İstanbul Günleri-1: Şehzâdebaşı

 

Merhaba… Benim adım Elif; Elif Dinler. Buralarda yeniyim. Sizlere öncelikle selâm edeyim dedim. Hayatın akışı beni onbeş yıl sonra yurtdışından İstanbul’a döndürürken elime yol kitabı olarak Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri”ni verdi. Hani dedim, uzun yıllardır uzak olduğum İstanbul’u kişisel bir merakla tekrar keşfetmek niyetindeyken bunu neden Sâmiha Ayverdi’nin izinden giderek yapmayayım?
Ancak doğma büyüme İstanbullu olmayan ben acaba bu keşfin hakkını verebilir miyim? Hayatımın değişik dönemlerinde yaşadığım İstanbul ile ilişkim öyle bölük pörçük ki acaba onunla tekrar yakın olabilir miyim? Tüm tereddütlerime karşın biliyorum ki cömert… Ana rahmi gibi genişleyerek milyonlarca evlâdını içinde saklayan İstanbul, benden de yüz çevirmeyip fırsat verecek.
Zor olan, asıl Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul Geceleri’nin izinden gitmek. Derin İstanbul kültürünün, her satırından fışkıran İstanbul aşkının, mükemmel üslûbunun üzerine söz söylemek hangimizin haddine düşmüş? Benim nâçizâne arzum Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak, kendi İstanbul parçalarımı biraraya getirmek ve sizi biraz gezdirmek, biraz düşündürmek.
Kâh istiğrak göklerinde kanat açan, kâh ara sokak izbelerinde ve dükkânlarında dolaşan onun fikir kuşu bize yol göstersin, olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.
Şehzâdebaşı ve Mâzi Tahassürü (Geçmiş Özlemi)
Saygıdeğer Sâmiha Anne, İstanbul semtlerini anlattığı İstanbul Geceleri kitabına bir zamanların şevk ve eğlence merkezi olan bu doğduğu yer ile başlamış, biz de öyle başlayalım.
Sâmiha Anne’den ve biraz da internetten öğrendiğimize göre Şehzâdebaşı, zamanının kalbur üstü semtlerindenmiş. İstanbul Türkçesi’nin en güzel konuşulduğu yerlerden biriymiş. Tarihi, Bozdoğan Su Kemeri’nin tanıklık ettiği gibi, Bizans dönemlerine kadar gitmekteymiş. Kaynaklara göre Osmanlı İstanbul’unun ilk kurulan semti olan Saraçhâne, Şehzâdebaşı olarak bilinen bölgeyi de içermekteymiş. Şehzâde Câmii’nden dolayı halk arasında buraya Şehzâdebaşı denmiş ama hiçbir zaman semt olmamış. Hangi şehzâde olduğunu televizyon dizisi Muhteşem Yüzyıl’ı takip edenlerden Şehzâde Mehmed olarak öğreniyorum. Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa Külliyesi, Direklerarası, Kalpakçılar Çarşısı’nı görülecek yerler listesine ekledikten sonra yola çıkıyorum.
Bu keşif için heyecanlıyım, Sâmiha Anne’nin kitabını yazmasının ardından 60 yıl sonra acaba ne bulacağım?
Kadıköy’den yolculuğuma başlıyorum. Navigasyon veya cep telefonu ile yol aramak yerine sora sora bulmaya ve toplu taşıma araçları kullanmaya karar veriyorum. Hem gezimiz daha maceralı olsun hem de çevreyi gözlemlemeye faydalı olsun diye… Kadıköy metrosunda “Şehzâdebaşı’na nasıl gidilir?” sorusuna “Orası neresi?” yanıtını alıyorum genç görevliden. Pek iyi bir başlangıç sayılmaz. Sonra Ayrılıkçeşmesi’ne gidip oradan Marmaray’a geçiyorum. Yenikapı’da bir metro hattı ile Vezneciler’e yönleniyorum.
Hem Maramaray hem metro temiz, hızlı ve düzenli; İstanbul ben görmeyeli iyi bir toplum taşıma sistemine sahip olmuş. Metrodaki insanları inceliyorum, yanıma Araplar oturdu, karşımda bir Uzak Doğulu var, durakta beklerken iki Rus kadın hararetle konuşuyordu. Bunların hiçbiri turist tipi değil, çevreye bakışlarında günlük hayatların âşinâlığı var. İstanbul sanki pek çok yabancının yurt tuttuğu uluslararası bir şehir olmuş.
Metrodan Şehzâdebaşı ve Vezneciler arasındaki bölgeye çıkıverdim işte! Burası meşhur Direklerarası imiş. Zamanında Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’nın yaptırdığı külliyenin yaşaması için vakfedilen dükkânların önünden gelip geçeni yağmur ve güneşten koruyacak revaklı bir yol yapmışlar, bu nedenle Direklerarası adı verilmiş bu kısma. Burası ilk sinema ve tiyatronun şehre geldiği yer. Tabiî artık ne direkler ne de eğlence yerleri var. Sıra sıra dizilmiş küçük vakıf dükkânlarının çok az bir kısmı günümüze ulaşmış. En eski püskü olanlarından birine, bir berber dükkânına girip dükkânın tarihini soruyorum, anlatıyorlar. Artık vakfa ait değilmiş, kişiye aitmiş ve arkadaki külliyenin geri kalan kısmı tâmirdeymiş. İbrahim Paşa’nın türbesi ile ilgili bir bilgi de yok. Sâmiha Anne’nin hararetle övdüğü İbrahim Paşa’ya ait türbeyi ziyaret edemeyeceğim anlaşılan.
En iyisi Şehzâde Câmii’ne yollanayım ben. İbrahim Paşa Külliyesi gibi Şehzâde Mehmed Külliyesi’nin de restorasyonda olduğunu kaldırım kenarına asılmış büyük ilânlardan anlıyorum. Bu arada târihî binaların birinde aralık bir kapı çıkıyor karşıma, yavaşça içeri süzülüyorum. Güllü bir iç bahçedeyim. Büyük birkaç salon buraya açılıyor; birinde kütüphane, birinde geniş eski mutfak, diğerinde ofisler var. Ofislerin birinde masada oturan memura binanın tarihini soruyorum. Burası Şehzâde Külliyesi’nin aşeviymiş, zamanında fakirlere yemek dağıtılırmış. Şimdi bir üniversitenin mezunları lokali olmuş.
***
Ezan okunuyor, öğle namazını Şehzâde Câmii’nde kılıyorum. Şehzâde Mehmed Câmii ve Külliyesi, Mimar Sinan’ın çıraklık eserim dediği bir yapıt. İnşaatı 4 yıl sürmüş, 1548’de tamamlanmış. Sultan Süleyman için başlanan câmii, Şehzâde Mehmed’in genç yaşta ölümü üzerine onun adına inşâ edilmiş. İçi geniş ve bakımlı denecek câminin bahçesi pek iyi durumda değil. Şehzâde Mehmed’in türbesinin hangisi olduğuna dâir yazı bulamıyorum ama nerede olduğunu tahmin edebiliyorum. Lâkin oraya giden bahçenin kapısı kilitli ve ardında gerilmiş iplerde çamaşır asılmış. Eski mobilyalar da türbe bahçesinin bir kenarına atılmış.
Eskiden câminin karşısı muhteşem konaklarla doluymuş, Sâmiha Ayverdi’nin “İbrahim Efendi Konağı” adlı kitabında anlattığı gibi… 1950’lerde hoyrat imâr hareketi çerçevesinde bu konaklar o zamanın imâr hareketinin simgesi caterpillarla yıkılmış. Sâmiha Anne’nin detayları ile anlattığı çocukluğundaki bu evler ve yaşam biçimi yitip gitmiş.
Sizi Vefâ Bozacısı’na götürsem bu darı irmiğinden yapılmış yıllardır kimliğini koruyan içecek, Şehzadebaşı’nda yiten güzelliklere yanan yüreğinizi serinletir mi?
Sâmiha Anne, 1952’de Şehzadebaşı’nı yarı cansız hayat yaşayan yarı bunak bir zavallı olarak tanımlamış. Çocukluğunun mevkisi olan şahsiyetli göz alıcı itibarlı Şehzâdebaşı’nı kendi deyimi ile mâzi tahassürü (geçmiş özlemi) ile bize anlatmış. Ben 2014 yılında size küllerinden yükselen bir Anka Kuşu Şehzâdebaşı anlatmak isterdim ama anlatamıyorum yazık ki…
Gülmeyen kimsenin gamzesi zamanla yok olur mu?
Sâmiha Ayverdi, çocukluk anılarında Şehzâdebaşı’nı çevre semtlerin tepecikleri arasında bir gamze gibi tanımlamış. Şimdi ise bir yandan taassup Fatih bastırmış, diğer yandan Rus işgalindeki Laleli yayılmış Şehzâdebaşı eteklerine. Vezneciler’den taşan öğrenci nüfusu devralmış bir ucunu, gülmeyen güzel yüzün sanki gamzesi yitmiş.
Ne bekledik ki? Yine Sâmiha Anne dememiş miydi mâziyi aynen yaşatmak, hatta muhâfaza etmek, devirlerin taşıyamacağı yüktür diye? O zaman ne yapalım, mâziye nasıl bakalım?
***
Geçmiş yıllarda New York Times’da bir yazı okumuştum “geçmiş özlemi” ile örtüştürebileceğimiz “nostalji” kavramı üzerine… Yunanca “Nostos” (eve dönme özlemi) ve “algos” (acı) kelimelerinden isimlendirilmiş “Nostalji”nin ille negatif acı veren bir duygu olması gerekmediği üzerine İngiltere Southhampton Üniversitesi Psikoloji bölümünde bir araştırma yapılmış. Nostaljinin aslında köklerimizi, özümüzü bilme, bundan güç alarak geleceğe ilerleme, hayatımıza renk katma, kendimizi iyi ve ilişkilerimizi doygun hissetmeye faydalı olabileceği savunulmuş.
Örneğin size söz ettiğim bölük pörçük İstanbul anılarımdan aklıma geldi. İzmir’den İstanbul’a okumaya geldiğiminin ilk ayında Haşim İşcan Geçiti civarında kaybolmuştum. Her taraftan gelen arabalar, otobüsler ve insanlar beni ne kadar ürkütmüştü. Ondan beri Avrupa’da ve Amerika’da yaşadım, ne bilinmez yollara girip belki de mâzinin bu tecrübesi ile yolumu buldum.
Bir de geçmişten sürpriz vardı bana bu Şehzâdebaşı gezimde. Vezneciler’de İstanbullu babamın okulu İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi karşıma çıkıverdi. Allah rahmet eylesin. Ayaklarım beni binaya götürdü, koridora soktu. Sanki babamın zamanında teneffüs ettiği havayı içime çektim. Ciğerim ısındı, kalbim cilâlandı. Mâziyle alış verişin gerçekten faydaları var anlaşılan New York Times’ın dediği gibi.
Tabiî ben eskiden New York Times yerine Sâmiha Ayverdi’yi takip etseydim zaten bunları ve daha da fazlasını bilirdim. Sâmiha Anne mâzi tahassürü, nostalji veya geçmiş özlemine değinip de geçmemiş. Bize mâzi denen tohumu hâl tarlasına ekmemizi söylemiş ki çoğalsın yararlanalım diye. “Kimisi mâzinin yıllandırılmış tohumunu karanlık küflü mahzenlerde tutmak istemiş. Kimisi de toptan bu tohumu çöplüğe atıp yerine doğamıza uygun olmayan yabancı tohumlar ekmek istemiş” diyor Sâmiha Anne. Ne doğru… Hissediyorum ki bunu sadece koskoca Türk Tarihi için değil, aynı zamanda da kendimizi bilmediğimiz o ezel âlemi mâzisi için de söylemiş.
Hadi gezimizi sonlandıralım artık ve hep birlikte kulak verelim Sâmiha Anne’nin andığı muhteşem Şehzadebaşı Ramazanlarının yıldızı Tamburî Cemil Bey’in Çeçen Kızı adlı bestesine. (http://www.youtube.com/watch?v=s5BkmxMZCs8)
Ve düşünelim, mâziyi nasıl hal ederiz?
Not: Düşüncelerinizi ve Şehzadebaşı anılarınızı paylaşmak isterseniz, email: elifKdinler@gmail.com

 

Editörden (Kasım 2014)

Merhaba sevgili dostlar,

 

Zaman hızla akıp geçiyor, dergimizin Kasım 2014 sayısına geldik. Bu sayıda da daha önceki sayılarımızda, aslında tüm sayılarımızda olduğu gibi, konumuz Allah sevgisi ve Allah’ın çok özel bir sevdiği Ebu’l Hasan El Harakânî Hazretleri…

 

16-18 Ekim 2014 tarihleri arasında Kars’ta yapılan II.Uluslararası Harakânî Sempozyumu sonrasında hem bu sempozyuma dair bazı önemli notları sizlere hatırlatalım, hem de 24 Ekim 2014 tarihinde başlayan mübârek Muharrem ayı ile beraber yeni Hicrî yılınızı kutlayalım istedik.

 

Elbette Muharrem ayından bahsedip, Allah’ın yegâne sevgilisi Hz. Peygamberimizin, gözünün nuru, Ehli Beyti’nden Hz. Hüseyin Efendimiz’i (r.a) ve evlatlarını, onların sırf bizlere örnek olmak için yaşadıkları o gönülleri yakan zamanları hatırlamadan geçmemiz mümkün değildi. Hz. Harakânî de bir Ehli Beyt, bir Peygamber torunu olarak, ataları o müstesnâ sultanlar Hz. Hasan (r.a) ve Hz. Hüseyin (r.a) efendilerimiz gibi şehâdet şerbetini içmişler. Hem de güzel atası Hz. Hüseyin Efendimiz (r.a.) gibi bir 10 Muharrem’de, 10 Muharrem 425/ 4 Ocak 1033 tarihinde Hakk’a yürümüşler. Şehâdet mertebesine ermiş birbirinden önemli ve kıymetli o güzel ceddimizi, rahmetle ve hasretle yâd ediyor ve onlara lâyık evlâtlar olmayı Rabbimizden niyaz ediyoruz.

 

Böylesine özel ve muhterem bir ayda ben sözü fazla uzatmadan, sizleri elimizden, dilimizden ve gönlümüzden geldiği kadar hazırlamaya çalıştığımız Kasım sayımızı okumaya dâvet ediyorum. Eksiklikleri bizlere, güzelliği sahibine ait olarak, hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz.

 

Hürmetlerimle,

 

Sohbetler (Kasım 2014)

Zamân-ı Saadette birisi müslüman olmuş. Resûlullah Efendimiz sahâbeden birine bu adama Kur’ân-ı Kerîm hatmettirmesini emreylemiş. Fakat müslüman olan bu zat “Zerre miskal hayır işleyen hayır bulur, zerre miskal şer işleyen şer bulur âyetine gelince “Bu bana yetti!” diyerek fazla okumak istememiş. Sahâbeden olan zat, Resûlullâh’ın emrini yerine getiremediğinden bu hâli Efendimiz’e bildirmiş. Kendile­ri de yeni müslüman olan zâtı çağırarak Kur’ân-ı Kerîm okumak iste­meyişinin sebebini sorduklarında adamcağız “Yâ Resûlallah, ben bu âyetleri hâl edeyim, başka bir şeye ihtiyâcım kalmaz” demiş. Bunun üzerine Efendimiz “Bırakın onu, bu adam fakîh oldu!” diye emir buyur­muşlar.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 497.)

***

‘Kırklar kaç erdir?’ diye zâtın birine sormuşlar. ‘Kırk nüfustur’ demiş. ‘Niçin er demediniz de nüfus dediniz?’ diye tekrar sorunca ‘İçle­rinde kadın da vardır da onun için…’ buyurmuş.

Kadının fazileti, sırasında erkeğinkinden fazla olduğuna şüphe yoktur.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, Eylül 2000, s. 343-344).

 

***

Münîre Hanımefendi:

– Hazret-i Süleyman ‘Nefsini kahretmek, tek başına koca bir memleketi fethetmekten daha müşküldür’ buyuruyor. Nefsi ezmek için ne yapmalı bilmem ki…

– Yapılacak şey, onu ezmeye çalışmaktır. Ama ezip de bir yere tıktıktan sonra da muhâfazası güçtür. Bu yüzden Cenâb-ı Hak ‘Mekrimden emin olma!’ diyor.

İşte Hazret-i Pîr’in de ‘Her nefes nefsini muhâsebeye çekmeyeni biz ricâlden saymayız!’ demesi bunun içindir.

Nefsi sindirmek, çâresiz ve dermansız bırakarak rûhuna ulaştır­mak, ruhlaştırmak lâzımdır. Çünkü o mevcut oldukça yine bir fırsat bularak baş kaldırır. Hâlbuki nefisten eser kalmamalı ve öyle bir hâle gelmeli ki ‘Eryâhünâ eşbâhünâ, eşbâhünâ ervâhünâ’ yâni ‘ruhumuz cismimizdir, cismimiz rûhumuzdur’ sırrı zâhir olmalı…

 

(Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 110).

 

 

Sâmiha Ayverdi’nin Fütüvvet Anlayışı

Fütüvvet’in kelime kökeni yiğit anlamına gelen Arapça fetâ kelimesidir. Fetâ bir anlamda yiğit,  fütüvvet ise yiğitlik demektir.

 

İbnü’l-Arabî’ye göre fütüvvet, belirli bir gruba veya tasavvuf ve dindeki belirli bir bakış açısına delâlet etmez: Fütüvvet, kuvvet ve güç makamıdır, “fütüvvet, içinde zayıflık bulunmayan bir şeydir.”

 

Yine İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem’de “Ârif bütün parçalarıyla Allah’ı bilen kişidir” buyuruyor. Yani iman arttıkça kul kalbi, aklı, nefsi ve bütün vücuduyla dostluğa şahâdet eder ve dost kesilir. Dost ise mümin, kâfir, iyi, kötü ayırmadan bütün yaratıklara hizmet eder ve adâleti sağlamaya çalışır. Ama adâletin kendinden geldiğini de kimseye hissettirmez. Yani dost, baştan aşağı merhamet demektir” diyor. İbn Arabî Hazretleri’nin bu sözleri bize Harakânî Hazretleri’nin“Hak Teâlâ bana öyle bir fikir verdi ki onun bütün mahlûkâtını onda gördüm; onda kalıp durdum, gece gündüz onun meşguliyeti beni sardı, fikir basirete dönüştü, küstahlık muhabbete dönüştü, heybet ve vakara dönüştü. O fikirle onun birliğini kavradım ve öyle bir mertebeye ulaştım ki fikir hikmete dönüştü. Dosdoğru yola ve halka şefkat haline dönüştü. Onun halkına karşı kendimden daha şefkatlisini görmedim.”  sözlerini hatırlatıyor.

 

Harakânî Hazretleri ise dostluk hakkında şöyle buyurur: Allah bir grup insanı dost edinmiş, onları dostluk sebeplerine vesile kılarak kendilerine, kullarımın hakkını veriniz, buyurmuş. Bir kısmını saraya gönderip kullarımın hakkını verin demiş. Bir kısmını ovaya gönderip kullarıma ihânet etmeyin demiş, bir grubu da dost tutup beni seyrediniz, demiş. Yeryüzünde nice kimseleri diri biliriz oysa ölüdürler, yerin karnında da bazılarını ölü biliriz, halbuki diridirler. Görülüyor ki dostun özelliği, halka hizmet ve ezelî ve ebedî diri olmaktır.

 

Zamanı ve mekânı olmayan fütüvvet anlayışında yakînen tanıdıǧım hakiki bir fetâ Sâmiha Ayverdi’dir ki bu devirde fütüvvet olmaz diyenlere, yaşayan Kur’an olan hayâtı ile âdetâ cevap vermiştir. Annem Meşkûre Sargut “40 yıl mânâ yastığına beraber baş koyduk” dediği hocası Sâmiha Ayverdi’yi şöyle anlatıyor: “Umumun hayrına olan her türlü işleri yılmadan yerine getirmek ve cemiyeti tekâmüle sevketmek hususunda hiçbir aksama göstermeden gayret kuşağını beline dolayan hâlis insandır.” Allahu Azîmuşşan, Bakara Sûresi’nde bizlere, ahdinizde durun ki ben de ahdimde durayım, diyor. İşte dostluğun ve fütüvvetin en büyük özelliklerinden olan ahde vefâ göstermek, gayret etmekten başka birşey olabilir mi? Gerçek fetâ olan Hz. Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmadıkça, yaşayan fetâ olmanın mümkün olmadığı, büyüklerimiz tarafından bize gösterilmektedir.

 

Fütüvvet kelimesinin mânâsına dönersek, Süleyman Uludağ da aynı şekilde kelimenin sûfi terminolojisindeki yerine açıklık getirerek, kelimenin, sûfide bulunan fedâkârlık, diğergâmlık, iyilik, yardım, insanseverlik, hoşgörü ve nefsine söz geçirme gibi ahlâkî niteliklere işaret ettiğine dikkat çekmiştir. Sâmiha Ayverdi’de çok bariz gözüken bu haller belki hocası Kenan Rifâî Hazretleri’ne annesinin söylediği “İnsanları seveceksin, gönlün bitmez tükenmez bir hoşgörü, bağışlama ve sevgi hazinesiyle dolu olmalıdır. Ayrıca insanları sevmenin yanında bütün yaradılmışları da içinden gelen aynı bitmez tükenmez sevgiyle sevmelisin. İnsanları sevmenin yanında onlarla dost olmalı, onlara sempatik ve merhametli davranmalı, kendini onlar yerine koyarak, başarılarından sevinç duymalı, başarısızlıklarına da üzülmelisin. Onlarla kendini o şekilde birleştirmelisin ki, onların doğumlarına sevinmeli, ölümlerine de acı duymalısın” tevhid anlayışını yaşamasıyla oluşmuştur. 

 

Hocasının da yaşadığı bu hali giyinen hocam Sâmiha Ayverdi, gene şükrünü hocası vâsıtasıyla Allah’a şöyle ifâde eder: “Tundan Tuna gitmeyi, renkten renge girmeyi, senden değil derlerse ya ben kimden öğrendim. Yetmişiki milletle yetmiş türlü mezheple, izzet zillet mihnetle, vahdet kesret hicretle, hasret hasret hasretle, haşır neşir olmayı senden değil derlerse ya ben kimden öğrendim.”

 

Fütüvvet kelimesinin sûfi çevrelerde çok geniş içerikli tanımlamaları yapılmıştır. Ca’fer es-Sâdık’a göre fütüvvet, ele geçen bir şeyi tercihen başkalarının istifâdesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir. Ebu Bekir el-Verrâk’a göre fütüvvet, kişinin hasmının olmaması, yani herkesle iyi geçinmesi ve herkesle barışık olması, sofrasında yemek yiyen müminle kâfir arasında ayrım gözetmemesidir. Harakânî Hazretleri bu mealde bu sempozyumda sık sık tekrarlandığı gibi, “her kim bu eve gelirse ekmeğini verin, adını dinini sormayın, zira ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya lâyık olan herkes elbette Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmek yemeğe de lâyıktır” diyerek açıklar.

 

Sâmiha Ayverdi ise Hancı kitabında aynı mânâyı şöyle anlatır:

 

Sen ateşperestsin dediler..

Belî, semenderle yek-murâdım dedim.

Sen Mecûsîsin dediler.

Belî, gönlümdeki ateşe taparım dedim.

Senin için putperesttir diyenler de var, dediler.

İnkâra sebep ne?İmânım sana gönül verip benden kaçalı kâfirim artık dedim.

Sen Mezâmir okuyup ağlarmışsın dediler.

Ah, ağlarım elbet, Davut da bir vakitler benim için gözyaşı dökmüştü dedim.

Duyduk ki hep Mûsâ’dan yana çıkarmıssın dediler.

Nasıl çıkmam, Firavuna karşı koyarken benimle meşveret etmişti dedim.

Hilâf değil bu söz, sen Tersasın dediler. Belî Belî, İsa ile ilişiğim ezelîdir dedim.

Seni müslüman tutanlar da eksik değil dediler, hem de ne doğru, muvahhidim ben, bu cihanda seni birlemekten gayri ne kârım var Allahım, dedim.

 

Yine başka bir açıklamada Kuşeyrî, fütüvvetin, dilenci veya yardım isteyenlerin geldiğini görünce kaçmamak; insanlara eziyetten kaçınıp bol bol ikramda bulunmak olduğunu ifâde etmiştir.

 

Sülemînin fütüvvet adlı eserindeki tanımlarından birine göre, fütüvvet, bir kimsenin başkalarının hak ve menfaatlerini kendisininkinden üstün tutması, başkalarından gelen ezâ ve cefâlara katlanması, hatâları görmezden gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek davranışlardan sakınması, kendisini aşağıda ve başkalarının kendisinden kıymetli bilmesi, sözüne sâdık olması, vefâlı olması ve olduğu gibi görünmesidir.

 

Sâmiha Ayverdi’nin Sülemî’nin bu sözlerini açıklayan tavrı, onun hayatının temelinin Allah inancı, inancın temelinin de ahlâk-ı Muhammedî olduğunu bilmesi ve yaşamasıdır. Her zaman şöyle dedi: Güzel ahlâkın kemal noktası yaratılanı sevmektir. Bu, temelde herkes tarafından bilinmesi gereken, yaradılmışların yaratandan ayrı olmadığı gerçeğidir. Bazıları yaratılmışları yaratandan ayrı görür. Diğerleri ise tamamen zıt görüştedir. Şanslı olan üçüncü sınıf ise, insanlarla konuştukları zaman Allah ile ilişkide olduklarının şuurundadırlar. Kısaca, Allah’ı seven bu sınıf, korku ve hüzün taşımazlar. Böylece de yaratılmışa karşı merhametli, sabırlı, affedici olur, sevgi ve muhabbetle davranırlar.

 

Sûfilerin fütüvvet kelimesine yükledikleri bir diğer anlam ise sûfinin kendisi ve nefsi arasında kurduğu ilişki ile ilgilidir.

 

Kuşeyrî’ye göre fetâ, nefsinin arzularına karşı çıkabilen yiğittir. “Fetâ, nefis putunu kıran kişidir” denilmiştir. Fetâ irâdesine hâkimdir: “Rabbi için nefsinin hasmıdır.”  Sâmiha Ayverdi, Son Menzil isimli kitabında kendi mânâsını şöyle anlatır: İçi tımar olmamış kimse, ister âlim, ister hakim, ister sanatkâr, ne kıyafette olursa olsun, kâmil değildir. Kâmil insan, kendi kendinin âmiri, iç dünyasinin nâzımı, ve irâdesinin sahibi olandır.

 

Bir diğer sûfi Hallac-ı Mansur, fütüvvet kavramını, sebat yönünden ele alır ve fütüvveti, “bir dâvâ sahibi olmak ve neye mâl olursa olsun bu dâvâdan dönmemek” diye târif eder. Hallac-ı Mansur’a göre İblis dahî, lânetlenmek uğruna dahî olsa söylediği sözden dönmemesi ile fütüvvet sahibi olarak gösterilir. Sâmiha Ayverdi ise bu konuda, “bir milleti ekmeksizlik degil, gayesizlik öldürür, İslâmıin gayesi ilâ-yi kelimetullah olduğu sürece kurduǧu tevhid aǧıyla kıtaları birbirine bağlamakta zorluk çekmemiştir”demektedir.

Anlaşıldığı üzere sufî anlayışında fütüvvet kelimesi birçok güzel ahlâkı temsil etmesi sebebi ile, Uludağ’a göre tasavvufun temel kelimelerinden biri hâline gelmiştir. Fütüvvet kelimesinin önemi ve kapsamı Sülemî’nin fütüvvet tanımı ile kolayca anlaşılabilir.

 

Sülemî’ye göre fütüvvet, “Âdem gibi özür dilemek, Nûh gibi iyi, İbrâhim gibi vefâlı, İsmail gibi dürüst, Mûsâ gibi ihlâslı, Eyyüb gibi sabırlı, Davud gibi cömert, Hz. Muhammed gibi merhametli, Ebu Bekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adâletli, Osman gibi hayâlı, Ali gibi bilgili olmaktır.”

 

Gene Sülemî’ye göre fütüvvet, güzel ahlâk olup fütüvvet ehli Hak aşkı ve halk sevgisiyle doludur. Allah aşkı etrafında şekillenen güzel ahlâk ve güzel muamelenin bütün inceliklerini fütüvvet ehlinde gözlemlemek mümkündür. Onlar, sevdikleri kimseye gerek sevdiği gerek sevmediği hususlarda muhâlif olmaz, dostları bağışlar, onları azarlamaz, halka güzel zan besler ve onlara saygıyı muhâfaza eder.

 

Görülüyor ki fütüvvet ehli, kâmil insan olma seviyesine ermiş kişidir. Sâmiha Ayverdi’nin, “hakiki mürşit kimdir?” sorusuna, “tasavvuf felsefesiyle uǧraşan kimse değil, tasavvuf şuurunu amel ve fiil haline getiren kimsedir” demesi, ahlâk-ı Muhammedî’yi yaşadığının en güzel delilidir. Bu mealde şöyle der: “Artık bu asrın insanı, kendini yalnız et, kan ve kemikten ibâret bir mahlûk olarak görmek, onun için de sadece etine ve kemiğine hizmet etmek dalâleti içindedir. Bu yüzden de hâmil olduğu gerçekleri arayıp sormaz ve hattâ seçemez olmuştur. Netice itibâriyla kendine yabancı hattâ düşman kesilen bu insan sevgiyi unutmuş, imandan, ihlâstan habersiz kalmış, sonunda da üstüne çöken egoizme teslim olarak onun emrinde dünyaya meydan okuyan bir dev hâline gelmiştir.

 

Halbuki insan tabiatında köle ve emir kulu kalmaya mahkûm hisler vardır. Kin, nefret, intikam, yalan ve iftirâ gibi. Cemiyetler ne vakit bu kölelere hürriyet tanıyıp başıboş bırakacak olursa hayat düzeni altüst olmaya mukadderdir.

İnsanoğlunun hamurunda müsbet ve menfi duygulara beraberce yer verilmiştir. Yeter ki menfi kuvvetler, müsbet enerjinin hüküm ve kontrolü altında kalsın. Böylece de köleye efendi mevkii verilmesin. Bu idrâke yalnız biz Türkler değil, bütün dünya muhtaçtır.”

 

Anlaşılıyor ki feta, bütün devirlerde yaşayan ve Peygamber’in cübbesinin altında olan ve omuzlarında taşınan Hz. Ali gibi gerçek insandır ve bu hâle, Allah aşkıyla kavuşmuştur. Sâmiha Anne, hocası Ken’an Rifâî’nin fütüvvet anlayışında aşkın rolünü   ifade edişini şöyle dile getirir: “Rabbim her şeyden evvel bana istemeyi unutturdu. Azıcık hararetim olur da su içersem aşk lezzeti duyarım. Aşk; insanı acı ve tatlı kaydından kurtarır. İbâdet de aşksız olursa işe yaramaz. Cemâli görerek yapılan ibâdetle Allah’ın emriyle yapılan ibâdet arasında fark vardır.”

 

Sâmiha Ayverdi kendi aşk anlayışını ise şöyle anlatır: “Bir odunun sobada parlak alevlerle çatır çatır yanması zevkli ise de  o çatırtı ile o hâlde kalacak olursa ondan bir netice hâsıl olmaz. Yani oda ısınmaz, hâlbuki ondan istifâde lâzımdır. Bunun gibi kendimiz için değil, âlem için olmalıyız. Odunun gürültü patırtıdan sonra kor haline gelmesi nasıl lâtif ise âşığın da sükûnete ermesi ve kendini halkın emrine vermesi zevk ve gayedir.”

 

Sâmiha Ayverdi, yaşama geçirdigi fütüvvet ahlâkını anlaşılıyor ki mürşidi Ken’an Rifâî’den öğrenmiştir. Kendisinde şâhit olunan bu üstün ahlâkî vasfı ve beraberinde getirdiği güzellikleri ise şöyle anlatır:

 

O, her türlü kayıtlardan azâde hasbîliği ile cemiyet safları ortasında ne dünyadan ne ukbâdan bir karşılık beklemeden savaşmak yolunda hayrete değer bir metânet ve cesâret göstermiştir…ve bir idealisttir, tahammülü sever, insanları sever. Bütün yaratılış âlemini kayıtsız şartsız aşk potası içinde birleştirir. Anadan rahim, atadan şefik, dosttan vefâlı, kardeş, yoldaş, hâldaş ve şefaatçidir. Kırmaz, kırılmaz. Affı ve gufrânı, sebil sebil bekleyeni olduğu kadar beklemeyeni bile gelir bulur. Cins, mezhep, ırk, millet seçmeyen âlemşümul aşkı ve imânı ve her kâinat zerresiyle mutabakat ve iştirâki onu kayıtsız şartsız sevilen büyük bir insan yapmıştır.” Tıpkı Hz. Harakânî’nin “Keşke bütün halkın hesabını benden sorsalardı da halkın kıyamette hesap vermesi gerekmeseydi, keşke bütün halkın cezasını bana çektirselerdi de insanların cehennemi görmeleri gerekmeseydi” demesi gibi.

 

Bu hal Urfî’nin “iyi ile de kötü ile de öyle hoş ol ki öldüğün zaman Müslümanlar seni zemzemle yıkamak, Hindular ise ateşte yakmak istesinler” sırrını âşikâr eder. Ve neticede bu büyük fetâ Sâmiha Ayverdi, o kadar insanlarla bir ve beraberdir ve onların hepsini içinde birleştirmiştir ki, bizim günahlarımızdan mahcub olan odur, biz tekrar ederiz, o affeder ve onu unuttuğumuz, inkâr ettip cefâ ettiğimiz her dönemde başımıza sarılan çileleri gene onun af ve gufrânından ibâret varlığında halleder, hatâlarımızdan onun rahmet deryasıyla yıkanırız.

 

Sülemî, ilgili eserinde bu konuyu açıklarken fütüvet ehlinin, belâ gelince şikâyet etmediğine ve gönül hoşluğu ile karşıladığına dikkat çeker. Hz. Harakânî’nin “Bütün ağaçları kökünden koparacak, bütün binaları yıkacak, bütün dağları sökecek ve bütün denizleri taşıracak bir rüzgâr estiği halde, o rüzgâr, bir tel ipekle göğe asılı bir kimseyi yerinden dahî kımıldatamaz; o vakit fenâ ve bakâdan söz etmek o kimseye düşer” dediği gibi…

 

İşte fütüvvet ehlinde görüldüğü gibi, Ken’an Rifâî ve Sâmiha Ayverdi’de hak mefhumu ile sabır anlayışı ikiz olmuştur. Bu, dinsiz insanla dindar insanı birbirinden ayıran özelliktir. Dinsiz insan da kazâ ve kadere çâresiz boyun eğer fakat büyük bir sıkıntı içinde olur, sebep araştırır, mes’ûliyetleri başkasına atar ama sonu gelmez bir mücâdelededir ve mutlu olamaz. Dindar insanın ise Allah’ın verdiğinden memnun olma gibi bir kabiliyeti vardır. Sabır anlayışını şöyle târif eder hocam: Sabır pasif bir tahammül değil, Müslümanlığın etik derinliklerinden kopan aktif bir nurdur.

 

Hocam Sâmiha Ayverdi’ye göre elim azap, en üzüntü veren azap Allah’tan uzak olmaktır. Allah’tan uzak olmak ise, gaflette olmak yani hâdiselerde Allah’ı görememek, göremeyince de sebep aramak, başkalarını suçlamak dolayısıyle de dâima huzursuzluk içinde olmaktır. Hâlbuki Allah’la olan yanmaz, ölmez, çürümez. Tıpkı Derdimend  Hüsnü’nün dediği gibi:

 

“Abdal Mûsâ derler pîrimin ismi,

Ateşe yaktılar, yanmadı cismi.”

 

Yine Hocam bu mânâda kahır ve lûtfun ikisine de aynı zamanda mazhar olan bir numûne olarak defne yaprağını gösterir ve şöyle derdi: “Yaz ve kış aynı terâvette bir güzel.. işte kahır ve lûtfun ikisine de aynı zamanda mazhar olan bir numûne.. galiba bundan örnek almalıyız.”

 

Görülüyor ki fütüvvet ehli hem tabiatla hem cemiyetle barışıktır. Huysuzlanmaz, ihtiyarlığa karşı direnmez, ölüm için hazırdır. İğreti benliği haz ve elem nağmeleri ile kâh dolup kâh taşıp kalırken asıl benliği haz ve elemden azâde, hüküm ve kıyastan uzak son derece zevk içindedir. Meselâ ona vurduklarında karşı kor fakat ne yenmenin ne de yenilmenin tahripkâr tesiri altında kalmaz. Şahsî hayatını her şahıs gibi yaşar, ama onun ayrıca öyle bir canı vardır ki candan içeru, hâdiselerin nâmından, hevesinden çok uzaktır. Evlenirken Allah emretti diye Peygamber’in kavli ile evlenir. Hak’tan aldığını halka vererek hayatını idâme ettirir. Dâimâ dinamik ve çok enerjiktir. Mücâdeleyi sever.

 

Fütüvvet ehli, teslim ve rızânın gayret ile ortaya çıkacağını bilir. Onun dili, kalbi, hâli hep şükür hâlindedir. Hocam konuyu, şükür nedir sorusuna şöyle cevap vererek anlatır: “Dille şükretmek tam şükür değildir. Çalışmak, ailesinin hizmetinde bulunmak, gözünle her yerde Allah’ın azametini seyretmek, kulağınla fenâ ve harama müteallik bir şey işitmemek, elinle Allah’ın rızâsı hâricinde bir şey tutmamak, ayağınla yine o rızânın olmadığı bir yere teveccüh etmemek, hâsılı bütün his ve kuvvetlerini Hakk’ın rızâsı altında sarfetmek şükürdür. Hülâsa, şükür enaniyette bulunmamak, kendini beğenmemek, sabretmek, sefâyı da cefâyı da hoş karşılamaktır.’… Fazilet ve kemâlin en bâriz alâmeti nedir diye sorulduğunda da “kimsenin ayıbını görmemek ve söylememektir” buyurur.

 

Hocama göre fütüvvet ehlinin diğer bir özelliği, halkı memnun etmek için değil, Hakk’ı memnun etmek için çalışmaktır.

 

Fütüvvet ehli kalp temizliğinin maddî temizlikten çok daha önemli olduğuna inanır. Meselâ İmâm-ı Azam, “Bir çıbanı merhemler, pansumanlar, ilâçlarla iyileştiriyorlar fakat bir müddet sonra başka yerden fışkırıyor. Bunu, ilâçla düzeltemiyorlar ancak yerini değiştiriyorlar. Onu geçirmek, kanını tasfiye etmekle kabildir. İşte muvakkat tedbirler; namaz, oruç ve zekât gibi, bir dereceye kadar kötü ahlâkı örter. Kalp temizlenmeden ahlâk düzelmez” der.

 

Gene hocam “Dâimâ cennette olmak isteyenler kimseye kin gütmesin, kimseye fenâlık yapmasın, esâsen zâhir ve bâtın tasarrufun Allah’tan olduğunu bilenlerin her hareketi Allah için olur.” diyor.

 

O, bu hal üzre kusur görücü gözünü kör etmiştir. Tıpkı büyük bir fetâ olan Hz. Ali gibi. Ve şöyle buyurur: “Meselâ gıybet ediyorsun, başkasının ayıbını ve noksanını görüyorsun, bunu yapmakla iki kat günah işlemiş oluyorsun. Bir kimsenin ayıbını görmek, hem bu ayıp bende yok, ben ondan hayırlıyım demek sûretiyle şeytâniyet sıfatını giymek demektir.”

 

Bedduâyı sevmezlerdi. Ve bedduânın “benim kullarıma rahmetimden ümit mi kestin?” diyen Allah’ın hitâbına muhatap olmak olduğunu söylerlerdi.

 

Gene tasavvuf ehlinde adâlet istikamet demektir. Onlar Allah yolunda ayrılmadan inkıtaaya uğramadan aynı yol üzerinde dâimdirler. O yüzden de ‘istikamet mûcizedir’ derler.

 

Fütüvvet ehli, cinsiyet gözetmeden Allah’a yakın olan kimselere denir ki, insan-ı kâmiller bu gruba girer. İşte bu mealde Necip Fazıl, Sâmiha Ayverdi’yi şöyle anlatır: “Sâmiha Ayverdi’nin satırlarında cins istidatlara ait soylu çilenin bütün izlerini gördüm. Açık göz ve günübirlik şöhret avcılarının dâima kolaya kaçan gözalıcı ve alâka çekici âdi hokkabazlıklarına karşılık onda derin bir metafizik anlayışı, mâvera hummâsı, eşyâ ve hâdiselerin düğümünü ruhta ve eserlerin sahibinde arayan hakiki insan hamlesi, kaleminin dokumalarındaki mihrâbı şekillendiriyordu. Sâmiha Ayverdi maddî eşyanın bittiği, deriüstü hâdiselerin tükendiği, ve zâhir ufuklarının sona erdiği noktaya bitişik âlemin serdengeçti bir meczûbudur. Yani hakiki insandır.”

 

Ne mutlu onlarla yaşayıp onlara benzemeye çalışanlara…

 

 

(Not: 16-18 Ekim 2014 tarihleri arasında Kars’ta yapılan II. Uluslararası Harakânî Sempozyumu’nda sunulan bildiridir.)

Perdeler

Seyyid, Şehid Ebu’l Hasan Harakânî der ki, “Dünyâ, peşinden koştuğun sürece senin pâdişâhındır. Ondan yüz çevirince, sen ona sultân olursun.” Cemâlnur Hocamız da, “Hürriyet, Allah’a kul olmakla mümkündür” der. Bu esâretten, emîrliğe geçiş acaba nasıl mümkün olabilir? Emîr olmayı istemek, sultânı olayım diye dünyâdan yüz çevirmek, gerçekten yüz çevirmek midir? Yoksa bu istek de bir perde midir? Bunu istemenin doğru şekli nedir?
Hz. Ali’nin  “Allah’ımı isteklerimin olmamasıyla bildim” sözünden çok etkilenmiştim. Hayatımda istediğim şeylerin bir türlü olmamasıyla Allah’a daha çok sığınıp yaklaştığım için, “isteklerimin olmaması” sözünü kendime göre yorumlamış ve aslında hiç anlamadığımı sonradan fark etmiştim. Meğer hazretler aslında istememe hâlini vurgulamışlar. Hiçbir isteğinin kalmayışı, Allah’tan başka her şeyden yüz çeviriş, “Dileğim o ki, senden başka bir dileğim kalmasın” hâli… İşte diri insan, sultân olan insan bu hâle sâhip gerçek insan. Ama “diri olayım” isteğiyle bu hâle gelinemediği de mâlûm. Bu yolda her istek, bir perde olarak karşımıza çıkıyor.
Şeyh (Harakânî Hz.) dedi: “Allah (c.c.) kalbime seslendi: – “Kulum, sana ne lâzımdır? İste.”Dedim: “Allah’ım senin varlığın yetmez mi ki, başka (şey) isteyeyim.”
Cemâlnur Hocam’ın, benim durumumdakiler için, “Hiç isteksiz olmak da donukluk olur. İsteyelim ama isteklere takılmayalım” dediğini duymuştum. Çünkü maddî veya mânevî isteklere takılınca, onların perdesinin ardında esir kalıyor ve o derecede ölü yaşıyoruz. İşte bu esâret bizi Allah’a kul olmaktan alıkoyan şeyin ta kendisi, ölümün ta kendisi.

Ebu’l Hasan şöyle duâ etmişti: “Allah’ım, gariplerin benim tekkemde ölmelerine müsaade etme. Zirâ Ebu’l Hasan’ın tekkesinde bir garip öldü, derlerse, ben o garibin ölümüne tahammül edecek güce sahip değilim.”
***
Sordular: “Garip kimdir?”
Dedi: “Vücûdu bu dünyâda gurbette olan kimse garip sayılmaz: Aksine garip, gönlü teninde garip olan ve başı gönlünde garip olan kimsedir.” Ona; “(Garipliği) sevenlerin alâmeti nedir?” diye sordular. Dedi: “Dünya sevgisini içten reddetmektir.”

Ulu Harakânî’nin bu sözlerini ve “Bütün halkın yerine ben ölseydim de, halkın ölümü tatması gerekmeseydi…” sözünü düşündüğümde Hazret’in, “bütün yaratılmışların üstüne titreyerek, hepsinin benlik putlarının kırılmasının sıkıntısını ben çekseydim de onların senden yana acı ayrılığı tatmaları gerekmeseydi, dediğini zannederim. Sanki “Esâretlerinden kurtulsalar, benlikleri, varlık putları kırılıp yok olsa… Gariplerin, dervişlerin burada fâniliğin şerbetine kanıp gitmelerine gönlüm elvermiyor. Yaşayan ölülükten uyansalar, dirilseler, sana kavuşsalar…” dediğini zannederim. Peki, ama nasıl kurtulabiliriz bu esâret perdelerinden?

Hz. Harakânî “Yol ikidir: Biri hidâyet, öbürü dalâlet, sapıklık yoludur. Kuldan Allah’a  giden yol dalâlet yoludur. Allah’tan kula gelen yol ise hidâyet yoludur. Şimdi her kim hidâyete erdim derse, o, hidâyete ermemiştir. Her kim beni hidâyete erdirdiler derse, o, hidâyete ermiştir.” buyurur. O zaman, “Ben Allah’ı öğreneyim, ben yapayım, ben nefsimi terbiye edeyim,  bu esâretten kurtulayım, ben niye adam olamıyorum” demek de bir iddia ve bir istek belirttiği için yine dalâlete giriyor. Biz ne yapabiliriz sorusuna cevap arıyorum. Gözümün değdiği ilk kitaba elimi uzatıyorum. Sâmiha Anne şöyle diyor:

“Îmanı uğrunda yaşamayı da ölmeyi de bilen kimse, hayâtın mânâsını bulmuş olur. İşte insan, uğrunda yaşamayı da ölmeyi de göze alması gereken bir hakîkate muhtaç olduğunu idrak etti mi, derûnî zaaflarından çözülüp selâmete erişmiş demektir.”

 

Sanırım ortada tek bir şey var: Bizde hiçbir kuvvet olmadığını kabul edip, muhtaçlığı idrâk etmek… Duâ ederken, sırf Allah bize “duâ et” diye emrettiği için duâ etmek, “Kulum, eksiğim, âcizim” diye niyâz etmek ve gerisini O’na bırakmaktan başka çâre var mı? Muhtaçlığı idrâk etmeyi hâlimize taşıdığımızda, o yokluk hâlinde Allah’a yaklaşıyoruz. Harakânî Hazretleri’nin buyurduğu gibi “Kendimi bulamadığım yerde, sevgilimi buldum” hâli belki de böyle bir hâldir. Allah’ım kendimizde bir varlık görmekten bizleri korusun, âmin…

 

 

 

 

Sıla-i Rahim

Havadayım, uçuyorum. Çünkü Kars’tayım, Hazreti Harakânî’nin ve atalarımın toprağındayım. Sıla-i rahimdeyim.

Atalarımın hepsi burada doğmuşlar, buranın suyunu içmişler, buranın balını yemişler. İsmail Dedem demirciymiş, demir dövermiş. Şahbaz olan baba dedem ise çiftçiymiş, toprağı ekermiş. Onları hiç görmedim ama hep dinledim, her ikisi de çok mertmiş. Şimdi düşünüyorum da birisini ateş, diğerini toprak o hâle getirmiş olmalı. Rahmet olsun hepsine.

Hazreti Harakânî’nin huzurundayım. Heyecanlıyım…

Yerde yatmakta olan kurbanlık koyuna gözüm takılıyor. Koyunun gözlerindeki huzur ve teslimiyet bir anda beni hem titretiyor hem de ağlatıyor. “Allahu ekber” nidâlarıyla vurulan keskin bıçak darbesine, nefsimin tüm damarlarının kesilmesi için ettiğim niyazlar eşlik ediyor.

Duâlarla açılan sofraya buyur ediliyoruz. Bugün Harakânî Hazretleri’nin sofrasındayız. Bugün bir civanmert ağırlıyor bizi. O civanmert ki, kendisi doğmadan seneler evvel kokusu etrafa yayılan bir er kişi. Oluk oluk akan âb-ı hayat çeşmesinden kana kana içmiş bir er. Tüm susamışlar bu sofranın etrafına toplanmış bekliyorlar.

Bu sofrada hakiki bal var. Bu balın adı fütüvvet balıymış. “Fütüvvet balından tatmak ister misiniz?” diye soruyor Hazret. “Buna cesaretiniz var mı?” der gibi bekliyor. Sessizlik ve gözyaşı hâkim ortamda.

Sonra cesaret veriyor, kerim olanın eteğine yapışırsak nasıl civanmert olabileceğimizi açıklıyor. Soylu savaşçının üzerindeki cübbeyi anlatmaya başlıyor. Cübbenin rengi siyah; yokluğun ve tevâzuun rengi. Belindeki kuşak da gayret kuşağıymış.

Yüce Allah’ın “Ahdinizde durun ki bende ahdimde durayım” dediğini hatırlatıyor Hazret.

Şimdi hicret zamanı; nefsden rûha göçmek, kötü huyları terkederek, Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmak zamanı.

Şimdi ahde vefâ zamanı!

Ahde vefâ için gayret kuşağının kuşanılması lâzım. Bunun için himmet gerek, himmet için eşikte oturup niyaz etmek gerek, niyaz için de boynunu kesmek gerek. Gözümde yaşlarla uzatıyorum boynumu. Tam o esnâda  cemâli tüm suallerimin cevâbı olan olan canım efendimin dudakları değiyor boynuma. Sâmiha Annenin sesi geliyor gönlüme: “Sizinle bir devir açılmış bulunuyor. Bunun şuurunda olun. Güç, fakat kudsî bir vazifenin yükü omuzlarınızdadır. Ammâ, güçlükleri kolaylığa çeviren Allah, birliğinizi bozmadıkça, şirk ve benliğe düşmedikçe, sizi şer kuvvetlerine karşı muzaffer kılacak, asla mağlup olmaya bırakmayacaktır.”

Yolumuz açık, kılıcımız keskin olsun inşaallah. Âmin.

 

Ülkü Bozkurt

Sen Harakânî

Çağırdın biz uçtuk geldik kapına

Edep ehli imar etmiş yapına

Kapının ucunda paslı kulpuna

Tutunmadan koyma sen Harakânî

 

Ehl-i beytten, hem gazi, hem şehitsin.

Anadolu’dan sen şanlı bir beyitsin.

Gelemeyene kalkar kendin gelirsin

Arkana, dur, koyma sen Harakânî

 

Kars’ın gri kolları var, sarıver

Nefsimizi ortasından yarıver

Yar göğsünde Kâbemizi kuruver

Gayrı yere atma sen Harakânî

 

Ağacında şu elmalar dirilir

Yaprak yaprak yeşillerin dizilir

Şu vücudum ol secdede büzülür

Var değilim, yok et sen Harakânî

 

Hundi derdin bir tek sana söyledi

Bir hâneye kalktı tamah eyledi

Kendini şu dünyada var belledi

Yokluğuna bakma sen Harakânî

 

 

Hayvanların İrfanı

Kamçatka ayıları hakkında bir belgesel seyrediyorum. Boz tüylü koca yaratıklar karın altında sekiz ay uyuduktan sonra bahara uyanıyorlar. Eriyen karlar arasında tek başlarına ilerleyerek bir nehre geliyorlar ve beklemeye başlıyorlar. Çok uzun bir süre sabırla bekliyorlar. Bu sırada tam dört yıl önce küçük birer yavru olarak bu nehirden ayrılıp okyanusa karışmış somonlar bu defa yumurtalarını bırakmak üzere binlerce mil ötesinden yine aynı nehrin yolunu tutuyorlar. Nesillerinin devamını sağlayabilmek için tam anlamıyla “ölesiye” yüzüyorlar. Bu ölüm-kalım yüzüşleri sırasında birçokları ayılar tarafından yenecek, kimileri kayalara çarparak telef olacak. Ayıların ise tek bir amacı var: Kış tekrar bastırmadan mümkün olduğu kadar çok somon yiyerek yaşama şanslarını arttırmak. Kimi gün elli tane yiyorlar. Fakat onların yemesi benim yememden çok farklı…

Yemek onlar için âdetâ bir zikir, bir ibâdet… Bir tarafta kayalara çarpa çarpa sanki şehâdet mertebesine ermek isteyen neferler gibi ayılara karşı yüzen somonlar, diğer tarafta önlerindeki çetin kışın idrâki ile mücâdele veren ayılar. Bu iki hayvandaki yaşam ciddiyetine bakıp hicap duyuyorum.  Biraz önce sadece damak tadı için yediğim tatlı ve ondan önce hiç ihtiyacım olmadığı halde yediğim akşam yemeğini düşününce daha da utanıyorum.

Harakâni Hazretleri’nin “Sûfilere göre zehir içmek, yemek yemekten daha kolaydır” sözü geliyor aklıma. Hiç değilse zehir, perdeleri kaldırıp Rabb’ine kavuşturur. Yemek ise perde üzerine perde indirir. Hazret’in bu sözünü ilk duyduğumda itiraf etmeliyim ki bana abartılı bir ifâde gibi gelmişti. Oysa bir ayının yaşam mücâdelesi için bir günde yediği elli balık, benim nefsime hizmet amacıyla yediğim bir lokmaya denk gelmiyor.

Bundan birkaç yıl önce İbn Arabî Sempozyumu esnâsında tebliğ sunan William Chittick’in hayvanların beşere göre üstünlüğünden bahsettiği geliyor aklıma. Ayılara ve somonlara bakınca anlıyorum. Fıtratlarında olanı eksiksiz yerine getiriyorlar. Vücut yapılarından düşünce şekillerine kadar her şey o çetin şartlarda yaşamak üzere var edilmiş. Dişiler yavrularına, erkekler ise sadece kendilerine bakıyor. Anne ayılar çok müşfik. Fakat kuvvetli yavrular diğerlerine göre daha fazla yerken anne ayı aralarına kesinlikle girmiyor. Öyle dengeli bir merhameti var ki, bu düzene “kendi”sinden hiçbir şey eklemiyor. Ben ve benim gibi beşer ise hayatı hep “kendi”siyle dolduruyor. Amacından gafil, nefsine hizmetle tüketilen bir hayat tabiî ki hayvanların huşûyla dolu yaşamından üstün olamaz. İbn Arabî Hazretleri bundan bahsediyor olsa gerek…

Sonunda somonların hepsi ölüyor. Yalnız en kuvvetlileri, en seçkinleri yumurtalarını bırakıyor nehrin yukarısına. Onlar da ayılara ve martılara yem oluyorlar. Somonlar öldükten sonra ayılar dünyanın en sert kışı bastırmadan kendilerine bahşedilen ilimle inlerini hazırlamak üzere dağlara çekiliyorlar.

“Hatta hiçbir şey yoktur ki, O’nu överek tesbih etmesin, ancak siz onların tesbihlerini iyi anlamazsınız.” (İsrâ, 44). Gerçekten anlamıyorum. Anlamama müsaade edilen kısım dahi beni bir ayı gibi inimde yalnız bırakıyor. Harakâni gibi erlerin yanında bir somon balığı kadar idrâkim var diyebilir miyim? Balıklardan ve ayılardan hicap duyuyorum.

İbn Arabî Penceresinden Fütüvvete Bakış

Affı al, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.”(Âraf, 199)

Bu âyet indiği zaman Cebrâil, “Ya Muhammed, sana üstün ahlâkı getirdim” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) ”Üstün ahlâk nedir ey Cebrâil?” diye sordu. Cebrâil dedi ki: “Sana zulmedeni affetmen, sana vermeyene vermen, sana gelmeyene gitmen, sana bilmeden kusur edene aldırış etmemen, sana kötülük edene iyilik etmendir.” Allah’ın Resûlüne (s.a.s) bunları söyledi ki, ümmeti bunlara uysun.

Peygamber ve ashâbının ahlâkını en ideal biçimde yaşamak demek olan fütüvvet kavramı, Sülemî’ye göre fetâ kelimesinden gelir. Türkçe karşılığı yiğit ve delikanlı olan fetâ, aslında kâmil insanı ifade eder.

 

Fütüvvetin nasıl bir hâl olduğunu, fetânın kim olduğunu belki en iyi  İbn Arabî’nin şu şiiri özetliyor:

 

Fütüvvet bir hâl ki, sahibi öne çıkmaz.

İnsanların Rabbi’nin ve insanların nezdinde.

Fetâ, başkasını tercih etmeyi düstur edinendir…

Her neredeyse baş üstünde taşınır…

Arzular güçleriyle onu sarssa bile başkasını yeğler.

Çünkü o dirençlidir, tıpkı yalçın dağ gibi…

Sıkıntı ve şiddet anında hüzün ona hükmetmez,

Korku onu alıkoymaz güzel ahlâktan…

Onu tek başına putları kırarken seyret!

Yardımcısı yokken! Fetâ: Yumuşak-güçlü insan

Fütüvvet ahlâkının esâsı, Kur’an’da da geçen îsâr kavramıdır; başkalarını kendi nefsine tercih etmek demek olan îsâr, İslâm tarihindeki Hicret olayında, Cenâb-ı Hakk’ın, Ensarla ilgili şu âyet-i kerimede vasfettiği haldir:

“Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verdikleri şeylerden dolayı nefislerinde bir darlık duymazlar. Kendilerinin ihtiyâcı olsa bile, onları nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunur ve kurtulursa işte onlar felâh bulanlardır.” (Haşr, 9) (Şihâbuddîn Sühreverdî, Gerçek Tasavvuf-Avârifü’l Meârif, Semerkand, İstanbul 2011, s. 318)

 

Hicret, îsârın, yani civanmertliğin, yiğitliğin, fedakârlığın, ferâgatin ve diğergâmlığın en güzel örneğidir. Şekil ve sûret itibâriyle bir defa vâkî olmuş bir hâdise olmasına rağmen, mânâsı ve hakikatı itibâriyle her an yaşanan ve yaşatılan bir hâdisedir.

 

Hicretin hakikatini hocam Cemâlnur Sargut, Cân-ı Candır adlı eserinde şöyle anlatıyor: “Hicret Arapça’da ayrılmak, demektir. İç mânâsıyla ise nefsden rûha göçmek, kötü huyları terk ederek, Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Peygamber’in hicreti, vakti gelene, bunun nasıl olması gerektiğini göstermek içindir. Yani Peygamber, Bekke (yani Kâbe) olan vücûdunda rûhunun hakîkatini ortaya çıkarmak üzere Medine’ye göçmüş ve Ensârın gönlüne tecellî ederek Yesrib’i şehir, yani hakîkî vücut haline getirmiş, medenî kılmıştır” (Cemâlnur Sargut, Cân-ı Candır Hz. Ahmed Muhammed Mustafa, Nefes Yayınevi, İstanbul 2011, s.261).

 

Başkalarını kendine tercih, ilk planda Allah’ın emrini nefsinin arzularına tercihle ortaya çıkar. Bu aşamanın en büyük örneği Hz. İbrahim’dir. “O”, diyor İbn Arabi, “Allah’ın birliğinin yücelmesini (tevhidi) kendi nefsinin çekeceği azaba tercih ederek, kendini ateşe attı. Bunun içindir ki Allah, Hz. İbrahim’i Kur’an’da fetâ olarak andı (Enbiyâ, 60).”

 

İbn Arabî’ye göre fütüvvet, mânâ yönünden (başkasını kendine tercih etmek anlamında) ilâhî bir niteliktir. Ama Allah’ın lâfzen böyle bir ismi yoktur. Şeriat böyle bir isim zikretmediği gibi akıl da Allah’ın kayıtsız anlamda âlemlerden müstağni olduğunu bildirir  (tenzih). Şeriatın kanıtı “Allah âlemlerden müstağnidir” âyetidir.

 

Allah kayıtsız anlamda zengindir. Hiçbir şeye muhtaç olmayan ama her şeyin ve herkesin kendisine muhtaç olduğu böyle bir zengin, sonradan âlemi yarattığında, ona muhtaç olduğu için yaratmaz. Allah, âlemi âlem için, ve varlığıyla kendi yalnızlığına tercih ederek yaratmıştır. Bu ise fütüvvetin ta kendisidir.

 

İbn Arabî, Hakk’ın fütüvvetini dile getiren bir âyet ve iki hadisten bahseder. Âyet şudur: ‘Ben insanları ve cinleri bana ibâdet etsinler (beni bilsinler) diye yarattım’ (Araf 172). Ona göre buradaki fütüvvet şudur: “Allah insanları ve cinleri kendilerini varlıkla nimetlendirmek ve onları yokluk kötülüğünden çıkartmak için yaratmıştır. Bunun yanısıra Allah, onlara ilâhî isimlerle tahakkuk imkânı vermiş, onların içinden halîfeler seçmiştir.” (Nesefî). “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklananlar hilâfete müstahak olmuştur” der.

 

Bütün bunlar ise, kendilerini halîfe yaptığı her konuda onları yalnızlığına tercih etmesidir. Ardından başa kakmanın, nimete mazhar olan kimsede nimetlendirmeye zarar verdiğini (nimetin kıymetini düşürdüğünü) dikkate alarak ‘Ben insanları ve cinleri bana ibâdet etsinler diye yarattım’ âyetiyle bu durumu onlar için gizlemiştir (setretmiştir). Böylelikle Allah, yaratıkları -kendileri için değil (yani bizim için değil)- kendisi için yarattığını dile getirmiştir.

İbn Arabî bunu “Minnetin örtülmesi nimetin açıklanması” olarak tanımlıyor ve Kur’an’ın “Bağışlarınızı başa kakmak ve ezâ ile mahvetmeyin.” (Bakara, 264) âyetiyle “Sizin düşündüğünüzün aksine, lûtuf ve ihsan eden Allah’tır” (Hucûrat, 17) âyetine dayandırıyor (Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, Yeni Boyut Yayınevi, İstanbul 1999, s. 243).

Harakânî Hazretleri de Allah’ın bu büyük lûtfunu şu sözleriyle dile getirmektedir: “Allahü Teâlâ’nın bir avuç toprak ve sudan ibaret olan bir mahlûka bana yaptığı kadar iyilik yapacağını kat’iyen bilmezdim. Mustafa’dan sonra bu lûtuf bana geldi.” (Ferideddin-i Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ II, 257).

Hakk’ın fütüvvetiyle ilgili nebevî rivâyetten bahseden İbn Arabî, şöyle diyor: “Allah, Hz. Mûsâ’ya eşyayı bizim için, bizi de kendisi için yarattığını bildirmiş, sonra ‘Her şey O’nun hamdını tesbih eder’ âyetinde yaratılıştaki bu gayeyi gizlemiştir. Böylece herkes, yaratılışta bir başa kakma hissi almayalım diye Allah’ın bildirmesiyle O’nun övgüsünü yücelttiğini öğrenir.” Bu rivâyetteki fütüvvet, Hakk’ın bizi tek başına var olmasına tercih ederek yaratmış olmasıdır. “Her şey O’nu tesbih eder” âyetinde ise bir örtü vardır. Bu ifâde ise “Bana ibâdet etsinler” âyetiyle aynı kapsamdadır.

İkinci rivâyet ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Allah’tan aktardığı şu kudsî hadistir: “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim, âlemi yarattım ve onlara tanındım, onlar da beni bildi.” Buradaki fütüvvet Hakk’ın “bilinmeyi istemeyi” dile getirmesidir. Bu niteliğe sahip birisi, kendisi için zorunlu olan zenginliği örtmüştür.

Aslında var olmanın sebebi, Allah’ın bir lûtfudur çünkü varlık ve bilgi hâl dilleriyle Hak’tan zihinsel taksimdeki (ayân-ı sâbitedeki) kendi mertebelerinin kemâle ulaşmasını istemiştir. Allah da varlık ve bilginin kemâle ulaşması için kendisinden bir ihsan olarak o ikisini var etmiştir (Yani isimlere vücut vermiştir). Ama Allah bunu göz ardı ederek âlemin varlığını “bilinmek istemesi“ ile ilişkilendirmiştir.

Aynı zamanda bilinmek istemek, sevilen şeyin mertebesini kendi yalnızlığına tercih etmek demektir. Çünkü mutlak zenginlik sahibi ona ilgi duymuştur, sevmiştir (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008, c.7 s. 359-361). (Aynı mânâyı Hz. Mevlânâ, “Aşkı taşmıştır, tenezzül etmiştir” kelimeleri ile ifade eder. Hakk’ın buradaki fütüvvetini hocam Ken’an Rifâî, Mesnevî Şerhi’nde şöyle anlatmaktadır: “Eğer Allah isteseydi kendi gizli âleminde yine yalnızca ve bir define gibi saklı kalırdı. Onun adem denilen enginde kendi hayâlini halk edişi hem bizi yaratmak hem de bize büyük imkânlar vermek dileyen iyiliğinden ve güzelliğindendir (Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2000, s. 65). Böylece, ilâhî tabiatındaki iyilik, güzellik ve varlık unsurları, bu gizli kalıştan kurtularak, bir yaratılış âleminde kendilerini göstermeye yöneldiler. Böyle bir zuhur ve tecellî o varlığı, o iyiliği bilhassa o güzelliği idrâke muktedir bir vâsıtaya ihtiyaç duydu.

 

İnsan, bu varlığı ve bu güzelliği idrak vazîfesiyle yaratıldı. Hâdise “İnnallahe teâlâ halâka âdeme alâ sûret’ir-Rahman” (Allah insanı Rahman sureti üzere yarattı) hükmünce oldu ve insan kendisini yaratanın isim ve sıfatlarıyla değerlendirilmiş olarak bu âlemde fânî bir vücûda büründü (Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2000, s. 51). Nasıl ki yarattığı âlemi bize göstermek için “şems”i yâni güneşi, ışığı ve gölgeyi yarattıysa, kendi büyük hakîkatini daha iyi bilip görmemiz için de kâmil insanları, velîleri, mürşitleri halk etti” (Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2000, s. 65).

 

İbn Arabî şöyle demektedir: “Hak, güzel ahlâk konusunda, ki söz konusu olan fütüvvettir – kullarına böyle tenezzül ettiğine göre kulun bu nitelikle (fütüvvetle) ahlâklanması daha yerindedir. Hakk’ın bütün bunları yapmasının amacı, karşısında nasıl davranılması gerektiğini kullarına öğretmektir” (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008, c. 7 s. 359-361).

 

William Chittick ise “Allah’ın ahlâkı nedir diye sorulsa, buna ancak Allah’ın bütün güzel isimleri sıralanarak cevap verilebilir” der. İbn Arabî için, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak ile Allah’ın isimleriyle ahlâklanmak eş anlamlıdır ve bunlar da sûfînin mânevî yolculuğu ile aynı şeydir (William Chittick, The Sufi Path of Knowledge, 1989 s. 22). Hz. Harakânî ise bu hakikati şöyle ifade eder: “Başlangıçta bize bir emânet arz olunmuştur diyebilirdim. Biraz daha yaklaşınca bize kendi ulûhiyetini arz ve va’z ettiğini anladım. Şükürler olsun ki yük gayet ağırdır” (Ferideddin-i Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ II, 257).

 

İbn Arabî’ye göre fütüvvet kuvvet makamıdır. Kuvvet olmadan insanın fütüvveti uygulaması mümkün değildir. Bu kuvveti şu âyetle izâh eder:

 

“Allah kuvvet ve metânet sahibi rızık verendir.” Şu halde rızık veren, kendisini inkâr etseler de onlara rızık verir ve nankörlükleri nedeniyle rızkını, nimetini ve ihsânını kesmez. Dolayısıyla kendisine verilen rızka karşı nankörlüğü var iken, nanköre ancak güç sahibi rızık verebilir. Bu da fütüvvet sahibinin özelliğidir. Çünkü fütüvvette herhangi bir zayıflık bulunmaz (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006, c.2, s. 240-241). Fütüvvet ehlinin zorlaması, ancak kendi nefislerine yönelik olabilir. Dolayısıyla gücü olmayan kimsenin fütüvvetinden söz edilemeyeceği gibi kudreti olmayanın bağışlaması da söz konusu olamaz (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006, c.2, s. 248)

 

O hâlde fütüvvet ehli, kendilerine kötülük etseler bile, yaratılanlara iyilikle muamele eder… Onlar arzuları kendilerine baskın gelmediği ve nefsin yaratılış özelliği olan övülmeyi, teşekkür almayı ve tanınmayı sevmek gibi özelliklerden arındıkları için nefislerine karşı büyük güç sahibidirler (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006, c.2, s. 245).

 

Hocam Kenan Rifâî de buyuruyor ki, “Nefsin her bir arzusunu def etmek, Hayber Kalesi’ni fethetmek gibidir” ve ilâve ediyor: “İnsanda Hayber’i fetheden Ali kuvveti olmalı ki buna ka­dir olsun” (Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 105). Savaşlarda düşman saflarını darmadağın eden arslan mühim değildir. Hakiki arslan odur ki kendi nefsiyle yaptığı savaşı kazanır. Muharebede kendi nefsini mağlup eder, onu yok eder” (Kenan Rifâî, Şerhli Mesnevi-i Şerif, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s.191). Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber, en büyük fetâ olan Hz. Ali’ye ona kötülük yapanlara tavrının nasıl olacağını sorduğunda Hz. Ali “Ben Peygamber’in yolunu tutar bana kötülük edene iyilik ederim” demiştir.

 

O halde bir kudret makamı olarak fütüvvet, zayıflık ve yetersizliğin belirtisi olan tufûlet (çocukluk) ile kühûlet (yaşlılık) arasındaki bir dönemdir (Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, Yeni Boyut Yayınevi, İstanbul 1999, s. 244). Bu dönem, insanın yetişkinlik çağından kırk yaşına ulaştığı ömrüdür. Allah bu makam hakkında şöyle der: ‘Sizi zayıflıktan yaratıp zayıflıktan sonra güç yaratan Allah’tır.’ İşte bu, fütüvvet hâlidir ve kişi bu halde genç (fetâ) diye isimlendirilir.

 

Genç (fetâ), yaratıklara karşı Hakk’ın ahlâkıyla ahlâklanarak ya da onun emrine uyarak fütüvvet gösterir. Çünkü yaratıklara karşı fütüvvetin gereğini yapmak Allah için yapmak demektir. Bu durumda fütüvvet sahibi kul değil Hak olur. Fütüvvet özelliği ile ahlâklanmak da böyledir. Çünkü fütüvvetin gereği olarak bir insanı tercih etmek mutlaka bir başkasının eziyet görmesine yol açar. Bunun nedeni amaçların ve arzuların birbirinden farklılığıdır. Bir insanın râzı olduğu bir hâlden bir başkası ancak sana kızabilir. Öyleyse bu makama ulaşmak isteyen, fütüvvetini Allah’a yöneltmelidir. Çünkü fütüvvetin esası başkasının payını tercih ederek kendi payından uzaklaşmaktır. Kendi payını bırakmakla da senin gerçek payın meydana gelir.

Bu hakikati Sülemî’nin naklettiği şu hâdise çok güzel ifade ediyor: “Aişe (r.a.)’nın şöyle dediği rivâyet edildi: ’Allah’ın Resûlü’ne (s.a.v.) bir koyun hediye edildi. Koyunu taksim etti. Dedim ki: ’Bize sadece boynu kaldı.’ Allah’ın Resûlü (s.a.v.) buyurdu ki: ‘Bize boynu hariç tamamı kaldı.’ “ (Sülemî, Tasavvufta Fütüvvet, çev. Süleyman Ateş, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1977, s. 30).

Fetâ, hasmı olmayan kimsedir. Çünkü o, borcunu öder, alacağını ise bırakır, dolayısıyla hasmı yoktur. Genç (fetâ), genel olarak anlamsız hareketin meydana çıkmadığı kimsedir. Çünkü o, Allah’ın şöyle buyurduğunu duyar: ‘Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri bâtıl olarak (boş yere) yaratmadık.’ (Sad, 27). Fetâ’dan meydana gelen her hareket, ‘o ikisi arasındaki’ kısmına girer. Allah’ın gök ve yer arasında yaratmış olduğu bütün hareketlilerin hareketi de, aynı şekilde anlamsız değildir. Çünkü yaratan hikmet sahibidir. Fetâ, bir hikmete göre hareket eden veya duran kimsedir.

 

Dünyada abes olmadığını hocam Kenan Rifâî de şu örnekle açıklıyor: “Dünyada abes hiçbir şey yoktur. Belki görünüş abesmiş hissini ve­rir. Meselâ dere kenarında bez yıkayan kadın, çamaşırı önce tokmak­lıyor, sonra çalılara serip kurutuyor. Daha sonra katlayıp istif ediyor. Bu vuruş, ıslatış ve kurutuş hareketleri birbirinden ne kadar ayrı bir­birine ne kadar zıt; fakat maksat bir: O da çamaşırı temizlemek… Dünyada abes bir şey yoktur. Bütün o gördüğün zıt­lıklar hep aynı gayeye hizmet etmektedir. Onun için işte Cenâb-ı Hak ‘Bak, hilkatimde abes bir şey görebilir misin?’ (Mülk, 3) diye nasıl sormasın?” (Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 123).  Allah’ın bu hitabı, âlemde hiç abes görmeyen kâmil insanadır.

 

İbn Arabî, fütüvvetin zirvesi hullet, yani dostluk makamıdır, diyor (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2012, c. 17, s. 247). Kâşânî bu hâli, “Hullet, kulun kendi beşerî sıfatlarından fânî olarak Hakk’ın sıfatlarını (kendisinde) tahakkuk ettirmesi, hulûl yoluyla değil, tecellî yoluyla O’nun vasıflarıyla vasıflanmasıdır. Böylece kul, Hakk’ın aynası olur.” diye anlatır.

 

Allah’ın halili, dostluk makamının temsilcisi olan Hz. İbrahim, şöyle demiştir: “Cömertliği Rabbimden öğrendim. Çünkü O, kendisine ortak koştukları hâlde, kullarını rızıklandırmaktadır” (Kâşânî Sözlüğü, Abdurrahman maddesi). Bunun üzerine Allah, İbrahim’e ‘Sen benim gerçek dostumsun’ diye vahyetti (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2007, c. 8, s. 290). Bu yüzden Hz. İbrahim, sofrasında kâfir ile velî arasında fark görmeden ziyâfet verme âdetini başlatan kişi oldu (Cemâlnur Sargut, Hz. İbrahim, Nefes Yayınevi, İstanbul 2014).  “İbrahim için melekler ‘Allah, buna Halil’im, dostum, di­yor. Ama bunca servet ve sâmân içinde olan bir adam nasıl Halîlullah olur?’ dediler. Kendisine her şey mâlûm olan Cenâb-ı Hak, Cebrâil’e ‘Git, İbrahim’i istediğin gibi imtihan et ki cümleye itminan hâsıl olsun’ buyurdu. O sırada Hz. İbrahim, bir ağaç altında yatıyordu. Cebrâil, meleklerin tesbihi olan ‘Sübbûhun Kuddûsün rabbünâ ve rabbü’l-melâiketi ve’r-rûh’ (Çok çok tesbih edilen, pek çok mukaddes olan Rabbimiz, meleklerin ve Rûh’un rabbi !…”) tesbihini söyleyerek gelince, Hz. İbrahim ‘Öyledir; Sübbûhun Kuddûsün rabbünâ ve rabbü’l-melâiketi ve’r-rûh, öy­ledir, ama Allah’ımın bu türlü vasfedilişini işitmemiştim yâ Cebrâil, malımın yarısını fedâ ettim. Bir daha söyle de öteki yarısını da vere­yim! dedi” (Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 28-29).

 

Demek ki Allah, sadece O’nun adını duymakla her şeyini fedâ edeni dost ediniyor, onun aşkında nefsinin benlik ve ikilik hâllerini eritip hicretini tamamlayanı dost ediniyor ve Allah’a dost olmakla kul, Hak sıfat olarak fütüvvettin zirvesine çıkıyor. İşte bu, kulun hakiki zenginliğidir.

 

Hakiki bir fetâ olan hocam Sâmiha Ayverdi’nin dediği gibi, “Kendi kendisine ve Allah’a karşı dürüst olmak kazancı ile zenginleşmiş kişiler, ekmeği üstünde bir lokma katığı dahî olmasa, gene de dünyanın en zengin ve huzurlu insanı olarak toplum içinde bir fazilet ve hayır kaynağıdır” (Sâmiha Ayverdi, Bağ Bozumu, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, s. 259-260).

 

Allah onların mânâsından ve huzurundan ayırmasın. Âmin.

 

(Not: 16-18 Ekim 2014 tarihleri arasında Kars’ta yapılan II. Uluslararası Harakânî Sempozyumu’nda sunulan bildiridir.)

 Nazlı Kayahan

 

Yaratan’dan Ötürü Sevebilmek

Tasavvuf deyince akla cümle-tanımlar geliyor.

 

Bir tanım der ki, tasavvuf aşktır.

Bir tanım der ki, tasavvuf edep etmektir.

Başka bir tanım der ki, tasavvuf sabretmektir.

Başka bir tanım der ki, tasavvuf kendini bilmektir.

Yine başka bir tanım der ki, tasavvuf hizmet etmektir.

 

Ve bu örnekler sürer gider…

 

Şöyle durup düşününce belki tasavvuf bunların hepsidir ve sayılmamış daha nice tanımı da içerir. Ama sanırım bu sorunun cevabını en doğru ve kapsamlı bir biçimde en büyüklerimiz verir.

 

Ben tasavvufun ne demek olduğunu en çok yüce Hazret-i Harakânî ’nin şu sözlerinde hissederim:

 

“Her kim bu eve gelirse ekmeğini verin ve adını/dinini sormayın; zira Ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya lâyık olan herkes, elbette Ebu’l Hasan’ın sofrasında ekmek yemeğe lâyıktır.”

 

Ne kadar kapsayıcı ve bütünleştirici değil mi?

 

Hani bizler hep diyoruz veya başkalarını söylerken duyuyoruz ya ‘Yaratılanı severim, Yaratan’dan ötürü’ diye… Yok, aslında biz gerçekten öyle hissetmiyoruz. Kanımca bizler o güzel sözün mânâsını idrâk edebildiğimiz ve zevk edebildiğimiz için öyle söylüyoruz veya söylenenlere gıpta ile bakıyoruz. Ama özünü çoğu zaman içselleştiremiyoruz.

 

Şöyle düşünün: Sadece bu hafta kendinizi kaç defa kızgın, kırgın, dargın ve alınmış hissettiniz?

Sonra yine düşünün: Kime, ne sebeple bu şekilde hissettiniz?

Sonra: Bu hissiyatınız sonucunda nasıl hareket ettiniz?

 

Maalesef ben kendi adıma biraz da utanarak söyleyebilirim ki bu hafta, henüz üçüncü güne girmiş olmamıza rağmen iki defa çileden çıktım. Örneğin, bir arkadaşım tezi için yardım rica etmiş. Pazartesi akşamı âilemden çaldığım bir zaman dilimi içerisinde yardımcı olmaya çalıştım, sonra bir teşekkür etmedi diye küplere bindim. Hemen aklımdan geçen şu oldu: “Zaten elli bin tane işim var. Bir de bunlarla uğraşıyorum, insan bir teşekkür eder.” Hadi bakalım…

 

Ama insanız işte… Düşüncelerimiz, duygularımız ve davranışlarımız var. Hamd olsun, davranışlarımızı dizginlemeyi seneler içinde öğrendik de, duygu ve düşüncelerimizi henüz tam anlamıyla hizâya sokamadık.

 

Oysa gerçekten yaratılanı sevmek, her şeyde ama herşeyde güzeli görebilmek, bir böceği incitmeden evden dışarı çıkarabilmek, bir çiçeği dalından koparmadan once ondan izin isteyebilmek, bir armutu tek başına var olduğu için takdir edebilmek, sizi otobüste iten insanın sadece bir vâsıta olduğunu görebilmek, gürültü yapan çocuğa sinirlenmemek, kaçan çoraba söylenmemek, verilen her nefesten memnun, müteşekkir ve râzı olarak uyuyabilmek… Ve aslâ ve aslâ kötü söz söylememek, karşılık beklememek ve sergilenen davranış karşısında kırılmamak… Hazret-i Harakânî’nin dediği gibi her ruh taşımaya lâyık görülmüş kişiyi ve maddeyi var edildiği için takdir edebilmek… Bence tasavvufun en güzel tanımı budur.

 

Allah tamamıyla idrak edebilmeyi ve vâkıf olabilmeyi nasip eylesin inşaallah.