Hancı’dan…

Kapını aç, kapını aç.. Sana geldim, kapını aç…
Bu dünyâdan o dünyâdan, aldım boyum ölçüsü nü…
Ezel ebed arasında, nice eyyam gezip tozdum…
Sığamadım dü âleme, sana geldim, kapını aç…
Yoldaşım var, çift kişiyim, günah benden hiç ayrılmaz…
Tek değilsem n’olur sanki? Yer gök sığmış o kapıya…
Bizi de al, kapını aç, kapını aç, kapını aç…

Ayasofya’da Bir Cuma Namazı

Kapa gözlerini

Hayal et

Hayaller güzeldir, bağlar hayata

Her darbede sendelediğinde gelir aklına

Bağlanırsın gene o kutlu dâvâya

 

Dertli sanırsın kendini

O ne gamdadır oysa

Hasrettir çekilen tevhide, soğuk duvarlarında

En değerli oyuncağı gibi saklar mihrâbını çocuk gibi bağrında

Duyabilse sesini, gökler dile gelir ağlaya ağlaya

 

Kaç bahar geçti

Sana gelememenin mahpusunda

Boynu bükük medeniyetimin bağrında

Zulümdedir Ayasofya

O şen atlılar geliyor, haydi ayağa kalksana

 

Sokmadım bizim oğlanı kapılarından

Sitem eyleme bana

Görmesin, hatırlamasın bu halini her gecenin sabahında

Oysa her uyandığında

Sen gelirsin aklına

 

Kapa gözlerini

Hayal et Ayasofya

Bir Cuma sabahı sana gelişimizi

Fâtihalar okunduğunda, sicim yağmurların altında

Fatih’in, Sultan’ın, Mehmed’in de saflarda

Sil gözünün yaşını

Aç kollarını, biz geliyoruz Ayasofya

 

İslâm ve Kadın

On iki gündür yoldayım. İtiraf etmeliyim seyahate çıkarken bu ayın konusunu nasıl işleyeceğim diye endişe doluydum. Zirâ, söz Sâmiha Ayverdi gibi bir büyüğe gelince, kalemin ucu kırılıyor. İnsan dört defa düşünüp bir defa söylemek istiyor…

 

Ülkemizde yaşanan acı kadın cinâyetlerine bir yenisi eklendi. Gazeteler günlerce konuyu ele aldılar. Sosyal medya paylaşımların ardı arkası kesilmedi. Ben bu süreç içinde okyanusların ötesinde çok uzaklarda bir yerlerde, iş peşindeydim. Haber ile karşılaştığım o gece, Türkiye’de ertesi sabah olmuştu bile… Benimse artık uyumam mümkün değildi. Duâya oturdum, düşündüm, söyledim, biraz daha düşündüm.

 

Bir yanım isyan, bir yanım umut doluydu âdetâ.

Bir taraftan, bizler İslâm’ı en doğru hâli ile anlamaya, yaşamaya gayret ederken, bir insan cinâyetinin sebep ve sonuçlarının kültürel ve eğitimsel sebeplerden çok bir dine mensûbiyetebağlanmasına, insanların konuyu tartışırken birbirlerine hitaptarzlarına  ve kişisel görüşlerdeki kısıtlılığa, sığlığa isyan halindeydi kalbim. ‘Biz kimiz? Kim bu insanlar?’ diyen ateşten bir ses vardı içimde. Sanki sokağa çıkıp bağırsam, okyanusun üstünden sesim duyulacaktı İstanbul semâlarında… Diğer yandan da, ‘herşeyin bir sebebi var’, ‘bu da yeniliklere vesile olacak’, ‘insanlarla empati kur’, ‘onların eğitim imkânlarını genişletmek için çalış’ gibi olgun, makul ve umut dolu ikazlar büyümekteydi içimde.

 

İşte tam o araf halindeyken aklıma Sâmiha Anne’nin okumuş olduğum bütün kitaplarının yanı sıra, beni kalbimden en çok vurmuş olanbir mektubu geldi. Şöyle diyordu o mektubun bir kısmında:

 

Bugün İslâm’ın öyle yüz üstü bırakılmış meseleleri vardır ki asırlardır bu ana prensipler, kasıtlı veya gâfil ellerde ihmâl edilmek yüzünden dinin ruhuna onulması müşkül yaralar açmış bulunuyor.

Meselâ zekât müessesesi hemen hemen unutulmuş gibidir. İslâm’ın esas şartlarından biri olan çeşitli şahsî içtihadlar ile enine boyuna tefsîr ve kabul edilmek sûretiyle âdetâ dinî vecibeler arasından silinmiştir. Öyle ki, kimine göre sadaka vermekle işin içinden çıkılmaktadır.

 

Hac da bir başka hazîn manzara arz eylemektedir. Bulunduğu şehir, kasaba veya köyde, hacca gitmediğinden dolayı kendisine yan baktırmamak için, tarlasını davarını satıp borç harç, gösteriş uğruna Hicaz’ın yolunu tutanlar olduğu gibi, varlıklılar ve dirlikliler arasında da gene eşe dosta gösteriş yapmak için sekiz on defa Hacca gidenler vardır. Ama daha da hazîni hac farîzasını ticarete hattâ kaçakçılığa vesîle edenlerin yekûnu da haylice kabarıktır.

 

Birkaç kere hac, maddî-manevî muayyen şartları haîz olanlara farzdır. Sonra da farîza-i haccın esas sebeplerinin en mühimi, çeşitli İslâm milletleri arasında, beşerî ve ilâhî bir irtibat ve alışverişe vesile olacak umûmî bir müşâvere zemini hazırlamak, bu sûretle de İslâm âlemine birlik ve uyanmak imkân ve yollarını açmaktır.

 

Makine mühendisi olan dürüst ve ahlâk sahibi bir dostumdan

dinlediğim şu vâkıa, dindar geçinen bir kısım Müslümanların zihniyetini belirtmesi bakımından anlatmaya değer ölçüde hazîn hatta elîm bir çehre arz eder.Şöyle ki, bahsettiğim zât, birkaç sene evvel işi icâbı Adana’da bulunurken oranın zenginlerinden iki hacı efendinin konuşmalarına şahid olmuş. İkisinin de ticarethâneleri varmış, fakat aralarındaki ticârî rekâbet yüzünden birbirlerine diş bilemekte imişler. Münakaşa sırasında biri diğerine: Sana öyle bir oyun oynayacağım ki batacak, on paraya muhtaç kalacaksın. Ama bu iş bana bir hacca patlayacak… demiş.

 

Zihniyetin dehşetini düşünebiliyor musunuz, evvelâ kulu mahvet sonra Allah’ı aldatmaya ve hac ile günah temizlemeye kalk.

Bu adamlar, kadınlarını tepeden tırnağa örtülü gezdirmelerine rağmen Müslümanlık vasfına hâiz sayılabilirler mi?”

 

Ne kadar öngörülü bir bakış açısı değil mi?

 

Bundan seneler evvel şahsına yapılan eleştiriler karşısında böyle zarif, güvenli, kapsamlı ve sağlam bir duruş sergileyen o yüce ruh, acaba şimdilerde İslâm dininin yalnızca şeklesıkıştırılmaya çalışıldığı gerçeğine şahitlik yapsa, olan bitene nasıl tepki verirdi diye düşünüyor; sorumun cevabınca iğneyi kendime batırmaya çalışıyordum.

 

Fizik biliminde ‘sarkaç’ın önemi büyüktür. Hiç duymamış olanlar için sarkaç, bir ipin bir ucuna bağlanan bir kütle ile oluşturulan düzenektir. Yerçekimi kuvveti ile dengeyi korumaya meyillidir. Aynı sebepten sarkacın ipi uzağa çekilip bırakılırsa, bir sağa bir sola hızla hareket eder – tâki dengeyi bulana kadar. Ve mutlaka zaman içinde dengeyi bulur.Ben içinden geçtiğimiz tarih olaylarının akışını bu sarkaç düzenine benzetirim hep. O veya bu sebepten amacından uzağa çekilen bir olayın veya meselenin, zaman içinde gündemden düşmesi ile öbür tarafa savrulduğunu görürüz. Bu bize mevzuların bir uçtan bir başka uca savrulduğu hissini verebilir – ki doğrudur da… Örneğin, bir sağ kazanır muhâlefeti, bir sol. Bir zengin öne çıkar, bir fakir. Bir şeriat baz alınır, bir mânâ. Böyle zamanlarda kendimize hatırlatmamız gereken esas,zamanlaherşeyin yeniden dengeyi bulacağı ve özüne kavuşacağı olmalıdır belkide.

 

Eve döndüğümde Sâmiha Anne’nin mektubunu yeniden okudum. O’nun İslâm ve kadın hakkındaki duruşunun bana ve bütün yol arkadaşlarıma örnek olmasını temenni ediyorum. Dilerim ki, kadın-erkek ayrımı yapmaksızın, her birimiz İslâm’ı yaşamanın en güzel örnekleri olma gayretimizden vazgeçmeyelim. Haksızlıklar karşısında zarâfet, ustalık, bilgi ve erdem ile gücümüz yettiğince sessiz kalmayalım. Dilerim ki, bir gün Sâmiha Ayverdi ve onun gibi üstadlarımızın bize bıraktığı o müthiş düşünce ve kültür hazineleri bir bir ortaya çıkarılsın ve baş tâcı edilsin. Biz ve çocuklarımız da yeri geldikçe kabımız elverdiğince kendilerinden faydalanabilelim. Muhabbet ile…

 

İstanbul Günleri-4: Sandıkburnu’nda Mevlânâ ve Nietzsche Üzerine…

Sâmiha Ayverdi’yi anmaya ayırdığımız bu sayıda İstanbul gezilerimize özel bir heyecanla devam ediyoruz. Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek İstanbul’un Sandıkburnu semtindeyiz. Her ay olduğu gibi amacımız Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak; hem gezmek ve hem de onun bize tanıttığı fikirleri hatırlayıp üzerinde düşünmek.

Onun fikir kuşu bize yol göstersin;olursa kusurumuz şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

*

Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını okuduysanız veya kitabı bu yazı dizisine paralel okuyorsanız Şehzadebaşı, Beyazıt, ve Süleymaniye gibi bilindik, derlitoplu semtlerin ardından o zamanın meyhaneler semti Sandıkburnu izbelerini ve onun sarhoşlarını Sâmiha Anne neden anlatmaya değer bulmuş da kitabına koymuş diyebilirsiniz. Belki âdil ve tarafsız bir yazar olarak İstanbul gecelerinin hakkını vermek, hem iyisi hem çirkiniyle bize tanıtmak içindir.Kimbilir belki de tevhid ehli olan sultan, dışarıdan bakınca iyi veya kötü gibi görünenin aslında bir birlik içinde gerekli olduğunu bize hatırlatmış ve tekâmülümüze fırsat vermek istemiştir.

*

Peki bu Sandıkburnu neresi? Gezi hazırlığı yaparken ben güncel İstanbul haritalarında burayı bulamadım. Sarayburnu, Yenikapı, Kumkapı var ama Sandıkburnu yok. Eski İstanbul haritalarını araştırmak gerekti bulmak için bu semti. Biz yine de Sâmiha Ayverdi’nin kitabındaki târifiile Sultanahmet Atmeydanı’ndansahile doğru ineceğiz buraya ulaşmak için. Topkapı Sarayı civarında da çok oyalanmayıp hızlı hızlı adımlarla yürüyeceğiz. Zira SâmihaAnne’nin“İstanbul Geceleri” kitabında Topkapı Sarayı için dediği gibi “O hıçkırıklarını yorganı içinde boğan bir çocuk gibi, kendi kendine ağlayıp söylenmekte devam etsin…Şayet bu sesi dinlemek endişesi ile boş bulunursak…günler geceler geçer de, o gene asırlar boyunca çektiklerini ve çektirdiklerinin masalını anlatıp tüketemez.”

*

Osmanlı zamanında devir devir içki yasağı konulmuş, bazen şiddetle takip edilmiş, bazen göz yumulup unutulmuş, ardından tekrar yasaklanmış; bu çarkda böyle dönüp durmuş. “İstanbul Geceleri” kitabında SâmihaAnne’nin anlattığı 1910’ların Sandıkburnu meyhaneleri, Galata, Beyoğlu, ve Balıkpazarı meyhaneleri gibi devrin ayyaş ve akşamcılarınının uğrak yeriymiş. “Gedikli” meyhaneler gibi ruhsatlı, “Koltuk“ meyhaneleri gibi kaçak olan kenarda köşede ayak üstü içki içilenucuzcu tipleri varmış. Bugün sahile ulaşıp da bulamadığımız Sandıkburnu’nda, eskilerde denize uzanan salaş meyhaneler hıncahınç dolarmış, özellikle yazın mehtaplı gecelerinde. Masadaki tuz ise eğer ayyaş parasını ödemezse faydalı olur, kadı önüne çıkan meyhane sahibi “tuz paramı vermedi” deyip parasını borçludan kurtarabilirmiş.

Artık olmayan bir semtin artık olmayan meyhanelerini nasıl daha fazla anlatayım bu yazıda? En iyisi başka semtin meyhanelerine gideyim insanları gözlemleyip size izlenimlerimi aktarayım da bu ay mızıkçılık yaptın bizi gezdirmedin demeyin.

İşte böylece yolum iki çeşit meyhaneye düşüyor. Biri eski Sandıkburnu’ndaki gibi üzüm şarabıyla sarhoş olanların mekânı, bir diğer meyhanede Allah kelâmı ile sarhoş olanların yeri. Bilirsiniz Mevlânâ meyhane ve şarap imgelerini çok kullanmıştır eserlerinde. Tasavvuftaşarap veya mey,Allah aşkı, meyhane ise Allah aşkının sunulduğu yerdir.

Gelin, biz önce üzüm şarabı ile şarhoş olanların meyhanesine girelim. Sorabilirsiniz, neden insan üzüm şarabı gibi bir madde ile kendinden geçmeğe bu kadar hevesli olur? Ertesi gün midesi ve başı, acıyla bunun hesabını sormaz mı? Bir de alışkanlığın pençesine düşmüşse zamanla ayyaş vücudu toptan varlıktan düşer, çevresine de yük ve tiksinti olmaz mı? Sadece üzüm şarabı mıdır başını maddeye gömmüş olarak gönül körlüğü çeken Âdemzâdeninmeselesi? Başka hangi maddelere tapılmaz ki,nerelerde mutluluk sarhoşluğu aranmaz ki? Yoksa konu Sâmiha Anne’nin deyimi ile “beşer idrâkininen eski dâvâsı” ile mi ilişkilidir? Varoluş, ölüm ve tekâmül.

Sâmiha Ayverdi “Boğaziçi’nde Tarih” kitabında Muhammed İkbal’in bu konuda Mevlânâ ve Nietzsche karşılaştırmasına değinir. İkbal önce Mesnevî’denşu fikri alır: “Yerlerin diplerinde demir ve taş âlemlerinde yaşadım. Daha sonra renk renk çiçekler içinde gülümsedim. Sonra vahşilerle dolaştım. Yeryüzünde, havada ve denizde gezdim. Derken yeni bir doğuşa kavuştum. Daldım, uçtum, süründüm, koştum. Cevherimin sırrı şekil aldı ve kendini gösterdi: Âdem oldum. Daha sonraki hedefim, Arş-ı Âlâ’dır. Kimsenin değişmeyeceği ve ölmeyeceği âlemdir. Melek olacağım. Sonra gece ile gündüzün, ölümle dirimin, görülmekle görülmemenin hududu ötesinde var olanın, ebediyyen var olduğu âlemde, bir ve bütün olacağım.”

Nietzsche ise hiç de böyle düşünmez. Nietzsche’yi kitabında konuşturan İkbal, “İnsanoğlunun istikbali hakkında beslediği ‘ebedî tekerrür’ fikrinin bir ebediyet inanışı değil, bir yeis ve ümitsizliğin, mevcut olmak fikrine son bir gayretle sarılışı ve âdetâkendini kandırışıdır” der.

Sâmiha Annebunun üzerine şöyle bir sonuç çıkarır:“Günün insanı, hayat ve hürriyet kaynağı olan ölümden korktuğundan başkaları için yaşamaktan, başkalarını mesut etmekten, başkalarına güven ve sevinç vermekten de korkup kaçıyor. Onun için de, her türlü nimetin, her türlü varlık ve dirliğin yolunu kendi yoluna çevirecek kadar kendini çıldırasıya seviyor.”

Acaba maddeyle sarhoşluğu seçen, ölümü son bilen, bunun içinde sınırlı varoluşunun günlerini gün eden, kendinden başkasının mutluluğunu aklına getirmeyen midir? Acaba bu insanilâhî bir aşkla kendinden geçmeyi bilmediği, bunu ona gösterecek birini bulamadığı için mi böyledir?

*

Hadi gelin bir de Allah kelâmı ile sarhoş olanların meyhanesine bakalım.Gece, meydanın açılması herkeslerin yerlerini alması ile başlar. “Lillâhi’lfâtiha”yıtâkibenevradokunur. Duânınsonuna doğru sanki ilk kadeh meyin de sonu gibi dünya ağırlıklarından ve takıntılarından yavaş yavaş kurtulunur, ilâhilerinritmiyle gönlün çalkantısı başlar.

Pek çok ağızdan “Lâ ilâhe illallah” sözünün tekrarlanması devam eder. İster yüksük kadar az, ister küpü dolduracak kadar çok olsun, gönül suyu artık kabına sığmaz taşar. Vücut testisi de kırılır. Herkesin gönül suyu birbirine karışır, o da sanki denize kavuşur. Herkeslebir olarak çalkalanırsın.

Artık hem deniz hem de denizde olduğunu bilen balıksındır. Balık sürüleri gibi birlikte gezmeâidiyethissini, o da “lâ ilâhe illallah”yankısını güçlendirir.

Deniz kabarırda kabarır,gökkubbeyle birleşir. Yer gök artık bir olur. Bu sarhoşlukla söylenen ilâhininsözleri bazen duyulur, bazen duyulmaz. Ama her “Allah” deyiş,her yanda yankılanır, yankılanır,tekrar yankılanır.

Zaman gelir kabaran deniz ve gökler durulur; hissedersin ki gönül suyundaha da artmış, daha da berrak olarak vücudun kabına geri döner.

Bazısı sorar “Var mıdır bundan güzel sarhoşluk?“

 Not: Bu yazı ile ilgili düşüncelerinizi paylaşmak isterseniz elifkdinler@gmail.comadresine veya Instagram elifkdinler hesabına yazabilirsiniz.