Editörden (Mart 2015)

Merhaba dostlar,

 

Yeni bir yılda üçüncü sayımıza ulaştık. Zaman çok çabuk geçiyor. Zamanın kıymetini bilmek gerek der büyüklerimiz. Birde bazı büyüklerimiz vardır ki, hem onlar zamanın değerini bilir, hem de zaman onların kıymetini bilir. Onlar zamanın ötesinde zamana hâkim, kâmil insanlardır. İşte Mart 2015 sayısında konumuz böyle bir sultan olan “Sâmiha Ayverdi”. Sâmiha Annemizi anlatmak kolay değil, mükemmel bir öğrenci, anne, yazar, vatansever. Her hâliyle ve her sözüyle devamlı öğreten kıymetlibir öğretmen…

 

Hangi hâlini, meziyetini anlatmak mümkün olur bilemiyorum. Hani denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa, ne biz onu hakkıyla anlatabiliriz, ne de anlatabildiklerimiz O’nu tanımlamaya yeterli olur. Velhâsıl, kelimelerin kifâyetsiz kaldığı bir güzel sultan hakkında yine dergimiz.

 

Bizlerin onu anlatmaya yine gücü ve mecâli yetişemese de, bir grup öğrenmeye çalışan olarak, tüm eksikliklerimiz için hoşgörünüze sığınıyoruz. Bu noktada en çok dakıymetli Sâmiha Annemizin hoşgörüsüne sığınıyoruz. Çünkü bizler ne onun gibi güzel Türkçemizin kelimelerini yerli yerinde ve hakkını vererek kullanabiliriz; ne de onun gibi muhteşem bir bilgiye, zekâya ve hâfızaya sahibiz. Çok şükür ki bizler ancak onun eşsiz hatıraları, kültürü, bilgisi ile yoğrulmuş sayısız eserleri yardımıyla dinimizi, çok sevdiği peygamberimizi, hocasını, vatanımızı, İstanbul’u, onu ve kendimizi tanımaya çalışıyoruz. Bize bir nimet olan en büyük eseri öğrencileri hâlâ onun engin ırmağını güldür güldür gönlümüze ve dimağımıza akıtıyorlar, çok şükür.

 

Allah bizlere o kıymetli sultanları anlamayı,onların yollarında dâim olmayı ve onların hallerini, edeplerini giyinmeyi nasip etsin inşaallah. Mart 2015 sayımıza hoşgeldiniz,safâlar getirdiniz.

Sohbetler (Mart 2015)

Sâmiha Hanım:

 

–   Bir şeyi, meselâ lâ fâile illallah düstûrunu yalnız bir misâle bağlı olarak öğrenmek kifâyet etmiyor. Bir şeyi öğrenmek için onu hâl etmek icap ediyor.

 

–  “Elbette bu tâlim ettiğim, bir misalden ibârettir. Şimdi sana bir riyâziye (matematik) meselesi versem,‘Dört okka kömür beş kuruştan ne eder?’ desem, hesap eder bulursun. Fakat aynı meseleyi bir başka misâl ile söylesem, ‘Sâmiha ve Semîha çarşıya gittiler, yüz kuruştan on sekiz arşın kumaş aldılar, bunu hesap et!’ desem,‘A, ben kömürü hesap etmeyi öğrenmiştim, bunu bilmem’ diyebilir misin? Eğer kaideyi öğrenmişsen, onu bütün meselelere tatbik etmekte güçlük çekmezsin.
Bir mânâda, evliyânın kerâmetleri de böyledir. Velî bir kerâmet izhar ediyor. Sen ona saplanıp kalmamalısın. Çünkü bu Hak sevgilisi­nin kendisi baştan ayağa kerâmettir. Onun kerâmeti ile meşgul olup kalacağına, kendisini temâşâya çalış!”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 60)

Sâmiha Hanım:
–  Mesnevî-i Şerif de şöyle bir beyit okudum: Beytullah, Beytullah olalı Allah gidip orada oturmadı. Benim gönlüm hanesinde ise Hay’dan gayrı bir şey yoktur.
–   “Evet, Kabe bünyâd-ı Halîl-i Azerest/ Dil be-bünyâd-ı Celîl-i ekberest. Kâbe, Âzer’in oğlu Halil’in binâsıdır. Gönül ise Allah’ın halvet-hânesidir. Zâten maddiyatta olan her şeyin mâneviyatta da aynı var­dır. Her maddî varlık, mâneviyâtı işaret için vücut bulmuştur. Ve son­ra mevcûdatta her ne varsa, hepsi insanda mevcuttur. Meselâ, Mûsâ ile Firavun vak’ası nedir? Ruh ile nefis mücâdelesi değil mi? Sonra Mûsâ ile Firavun bugün de mücâdelede değil midirler? Evet mücâdele­dedirler ve bu mücâdele kıyamete kadar da devam edecektir.Âfaktaki âyetler ve eserler, insanın içinde olanları bilmek ve gös­termek içindir. Âlemde Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar tecellî etmiş âyet veeseri varsa bunların cümlesi insanın nefsinde toplanmıştır. Ve fî enfu-siküm efelâ tübsirûn: Her şey nefsinizdedir, kendinizdedir. (Bunları) hiç de görmüyor musunuz?

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 82)

 

Sâmiha Hanım:
–   Bir Mesnevî beytinin mânâsında, bu cihânın vuslatı, devlet ve izzetinin muhabbeti, öteki âlemin firâkı olur, deniyor.
–   “Ya bundan geç, ya ondan! demek.
Bir gün Harun Reşit, sarayının penceresinde oturmuş düşünüyor; bu dünyânın pâdişâhı oldum, acaba âhiret pâdişâhı da olabilir miyim, diyormuş. Bu sırada, kardeşi Behlül Dânâ da yerde yatan kalın bir di­reğin ucundan tutup kaldırıyor, sonra öbür tarafına geçip öteki ucun­dan da kaldırıyor, fakat tam ortasından tutup kaldırmak isteyince, bu­na gücü yetmiyormuş. Sarayın penceresinden manzarayı seyretmekte olan Harun Reşit, “Behlül, orada ne yapıyorsun?” diye sormuş. Hikmetli söylemeye alışmış olan Behlül de ‘Ne olacak, dünyâyı istedim oldu, âhireti istedim, o da oldu. İkisini birden yapayım, dedim, o olmuyor işte!’ diye cevap vermiş.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 104)

“Sâmiha Ayverdi, reaksiyon insanı değil, aksiyon insanıydı.”

Cemâlnur Sargut’la Söyleşi

 

Kendisini tanımlamak üzere “mutasavvıf”, “edebiyatçı” ve “mütefekkir” gibi sıfatları kullandığımız ve ardından kullandığımız her bir sıfatı, kuru ve yetersiz bulduğumuz Sâmiha Ayverdi, Mart ayı içerisinde vefâtının 22. yıldönümünü idrak edecek olmamız dolayısıyla çok şükür bir kere daha dergimizi şereflendiriyor. Kendisinin talebesi olarak hocasının ilmini bugüne aksettiren bir öğretmenle, CemâlnurSargut’la, bu sayımız için hazırladığımız söyleşi vesilesiyle Sâmiha Ayverdi hakkında sohbet etmenin zevkini bir kere daha yaşadık.

 

Müge Doğan: Hocam, bundan yaklaşık yüz yıl önce doğmuş olan Sâmiha Ayverdi mutasavvıf kimliğiyle olduğu kadar târih, fikir, edebiyat alanında da iz bırakmış. Bu iz bugün daha da belirginleşmekte. Sâmiha Ayverdi bu çağın insanına bir mutasavvıf, bir edebiyatçı ve bir fikir insanı olarak neler söylemektedir?

 

CemâlnurSargut:İnsân-ı kâmillerin çok mühim bir özelliği var: Onların devirleri olmaz. Onlar devirleri oluştururlar. Yani zamanı onlar oluştururlar. Onun için zaman, kâmil insanın ilminden başka bir şey değildir. Bizler SâmihaAnne’denKen’ân er-Rifâî Hazretleri’nin ilmini öğrenen kişileriz. Böyle kâmil insanlarda kendilerine âit bir varlık olmadığı için onlar mürşitlerinin ilmini, bilgisini, hakîkatini bize çeşitli farklı yönleriyle aktarırlar ve devrin ihtiyaçlarına göre aktarırlar.

 

SâmihaAnne’nin yaşadığı devirde en büyük ihtiyaç, siyâsî görüşlerde ortada olabilmek, dini ve imânı insana anlatabilmek, haram ve helâlden insanı koruyabilmek ve o dingin devir içerisindeki savaşları önleyebilmekti. Sâmiha Anne bu yüzden edebiyatla, ilimle, tasavvufla, romanla, her şeyle kendi inançlarını ve bilgilerini aktardı. Çünkü o devir, tekkelerin kapanması dolayısıyla, direkt olarak tarîkat ve tasavvufun anlatılamadığı bir devirdi. Dolayısıyla Sâmiha Anne çok büyük bir devrim yapmış ve romanın içinde tasavvufu vermiştir. Romanla tasavvuf anlatan ilk kişidir bence. Herkeste bu bir öge olabilir; tasavvuftan ögeler olur, her cümlede tasavvuftan bir öge olur ama onun direkttasavvufu bütünüyle verdiği kitapları bizi çok etkiler. Yani insan bir “Batmayan Gün”ü okuduğu zaman, okuyup bitirdiği zaman, Mesnevî okumuş kadar bilgi edinir.

Müge Doğan:Peki o devirde daha mı çok kitap okunuyordu?

 

CemâlnurSargut:O devirde çok kitap okunuyordu çünkü o devirdetelevizyon yoktu, radyo vardı ve kitaplar okuduğumuz bir devirdi. Münâzaraların ve fikir teâtîlerinin çok olduğu bir devirdi. Tefekkürün bu devre göre çok daha fazla olduğu bir devirdi. Bu bakış açısından baktığımız zaman SâmihaAnne’nin bunu çok iyi kullandığını görüyoruz. Fakat ben O’nun “bunu çok iyi kullandığı” lâfını da çok sevmiyorum çünkü bilinçli yaptığı bir şey değildi bu SâmihaAnne’nin. Hattâ bir keresinde, bir kitabında “Keşke kalemime hükmüm geçseydi” diyor. O kendini Allah’a tamâmen teslim ettiği için, Allah’tan geleni olduğu gibi aksettiren bir sultandı. Bunun içine yalnız tabiî ki O’na verilen fıtratî güzellikleri ve ögeleri de yerleştirdiği için Allah’ın sanatını SâmihaAnne’de seyretmek farklı bir yönden çok güzel oldu. Meselâ târih sevene târihle, siyâset sevene siyâsetle, ilim sevene ilimle, edebiyat sevene hârika Türkçesiyle tesir etti. Tasavvuf sevene, her kitabının etkilemesini sağladı. Bu şekilde devri içinde ahlâk, edep ve ahlâk-ı Muhammedîyi yerleştirmeye çalıştı.

 

Şimdi bu devre bunu getirdiğimiz zaman, bu devir tasavvufun âşikâr olduğu, insanların bunu okumaya yönlendiği, meylettiği devir. Bu devrin en büyük dezavantajı, evet herkes tasavvufu seviyor fakat kimse tasavvufu bilmiyor. Bu devir içerisinde çok hızlı bir gelişim var, 2000’den beri hızın çok arttığı bir devir yaşıyoruz. Bu hız içerisinde belki Sâmiha Anne senaryolarla, filmlerle, filmlerin içindeki küçük ögelerle ahlâk anlayışını yayacaktı ve dünyaya yayacaktı. Ben SâmihaAnne’nin isteğinin, islamofobianın olduğu bir dünyada hakîki İslâm’ın tasavvuf anlayışınındünyaya yayılması için mücâdele vereceğini düşünerek kürsüleri kurma gayreti içine girdim, -“girdik” daha doğrusu. Bu bakış açısıyla bakarsak yani bugün yaşasaydı Sâmiha Anne, bence bunu yapardı. Hattâ Hz. Fatma bugün yaşasaydı Sâmiha Anne gibi giyinir, Sâmiha Anne gibi oturur, Sâmiha Anne gibi kalkar ve SâmihaAnne’nin yapmak istediklerini yapardı diye düşünüyorum.

 

Müge Doğan:Sâmiha Ayverdi 22 Mart’ta vefât etmişler. Mart ayı kadınlar günü ile anılıyor daha çok. Sâmiha Ayverdi dünyadaki kadınlar için neyi ifâde edebilir? Dünyada tartışılan kadın meselesine nasıl bir açılım getirebilir?

 

SâmihaAnne’nin vefat günü iki yönden çok önemli. Bir tanesi hakikaten kadın ayında vefat etmesi; yani burada bize gerçek kadın olmanın değerini bir kere daha hatırlatıyor. Sâmiha Anne hep çok edepliydi, çok şıktı, çok güzeldi fakat kimse O’na kadın da diyemezdi; yani dişi diyemezdi, hakîkî bir kadındı. Misâfirperverliğiyle, ev sâhipliğiyle, insan sevgisiyle, hoşgörüsüyle, kimse aleyhinde konuşmamasıyla, tevâzuuyla, tevâzuunun içindeki vakarıyla çok güzel bir kadındı. Fakat O’nun söylediği bir söz de kendini anlatıyor zaten. Diyor ki “bugünün çarşafı kadının şahsiyetidir, bugünün peçesi de kadının vakarıdır.” Buradaki “vakar”, biliyorsun, izzet-i nefs değil, izzet-i ruhtur. Vakar, izzet-i nefs değil; yani nefsi için insan mücâdele etmez, ruhu için yani Allah için mücâdele eder. Kadının mücâdele şeklini bize öğretiyor. Aynı zamanda âile ile ilgili yaptığı çalışmalarla ve bir âilede kadının nasıl olması gerektiğini anlatarak, annenin özellikle, çocuğunu nasıl yetiştirmesi gerektiğini anlatarak bugünün kadınlarına, bugünün annelerine de çok büyük öğütler veriyor Sâmiha Anne.

 

Dolayısıyla ben yani biraz kadınsam,SâmihaAnne’nin cinsiyetinden olmaktan dolayı kadınlığıma hürmet ediyorum ve O’na benzemeye çalışıyorum. O’nun gibi olmaya, O’nun gibi giyinmeye, O’nun gibi edebimi takınmaya çalışıyorum.Yani burada kadın olma hâlini kaybetmeden, cinsiyetini kaybetmeden, dişi olmaktan kurtulmak anlatılıyor ki bu çok önemlidir. Yoksa “erkek gibi olalım” düşüncesinden, erkekleşen kadınlardan bahsedilmiyor.
Müge Doğan:Feminizm değil yani…

 

Feminizm yok, feminizme karşıydı. O her türlü “-izm”e karşıydı. Erkekleşmiş kadın değil fakat dişilikten kurtulup gerçek kadınlığını bulmuş kadından bahsediyor.

 

İkinci bir şey var, çok önemli.SâmihaAnne’nin vefat günü o sene Dünya Su Günü olarak ilân edildi. Su biliyorsun diriliş demektir. Yani onun toprağa girişinin, dirilişi arttırdığı muhakkak dünya yüzünde. Yani onun ilminden faydalandığımız zaman dirileceğimizi bize öğretiyor Allah. Bu bakımdan da bu gün çok önemli bir gün diye düşünüyorum.

 

Müge Doğan:Çağımız hız çağı. İlim kemâl seviyesinde anlaşılmaya başladı. Ancak madde hâlâ hayat için önemli bir kriter olarak görülüyor. Bugünün gençleri zâhiren geçen yüzyılın bir simâsı olarak yaşamış olan Sâmiha Ayverdi’den ne öğrenebilir ve öğrendiklerini yaşayışlarına nasıl uygulayabilirler? 

 

CemâlnurSargut:Sâmiha Anne devrinde madde ile mânâ bu kadar birbirinden ayrılmamıştı. Fakat günümüzde madde ve mânâ iki ayrı grup oluşturdu. Mânâ çok yükseldikçe madde de çok yükseldi. O yüzden şu anda tam bir çatışma var. Yani materyalist dünyayla mânevî dünya arasında muazzam bir çatışma var. Buna mânevîdünyayı yanlış yaşayan kişiler, materyalist dünyada da ateizmi seçen kişiler sebep oluyor. O zaman gruplaşma ve bölünme oluyor. Hâlbuki insan madde hayâtının şartlarını bir tarafa atmadan, bunların içinde mânevî yaşantısını devam ettirebilirse orta noktayı buluyor ki sırât-ı müstakim bu demektir. SâmihaAnne’nin bize örnek olduğu önemli noktalardan bir tanesi budur. O çok iyi bir ev hanımıydı, çok iyi bir anneydi, çok iyi bir ev sâhibiydi, çok iyi bir yazardı ama hiçbirini de ihmâl etmeden, bütünü içerisinde hayatını yaşadı. Biri diğerinin önüne geçmedi. Aynı zamanda çok iyi bir dosttu. Çok iyi bir ahbaptı. İnsanları çok koruyan, her an fakiri kollayan bir insandı. Peygamber ahlâkını O’nda seyretmek mümkündü.Çünkü bir kişinin canı yansa, hiç tanımadığı bir kişi bile olsa onun için kalbi ağlardı ve nasıl yardım edileceğini düşünürdü.

 

O, reaksiyon insanı değil, aksiyon insanıydı. Hayatının her zerresinde insanlığa nasıl faydalı olacağını düşündü. Bu yüzden de ömrünü çok yorgun geçirdi. Yorgun bir sultandı O… Fakat O’nu ben Peygamber’in söylediği bir hadisi yaşarken asıl gördüm:Bir yorgunluğumu başka bir yorgunlukla dinlendiririm…

 

Müge Doğan:Bugün okullarda ve başka eğitim ortamlarında değerler eğitimi başlığı altında bazı çalışmalar yapılıyor. Sâmiha Ayverdi’nin eserlerinden ve görüşlerinden öğretmenler bu doğrultuda nasıl faydalanabilirler?

 

CemâlnurSargut:Aslında bence faydalanıyorlar çünkü meselâ benim gibi birini bile âile için konuşmalara yolluyorlar, ben de SâmihaAnne’nin bize öğrettiği âile kavramını anlatıyorum. Dolayısıyla birçok kitabın içine de SâmihaAnne’nin fikirleri girmeye başladı. Yani bugünkü idâreler de artık Sâmiha Anne’nin önemini anlamış durumdalar. Ama tabiî daha çok yetersiz. Bence değerler kavramını SâmihaAnne’nin dediği gibi önce daha doğduğu andan îtibâren,hattâ anne karnından îtibâren çocuklara vermek lâzım. Bunun için değerleri anne ve babalar yaşamalı ki çocuklara örnek olarak iletebilelim. SâmihaAnne bize bunu öğretti. Ayrıca insan olma sanatı çok zor bir iş değildir, basitin içindedir. Bilgi sâhibi olmak değil, bilge olmaktır önemli olan. Yani çok şey bilmek değil, ama iki şey bilsen onu yaşamak bize yetiyor ve bizi ahlâk-ı Muhammedî içinde sâbit tutabiliyor. İşte bu bakış açısından Sâmiha Anne çok büyük bir örnekti ve her zaman örnek olacak. Yani dünün SâmihaAnne’si değildi O, hepimizin SâmihaAnne’siydi.

 

“Kendi içinizde olan asıl benliğinizle temasa geçin, ki ben sizinle bu cevherden konuşurum. Siz beni kendiniz, kendinizi de ben bilmedikçe buluşamayız, anlaşamayız.Ben gönlünüze tohum olarak kendimi ektim fakat siz bana bakmadınız. Onun için tarlanız bomboş, bakımsız ve çorak. Bu tarlayı kibriniz, hodbinliğiniz, gururunuz, ukalâlığınız ve azametiniz rüzgârı ile sararttınız ve kuruttunuz. Hasad zamanı mahsûlsüz kalınca ağlayıp bağırmayın. Bana göre hava hoş…Heryer benim mezram, her nefesim bin tohum… Benim dilim ve sözüm tektir, hep aynı şeyi tekrar eder dururum… Benden başka herşey hayal; sizinle kalacak tek dost yalnız benim!”buyuruyor. Böylece de mürşitlik kavramının vücut içinde tecellî etmediğini, ancak o mürşitliği biz hâl alır ve kendi içimizde yaşatırsak ve O’nun istediği gibi yaşarsak O’na benzeyebileceğimizi bize öğretiyor. Bu bakış açısından, ben O’nun evlâdı olmanın keyfini yaşıyorum bu âlemde. Ve O’nun da hocasına dediği gibi şu âlemde zerrece îtibârım varsa O’ndandır.

Kevser’in Annesi

Sâmiha Anne’yi hiç görmedim. Birkaç yıl önceye kadar O’na dâir hiçbir bilgim de yoktu. Hocam “Sâmiha Anne” dedikçe, ben de belki neden dediğimin bile farkında olmadığım bir yakınlıkla O’nu “Sâmiha Anne” diye andım hep. Bir sohbette kaydedilmiş sesini ilk kez dinlediğimde sanki o gün oradaymışım, oracıkta yerde oturmuş da O’nu dinlemişim gibi bir yakınlık ve tanıdıklık hissiydi yaşadığım. Ancak bu kadar tanıdık olunabilirdi… Bütün yıllar, yollar, mesâfeler sanki hayâlden bir tül gibi çekilir ya aradan, hepsi silinmiş gitmişti. Tebessümle karışık bir buruk hasret kaldı içimde. Ama O’nun yaşadığı hasretin yanında, hangi hasretten bahsedilebilir ki?

 

Sâmiha Anne denince hasretin kokusunu alır gibi oluyor insan. O sanki hasret kesilmiş, hasretin ne demek olduğunu O bilir. Sâmiha Anne’nin yaşadığı hasret, hiçbir şekilde târife sığmaz, anlaşılamaz ve anlatılamaz bir hasret. Çünkü insân-ı kâmillerde yakınlık arttıkça, hasretin şiddeti de artarmış. Bu yüzden Sâmiha Anne’nin hasretinin târifi yok.

 

Elimde Sâmiha Anne’nin Yusufcuk kitabı, Cemâlnur Hocam’ın bir konferansını dinlemeye Ankara’ya gidiyordum. Yolculuk boyunca bir okudum, bir sarsılıp durdum… Hissedebildiğim kadarıyla Sâmiha Anne’nin hasretini anlamaya çalışıyordum, sonra şu soru uyandı içimde. Onlar terki terk ederek, artık terk edecekleri hiçbir varlıkları kalmamış sultanlar. Ama neden hasret var, neden hasret de bir yerde terk edilmiyor? Cemâlnur Hocam’a böylece sorduğumda, “Çünkü hasret terk edilmesi gereken bir şey değil.” dediler. Sonra yavaş yavaş anlamaya çalıştım. Sonsuza doyulur mu? Sonsuzun içinde, onunla sonsuz olunsa bile, ancak yine sonsuz hasret duyulur. Çünkü O’nu kuşatıp, kapsamak hiçbir zaman mümkün olmayacak, aşkın ve hasretin şiddeti de O’ndaki seyir ölçüsünce daha çok artacaktır.

 

Sâmiha Anne hakkında bir şey söylemek zâten bana hiç düşmez, hem ben onun yokluğundan başka bir şey de bilmiyorum. O efendisinde yok olmuş, Hz. Peygamber’in mânâsına bürünmüş, aşk balının denizinde her hareketi baldan olan bir sultan. O en yakın, O hiç. O hakîkat-i muhammedî’yle bir olarak gören, O görünse de görülmeyen. İnsân-ı kâmilleri belki eserlerinden tanırız ama kendilerini ne kadar görsek de asla göremeyiz. Mâbette Bir Gece’de anlattığı gibi “Her ne ki görülür, o var değildir; varlık gösterici bir yokluktur. Her ne ki görülmez, o, yokluk perdesiyle gizlenmiş bir varlıktır. İşte asıl vücûdu olan bunlardır.”
Sâmiha Anne, Efendisinde yok olarak ebedî var olan bir şehittir, O’nunla rızıklanır. Aldığını da dâima dağıtır, dağıtır, dağıtır… Kevser’in kaynadığı yer gibidir, Kevser şarabı gibi olan Cemâlnur Hocamız’a mânâ anneliği yapan da O’dur. Efendisinin “Ken’ân’ın emeklerinin mahsûlü Sâmiha Can!” dediği de O’dur. Âlem halkına, yavuza, yahşiye sevgisini bitmez bir borç gibi akıtır, akıtır. Tenezzülü hiç eksik olmaz ama izini yar da bulamaz, ağyar da. Belki de O sâdece yakınlığın hasretine battıkça batmış bir mürittir.

 

Sâmiha Ayverdi’den…

nişangâhım ben, nişangâh.. gelen vurur, geçen vurur,
nâdân vurur, dânâ vurur, yâr vurur, ağyâr vurur..
neme lâzım, vuran vursun.. ah o okçu..
deler kanmaz, deşer kanmaz..
ah o okçu.. âh..

nişangâhım ben, nişangâh.. hancı vurur, yolcu vurur,
yahşî vurur, yaman vurur, bahtlı vurur, bahtsız vurur..
kul cefâsıcefâ değil, çalab germiş kemânını..
çeker, vurur, vurur, kanmaz..
ah o okçu.. âh..

John Wooden

John Wooden ismini ilk kez bugün duydum. Amerikan Kolej Basketbol Ligi’nin belki de gelmiş geçmiş en başarılı antrenörü olduğu düşünülüyor. Yedisi arka arkaya olmak üzere toplam onbir şampiyonluk kazanmış. Bıraktığı miras bugünkü basketbolü şekillendirmiş. Öğrencileri arasında herkesin tanıdığı Kerim Abdülcabbar başta olmak üzere sayısız efsane sporcu var. John Wooden’dan etkilenmemin sebebi ise yukarıda saydıklarımın hiçbirisi değil.

Kendisine başarının tanımı sorulduğunda, alışılmışın çok dışında bir cevap veriyor: “Karşı takımı skor olarak yenebilirsiniz ama, ihtimalo gün mağlûbsunuzdur. Ya da karşı takım sizi skor olarak yense dahî o günün gâlibi siz olabilirsiniz. Başarı karşı takımdan bağımsızdır. Başarı sizin neyi ortaya koyabildiğinizle ilgilidir.” Öğrencilerine şunu tavsiye edermiş: “Oynadığınız bir maçtan sonra sizi gören birisi yüzünüze baktığında hangi takımın galip geldiğini anlayamamalıdır. Amacınız karşı takımdan daha çok skor kaydetmek değil; hergün gibi o günü de bir şâheser yapmakolmalı.”

Seyrettiğim konuşmasında kendi tanımladığı başarının prensiplerini anlatıyor John Wooden. Eski bir basketbol oyuncusundan bekleneceği üzere uzunca boylu, mavi gözlü, ince fakat güçlü duruşlu bir görüntüsü var.  Lâtife ederken dahî sözlerinin bir amaca hizmet ettiği besbelli. Bazen bir söz söyledikten sonra kendisi de o sözün yüklü olduğu anlamı idrak ederek kısa süreyle duraklıyor. Böyle bir duraklamayı kendi tanımladığı başarının prensiplerinden ilkini söyledikten sonra yapıyor: “Aslâ geç kalma. Aslâ!” Başını hafifçe eğerek bir süre susuyor.

Dünya basketboluna damga vurmuş yıldız oyuncularına soyunma odasında ilk anlattığı şeyin çoraplarını nasıl giymeleri gerektiği olduğunu söylüyor. Antrenmanlara ve maça kesinlikle temiz ve bakımlı gelmeyi bir kural bellemiş. Hatta önemli bir deplasman maçı öncesi en önemli oyuncularından birini temiz olmadığı gerekçesiyle takım otobüsüne almayı reddetmiş.

Kendisi de öğrettiği tüm prensipleri hayatında birebir yaşayan birisi. Çok istediği Minnesota Üniversitesi antrenörlüğü başvurusuna cevap gelmeyince UCLA’e mürâcaatediyor ve kabul ediliyor. Kabulünün ertesi günü Minnesota Üniversitesi’nin kendisini bir gün önce aradığını, fakat kar yağışı sebebiyle hatlarda sorun olması sebebiyle ulaşamadıklarını öğreniyor. Eşi de kendisi de Minnesota’da yaşamayı çok istemelerine rağmen UCLA’e söz vermiş olduğu için kararını değiştirmiyor.

“İyi kitapları kana kana iç” diyor prensiplerinin bir başkasında. “Oku” değil “iç!”. Oradaki bilgiyi öğrenmekle kalma, âdeta içtiğin su gibi bünyenin bir parçası yap. Hergün okuduğu kitap ise İncil… John Wooden aynı zamanda inancında çok sâdık bir Hristiyan. “Eğer” diyor, “Günün birinde beni inancım sebebiyle yargılarlarsa, umarım hüküm giydirecek kadar delil bulurlar. İnancımın herkese âşikâr olmasını dilerim.”

John Wooden UCLA’de tamı tamına onbir şampiyonluk yaşamış. Fakat ilk şampiyonluk için 18 yıl beklemiş. Bu onun için çok zor olmamış. “Odamı dolduran madalyalar ya da kupalar beni çok ilgilendirmiyor” diyor. “Önemli olan menzil değil, yoldur. Yoldan keyif almayı bilmeli. Sabır en önemli hikmetlerden biridir.”

John Wooden’ın konuşmasını izlerken, biraz da fiziksel özellikleri sebebiyle, aklıma hep Sâmiha Anne geldi. Yukarıda aktardığım hasletlerin hepsini Samihâ Anne’nin hayatında müşâhade ettik. Zamana riâyet, ahde vefâ, temiz olmak, tertipli olmak, hâdiselerden etkilenmeden istikâmeti dosdoğru tutmak, insân-ı kâmil’in alâmetlerinden. John Wooden’ı hatırlattıklarından dolayı rahmetle anıyorum.

Sanatkâr ve Eser

Sâmiha Ayverdi’yi gören ve tanıyan şansılardan değilim. Doğrusu kendisi hakkında ne bilirsin deseler birkaç cümleden ibâret olur cevabım. Ancak bir ustanın sanatındaki büyüklüğü eserlerinden belli değil midir? Mimar Sinan denince Süleymaniye’den anlamaz mıyız maharetini? Eserleri değil midir büyük ustaların ustalığının kanıtı?

Ben Sâmiha Ayverdi’yi gören ve tanıyan şanslılardan değilim. Ama onun bir öğrencisini görme, dinleme ve kabul ettiyse öğrencisi olma lûtfuna erenlerdenim.

Öyle bir öğrenci ki sürekli “Hocam Sâmiha Ayverdi…” diyerek söze başlayan… Kendisinde hocasının güzelliğini seyretmemize izin veren… Çocukluğunu, gençliğini anlatırken kendisini yeren, hocasını yere göğe sığdıramayan…

Ben onun bir öğrencisini tanıdım; hocasının onu nasıl önce Mesnevî derslerine, sonra Kur’an derslerine yönlendirdiğini anlatan… Hocasının armağanı olan bir yüzüğü parmağından hiç çıkarmayan… Sürekli hocasının zarâfetinden, letâfetinden, şıklığından, ağırbaşlılığından, ölçülü, edepli ancak vakarlı duruşundan dem vuran…

Ben Sâmiha Ayverdi’yi gören ve tanıyan şanslılardan değilim. Ancak onun öğrencisi Cemâlnur Sargut’u görme lûtfuna erenlerdenim. Öyle bir eser ki ellerimi titreten, nefesimi kesen, kendisinde hem kendimi hem hocasını seyrettiğim o güzel sultan…

Bu nedenle ben Sâmiha Ayverdi’yi şükran, minnet ve hayranlıkla anarım. Nesiller nesiller boyu sürecek güzellikteki bir yolda bana, bize böyle bir şâheser bıraktığı için…

Batmayan Gün’den…

Etraf o kadar güzeldi ki bu taşkın ve ruha nüfuz edici güzellik, Aliye’ye ıztırap vermişti. O, şu yanında yürüyen büyük adamı dâima böyle mahrem bir dekor içinde görmek istiyordu. Esasen az evvelki daveti de bu yüzden kırmış, bir otel salonunun ihtişamlı kalabalığı­na, kendi çatısının mutlak âsûdeliğini tercih etmişti.

Genç kız etrafına baktı. Bu müstesna günün gönlü­ne çöken azametinden silkinmek, kurtulmak, istiyordu. Hatta aynı azamet, bütün cihâna hâkim olmuş gibi idi. Neydi bu konuşacakmış gibi hisli tabiat? Kalbe ürperti veren, bu muhteşem dekorda, kim ne derse desin bir kahredici güzelliğin hâkim sesi vardı. Bir güzellik, bir aşk güzelliği…

Aşk… Yâni duyguların bağlandığı, önünde diz çök­tüğü ebedî mabut!

Aliye aşkı biliyor mu? Ne yersiz ve ifadesiz bir sual! Genç kız kendi kendine sorduğu bu sorguya gülüyor ve derhal hatâsını düzeltiyor: Hiç aşkı bilmese bu günkü Aliye olabilir miydi? Onu, ucu bucağı olmayan mânâyasürükleyip çeken, bu kuvvetten başka ne olabilirdi?

İnsanlar, kör ve sağır bir kervan yolcusu gibi dün­yâdan bir hamlede geçip kayboluyorlar. Bu acele yolcu­lukta, çok defa aşkı tanımak, onunla bilişiklik etmek imkânını bulamadan resmigeçitleri tamamlanıyor. Halbuki o durakta bir nefes konuklamak, nice yüz bin zevk âleminin kapılarını açıyor. O, tereddütsüz bir sa­lâhiyetle insanoğluna olgunluk damgasını vurarak onu yüceltiyor.

Aliye’nin, ismini bilip kendini bulamadığı gönlü, gö­nül değil, bir volkan! Bütün varlığını kuşatmış, her bir zerresine kol atmış bir âfet!

Genç kız, korku ve ihtiyatla bu gönlün içine baktığı zaman, orada gördüğü hayalden, orayı istilâ etmiş aza­metli varlıktan korkarak geri çekiliyor. Bu hayalle baş başa kalmak yaman ve dehşet verici bir manzara! O, bu manzaradan dâima kaçacak, onu dâima bertaraf ede­cek. Aşkı bilen Aliye, aşkını kimseye bildirmeyecek.

“O, bir hiçtir.”

         Günlerden bir gün, şu an, elinde

kalem tutan kadına, ta uzaklardan bir mektup
gelmişti. “Senin, bir Hak Dost’un varmış. Onu
bana anlat!” diyordu… Zavallı, haddini bilmez
kalem, bir şeyler yazdı da yazdı ve gene bir gün,
Dost’un “O nedir, ver bakayım!” demesi üzerine
kağıtları uzattı… Nihayet okuyup bitirdiği
kağıtları… yırtıp sepete atarken:
“O, bir hiçtir! diye yazarsın” dedi…

Sâmiha Ayverdi/ Dost

Günlerden  bugün, ben yokum. Öğretmenim var.
O da bir hiçtir.

Esâretten Özgürlüğe

Herkes karşıdakini kendisi kadar görebilir. Örneğin hiç yalan söylemeyen birisi karşıdaki yalan söyleyince anlamayabilir. Hayatında hiç denizi görmemiş biri denizin ne olduğunu kitaplardan okusada gerçeğini görünce kafasında tasavvur ettiğinin deniz olmadığını anlar. Ben de SâmihaAyverdi’yi kendi kitaplarından ve onu görenlerden işittiklerimle biliyorum.

Her kitabı ayrı bir derya olan Sâmiha Sultan, İslâm’ın inceliklerini muazzam kurgularla bize aktarmıştır. Hiç taassup kırıntısı olmadan her çağda anlaşılabilecek ve okunabilecek eserler yazmıştır. Eserlerini ince bir dantel gibi işlemiş, her ilmekte Muhammedî ahlâkı tebliğ etmiştir. Gayesi bizim gibi beşerleri tekâmül ettirip insan makamına erdirmektir. En temel bilgilerden en derin tasavvufî anlayışa kadar her makamdan insanlığı irşatetmek için ışık tutmuştur. Helâl ve haramdan başlayıp aile ve toplum hakkında ve hattânasıl bir vatandaş olunması gerektiğine kadar bize yol göstermiştir.

***

SâmihaAnne’yle ilk olarak “İnsan ve Şeytan” kitabında tanıştım. Romanın kurgusu içinde kaybolurken  İslâm’ınince ve zarif çizgilerini okudum. Nefsin bitmez tükenmez arsızlığını okudum. Beşerin ihtiraslara bulanmış hâlden nasıl tekâmül ettiğini anladım. Ve bunca rezilliğe ve acıya rağmen Allah’a sarılanların hiç  etkilenmediklerini imrenerek gördüm. “Batmayan Gün” kitabında ise ezelden âşıkların gün gelip hasretini çektikleri ilâhiaşkın yavaş yavaş içine çekildiğini okudum. Kerim Bey’in ağzından, Ken’anRifâî Hazretleri’nin sözleri akıyordu, çağlayanlar gibi aşk ateşiyle yanan Aliye’nin gönlüne. Aliye gibi bir aşk ehlinin tütmeden  yanmasını anlatıyordu bize. Hancı kitabında ise o vakur duruşunun altında sevgilisine nasıl bir kavuşma isteğiyle yandığını söylüyordu sultan.

Kitaplarında benim dikkatimi çeken bir başka husus ise vatan ve millet sevgisidir. Köksüz ağacın çok yaşayamadığı gibi, bizde köklerimize ne kadar bağlıysak o kadar güçlü ve sağlam oluruz. Ama bu bağlılık bağnaz bir bağlılık değil, aksine iman ve vatan sevgisi ile bezenmiş bir bağlılık.  Köklerimizle olan bağlarımızı koparmamamız,hattâdaha da kök salıp birleşmemiz gerektiğini söylüyor Sâmiha Anne. Bende  içimde ne Allah ne de  vatan sevgisi yokken kendimi özgür sanırdım, fakat SâmihaAnne’denöğrendimki asıl esâretköksüz ve sevgisiz olmakmış.  Öte yandan özgür olduğunu sanırken meğer nefsinin arzu ve isteklerinin kölesi oluyormuşsun.

Allah mânâsından, ilminden, aşkından ayırmasın. Her okuduğumuz kitabında birşeyler öğrenmeyi ve içimizde ilâhiaşkı kor gibi büyütmeyi Allah nasip etsin. Himmeti ve nuru üzerimize olsun.

Âmin.