Hatırlamak

Kumsalda oturmuş denize bakıyorum. Serin rüzgâr yüzüme vuruyor. Ayaklarımın altında beyaza çalan incecik kumlar. Deniz masmavi ve ben ona bakmaya doyamıyorum. Oysa beş dakika kadar önce buraya geldiğimde böyle düşünmüyordum: Ekim’in ortasında denize girilir mi? Deniz acaba hâlâ sıcak mıdır? Sıcak olsa bile bu rüzgârda sudan çıkınca insan kimbilir ne kadar üşür? Şu incecik kum taneleri de ayakkabıma girdi girecek, biraz daha yavaş yürüsem mi? Çantamı oraya koymayayım, altına kumlar yapışacak, vs.

Bir konferans için Çeşme’deydim. Haftasonuna denk geldiği için ailemi de getirmiştim beraberimde. Cuma sabahı konferansın ilk bölümünden sonra bir ara verildi. Bu sırada ailemi otelin hemen önündeki kumsala kadar bırakıp orada onlarla bir yarım saat kadar geçirebileceğimi düşündüm. İşte kumsala geldiğimde yukarıda bahsettiğim, arkası kesilmeyen menfî düşünceler tüm aklımı sardı.

Ben bunları düşünürken şortunu ne zaman çıkardığını bile anlamadığım beş yaşındaki oğlum denize girivermiş, benim “şimdi buz gibidir” dediğim sulara kendini hafifçe bırakmış, kafası dışarıda yüzmeye başlamıştı. Öyle mutluydu ki! Oysa yanında ne bir arkadaşı, ne de bir başkası vardı. Kıkır kıkır gülüyor, zevkten kendinden geçiyordu. Onu görünce ben de çok  mutlu oldum, hatta neredeyse onun gibi kıkırdayacaktım. Bu beş yaşındaki bızdık bir anda her şeyin ne kadar da güzel olduğunu hatırlatıvermişti bana.

Öyle ya, o yaşlarda ben de kafama takmazdım ıslanmayı, üşümeyi, kumlanmayı, terlemeyi. Sanki ne bir an sonrası, ne de bir an öncesi yokmuşçasına eğlenmeye verirdim kendini. Çocuktum!

Biraz daha geriye gidersek, yani ruhlar aleminde, elest bezmine, orada da durum farklı değildi: “Evet!” demiştik tüm benliğimizle, “Sen bizim Rabb’imizsin!”. “Bizlere ne verirsen razı olacağız. Çünkü bizler ancak sana kulluk edeceğiz.”

Aradan biraz vakit geçti ve bizler bırakın elest bezmini, çocukluğumuzu dahî unutuverdik. Hayatı karmaşıklaştırıp mutsuz olmanın yollarını aradık âdetâ. Cennetten bir köşeye benzeyen bir kumsalda bile, ayağımıza giren kumlardan, tenimizde kuruyan tuzdan hayıflandık. Nefes alıp verebilmenin ne kadar büyük bir nimet olduğunun farkına varmak yerine, havanın soğukluğundan, elbisemizin ıslaklığından şikâyet ettik. Elimize geçtikçe bizi mutsuz eden metânın her geçen gün daha da mübtelâsı olduk. Daha da gülüncü, elimizden çıkanlar için üzüldük, sanki bize ait olan herhangi bir şey varmışçasına…

Çocuklar sayesinde bazen çocukluğumu hatırlıyorum. Hiçbir sebebi yokken gülümsemeye, soğuk da olsa denize girmeye, üstümü kirletse de çamurlara, kumlara bulanmayı dert etmemeye gayret ediyorum. Bunları yapmayı öğrenmekten ziyade hatırlıyorum. “Evet!” diyorum. “Dün gibi aklımda: Ben de yere düşünce dizlerim kanardı, pantalonum yırtılırdı. Düşündüğüm tek şey annem eve çağırmadan topa bir kez olsun daha vurmaktı.” Hatırladıkça tıpkı o elest bezminde söylediğimize benzer şekilde yine “Evet!” diyorum. “Evet! Mükemmelsin! Kusursuzsun! Çok şükür seni hissediyorum! Bu âna şâhit olma lûtfuna erdim! Yaşattığın her şey ne kadar güzel!”

Var olan ne varsa her şeyin öğretmeni de hatırlatmak için tekrar tekrar soruyor:

“Ben senin Rabb’in değil miyim?”

The following two tabs change content below.

Hüseyin Gökhan

1976'da İstanbul'da doğmuşum. Kimya mühendisliğinden mezun olduktan sonra doktora öğrenimimi görmek üzere Amerika'ya gittim. Tasavvufla ilk tanışmam, New York'ta yaşayan hocam Ferihe Cerrahi Hanımefendi sayesinde oldu. Türkiye'ye döndükten sonra kendileri beni Cemalnur Sargut Hanımefendi'ye teslim ettiler. Bu değerli hanımefendilerin öğrencisi olabilmeyi hayatımdaki en büyük kazanç olarak görüyorum. İslam'ı doğru anlamanın yolunun Hz. Muhammed'i tanımaya çalışmak olduğunu, bunun için de bir mürşidin sohbetinde olmanın gerektiğini düşünüyorum. Talebe olmaktan aldığım zevki Her Nefes dergisinde yazdığım yazılarımla paylaşmaya gayret ediyorum.

Son Yazıları: Hüseyin Gökhan (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın