Aleyhisselâm bir yere kadar peygamberimize refakat ettikten sonra, oradan daha ileri gitmesine izin olmadığını ve ondan sonra yalnız gitmek zorunda olduğunu söyleyerek kendisini yalnız bırakmıştır. Fakat, Hazret aşkın kapısına vardığında kendisine “bekle yâ Muhammed, Rabbin salâtta” buyrulmuştur.

Peki koca Cebrâil neden yola devam edememiştir? Cemâlnur Öğretmenim der ki: “Cebrâil, aklın mümessili olduğu için, kendi hududunda, sidre-i müntehâda kalmıştır. Hz. Muhammed’in bundan sonraki ilerleyişini sağlayan Refref, yani Aşk beygiridir.” Bilindiği üzere “salât” kelimesi, insanlar için duâ ve kulluk, Allah için rahmet ifade eder. Buna göre, Hazret bir kul olarak, bir vücud içinde, mirâcın zirvesine kadar gelebilmiş ama belirli bir noktanın ötesine devam etmesi uygun görülmemiştir. Asıl güzel olan odur ki, peygamberimize bu hadis ile Allah’ın kullarına tenezzül ettiği müjdesi verilmiştir. Allah, Peygamber’e tenezzül edip O’nun mânâsının kendisine yaklaşmasına izin verirken, aynı zamanda Hazret’in ve akabinde biz yaratılmışların kendi hakikatimizi görebilmemiz için gerekli koşulu sağlamıştır. Allah, o yüce ruhu önce kendine yaklaştırmış, sonra yeniden alçaltmıştır. Peki neden böyle yapmıştır? Benim anlayışımca, Allah bizlere kendimizi öğrenmemiz için bütün isimlerini ayna kılmak istemiştir. Yani bizlere bütün yaratılışın insan için bir nevi öğretici olduğu müjdesini vermiştir. Bu sebepten Peygamber’in mânâsını kendine yakın tutup mânâsını vücud içinde bize bahşetmiştir.

Bizler günlük hayatımız içinde zaman zaman yaratılmış her şeyin hak olduğunu unutup karşımızdaki insanları kolayca yargılayabiliyor, beğenmiyor veyahut insanlara kırılabiliyoruz. Oysa Hz. Muhammed’e bile âyet inmiştir “âmâya surat asmayacaksın” diye… Yani kalbi kör olana surat asmamamız emredilmiştir. Çünkü o kalbi kör olan kimse de bir Hakk’ın bir yüzüdür ve ondan da öğreneceğimiz bir şey vardır. Aslına bakılırsa, bizlerin şu hayatta ‘zorluk’ diye addettiğimiz şeyler pişmemiz ve insan olmamız için bir ‘lûtuf’tur. Böyle düşünebildiğimiz vakit, hayat gerçekten çok büyük mânâlar kazanıyor ve insan olabilme çabası âdetâ bir sanata dönüşüyor.

Peki nasıl kendimizi ‘âmâya surat asmamaya’ ve/ya insan olma sanatında birer rol model olmaya teşvik edeceğiz? Nefsimizi yenerek inşaallah… Şunu yaşayarak deneyimliyoruz ki ancak ve ancak nefsimizi bir kenara bırakıp bütün mânâsı ile kul olmaya, yani yaratılmış her şeyde Allah’ı görmeye ve bu idrak ile yaratılmışa hizmet etmeye kendimizi adadığımız vakit, Allah’ın ilmi bizde zuhur etmeye başlıyor. Diğer bir deyişle, içimizde ‘ben biliyorum, doğru yapıyorum, o bilmiyor’ düşüncesini yendiğimiz ve başkalarına herhangi birşey ‘öğretme’ iddiamız olmadığı zaman… Bu düşüncelerin yerini Allah aşkı ile ümit kandilleri olma isteği, benlikten geçebilme, birleştirici özelliğe kavuşabilme arzusu ile doldurduğumuz zaman gerçek insan olma yolunda rol modellere dönüşebiliyoruz.

Kenan Rifâî Efendimizin söylemiş olduğu gibi:

“Dünyaya gelmekten maksat, kişi Rabbini bilmektir.
Rabbini bilmeye sebeb evliyâyı bulmaktır.
Bulmak değilmiş bilmek, bilmek değilmiş bulmak,
Evliyâya gönül vermek, rengine boyanmaktır.”

Öyle ki, bu hayattan maksat, bizi o bahsi geçen “terbiye halkası”na sokacak bir veli bulmak ve onun eteklerine yapışmaktır. Ki… O Allah sevgilileri bizlere yaşayış ve öğretileri ile kendi içimizdeki Rabbiyet’i, yani güzel sıfatları, imanı, irfanı ve aşkı keşifte yol gösterici olabilsinler. Hakkikat-i Muhammediye rengine boyanma çabamızda bize destek olabilsinler.

İşlemediğim Günahın Masumuyum

Bir süredir düşünüyorum; insan bir günahı işlemeyip “zevkini” tatmamışsa, o günaha karşı geliştirdiği kalkan, irade, kontrol mekanizması ne kadar gerçekçi ve sağlam olabilir? Elbette “hadi hep birlikte günaha doymayalım!” gibi bir söylem içinde değilim ama işlemediğimiz bir günahın masumu olarak o günahı işleyenlere öğretmenlik yapmaya kalkmak biraz garip değil mi? Öğretmenlik deyince aklıma ilk bu geldi nedense…

Dürüst olmak gerekirse, bu yazıda Hz. Peygamber’in, mürşidin, Allah’ın öğreticiliğinden bahsetmek istemiyorum. O zaten hepimiz için âşikâr ve itiraz edilemez bir gerçek. Ben ters köşelerde gezinmeyi diliyorum. Meselâ kendi öğretmenliğimiz… Kendi kendimize ne öğretebiliriz? Okuduğumuz kitaplardan edindiğimiz bilgilerle kendimize çekidüzen vermemiz ya da örnek aldığımız bir rehber varsa onu takip ve taklit etmemiz mi kendimizi eğitmemizi sağlar?

Eğer öyleyse sanırım bende ters işliyor durum. Meselâ şunu farkettim: Eskiden sürekli olarak birilerine bir şeyler öğretme çabası içindeymişim; ne kadar çok seviyormuşum meğer “mânevî caka” satmayı! Hatta şu an bile aynı şeyi yaptığımdan şüpheleniyorum desem yeridir, neyse… Sonra insanlara bir şey öğretmeye çalışmanın ne kadar nâfile olduğunu anladım; herkes bana rağmen kendi yoluna devam edince… Daha sonra öğretmeye çalıştığım şeyleri aslında çok da uygulamadığımı, havalı ve esrarengiz fikirlerden oluşan, ezbere dayalı bir bilgi hazinem olduğunu keşfettim. Bunları bilinçli bir şekilde öğretmedim kendime; yaptığım hatâların bana acı şekilde geri dönüşüyle hatâlarım öğretmenim oldu. Yani dışarıya öğretmenlik yapmaya çalışırken kendi kendime öğretmenlik yapmışım ilginç bir şekilde…

Her insanın, yolunu takip ettiği bir rehberi muhakkak vardır. Benim rehberim yok diyen kişi, çevresinde, iş hayatında, izlediği dizi filmlerde, siyaset makamlarında özendiği ve dikkatle takip ettiği kişileri bir düşünsün derim; farkında olmadan kimi rehber edindiğini anlamış olur. Esas mesele şu: Neden o rehbere, öğretmene doğru çekiliriz? Bize yeni bir şey öğrettiği için mi? Yoksa bizde zaten mevcut olan bir şeyin ortaya çıkmasına ve böylece kendimizi bir adım ileriye götürmemize vesile olduğu için mi? Tabiî ki ikinci seçenek doğru olan. Fakat hatâlar ve yanlışlar için de aynı şey söylenemez mi? Neden herhangi bir yanlışa doğru süratle çekiliriz? Yasak bir meyveyi yiyip bir heyecan ve çılgınca bir zevk yaşamak için mi? Yoksa o hatânın içimizde var olan bir potansiyeli, gizliliği açığa çıkararak bizi bir adım daha ileriye götürmesi için mi? Artı ve eksi aynı noktada… Olayı farklılaştıran ise, bakış açımızdan ibaret: Tıpkı Ebu Bekir’in ve Ebu Cehil’in farklı şeyleri, aynı öğretmen olan Hz. Muhammed’de görmeleri ve gördükleri şeyi kendilerine öğretmeleri gibi…

Muharrem 1437

Hicrî 1437 İstanbul’a sonbaharla geldi.

Sağanak yağmurlu bir günde yerlerde savrulan yapraklar hiç de hüzün vermez bana. Yeniden giyinebilmek için soyunur ağaçlar, daha büyümüş, daha serpilmiş olarak bahara kavuşabilmek için dökerler yapraklarını. Celâlin cemâline giden nur olduğu gibi ve her yok oluşun daha büyük bir varoluşa yol açtığı gibi, ölüm de daha büyük ve kalıcı bir diriliğe yoldur muhakkak. Severim ben Ekimi. Hazandır ve neşesi içinde saklıdır.

Meselâ Ekim yağmurları pek bir keyiflidir. İçimde yağmuru kucaklamaya hazır bir neşe ile şemsiyesiz olarak attım bugün yine kendimi sokaklara. Lâkin sağanak bu; iki dakika içinde baştan ayağa ıslanıverdim. Halbuki Muharrem’in ilk on günündeyiz. Kerbelâ’da susuz bırakılıp şehit edilen Hz. Hüseyin Efendimiz’e ve ailesine hürmetimiz var. Yolları yolumuzdur, mânâları arayışımız, susuzlukları susuzluğumuzdur. Yağmurun neşesi bu seferlik kenarda beklesin. İçimde Muharrem’e duyduğum hürmetin verdiği suçluluk duygusu ile yağmurun tadı çıkar mı?

Ey her şeyin yaratıcısı, ey Zâhir ve Bâtın olan, ey Evvel ve Âhir olan, sen ki her işin evvelini de ardını da bilen yüce Yaradansın; istesen bu yağmurun aynısından 1376 sene evvel o Kerbelâ toprağına  indiremez miydin? O en sevdiğinin ehli beyti bir kırba su için paramparça edilirken gökleri delip o rahmeti yağdıramaz mıydın? Dilesen olurdu. Küçücük kuşlara koskoca filleri ezdiren sen, Hz. İbrahim’in ateşini gül bahçesine çeviren yine sen… Ey olmazı olduran, dileseydin Kerbelâ da olmazdı. Bana neşe olan yağmur o kundaktaki bebeklerin çatlamış dudaklarına cansuyu da olurdu. Dileseydin…

Rahmansın. Tüm yarattıklarını çok seven, çok koruyan, çok bağışlayansın. Kerbelâ’da şehâdet şerbetini içirdiklerin, daha da çok sevdiklerin değil miydi? Onlar evlâd-ı Resûl. Onlar, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin nurun kandilleri. Fâtımatü’z Zehra’nın ciğerpâreleri.

Ben sana iman etmişim bir kere, hikmetinden sual olmayacağını bilmez miyim? En kıymetlilerine acıyı revâ görmeyeceğini anlamaz mıyım? O mübâreklerin hiçbirini bilmedikleri bir yola düşürmemişsin besbelli. Şehâdete kavuşmaya vardıklarını bilerek gitmişler o belâ toprağına…  İman ederim ki vücutlarının parçalanışı bir sivrisinek acısı kadar dahî elem vermemiştir o büyük sultanlara. Onlar ki senin en sevdiklerin; sen korumaz mısın o canları? Vücutlarını senin uğruna kurban ederken dirilerin en dirisi olmaya ve en yüce dirilişle dirilmeye vardıklarını bildirmemiş olabilir misin hiç?

O halde Kerbelâ onlara değil, bize var. Kerbelâ adını dilimizle damağımız arasında her yuvarlayışımızda ve aklımıza her gelişinde ebede dek sürecek bir ibret dersinin içindeyiz. Devran her an yeni baştan yazılıyor. Ve nefsimizle ruhumuz vücud Kerbelâ’sında her an cenk ediyor.  Ucu bucağı olmayan dirilik için…