Bal

Üç yıl önce, canlar cânı bir ablam bana şakayla karışık “Bu yola giren herkes bir şeyini fedâ etmiş, sen neyini vereceksin?” diye sormuştu. Ben azıcık düşünerek, aslında Allah’a kurban edecek kadar değerli hiçbir şeyimin olmadığını söylerken içimde bir hîle dönüyordu. Kurban, nefsinin aşırı arzu ve isteklerini kesmek demekti ama ben bunu yapamayacaktım, bu imtihandan kalmıştım. Çünkü aklıma gelirken, hemen kendimden bile sakladığım o fikirde, canım olan bir güzel insan vardı, en kıymetlim… O güzele gösterdiğim düşkünlüğün aşırı kısmından olsun Allah’ım için vazgeçmek düşüncesini örtmüş, bunu bile göze alamamıştım.

 

Çok geçmeden belli oldu ki, Allah’ım onu ezelden kınalamış, kendine seçmişti zâten. O güzel insanın şehâdet müjdesi bana eriştiğinde hiç sesim çıkmadan, hemen Cemâlnur Hocamdan dinlediğim gibi “şükür secdesi”ne kapandım. İçimde öyle bir huzur, sevinç ve neşe vardı ki, içim içimden taşıyor diyerek târif edebiliyordum ancak. O güzelin sesini üzgün duysam ciğeri acıyan ben, şimdi cânice katledildiğini öğrendiğimde içimde en ufak bir acı, bir parça sıkıntı bile hissetmiyordum. Sâdece neşe, sâdece neşe. Bu asla benim becerebileceğim bir şey değildi.

 

İşte o zaman anladım, Hz. İbrâhim’in ateşe atıldığında nasıl gül bahçesine düştüğünü. Ben ki günah kokan bir âciz serseriydim. Allah’ım kereminden o ateşi bana bile serin kılmıştı. Ben O’nun için en ufak bir düşkünlükten vazgeçememişken, O beni ve kıymetlimi hepsinden temizlemişti. Üstelik her adımımı gül bahçesinde geziyormuş gibi neşeyle ve huzurla attırmış, elimi tutmuş, bırakmamıştı. Bunun karşısında üzülmek, ağlamak, dertlenmek insanın aklına gelebilir miydi? Benim ağlamayışıma, neşeme şaşanlara da siz ateş görüyorsunuz, ama burası gül bahçesi diye anlatmaya çalışıyor, anlatamıyordum.

 

Benim gibi birine bile bu mutluluğu yaşatan Allah, kimbilir dostu İbrâhim Peygamber’ine nasıl bir gülistân, nasıl bir şenlik lûtfetmişti? Dost’a İbrâhim Peygamber’in eminliğiyle sığınmak; Cebrâil Aleyhisselâm yardıma gelecek olsa, “Allah’ım sanki benim hâlimi bilmiyor mu?” demek gerek sanırım. O biliyor. “Hiç bilmez mi yaratan, yarattığını?”

 

Allah. O nasıl bir Allah, o nasıl bir cömertlik, o nasıl bir merhamet, o nasıl bir güzellik… Hz. Râbiâ’nın “Belâyı gönderene sevgim, gönderdiği belâdan beni habersiz yapmıştır” dediği gibi, insan gözünü sâdece sevgiliye dikmeli. O zaman nasıl ateşte olabilirsiniz ki? Ne yaşanırsa yaşansın, siz yine Gül’desinizdir. Her olan karşısında “Bundan daha güzeli olsaydı, sen onu yapardın Allah’ım” demek gerekmez mi? Cemâlnur Hocamızın her zaman söylediği gibi, en büyük belâ, belâyı belâ görmektir.

 

İbrâhim Hakkı Hazretleri’nin dediği gibi:
“Vallâhi güzel etmiş, Billâhi güzel etmiş, Tallâhi güzel etmiş.

Mevlâ görelim n’etmiş, n’etmişse güzel etmiş…”

 

 

The following two tabs change content below.

Elif Hilal Doğan

1987'nin Temmuz'unda, Elazığ’da dünyaya geldim. Çocukluğum babamın görevi nedeniyle farklı yerlerde geçti. Halkla İlişkiler ve İşletme eğitimi görürken 2007’de e-ticaret sorumlusu olarak çalışmaya başladım. Bununla birlikte çeşitli kuruluşların iletişim faaliyetlerini yürüttüm. Şu anda kitap editörlüğü ve yazar danışmanlığı yaparken, eğitimime Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü'nde Tasavvuf Kültürü ve Edebiyatı yüksek lisansı ile devam etmekteyim...

Son Yazıları: Elif Hilal Doğan (Profiline git)

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın