Halil İbrahim Sofrası

Bu ayın konusu mâlûm: Allah’ın dostu olmakla nitelenmiş Hz. Halil İbrahim’i (a.s.) yazmakla görevliyiz. Gerçi yazmak derken biz klavyenin üzerine parmaklarımızı koyacağız, sonra bir Fâtiha okuyup Peygamber Efendimiz’e, Hz. İbrahim’e, tüm peygamlerlere, tüm pîrâna ve mürşidimize göndererek niyaz edeceğiz ki hikmetin gerçek sahipleri bizlere tenezzül edip burada paylaşacağımız birkaç doğru cümleyi kurdursunlar. Yoksa vallahi -en azından- benim terazi bu sıkleti hiç çekmez, bilirim.

 

Editörlerimiz dediler ki “Halil İbrahim sofrası hakkında yaz.” “Başüstüne” dedim. Evime her gelene illâ ikramda bulunma gayretimden olsa gerek -ki insancıkların bir lokma yiyecek gönülleri varsa zorla ikinciyi de tıkma çabam, derviş meşrepten ne denli uzak olduğumun bir başka delilidir-, seviverdim “Halil İbrahim Sofrası”nı konu etme fikrini… Adı ziyafet ve ikramla müsemmâ olan ve ömrünce misafirsiz sofraya hiç oturmamış bu büyük peygamber, Anadolu ikram geleneğinin de en yerleşik sembollerinden birini oluşturmuş.

 

Gelenek dedik ya, bu kültürün öznesini oluşturan tipik Türk analarından bir tanesinin yetiştirdiği bir diğer prototip olarak benim aklıma, Halil İbrahim sofrası denince çeşit çeşit ikramlardan oluşan ziyafetler ve bol misafirle oturulan, sohbeti, muhabbeti çok, şenlikli sofraların çağrışımı geliverir. Cömertliğin zihnimdeki en zengin temsili, bir nevi bol yemekten ibâret.

 

Kendimi bildim bileli coşkulu iştahımla mücâdele etmiyor muyum ben? Henüz ilkokul beşinci sınıftayken yapılan yılsonu pikniğinde daha yemek saati gelmeden annemin sepetime koyduğu kuru köfteleri hafif mahcup bir tavırla ağzıma tıktığım anların benzerleri hâlen yaşanmıyor mu? Allah’ın lûtfu hızlı metabolizmamın da bana kattığı cesaret ile derviş olmanın -tek değil elbet ama- en temel düsturlarından biri olan “az ye, az konuş, az uyu” kısmında bile henüz bir arpa boyu gidememişken, zihnimdeki Halil İbrahim sofrası imgesinin bir peygamber ile târif edilmesinin benim için ne kadar rahatlatıcı olduğunu bilmem doğru anlatabilir miyim?

 

Tabiî tüm bu imgeler, Cemâlnur Hocamın yeni kitabı Hz. İbrahim’i elime aldığım anda çizgi filmlerin hayal balonları misâli yok oluverdi. Zihnimdeki cömertlik imgeleri kırıldı. Zirâ bu büyük peygamberde “halil” makamı tecelli etmiş. Allah O’na “dostum” demiş. Demek ki benim şeklî tarafını görebildiğim ikram ve cömertlik, salt misafire yemek ikram etmekten müteşekkil olamaz. Hz. İbrahim, varlığını Rabbine “ikram” etmiş. İdrakimin sınırları müsaade etmiyor ama cömertliğin gerçek târifi buralarda bir yerlere denk düşüyor olsa gerek. Varlığını tamamen teslim edip fenâya erecek cömertlik, Allah’ın “halil”ine bol yemekli sofralardan daha çok uyuyor.

 

Kitap, zihnime adeta dövme yapıyor: Allah O’na “dostum” demiş. Allah Hz. İbrahim’i dost edinmekle onda tecelli etmiş.

 

Halil İbrahim sofrası, salt misafire yemek ikram edilen sofra değil. Halil İbrahim sofrası nefsin arzu ve isteklerinin fedâ edildiği bir sofra. Halil İbrahim sofrası, kötü huyların cömertçe, geriye bir tane bile bırakmadan terk edilebildiği sofra. Ateşe atılırken bile “Bana Rabbim yeter” diyecek teslimiyete erişilen sofra. Halka hizmet için muhtaç olunan tek lokmayı paylaşırken bile cömertlik ve Hakk’ın varlığında yok olabilmek için teslimiyette cömertlik…

 

O zaman benim cömertliğim nasıl olmalı? Görüyorum ki, öğrenmeye çalıştığım bu ilmi hâl etmediğim ölçüde sırtında kitap taşıyan eşekten farksız kalacağım. Okuduğum bu kitabın zekâtı kendi cömertlik kavramıma gerçek anlamını kazandırmaktan geçiyor. Misafirimin kursağına yemek tıkıştımakla yetinmeyip nefsimin arzu ve isteklerine gem vurabildiğim ölçüde kendimce daha ikram sahibi olacağım.

 

Kötü huylarımı verebildiğim ölçüde cömertliğim puan toplayacak Allah katında. Hz. Mevlânâ’nın deyimiyle kötü huylarımı vermekte cimrilik ve dünya malına tamah gibi kalbi kirleten duygularımı pislik biriktirmeyen bir akarsu gibi akıp götürebildiğim ölçüde akarsu gibi cömert olabilirim ancak.

 

Ve mürşid-i kâmile teslim olabilmek, ona dost olabilmek istiyorsam kendimi aradan çekmeyi ve karşılık beklemeden onunla bir olabilmeyi öğrenmeliyim. Ancak o zaman  pirinçsem pilav, buğdaysam ekmeğe dönüşürüm ve bendeki hakikate dâir isim de böylece hulûl* etmiş olur.

 

———-

* Halil İbrahim Peygamber’deki halil ismi “hulûl”den gelir. Allah’ın bütün sıfatlarıyla Hz. İbrahim’de tecelli ettiği mânâsına gelmektedir.

 

 

The following two tabs change content below.

Emine Ebru

Orta halli, sıradan bir Türk ailesinin yine orta halli, sıradan çocuğu olarak yetişmiş bu fakir. Hayatının ilk 30 yılını gayretiyle dünyada mekan kurmaya harcamış; akıllı insan olmayı, hayırlı evlat olmayı, iyi okullarda okuyup kariyer yapmayı bir de kendini çocuklarına feda eden türden anneliği en ala hayat sanmış. Dünyayı kontrol edebileceğini sanmış, edemediğini gördüğü her anda da yaygarayı basmış. Sonra bir el öpmüş ve yıllarca kurduğu kumdan kaleleri yıkılıvermiş. Bütün kavramlar, bütün renkler, iyiler kötüler birbirine karışmış BİR olmuş. Artık varlık iddiasını yok etmeye, nefsine galip gelmeye ve aklı bu sefer gönlüyle bulmaya çalışıyor. Kul olmaya çalışıyor. Her an hata yapmaya devam ediyor, edeceğini de biliyor ama en azından niyetlerini ve tevbelerini temiz tutmaya çalışıyor.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın